31 Ocak 2018 Çarşamba

TAHTA YUMURTA


Başlıkta bir yanlışlık yok. Bir zamanlar her evde en az bir tane bulunurdu. Tabii mutfakta değil, annelerin çorap sepetinde. Genç okurlarım şimdi de “çorap sepeti ne?” diyecekler. 
Erkek çorapları eğer elde örülmüş yünden değillerse merserize olurdu. Pamuk çok dayanıklı bir iplik değildir. Özellikle ayakta çok çabuk yıpranır, ayak topukları patates gibi çıkardı ortaya. İşte yıkanmış yırtık çoraplar çorap sepetinde birikir, onarılacakları günü beklerlerdi. Ev hanımları tahtadan, cilâlı yumurtayı çorabın içine sokar, delik kısmı yumurta üzerine gererlerdi. Delik küçükse uygun renk bir iplikle örer, büyükse bu kısma eski çorapların sağlam kısımlarından kesilip ayrılmış bir yama dikerlerdi. Topuk altına gelen yama iyi dikilmemiş olursa çok rahatsız ederdi ayağı.    Yamasız çoraplı kimseye hemen hemen rastlanmazdı. Ama yama rengi iyi uydurulamamış, büzük dikilmiş yamalara çok rastlanırdı. Rahmetli anacığım bir kaç renkten karışımlı eski çorapların konçlarını söker, ipliklerini küçük mukavvalara sarar, çorap sepetinde her renk çoraba uydurabileceği çeşide sahip olurdu.
Sonra bir gün naylon iplik ve naylon çoraplar çıktı piyasaya. Bu buluş anneleri günlerce çorap yamamaktan, bekârları çorap kurutmak zahmetinden, camileri de ayak kokusundan kurtardılar.  Naylon çorap sağlamdı, ucuzdu ve yıkaması kurutması pratikti.
Hanımların pahalı ve ulaşılmaz olan ipek çorapları yerine de naylon hanım çorapları girdi. İpek çoraplarda olduğu gibi en büyük sıkıntı tel kaçması idi bunlarda da. O zaman tuhafiyeci vitrinlerinde “çorap çekilir” yaftaları görünmeye başladılar. Elektrikle çalışan küçük bir makinede kasnağa gerilerek tutulan çorabın kaçık telini bir iğne marifeti ile yukarı kadar çekip onarmak mümkün oluyordu. Tel başına 5-10 kuruşa yapılan bu işlem, bu işe aracı olan tuhafiyecilere para kazandırdığı gibi birçok ev hanımına da ek gelir kapısı olmuştu. Bununla tüm geçimini sağlayan çocuklarını okutan dul kadınları anımsıyorum.
Ülke fakirdi. Dışında kaldığımız halde II. Dünya Harbi olanaklarımızı kısıtlamıştı. Sanayi yok denecek kadar azdı. Ülke ekonomisi ithâl girdilere rahatlıkla pay ayıramıyordu. Para kıttı, kıymetli idi.  Radyolarda; “eski çoraplarınızı atın, ya da paspas yapın” sloganlı reklamların lüksüne ulaşmamıştık henüz.  O zaman çözüm tasarruftu, yeniden değerlendirme ve trampa. Gezginci çerçiler köylerden mal mukabili yün çorap eskisi toplar, bunlar taranıp yün ipliği olurdu fabrikalarda. Anneler mahalle aralarında dolaşan satıcılardan eski giysi karşılığı emaye kaplar, bardaklar alırdı. Biz çocuklar ise biriktirdiğimiz boş şişe ve cam kırıkları karşılığında leblebi, şeker değişirdik eşekli sokak satıcılarından.
Ayakkabılar bir iki kere pençelenir, az yıpranmaları için daha ilk alındıklarında burun, topuk ve yanlarına demir çaktırılırdı. Yıpranan takım elbiseler “tornistan” edilirdi terziler elinde. Solda bulunan üst cep kesiğinin sağ tarafa geçmesi neticesini doğuran bu ters-yüz etme ameliyesini gizlemek için her iki yanda üst cep kapağı eklenirdi ceketlere. Farklı renkte tek ceket giyimi moda ve şıklık gereği değil,  pantolonun daha çabuk yıpranmasından kaynaklanan bir çözümdü. Babaların, ağabeylerin takımları küçük oğula uygulanır, annelerin elbiseleri kız çocuklarına adapte edilirdi yeni modeller ve aksesuarlarla. Paltoların kirlenen yakalarına kadife geçirmek, hanımların moda gereği kısa kalan manto eteklerine kadife ilâveler yapmak yadırganmayan ve ayıplanmayan çözümlerdi.
Gömlekler iki-üç yedek yakalı ve kol kapaklı satılırdı. En erken eskiyen bu kısımları değiştirmek çok normaldi yakın zamanlara değin. Bilinçli ev hanımları zamanla renk farkı yapmaması için bu yedekleri de her çamaşırda gömlekle birlikte yıkamaya alırlardı.
