25 Aralık 2019 Çarşamba

YILBAŞI


YILBAŞI
Bu hafta sonu yılbaşı. Hristiyan dünyası yılbaşını Noel etkinlikleri içinde bir gece olarak kutlarlar. Biz Türkler için ise 31 Aralık gecesi bir yılın bitimi yeni bir yılın başlangıcı vesilesi ile kutlanılan bir gecedir.
Yeni yıl kutlamaları ve eğlenceleri yıllar içinde çok değişikliklere uğradı. Benim çocukluğumda akraba veya komşuların toplandıkları bazen bir yemekle başlayan bazen akşam yemeği sonrası bir araya gelinen bir etkinlikti. Genellikle evi en müsait olanın evinde toplanılır, meyve, yemiş, kestane kebap yenilir, tel helva çekilir, salep içilir,  tombala çekilir yeni yılın girişi heyecanla beklenirdi. 
Geceye hâkim olan radyo idi. Zaten yaşamımıza yön veren radyo idi.1950’li yıllardan sonra enterkonnekte sistem devreye girinceye kadar bir kaç büyük şehrimiz dışında Anadolu illeri ve ilçelerinde gündüzleri elektrik yoktu. Her yerleşim yerinin kendi belediyesine bağlı kömürle çalışan elektrik santralları veya lokomobilleri akşamla birlikte çalışmaya başlardı. Sadece öğlen üzerleri bir saat kadar ajans (haber bülteni) süresince çalışırdı sistem.
Radyonuz açık ise önce kasanın üst noktalarından bir yerde madeni para büyüklüğünde bulunan “göz lambası” kızarır bir süre sonra yeşile dönerdi. Önce bir cızırtı yükselir. Belki yarım saat süreyle piyano tuşlarından bir melodi sürerdi, otuz saniyelik aralarla; “Ankara, Ankara, güzel Ankara” ardından üç beş defa aralıklı gonk sesi duyulur ve İstiklal Marşı çalardı.  Burası uzun dalga 1948 metre 182 kilo saykıl Ankara radyosu”  günün tarihi, günün yayın programı bildirilir ve program akışı başlardı.
Akşam saat 17.- de elektrik gelir. Radyolar açık ise Anadolu Ajansının tüm ülke gazetelerine yazdırma programı başlardı. Satır satır, noktalama işaretlerine kadar…
Saat 18.-de genelde ilk program klasik Türk musikisi fasıl heyeti olurdu. Saat 19.- da “Burası Ankara radyosu, gonga Saat tam 19.-‘da vuracaktır.”  Zaten tüm dinleyicilerin saatleri elde ayarlanmak için hazırdır. Bir dakika sonra “GONKKKK”   Bütün ülke için tam saat ayarıdır bu. Ayarları tam olanlar mutlu bakışlarla ceplerine koyarlar saatlerini… Ve “haber bülteni” ( ajans) ardından Feridun Fazıl Tülbentçi’nin sunduğu beş dakikalık “Tarihten Bir Yaprak” ve Nurettin Artam’dan sonraki yıllarda Burhan Belge’den günün yorumu; “radyo gazetesi…”
Bu, evin büyükleri erkeklerin dikkatle dinledikleri bir saatlik süredir. Zira dünya ahvali karışık, ufukta savaş tehlikesi vardır. Ya da sürmekte olan İkinci Dünya Harbi’ne ait bilgiler… Bu illere İstanbul gazeteleri ancak bir hatta iki gün sonra ulaşacaktır. Tek ve net bilgi kaynağı varsa radyonuz.
Haftada bir gün mutlaka “Radyo tiyatrosu = temsil” saati olacaktır.  Efektör; Tahsin Temren.  Dönemin ünlü ses ve saz sanatçılarının canlı yayın programları… Halk ozanlarından ünlü orkestralara kadar geniş bir yelpazede müzik yayını. Kore Harbi yıllarında oradaki askerlerimizin kendi seslerinden ailelerine seslenişleri, Kore’ye ait günün besteleri ve marşlar…    Gece saat 24.- de elektrikler sönecektir. Saat 24.-e gelirken beş dakika evvel her dakikada bir lambalar yanıp söner, sinyal verirdi.
Cumartesi günleri öğleden sonra ve Pazar tam gün elektrik olduğundan daha zengin programları dinleme şansımız olurdu.  Cumartesi akşam, 18.45’de ; “Koşun koşun radyo başına, her cumartesi günü geliyor iş başına radyo çocuk kulübü.” Ayşe Abla sunardı bu programı. Geleceğin ünlü radyo, sahne, ses ve saz sanatçılarını biz bu programlarda tanıdık ilk kez.
Pazar günleri daha sabahtan mutlaka tarihi bir temsil… Öğlen haberlerinden sonra, Yine ses sanatçıları; Erdoğan Çaplı’dan piyano dinletisi, Ankara Gazinolarında sahne almış yabancı truplar veya solistler; Angelina Velaskes, Niko Degastino…
Tabii yılbaşı gecesinin özel programı; solistler, konserler ve gece saat 24.- de vuran gonk ile yeni yıla giriş. “Milli Piyango Çekimi canlı yayını”; önce amortiler, sırası ile gittikçe büyüyen ikramiye ve en sonunda büyük ikramiyeyi kazanan numara…  Odada bütün sesler kesilmiş, herkes nefesini tutmuştur. Elde biletler, heyecan, üzüntü, bazen sevinç. Zira hiç olmazsa amorti tutmuştur.  Bu geceye özel elektrik ve tabii radyo yayını sabaha yakın saatlere kadar sürecek gene İstiklal Marşı çalımı ile son bulacaktır.
Genelde üç tarafı seki ile çevrelenmiş,  sandalye ile takviye edilmiş, çocukların yerlerde kümelendiği odada nerede oturduğunuzun önemi yoktu. Radyoyu görmek zorunda değildiniz, sadece kulağa hitap eden bir araçtı ve bazen konsolun üzerinde olsa da genelde duvara monte edilmiş bir rafın üstünde yükseklerde dururdu.
Yılbaşı toplantısı yemekli ise hindi yeni yeni giriyordu menümüze ama zaten hindi evlerde sıklıkla pişen, bahçelerimizde tavuklarla birlikte beslenen hemen her kesimin ulaşabildiği bir gıda idi.
Yılbaşı için hediye almak, hediyeleşmek âdeti girmemişti yaşantımıza, bunları televizyon ve tabii reklamlar soktu dünyamıza.  Aslında hediye vardı.  Çocukluktan gençliğe geçme evresindeki çocuklar toplantıda bulunacaklara hediye listeleri hazırlar bir ara sesli okurdu bunları. Örneğin beyaz saçlı Amcaya, saç boyası, Filan Ağabeye, pipo tütünü, Filane Ablaya nişan yüzüğü… Alkışlar karşısında Filane Abla kulaklarına kadar kızarır ama gözlerinden mutlu ışıltılar saçarak kaçardı odadan.
Tüketilecek meyve ve yemişler ortak hesaptan alınırdı. Yılbaşı gecesinin olmazsa olmazı tombala için çinko ve tombala yapanlara verilecek, genelde ev ve mutfak gereçlerinden oluşan kazanımlar da… Tombala biletleri para karşılığı alınırdı. Bu geceye has paralı oyunlar hoş görülürdü. Gündüzden satın alınmış  “At Yarışı Kartları” kenarındaki beyaz boyayı ıslatarak sildiğinizde altından pembe boya ile basılmış ikramiye rakamına sahip olurdunuz. Tabii bu kartlar da para karşılığı satılırdı. Bir de rulet… Bu iki üç santim boyunda konik silindir şeklinde sarı pirinçten dökme bir ucu sivri altı yüzeyi olan bir aparattır. Masa etrafında oturan altı kişi belirli bir para limiti tespit eder. Fırıldak döndürülür ve bir yüzeyi üste gelecek şekilde yatar. Burada bir ifade kazılmıştır, “ bir koy, iki al, üç koy, hepsini al”  gibi.  Bu fırıldağı döndürme sırası kimde ise onun kazancı veya kaybıdır.