Bilmem sizin dikkatini de çekiyor mu? Kılık kıyafet ne kadar değişti.  Eskiden sokaklarda tayyörlü hanımlar, takım elbiseli, kravatlı fötr şapkalı beyler çoğunlukta olurdu. Erkek çocuklarında dahi genelde bir beden büyük diktirilmiş takım elbiseler, uzun paçası duble üstüne bir kat daha kıvrılarak ayarlanmış pantolonlar… Günümüzde tek istisna seçim günleri: O gün “yurdumun insanı” çiftler en şık kıyafetleri ile caddeleri doldurup seçim mahallerine akıyor.    
Kot kumaşların, polyesterin ütü istemez kullanım kolaylığı, spor giyim rahatlığı hâkim oldu giyimimize. Tabii en büyük etken konfeksiyon sanayinin hızlı üretimi, bol çeşit sunumu yanında ısmarlama dikişe göre avantajlı fiyatı.  Bütün bunların dışında adına moda denilen akımın hızlı iletişim araçları ve reklâm kampanyaları ile toplumu etkilemesi.
Çocukluk yıllarımda erkeklerin yaz kış açık başla, ceketsiz, kısa kollu gömlekle gezmeleri ayıptı. Kırsal kesimim tercih ettiği kasket çok azaldı. Kentlilerin, aydın kesimin ve memur sınıfının fötr şapkası ise hiç kalmadı.   Mağaza raflarından fötr şapka kalktı, kahvelerde, berber dükkânlarında ev vestiyerlerinde şapkalıklar da,  çarşılarda şapkacılar da… Bursa Kapalıçarşı’da şapkacı Kazım Kınav, Açıkçarşı’da Osman Şaşmaz en zengin çeşidi sunarlardı.  Şapka kalıpçıları da tarihe karıştılar. Kullanılarak formu bozulan, kirlenen, kasnağı yağ bağlayan fötr şapkalar buralarda temizlenir,  genişliği mengeneli yapısı ile ayarlanabilen tahtadan kafalara giydirilerek buharla ütülenir, form verilirdi. Yıkanan veya değiştirilen kurdelesi dikilir, yepyeni kullanıma sunulurdu. Bursa’da bu şapkacılardan yan yana iki üç tanesi Yeniyol’un başlangıcında ve Ünlü Caddede varlıklarını yakın yıllara kadar korudular. İstanbul’da ise Yüksek Kaldırım bu esnafla doluydu.
Yaz ayları fötrler çıkar hasır Panama şapkalar alırdı yerini. Mahfel’de, genelde işleticisi Rıdvan Bey’in masası etrafında yoğunlaşan, asker emeklileri 15 Mayıs gelince emir almış gibi, bir günde hasır şapkaya geçerdi. 29 Ekim tarihine kadar. Yazlık, kışlık üniforma değişimi tarihine endekslenmiş yaşamları hiç değilse şapka ile sürdürürdü bu alışkanlığı. Şimdi, genç yaşlı, emekli, sivil, resmi, sporcu bütün kesimlerin başında arkadan ayarlanabilir kepler…  Herkese yakıştığını söyleyemem ama resmi kıyafetli hanım kızların arka deliğinden dışarı çıkardıkları atkuyruğu saçları güzel bir görünüm.  Kırsal kesim ve orta yaşı geçenler takke ile kalpak arası örme bir başlığı yeğliyor, özellikle kışın. Öğrencilerde deseniz şapka diye bir şey kalmadı. Öğrenci kızların kareli etekleri dışında eteklikli hanım görmek de istisna oldu.
Çok renkli, bol kesim parkaların dışında pardösü ve paltoyu ne sıklıkla görüyorsunuz? Son zamanlarda takım elbiselerin içinde kravat da azaldı, ütüsüz kadife pantolonlar moda. Kahverengi ile lacivert uyumlu sayılabiliyor,  smokin ceketi altına bile kot pantolon giyilebiliyor. Üstelik yırtık ve soluk olanları daha makbul.  Kız erkek bütün gençlerde en sıcak yaz günlerinde bile battal spor pabuçlar veya asker postalı modeller şıklık göstergesi oldular; hem de otomobil fiyatına!
Dönemlere göre tarzlar, renkler, modeller değişse de iyi giyim her zaman şıklık ve imaj arzusudur. Bir Fransız atasözü “iyi giyim şahsiyeti takviye eder” der. At hırsızı kılıklı suçluların mahkeme görüntülerindeki takım elbiseli, kravatlı ve munis davranışları hâkimleri ne kadar etkiliyor bilemiyorum. Bir Çin atasözü de “insanlar kıyafetlerine göre karşılanır, bilgilerine göre ağırlanırlar” diyor.
Eski bakanlardan Şükrü Saraçoğlu yanında İstanbul milletvekili Salâh Cimcoz ile Beyoğlu’ndaki bir restorandan çıkarken vestiyerde ressam İbrahim Çallı ile karşılaşırlar. Saraçoğlu bakar: “Yahu Çallı” der. “Senin kürkün benimkiyle aynı görünüyor ama farklılar, benimkinin içinde sadakor astar var.” İbrahim Çallı cevaplar: “Tabii ki farklı, benimkinin içinde İbrahim Çallı var!”  
Dönemimiz giyiminin nükteleri bile gerilerde kaldı.
Zenginlik güzel şey, refah çok güzel, tüketim ekonomiyi canlandırır, canlanan ekonomi istihdamı…
Ama tasarrufu bu kadar dışlamalı mı idik?
Bilemiyorum...    

 



30 Ocak 2018 Salı

BURSA 1950-60'LI YILLAR

      GRİ BURSA’DAN HOŞNUTSUZLUK O KADAR ARTTI Kİ; YEŞİL BURSA’YI HİÇ TANIMAYAN KARDEŞLERİME BİLGİ, AKRANLARIMA HATIRLATMA VESİLESİ OLUR DİYE ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİNDEKİ 27/11/2002 TARİHLİ   SUNUMUMDAN ÖZET:        

                                    
Merhabalar;
(…)Sizleri yaklaşık yarım yüz yıl gerilere götürmek istiyorum. 1950-60’LAR BURSA’SI nüfusu ancak 100 binleri bulabilen bir huzur kentidir. Eski deyimle abu-havası (havası suyu) latif, sebzesi, eti lezzetli ve ucuz. Nüfusun yerli halktan sonraki büyük bir bölümünü 93 Osmanlı Rus harbinden (1876-77) sonra yerleşen ve devam edip gelen Balkan, Kafkas, Kırım göçmenleri ve her dönemden emekliler oluşturur. Asker emeklileri, sivil emekliler, sanatçılar, aydınlar. İstiklal harbi ile Rum ve Ermeni azınlık şehri terk etmiş. Sadece Altıparmak’ta geniş bir mahallede Sefaret Yahudileri var.
Şehir; Uludağ eteklerine yaslanmış olarak Yıldırım, Emirsultan, Mollarap, Temenyeri, Maksem, Muradiye, Beşikçiler, Stadyum, Merinos evleri (Şimdiki Darmştat caddesi), Şehreküstü, Reyhan, Atpazarı (Gökdere Bulvarı civarı), incirlik sınırları ile bir elips çizer. İpekiş, Merinos fabrikaları, elektrik santralı, Fomaro binası (ki yabancı kökenli bir tütün firmasının deposudur), hâl binaları ovaya, Askeri Lise yamaçlara çıkmış uzantılardır. Çekirge ve 1950 Bulgaristan göçmenleri için yapılan Hürriyet ve İstiklâl Mahallesi ana şehrin çok dışında farklı yerleşim noktalarıdır. Gerisi, doyumsuz güzellikte ve yeşillikte Bursa Ovası. İlkbaharda pembe beyaz şeftali ve erik çiçekleri ve göztaşı ile boyanmış ağaç gövdeleri, sonbaharda sarı ve kahverenginin bütün tonları ile bezeli. Aralarına Tanrısal bir mozaik gibi serpiştirilmiş, beyaz minareli, kırmızı kiremit damlı köyler.
Bir Anadolu çocuğu olan ben, kırmızı kiremitli köylerle Bursa’da tanıştım. Bu gün bu şirin köyler büyük şehrin, doymaz iştahı ile yutulmuş, birer mahallesi ve beton yapılar, sıvasız duvarlarla doldurulmuş. Kavak yükseltileri küflü demirli, kolon filizleri ile yer değiştirmiş durumda. Ve ben bundan rahatsızlık duyuyorsam lütfen anlayışla karşılayınız.
Evliya Çelebi “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diye yazar. Anlatmaya çalıştığım yıllarda da Bursa bir su şehri idi. Kentin ortasından üç dere geçerdi ve yaz ve kış iri dere taşlı yatağından coşkun şırıltılarla akardı. Setbaşı’ndaki Gökdere kış aylarında aktif. Molaaraptan gelip Yeşil caddesini kat ederek ona karışan kolu yok oldu. Muradiye’den inerek Stadyum yanından ovaya uzanan Cilimboz deresi kurudu, üstü kapatıldı, kanalizasyon deşarjı haline geldi. Evlerdeki su şebekesinin dışında Pınarbaşı’ndan başlayıp evden eve geçerek Reyhan’dan sonra ovaya açılan Pınarbaşı suyu vardı. Bu su bir yer altı sistemi ile evden eve geçerek bazılarında bahçe çeşmesi, bazı evlerin salonlarında şadırvan olarak devamlı akardı. Ve kullanımında kirletilmemesine aşırı bir özen gösterilirdi. Mahalle aralarında sokak başlarında sebil ve hayır çeşmeleri vardı. Karaçelebizade Mehmet Molla’nın kentin muhtelif noktalarına yaptırdığı, “Müftü Çeşmeleri” diye anılan ve Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini taşıyan 40 çeşme. Ayrıca belediye oluşumundan sonra köşelere yerleştirilmiş Fransız yapımı demir döküm, çok şık çeşmeler vardı. Setbaşında içme suyu olarak evlere taşınan Devrengeç suyu vardı. Ayrıca dağdan mahallelere yönlendirilmiş çok sayıda pınar ve akarsular vardı. Çekirge’de ise Romalılardan beri hizmet veren hamamlarda, otellerde ve birçok evde bulunan doğal sıcak sular… Ovayı kat eden, içilecek temizlikteki Nilüfer, Panayır, Balıklı, Hacivat, Deliçay dereleri. 