En büyük etkinlik “keten helva tel helva”   çekmektir. Bu işin erbabı kişi yeterli miktarda şeker ağdası kaynatır mutfakta. Sonra soğuk bahçeye çıkılır, karşılıklı iki kişi ellerini sık sık limonlayarak bu ağdayı bir birine aktarır ve sündürürler.  Kıvama gelen ağda odaya alınır. İçine bolca tere yağda un meyanesi kavrulmuş büyük bir tepsiye meyane üzerine yatırılır. Tepsi etrafında yeteri kadar kişi halka teşkil edecek şekilde oturmuştur. Ağda ortadan tepsi kenarına ulaşıncaya kadar unlanarak ve bir yanındakinin yönüne kaydırılarak her iki elle çekilir. Usta beceri ile bu unlu halkayı sekiz gibi yaparak ikiye katlayıp tekrar ortaya getirir. Bu işlem defalarca yapılır, bıkmadan, usanmadan. Sonunda kitle meyaneye doymuş, lif lif olmuş, artık katlanıp sekiz olma imkânı kalmadığından parçalanmıştır.  İşte o zaman ev sahibinin ikramı olan dilimlenmiş kuru sucuk, turşu, tulum peyniri gibi tuzlular ortaya çıkar. Pişmaniye benzeri bu tatlı, yanındaki tuzlular refakatinde bolca tüketilince ağırlık çöker.
Zaten vakit bir hayli ilerlemiş, en küçükler evin kedisi misali sobaya en yakın yerde kıvrılıp uyumuştur bile. Her toplantı mahallinde aynı duruma gelinmiş olmalı ki; sokaklar hareketlenmiştir.  Kış kışlığını yapardı. Dışarısı soğuktur. Paltolara atkılara bürünülür, küçükler sırtlanır, yeni yılda hayırlar dileyerek veda edilir. Dışarıda ya lapa lapa kar yağmaktadır, ya da gündüzlerden kalan kar kum kum olmuş her adımda gıcırdamaktadır. Yürünür yeni bir yılda yeni umutlarla… “Evi olan evine evi olmayan sıçan deliğine!”
Mertliği televizyonun evler girmesi bozdu. Bu toplantılarda önce ön plana geçti. Sonra batının Noel ritüellerini etkinliklerimize taşıdı bizlere. Bir hediyeleşme trafiği ve alışverişi başladı. Balolara, bu güne has içkili yemeklere,  salon toplantılarına alıştık. En mutaassıp yaşlıların bile yaşamda olduğu evlerde çam ağaçları, camlarında Noel baba figürleri görür olduk. Yurtiçi yılbaşı seyahatleri derken, yurt dışı Noel pazarları turları girdi yaşantımıza.
Bugün geldiğimiz tablo zaten hepimizin malumu. Ben şöyle ucundan köşesinden o günlere yetişenler varsa ve yaşıtlarımla eski günleri bir analım dedim…
Yeni yılınız kutlu olsun…

22 Aralık 2019 Pazar

HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK



  
HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK
Okuduğum gazetenin köşe yazarı Ege Cansen,  “hela temizleme skandalı” başlıklı yazısında Konya’da bir teknik lisede öğrencilere rutin hela temizliği görevi verilişini savunuyordu. Kendisi ile aynı fikirdeyim. Öğrencilerin, kullandıkları mahalleri ve özellikle tuvaletleri temizlemek zorunda olurlarsa buraları temiz bırakmak gereğini de öğreneceklerini savunuyordu yazısında.