Resmi daireler dışında sadece Heykelden Setbaşı yönünde yeni açılmış cadde üzerinde ve dağınık mahallerde yapılmış 3 katı geçmeyen apartmanlar dışında, evler Osmanlı ve Ermeni mimari tarzında, genellikle iki üç katlı, büyük giyotin pencereli, çıkmalı, ahşap veya yarı kâgir ama mutlaka büyük bahçeli idiler. Hâl binası karşısındaki Çingene Mahallesi dışında gecekondu hemen yok gibiydi. Bahçelerden meyve, özellikle dut ve asma dalları sarkar, manolya kokuları taşardı. Bu kadar çok su ve ağaç olunca da bir o kadar kuş olurdu. Mevsimine göre, saka, karatavuk, bülbül ve gugucuk terennümleri dinlerdik. Sonra yap-satçılar geldiler, bu güzelim konaklarla birlikte, ağaç köklerini ve anıları da moloz kamyonlarına yükleyip götürdüler. Sular kurudu, kuşlar yok oldular. Yeşil Bursa’da gri Bursa oldu.                                                                                                                                                                                                                                                      

BURSA 1950-60’LI YILLAR -II-


Şehrin nabzı üç noktada atardı; Atatürk Caddesi, Kapalıçarşı ve Çekirge. 
Atatürk Caddesi; dört tane kapalı, üç dört tane yazlık bahçe sineması, evvelce Halkevi iken 1957 yılından sonra Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Şehir Kulübü, Dağcılık Kulübü iki tane pastane, muhallebici salonları, tatlıcılar kahve ve kıraathaneler, bir iki otel, bankalar, postane. Evlerin alt katlarında her gün bir yenisi ilâve olan mağazalar hep burada toplanmıştı. Tabii resmi daireler de.  Böyle olunca bütün sosyal faaliyet Atatürk Caddesinde oluşurdu. Mesainin bitimi ile caddede turlama başlardı.  Dairelerinden çıkmış memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez müdavimleri ikili üçlü guruplar halinde kol kola Postane, Setbaşı arsında ileri geri yürür, (huzur turları) aşina yüzler devamlı birbirleri ile selâmlaşırdı. Maliye binası ile Setbaşı köprüsü arasına açılmış bulunan cadde yeni binalarla dolarken Şafak (Saray) sinemasında köprüye kavuşan eski Ünlü Cadde ihtişamını yitirmiş terziler ve ısmarlama kunduracılara kalmıştı.
Piyasa”ya Yeni Postanenin köşesinden başlanılır. Önleri vitrin pencereli lobisi ve kıraathanesi ile Luca Palas Oteli. Öğlen saatlerinde müşterilerin önünde kuyruk olduğu,  tek masalık, kuru fasulyeci Âdem. Kunduracı Refik, İş bankası, Güven Taksi, Bulut taksi. Hüzmen Zade’nin acentası, önünde akşam saatlerinde cüce yemişçi Habil’in sarı parlak arabası (sinema saatinde Tayyare Sineması köşesinde)  Tatlıcı Nezir, Saatçi, Gökmener Eczanesi, berber salonu, Gürses Radyo, Kumaşçı İngiliz Halit.  Naci Kurtul ’un Güven Sigortası, Hazır Elbiseci, Temizel Lokantası, yan yana iki terzi dükkânı.  Karagöz’ün banisi Şeyh Küşteri’nin mezarı (Bir gece içeresinde yok edilerek dükkân yapıldı), Kafkas Pastanesi, bir saatçi daha, önünde oturulabilen içerlek muhallebici.  Gömlekçi ve her şeyci Şükrü Tüfekçi, Meraklı Yemişçi, Eczacı Bediha Hanım, soğuk Uludağ gazozu içilen sigara bayii, Foto Rekor, Eski Postane (Daha sonra T. Ticaret Bankası oldu) ve Hükümet önü. Atatürk Heykeli, ardında Mimar Ekrem Ayverdi’nin planladığı Vilayet, Adliye, Defterdarlık üçlüsü. Süreyya Öğünç’ün beyaz eşya mağazası, Orhan Akkök ve Berk mağazaları, tuhafiyeci, Frigosu ile ünlü Turan Pastanesi, ayakkabıcı Sabri Türemen ve önünde oturulabilen, vişneli dondurması harika Mavi Köşe muhallebicisi. Ahmet Tevfik beyin eczanesi, Dondurmacı Şaban ve dar Setbaşı köprüsü (sonradan bir misli genişletildi ),  altında coşkulu akan Gökdere, kenarındaki alanda mahkûmlara yaptırılmış voleybol sahası. Mahfel; Demir ayaklı, yuvarlak mermer masaları, demir sandalyeleri ile çay bahçesi. Kapısında ama gazeteci, bir sıra küçük dükkânlar, tam karşısında caminin önünde yine sıra dükkânlar; Kuru Kahveci Nermin Hanım, Karlıova Kitapevi, köşede çapraz kapısı ile muhallebici Şaban, bitişiğinde tuhafiyeci Süreyya Hanım ve Suavi. Parke döşeli küçük meydanın ortasında ihtişamlı bir çınar ağacı ve arkasında ahşap karakol. Tur bu noktada biter geri dönülürdü.   Başlama ve bitim noktalarının dışına katiyen çıkılmazdı. Kuzey yönündeki karşı kaldırıma ise asla. Piyasa erbabı o yöne ya ilin tek çiçeksi için ya sinemaya, tiyatroya, Mudanya vapuruna bilet almaya ya da Ulucami yanındaki fırının önünde çınara dayalı camekânı ile meraklı ayakkabı boyacısı Sait için geçerdi. Tabii bütün şehri tanımak mümkün değildir. Ama yabancıları hemen fark ederdik.
Aileler sinema evveli çay bahçelerinde, tatlıcılarda oturur, gece 12’ de biten son otobüs seferleri ile birlikte cadde de uykuya dalardı. Hafta tatilinin başladığı Cumartesi öğlen ve bittiği Pazar akşamı Heykel önündeki bayrak törenini gerçekleştiren emektar bando takımı, Şef Tatar Halil ve sempatik trampetçisi Mikro Niyazi coşku ile alkışlanırdı.
 Bursa çarşısı Çakırhamam ile Bat Pazarı, Sobacılar aksında ve buna paralel Atatürk Caddesi, Cumhuriyet Caddesi arasında uzanırdı. Şehrin başka yerlerinde rastlayabileceğiniz; sadece bakkal dükkânları, kundura tamircileri ve mahalle berberleridir.   Çarşılar hâlâ arasta düzenini korumaktaydı. Şekerciler, kavaflar, aktarlar, sarraflar, havlucular, manifaturacılar, yorgancılar, mobilyacılar, bıçakçılar, demirciler, sobacılar kendi isimlerini taşıyan bölümlerde yoğunlaşmıştı. Atatürk Caddesi kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu. Çarşının en hareketli bölümü kapalı kısımdır. Burada ağırlıklı olarak havlucular ve manifaturacılar bulunur ve yalnız Bursa’nın değil civar illerin ihtiyaçlarına da cevap verirdi. Özellikle yaz ayları, yılbaşı ve bayram tatilleri, Bursa dışından gelenlerle dolardı. Banyo ve tatil için gelen bu kesim havlu ve ipekli kumaş ihtiyaçları ve hediyelik eşya alımları ile şehir ekonomisine önemli katkıda bulunurdu. Özellikle koza mevsimi Koza Handa açık koza borsası kurulur, çarşıya bereket yağardı…
 Kentte her yaş ve sosyal sınıfın toplanma alanları farklıydı. Aileler Belediye önündeki Dağcılık Kulübü ve Halkevi bahçesinde, (Şimdi güzel sanatlar galerisi) Tophane saat kulesi altındaki bahçede, Yeşil kahvelerinde, Temenyeri’nde ve Çekirge’deki Hüsnügüzel, Selvinaz, Kükürtlü bahçelerinde, Havuzlupark’ta  otururdu. Ve genelde Uludağ gazozu içilirdi. Köylü kesimi kendi köy adlarını taşıyan hanlarda veya Tahtakale kahvelerinde. Esnaf sınıfı Çakırham'daki Kadifelikahve’de, memur ve emekliler özellikle asker emeklileri Setbaşı'ndaki Mahfel’de… Asker emeklileri işletmecisi Rıdvan beyin hep büyük ceviz masasının ardında oturduğu ana binada, gençler Mahfel’in bilardo salonu ve önündeki sette ya yan aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın işlettiği Akın Spor Lokalinde veya Mahfel’in karşısında, Gökdere üzerine asma balkonlarla uzanmış Ferah Kıraathanesi’nde (şimdi Kütüphane) barınırlardı. Merinos Fabrikası mensupları içine kapalı olarak kendi sosyal tesislerinde, elit sınıf ise Çelikpalas Otelinin salonlarındadır.
 İnsanlar giyimine özen gösterirdi. Şehirli hanımlar, başörtüsü ile yetinirdi. Genç hanımlar ve çalışanlar tayyör-eteği yeğlerdi.  Erkekler yaz kış mutlaka kravatlı ve ceketli olurdu.  Ceket yakalarında, meslek, okul, kulüplerini belirten rozet taşırlardı.  Bu rozetler, Dağcılık Kulübünün bahçe duvarı önüne sıralı, süslü sandıklı ayakkabı boyacılarının yanında demir parmaklıklara yasladığı mukavva panoda her cins rozeti teşhir eden Rozetçi Cici’den temin edilirdi.
Orta yaşa gelmiş olanların kısa kollu gömlekle gezmesi ayıptı. Ve genelde fötr şapkalı olurlardı. Yaz ayları hasır Panama şapkalarına geçilirdi. Orta öğrenim öğrencileri kız erkek okul kasketi giymek zorunda idiler. Liseler sarı, Ticaret Lisesi kırmızı, Meslek Liseleri yeşil şerit taşırdı kasketlerinde.  Nedense bu kasketleri pardösü içine saklayarak bu mecburiyeti delmeye çalışırdık. Kızlar da biraz yukarı kaldırdıkları şemsiperin altından kâküller çıkartırlardı. Kız okullarının dağılma saatinde Mavi Köşe Dondurmacısı önünde veya Basak Caddesinin başında beklerdik, sadece platonik sevgililerimizle bakışmak ve arkaları sıra evlerine kadar yürümek için.   Yüksekokula başlar başlamaz da büyük bir hevesle fötr şapka edinir ve bıyık bırakırdık.   İlkokullar dışında iki özel kolej, iki resmi Orta Okul, Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Askeri Lise, Kız Sanat ve Erkek Sanat Enstitüleri, Ziraat Okulu, Kız öğretmen Okulu tekli öğrenimle yeterdi genç nüfusa. Ticaret Lisesi dışında okullar karma olmadığından çaylar ve okullar arası sosyal etkinliklerde Erkek Lisesi Kız Lisesi ile Askeri Lise Kız Öğretmen Okuluyla Ticaret Lisesi Kız Enstitüsü ile işbirliği yapar, Erkek Sanat Okulu sanırım yalnız kalırdı. Ziraat Okulu ise esasen uzaklarda ve lokalize idi. Orta öğrenim kurumları şehrin merkezinde olduğundan kitap ve kırtasiyeciler de sadece hükümet civarında toplanmıştı. Şekercioğlu, Suhulet, Zeki Mumcu, Kitapçı Ali Haydar belki bir iki tane daha.