Aslında bu terbiyenin daha öğrenci lise seviyesine gelmeden önce evinde sonra yuvada, ilkokulda almış olmalı idi.   Bugün bekçisi olmayan umumi helalara bir bakınız lütfen… Rahmetli Emekli General Sadık Aldoğan’ın Millet Partisi mitingindeki bir konuşmasını anımsıyorum. Herkese oy eşitliğinden bahsediyordu. Şöyle diyordu; “hangi millete oy eşitliği? Daha helada dışkısını deliğe denk getirmeyi bilemeyenlere mi? istetseniz istasyon helasına kadar gidip bir bakın.”
Umumi hela duvarlarında  “şakule dikkat” uyarısı vardır. Tabii başka metinler de. Han duvarlarınki, mescit duvarlarındaki, kaplıca soğukluklarındaki, türbe duvarlarında, mezar taşlarında olduğu gibi hela duvarlarında da yazılar, aslında bir edebiyat dünyası vardır… Özellikle hela edebiyatı çok zengin ve renklidir ki bir adı da “tosun edebiyatıdır.”  Bunun en esprili örneğini bir arkadaşım Milano Operasının tuvalet duvarında görmüş. “Bendeniz Tosun, burada da emrinizdeyim!”
Asker ocağında çavuş kursunu bitirenlerin koluna terfiyesini takan kumandanı bir de tokat atarmış ve  “Ulan dikkat et topuğuna yapma.”   Çünkü yeni çavuş bütün gün kafası sağa dönük kolundaki işareti seyredermiş. Tabii tuvalet esnasında da… O zaman dışkı haliyle topuğuna denk gelir!
Bazı hallerde tokat ve dayak o kadar doğaldı ki bizim kuşağımızda…
Babalar çıraklığa verdikleri oğullarını ustaya teslim ederken serbest iradeleri ile “Eti senin kemiği benim” ahdi ile sunarlardı. Daha evvel mahalle mektebine götürülen çocuklar da hocalarına böyle teslim edilirmiş. Seksen yıllık yaşamımda bu teslimden kemik olarak geri alınmış ne bir talebe gördüm ne de çırak. Tam tersine icabında gerekli dayağı yiyerek eğitilmiş bu adamlardan âlimler,  becerikli ustalar, başarılı fabrikatörler, varlık sahibi olmuş iş adamları ile çok karşılaştım. İstisnasız hepsinin de hocasını, ustasını hürmet, hayır duası ve rahmet ile andıklarına şahit oldum.
Bizim okula başladığımız yıllarda bu seremoni kalmamıştı ama kuşağımızdan öğretmen dayağı yememiş, kulağı çekilmemiş kimse olabileceğini hiç sanmıyorum. Üstelik hiç de kişiliksiz, ezik, sapık bir toplum olmadık. Şahsen ortaokul sıralarında yere attığım kalemi bahane ederek bacaklarını seyrederken yakalandığım matematik hocamdan tebeşirle kara tahtaya daire çiziminde kullanılan ağaç pergel ile yediğim dayağı hiç unutmadım. Hocamı hiç haksız bulmadım, kırılmadım, sonraları kendisinden çok iyi notlar aldım. Çocukluk içgüdüsü ile yaptığım yaramazlığa verdiği cezadan hiç şikâyetçi olmadım.  Suç işledim, terbiye dışı davrandım, cezamı çektim, dersimi aldım ve bitti. Disiplin Kuruluna verilerek, afişe edilerek geleceğimle oynanmadı. Rahmetle anıyorum. 