Çekirge, Yıldırım ve Hürriyet Mahallesi dışındakiler okullarına ve işyerlerine yürüyerek ulaşırdı. Böyle olunca da sayısı ancak on adedi bulan, saat başı, Muradiye yolu ile Emirsultan-Çekirge, yarım saatte bir Çekirge-Yıldırım, daha sonraları Davutkadı-Çekirge, Belediye önü-Muradiye, İtfaiye–Yıldırım, her çeyrekte Yeşil- Çekirge seferi yapan kırmızı boyalı Bussig marka belediye otobüsleri yeterli idi. Başlangıç duraklarında hareket saatini bekleyen bu otobüslerin belediye önünde biri Muradiye hattı, biri çekirge hattı yolcularını kuyruğa sokan demir kulvarlı ana durağı ve üç memurluk idare ofisi vardı. Bu bürodan aylık paso da satın alınabilirdi. Yanındaki küçük bürodan da Mudanya Vapuru için bilet alabilirdik. Belediye otobüslerinde talebe beş, tam bilet on kuruş. Hürriyet Mahallesine İtfaiye önünden kalkan özel bir otobüs firmasının seferleri vardı.
 Merinos ve İpekiş fabrikaları dışında servis diye bir şey yoktu, minibüs de. Dolmuş ile 1959’da Santral Garajın yapılması ile tanıştık. Evvelce Çakırhamam önünde bekleyen ve eşyası olanları Çekirgeye taşıyan sadece iki tane dolmuş vardı. Kazalardan ve başka illerden gelen otobüsler, Ulucami Meydanı, Yeniyol, Heykel önündeki yazıhanelerde yolcu alır bırakırdı. Caddelerin belli yerlerinde durakları bulunan faytonlar ve yük arabaları bu insanları evlerine taşırdı. Taksi yazıhaneleri özellikle Mudanya ve Yalova’ya dolmuş yapar, az sayıda taksi şehir içinde kullanılırdı. Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi” deyimi kalmıştı. Bir de Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız… Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
 Özel otomobil sayısı elliyi geçmezdi ve bu arabaların kimlere ait olduklarını bilirdik. Böyle olunca da park ve trafik sorunu yoktu, gürültü sorunu da. Daha trafik ışıkları ile tanışmamıştık.  Bir tanesi Belediye Önü, bir tanesi Valilik önünde iki tane sabit trafik noktası vardı. Yılbaşı akşamları araba sahiplerince bu noktalara hediye paketleri bırakılırdı.  İki ciple hizmet veren motorize polis ekibi ve semt karakolları, akşam ezanı ile göreve çıkan Çarşı ve Mahalle Bekçileri asayişi sağlamada yeterli idiler. Bir tek Valinin bir adım gerisinde yürüyen makam polisi bir de Cumhuriyet Savcısının makam kapısında sembolik olarak polis memuru bulunurdu. Koruma orduları nedir bilmiyorduk. Gece bekçileri karakolları değil mahalle ve çarşıları korurdu.
Dışarıdan gelenlere Uludağ Gazozu ikram edilirdi, Vilâyetin karşında, Çınarlı Kahve’nin bitişiğine, İnegöl Köftesi ve mutlaka İskender Kebabı. İskender; şimdi de orada olan Atatürk caddesindeki Kebapçı Nurettin’in dükkânında, şimdi Vakıflar bankasının bulunduğu yerdeki Tatlıcı Mecit’in bitişiğindeki tekkenin bahçesine dar bir cepheden dik merdivenlerle inilerek Hacı Bey’de ya da özellikle Kayhan çarşısındaki Süleyman Efendi’de yenilirdi.
Belli meslekler dışında seyyar satıcı yoktu. Yaz aylarında okul çocukları önlerindeki tahta tepsilerle sokaklara dökülürdü. “Abdül Vahit Turan, yeni çıkan Yeni Hayat, iki tane beş kuruşa”   Ya  da boyunlarına asılı termoslu tahta sandıkçıklarda küçük çubuklara sarılı Sütsal Dondurmaları satarlardı. İller arası otobüslerin hareket saatlerine beyaz kıyafetleri ve maniler eşliğinde satış yapan nane şekerciler, simitçi ve şerbetçiler dışındakiler genellikle mahalle aralarında dolaşırdı. Omuz askılı veya ittirme arabalı dondurmacılar, iki kişilik saz takımı ile macuncular, yoğurtçular, atlı ve arabalı manavlar, hallaçlar, kalaycılar, at ve eşeksırtında odun satıcıları, baltalı, bıçkılı odun yarıcıları, eşekli seyyar ikinci el kitapçılar ve sırtı çuvallı eski alıcıları...


         

BURSA 1950-60'LI YILLAR -III-




Deniz modası başlamamıştı, sahillerde yapılaşma da.  Çok sınırlı bir kesimin Mudanya ve Burgaz köyünde yazlık evleri, kürekli sandalları,  varlıklı kesimin gençlerinde az sayıda kıçtan takma motorlu sandalları, vardı.   Moda Taksi’den Mudanya ve Uludağ otobüsleri de kalkardı.  Pazar günleri kır gezisine aileler (piknik deyimi daha girmemişti terminolojimize) veya yüzmeye giden gençler dışında yaz Uludağ’da geçerdi. Dağdaki Beden Terbiyesinin Kayak Evi dışında tek tesis Büyük Oteldi. Beceren; lokantası ve tahta barakaları ile profesyonel konaklamanın ilk öncüsüdür. Fatma Hanım ve Mehmet Beyin tek kişilik orkestra gibi her hizmete yetiştiği o günleri çocukları bile bilmezler. Çadırlar, portatif barakalarla kurulan Arıcılar Kampı, Kılıbıklar Kampı, Öğretmenler Kampı, Kızılay Kampı ve münferit yerleşimlerde babalar sabah şehre iner akşam çıkardı erzak torbalardı ile birlikte.
Ve bu yükü yıllar boyu Karcı‘nın Austin otobüsü ve Esat’ın şasisi uzatılmış jeep’i taşıdı. Bütün angaryaları da bilâ bedel, kadirşinas Moda Yazıhanesi. Gündüzleri guruplar halinde, Zirve’ye, Aras’a, Göller’e Bakacak’a, Dombay çukuruna, yürüyüşler düzenlenir, gözü yiyenler Softaboğan’da dondurucu suya girer, belki de günbatımının yeryüzünün en güzellerinden olduğu Belvü’de gurup seyredilir, otobüsten inecek eşyalı babalar karşılanır, gece de gündüz ki yürüyüş esnasında toplanmış kuru dallarla kamp ateşi yakılır, şarkılı türkülü eğlenceler olurdu. Sönen ateşin küllerine de yumurta ve patates gömülürdü.
Kirazlıyayla Sanatoryumunun sundurmalı teraslarında battaniyelerine sarılı hastalar güneşlenirdi. Valiliğin de taştan bir kulübesinin olduğu bu bölgede Fahri’nin iki katlı ahşap oteli Bursa ve İstanbullu müdavimlerin kaldığı sıcak bir aile yuvası idi. Dağda kolluk kuvveti yoktu ama asayiş vardı. Açık çadırlar, kapısı tel ile bağlı barakalardan hırsızlık olduğunu hiç hatırlamam, yabancılar hemen seçilir, sarhoşluk veya serkeşlikle huzuru bozmaya yeltenenler, kampçılar veya buradan geçimini sağlayan kişilerce uygun şekilde (!) cezalandırılır, bir daha tekerrüre cesaret edemezdi.
Kışın kayakçılar otobüslerle ulaştıkları dağdan tepelere skileri ile tırmanır, dönüşte de Bursa’ya kadar kayarak inerlerdi. O zamanlar Kış kışlığını yapar, daha fazla kar yağar, daha uzun süre kalırdı. Geceleri kadınlı erkekli guruplar Namazgâh, Maksem, ipekçilik yokuşlarından merdivenle kayarlardı.   Böyle zamanlarda caddelerde atlı kızakları ve kuş göçü mevsiminde, kentin en ışıklı kesimi heykel önünde bıldırcın yağmurlarını anımsarım
Dilerseniz sizlerle Çekirge’ye kadar bir yürüyüş yapalım.  Tophane yamaçlarından sonra ortası bulvar, ağaçlıklı Altıparmak Caddesi; Turig Otel, Haşim İşcan İlkokulu, karşı sırada bahçe içindeki şirin köşkte hizmet veren Özel İnal- Ertekin ilkokulu, Bursa mimari tarzlı birkaç büyük bina, bir tütün deposu dışında iki katlı, dar cepheli Yahudi evleri ile dolu idi.  Sanırım bir ilâ iki apartman da vardı.   Tabii sadece üç katlı idiler. Stadyum karşısında; beyaz boyalı,   ahşap Yağcı Cemal Bey’in konağında hizmet veren Sigorta Hastanesi.  Sonra, Çelikpalas’a kadar atkestanelerinin üzerini kapattığı ağaçlıklı yol kıvrımlarla Çekrige’ye kadar varırdı.  Sağda şimdi Kültürpark’ın bulunduğu yerde bahçelikler, solda kayalık dik yamaçlardan sonra, Beşikçiler’de Banka Evleri yapılıyordu. Bu binalar bazı bankaların her yüz liralık tasarrufa verdikleri bir numara ile ikramiye olarak çekilişe sokulurdu. Tepede bahçe içeresinde Vali Konağı, biraz sonra Atatürk Köşkü, Çelikpalas Oteli, karşısında bir kaç ev, Yeni Kaplıca, Kara Mustafa hamamları,  Kükürtlü Kaplıcaları, Orman Okulu, karşısında iki üç ev, Süleyman Çelebi türbesi, Çekirge karakolu, karşısında üç beş ev daha.  Bir kaç bahçeli köşk ve Süleyman Çelebi Türbesi yanında iki apartman. Yol boyundaki bütün yapılaşma bu kadardı. Süleyman Çelebi Türbesi Eski Eserler Kurumunca yeniden yaptırılmış, meydana çıkarılmıştı. Karagöz ve Hacivat mezarlarının karşısında olduğunu bilirdik o kadar.  Bağlar, bahçeler, fundalıklar ile Bursa Ovası asfaltın kuzeyinden başlar, karşı dağlara kadar devam ederdi. Belirli aralıklarla geçen Belediye Otobüsleri ve birkaç özel arabanın gürültüsü dışında duyduklarınız; bülbül şakımaları, faytonların çıngırak ve nal sesleri ve Yeni Kaplıcadaki gelin hamamına yürüyerek, giden genç kızlar ve hanımlar guruplarının darbuka ve türkü nağmeleridir. Çekirge; karakolun üst yamaçlarındaki Gürcü Mahallesi ile Askeri Hastane ve karışındaki banyolu otellerle sınırlı bir banliyö durumunda. Sonrası Uludağ yamaçlarına, batıya, kuzeye uzanan dutluklar, bahçelikler, yeşillikler, yeşillikler...  Kaplıcalar,   çok sayıda banyolu otel, sıcak sulu konaklar ve evler.   