1950 evveli bulunduğum Anadolu ilinde bir Sami Çavuş vardı. Uzatmalı Jandarma gediklisi. Kırsal alanın asayiş ve namusu ondan sorulurdu. Elinde sığır organından, saç örgüsü copu ile görüntüsü bile yeterdi. Ortakçımız dul kadın, Sami çavuşa rüşvet olarak kaymak, yoğurt getirir, haşarılığı ile baş edemediği oğlunu dövdürürdü. Sonraki yıllarda falakası ile meşhur İzmir’deki Kantar karakolunu hatırlıyorum. Suçluların en büyük korkusu bu karakola düşmekti. Kabadayılar ve mafya babalarının en çekindiği şey mahkûm olmak, hapse düşmek değil polis dayağı yüzünden karizmalarının çizilmesi idi yakın zamana kadar.
Kültürümüzde çocuğunu terbiye ve cezalandırma için makul ölçülerde dayak vardır. “Ananın vurduğu yerde gül biter.” “Kızını dövmeyen dizini döver.” Aşırı dayakçılar, kadın dövenler ise ruh hastaları, sadistler ve alkolikler olup asıl dayak ile cezalandırılması gereken kimselerdir.
İngiltere’de çok yakın zamana kadar okullarda alenî dayak cezası vardı. Aristokrat ve kraliyet ailesi çocukları da bu cezadan muaf tutulamazdı. Bugün ki uygulamayı bilemiyorum. 
İslâm fıkhında zinâ ve dört şahit ile ispatı gereken zinâ isnadı suçlarına dayak cezası vardır. Ve sopa adedi Nur suresinde tayin edilmiştir. “Dayak cennetten çıkmadır” deyimi bir inanç haline gelmiştir. Ki; Tevrat’ta cennetten çıktığı söylenen dayak aslında “Tayak” olup çubuk, sopa, ậsậ anlamındadır. Yani Musa’nın ậsậ’sıdır. Ama zamanla dayak’a ve dayak atmaya dönüştürülmüş.  Hatta Yazarını bilemediğim bir beyitte: 
         “Gökten indi dört kitâb,
         Beşincisi tedib-i-darb.[1]
         Olmayaydı darb,
    Hüküm edemezdi dört kitâb.” Şeklinde yazılıma girmiştir.
“Bugün ülkemizde bir gerçek var. Gazete başlıklarını TV. Haberlerini inceleyiniz; guruplar halinde dolaşan, saldıran, tinerciler, gaspçılar, serkeşler, travestilerden hakaret gören, geri çekilmek zorunda kalan, tabancası elinden alınan, otomobilleri tahrip edilen, sarhoşların oyuncağı haline getirilen polisler, sokaklarda sürüklenen yaşlı kadınlar, bir çanta için bıçaklanan genç kızlar, darp edilen doktorlar, sağlık görevlileri, devamlı şiddet gören eşler, hunharca öldürülen komando yüzbaşıları, tahrip edilen, yağmalanan işyerleri rutin haberler haline geldi.
Üç beş yıl evveline kadar görmediğimiz, en azından ender karşılaştığımız bu tablonun oluşumunda; gereksiz aflar, infaz yasaları, “Cumuk’lar”, sadece suçluları kollayan İnsan Hakları kuruluşları(!), fanatik sivil toplum örgütleri, sorumsuz medya mensupları kadar polisin elinin bağlanmasının da etkisi yok mu? Kanun Koyucu kolluk kuvvetlerinin sopasına müsamahayı kaldırırken maalesef yerine bir müeyyide bir çözüm koyamamıştır. Polis kimi döveceğini (talihsiz istisnalar dışında) çok iyi bilirdi. Tabii toplu gösterilerdeki aşırı ve oransız güç kullanımını kast etmiyorum.
Artık hapishanelerde ilk girişteki kapı altı seremonisi(!) , Beyoğlu Polis Merkezinde, Hortum Süleyman nam Komiser yok ama İstanbul’un göbeği Taksim’de asayiş de yok.
Babamdan hiç dayak yemedim,  dövmekte tehdit ettim ama çocuklarımı hiç dövmedim. Yedek Subay iken erlerimi de. Okurlarım beni çağ dışı bulmasınlar.  Sakın ola işkenceyi savunduğum sanılmasın. Dayaktan yana olduğum da.
 Önce dayağın benim kuşağımdaki kabul şeklini nakil ettim sonra da farklı bir pencereden bir yorum getirdim önünüze.
Diyorum ki; acaba olaylara hep aynı açıdan bakmak çok mu doğru? Lafontain hikâyeyi farklı sonla bitirse idi; Ağustos Böceği “Bütün yaz sevgilime serenat yaptım, mevsimi aşk, müzik ve doğayı duyarak geçirdim. Şimdi açım ama mutluyum. Ya sen? Yaşamdan hiç zevk almadan kolonin için sadece çalıştın, hamallık etin de ne oldu?”
Dese idi...






[1] Vurarak terbiye, cezalandırma.

18 Aralık 2019 Çarşamba

BURSA’LI OLMAK


BURSA’LI OLMAK

Geçtiğimiz Pazartesi gecesi Uğur Mumcu salonlarında bir etkinlikte bulundum. Sivil Gündem Platformu- Fark yaratanlar 2019 yılı ödül törenini izledik.
Gecenin tertibine, evvelindeki çalışmalarına ilgi duyanlar detaylarını Sivil Gündem Platform ve sevgili Canan Ekinci Yılmaz’ın bol resimli internet sayfasından izleyebilirler. 
Ben bu muhteşem organizasyondan bahis etmeyeceğim. Salon nerede ise tamimiyle Bursalılarla doluydu.    Bursalı olmak Bursa’da doğmakla mümkün değildir. Bursalı olmak;  Bursalı olmayı benimsemek ve kenti sevmekle olur.
 Günümüzde nüfusu üç milyonu aşan Bursa, daha Osmanlılar döneminde göç alan ketlerden bir tanesidir. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi ardından Balkanlar ve Kafkasya’dan toplu göçmenlerin Bursa’ya iskânı ve takip eden yıllarda ayni yörelerden parçalanmış aile guruplarının Bursa’yı tercihleriyle başlayan süreç o günden bu yana periyotlarla süregelmiştir. 1950 ve 1980’li yıllardaki toplu Bulgaristan göçmenleri 1960’lı yıllardaki sanayi atılımları sonucu Anadolu illerinden gelen yeni yerleşikler, Bursa’nın kasaba ve köylerinden büyük şehre olan yönlenme ile kent nüfusu çok hızlı arttı. Artık eski cazibesini yitirmiş olsa da Cumhuriyetin ilk yıllarından yakın zamana kadar, havası, suyu, tabiat güzelliği ve huzur ortamı ile Bursa bir emekliler cennetiydi. Onları da ekleyiniz bu rakama ve son yıllarda güney ve güney-doğudan göçenleri...
Eskiden babalar kızını gelin ederken nasihat da bulunur; Gittiğin evin bir gözü     körse, sen de bir gözünü yum” derlerdi.  Eski göçmenler de geldikleri yeni şehrin kültürüne ve yaşam tarzına uyum gösterme gayretinde bulunurdu. Umursamaz davranışlardan, kıyafeti, hareketleri, tavırları ile sırıtmaktan kaçınırdı.   Kendi yöresinin kültür ve alışkanlıklarını empoze etme ısrarları olmazdı. Hemşerilik duygularını ve ilişkilerini korumakla birlikte “Doğduğu değil, doyduğu şehirli” olma önceliğine önem verilirdi.
Bu gün üzülerek görüyoruz ki üç milyonluk kitlede  “Bursalı olma” nosyonu yok denecek kadar az. Bursa’yı sevmek, Bursa’ya sahip çıkmak, bu kentte yaşamakla övünmek, gurur duymak o kadar unutulmuş ki... Bursa için bir şeyler yapmak şuurunu yeniden uyandırma projesini alkışlamak ve katkıda bulunmak,  kentin nimetlerini kullanan herkesin görevi olmalı.
Kente sahip olma, yerel yönetimlerin öncülüğünde başlar ve gelişir. Günümüzde şehir sınırların çok genişlemiş olması, yerel yönetimler ve devletten daha fazla hizmet bekleme doymazlığı büyük zorluk. Şehriler küçükken bazı şeyler daha basit ve kolaydı. Çocukluğumdan hatırlıyorum;  Belediye Başkanları ve üst düzey yardımcıları kenti adım adım dolaşır, küçük sorunlarla bile ilgilenmek şansına sahip olurlardı.  Zabıta memurları (o zamanlar adı Belediye Çavuşuydu) bakım, tamir isteyen sokak ve kaldırımları, temizliği ihmale uğramış yerleri her gün tespit edip ilgili birime ulaştırırdı. Bir görevli gece bütün sokakları dolaşır, yanmayan sokak lambalarını belirlerdi. Bu görevle mahalle ve çarşı bekçileri de yükümlüydü.
 Bugün kaldırımlarda, yollarda bozulmuş veya başka hizmet birimleri tarafından kazılıp öylece kaderine terk edilmiş o kadar çok yer var ki... Pahalı araçlar ve şoför marifetiyle dolaşan müdürlerin, şeflerin bunları görme şansı yok.  Hepsi telsizli kalabalık ekiplerde ise iş emri almadığı noktalara müdahale inisiyatifi… Asfalt tamir aracının park ettiği noktadan bir metre ilerisindeki çukura -içindeki görevliden ricama rağmen-  bir kürek asfalt atıvermek zahmetinde bulunmaması da bir başka gerçek. Yerel yönetimlerin hizmet birimlerine telefon veya e-posta ile yapılan başvurulara ne derece cevap alınabildiği tartışılır. Hizmetin yoğunluğu buna bahane olamaz. Tüm kademelerde çalışanlarda “KENTE SAHİP OLMA” düsturunun yerleştirilmesi çok önemli. Eskiden, o yılların anlayışıyla, ruhsatsız yapılaşmalar ve proje ihlâlleri ciddi takibe uğrardı. Prost’un şehir planına göre; Çekirge asfaltının kuzeyinde yapılacak binaların çatı yüksekliği asfalt kotunu geçemez kuralı vardı.  Mimar mühendis olan rahmetli dayım 1953 yılında, İntamlar’ın tam karşısında, Kükürtlü bahçesinin bitişiğinde -yakın zamanda yıkıldı.-  bir bina yapmıştı. Bina yüksekliği ön görülen kotu bir metre geçtiği için iki yıl meslekten men cezası almıştı ve bu süreyi askerlik görevini yaparak değerlendirmişti.
Şehirler küçükken yerel basın kentin küçük sorunları ve kentlilikle daha çok ilgilenirdi. Bu gün bir iki gazetemizdeki  “Dert Babası” esprili köşelerle yetiniyor olmak dışında yazılı ve görsel medyaya bu yeni projede çok görev düşüyor.
“BURSA’LI OLMAK”  bir imtiyaz. 
Bu eksikliğin en büyük nedeni ilin hızlı ve sürekli göç alması, yeni yerleşiklerin kendi kültürleri ve çevreleri kapsamında, hemşerilik bağlarını daha ön planda tutarak bir birleri ile kaynaşma arzuları ve alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Kişilerin doğdukları, büyüdükleri, ata mezarlarının, aile toprakları ve mülklerinin bulunduğu yöreleri unutmaması tabii ki çok önemli ve doğal haklarıdır. Oraların kültürünü, folklorunu, örflerini ve bağlılıklarını koruması da. Ama “doğduğu yer değil, doyduğu yer” inde üzerinde hakkı vardır. Bunu sahiplenmek “Bursalı” olmaktır. Allah’ın her türlü doğal ve fiziki imkânı cömertçe sunduğu bu il benimsenmek ve savunulmağa fazlasıyla lâyıktır.
Bugün nüfusu üç milyona yaklaşan kentimizde kendisini bırakınız ana-babasının, nine- dedesinin Bursa doğumlu olduğu kişi sayısı her halde çok azdır. Ben bu kente 1956’da yerleştim. O zamanlar şehrin nüfus ancak yüz bin civarındaydı. Ve yerleşiklerin neredeyse tamamı bir birini tanırdı, aşinaydı. Atatürk Caddesinde gezerken o günün modası olan fötr şapkamızı başımızda tutmak olanaksızdı. Şapka çıkartarak selâmlaşma gereği yüzünden her adım başında iner kalkardı kolumuz. Şimdi aynı caddeyi bir baştan öbürüne kat ettiğimde bir tek kişi ile selâmlaşmıyorum. Cadde üzerindeki işyeri sahip veya çalışanlarından hiç birini tanımıyorum. Bu ilde neşredilen magazin içerikli dergiler veya günlük yerel gazetelerin magazin eklerinde yüzlerce fotoğrafın altındaki isimlere bakıyorum; tanıdığım birkaç soyadı var ama ismiyle tanıdığım hemen hiç kimse yok.
Benim tanıdıklarım ile karşılaşmak bir eski Bursalının cenaze töreniyle sınırlanmış. Tabii ki bunda benim konservatif, sosyal etkinliklerden uzak bir yaşam sürme tercihim var. Ama karşılaştığım eski dostların birçoğundan benzer tespitleri dinliyorum.
Kabul etmek gerekir ki; bu biraz da yaşlılığın gereğidir ve yaşlılıkta en zor şey akransız kalmaktır. Önce büyükler, bazen sırasız olarak küçükler, ardından yaşıtlar birer birer eksilirler. Yaşayanlar ya sağlık sorunları ile uğraşmaktadır ya da iletişim fonksiyonları günden güne zayıflar. Karşılaşmalarda müşterek mevzularınızın artık tükenmiş olduğunu üzülerek görürsünüz. Sokaklarda selâm verecek kimseler hızla azalır.  Sizi tanıyıp selâmlayan gençler olsa da siz onları bilemezsiniz. Caddeler, binalar, insanlar değişir, anıları aplike edeceğiniz mekânlar yok olurlar.
Eski kentlerde değişimin en az olduğu yerler mezarlıklardır. Yaşlı ağaçlar ve yaşlı mezar taşları kendilerini inanılmaz bir direnişle korurlar. Aralara eklenen yeni hece taşları hep bildiğiniz, tanıdığınız isimlerdir. Yaşamdaki aşinalar hızla azalırken buradaki aşinalar aynı hızda artarlar.  Ataların, babaların yanlarına eklenen çocukların, torunların isimleri ile aile hatta mahalle kolonileri oluşur. Oralarda bildiklerinin nüfus hareketlerini bile takip etme olanağı vardır.
Gönül Bursa’yı ve Bursalılığı mezarlarda değil yaşamda bulmak ve görmek istiyor. Bunu başaracak birileri olmalı bu koca kentte.
Birçok Osmanlı ilinde kadılık görevinde bulunmuş olan Nazik Abdullah Efendi, henüz on iki yaşındayken babasıyla İstanbul’a giderler. Rumeli kazaskeri, Bursalı Kara Çelebizâde Mahmud Efendi ile görüşürken Mahmud Efendi çocuğa lâtife ederek İstanbul’u fazla metih edince, Abdullah eline kalemi alarak: “Gerçi dersiz dehr (dünya- cihan)   içinde yoktur İstanbul’umuz  Dursun İstanbul’unuz, Bursa bizim makbulumuz “beytini irticalen yazmıştır.
İşte “Bursalı olmak dediğim budur.” Geçen akşamki etkinlik ve buradaki bağlılık, zaafa uğrayan umutlarımı tazeledi. Sırf bunun için teşekkürler Sayın Sivil Gündem Platformu mensupları.  


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...