Özellikle yaz ayları bir başka olurdu. Romalılar döneminden beri şifa veren büyük havuzlu hamamlar, kimi konak, kimi otel olarak yapılmış, hepsi banyolu otel olan onlarca ahşap, oymalı bina. Yine onlarca, özel banyolu, küçük aile otelleri, bir han kapısından girilircesine tek katlı binanın ardında yükselen yeni Gönlüferah Oteli, Adapalas. Sarp yamacın üzerinden, yaşlı çınarların gölgesinde ova, günbatımı ve gurubun renklerini yansıtan Nilüfer Deresi peyzajı ile Hüsnügüzel ve Selvinaz bahçeleri ve hamamları, banyoculara pansiyon veren yüzlerce ev ve ahşap binası ile Askeri Hastane. Bu kadar yabancıya hizmet veren her türden esnaf dükkânı ve yakın köylerden, bahçelerden taze sebze, meyve, süt getirip satan köylüler.
Başkaca bir yol olmadığından İzmir ve Mudanya yönüne giden bütün araçlar Çekirge’den geçerdi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurundan gelen otobüs ve kaptıkaçtılar, isterepenteli (ek rahatsız oturma düzineli) dolmuşlar, taksiler Armutlu meydanına yanaşır, arabaların çevresini pansiyon temin eden, bavul taşıyan çocuk kalabalığı ve gürültüsü sarardı. Bu kadar yatağa rağmen yer bulamayıp dönenler olurdu. Güneşin batması ile beraber art arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. Hüdâvendigâr Camii’nin bahçesinde Bursa Sergisi kurulurdu. 
Muhittin Baha beyin (Pars) Havuzlu Park’ı yalnız Bursa’nın değil ülkenin tek tesisi idi o zamanlar. Bir büyük, bir küçük, bir derin atlama havuzunun bir yanını sıra sıra soyunma kabinleri kaplar, karşı yönde kat kat teraslarla yükselen büyük arazide çay bahçesinin demir, yuvarlak masa ve sandalyelerinde oturacak yer bulunmazdı. İkindi vaktinden sonra, banyocularla nüfusu dörde beşe katlanmış bütün Çekirge’liler ve fayton fayton, otobüs, otobüs Bursa’dan gelenler yanlarında getirdikleri yiyecek çıkınlarını açar, yalnız çay bahçesini değil ulu ağaçların gölgelediği, yapay gölün kenarındaki alana da yayılırlardı. Gölde sandallar dolaşır, yandaki hayvanat bahçesinin tavşanları ile oynaşılır, semt delikanlıları yabancı kızlardan iş çıkarırdı! Akşamları çay bahçesinin sahnesinde ünlü sanatçılar program yapar, geceleri de yapay gölün ortasındaki Ada Gazinosu geç saatlere kadar çalışırdı. Meydandan Acemler tren istasyonuna kadar olan yolda tek bina Muhittin Baha Beyin Pembe Köşkü ve aşağılardaki un değirmeni. Bağlar bahçeler arasından yankılanan musiki sesi ile uyuyan Çekirge’liler sabahları da kuş seslerinin nakaratı ile uyanırlardı.
Kış gelince gariplik ve sessizlik çökerdi Çekirge’ye.  Kaplıcalar bohçalı kadınlara, otellerin özel banyoları da evlenme cüzdanı ibraz etmek kaydı ile çiftlere kalırdı
Gün oldu devran döndü ve Bursa kentten metropole dönüştü. Bu dönüş çok sancılı olmadı ama her dönüşümde olduğu gibi bazı değerleri de beraberinde tarihin derinliklerine gömdü.  Çok eski yıllardan bu yana var olan koza çekme,  ipek dokuma ve emprime fabrikaları,  boyahaneler, havlu tezgâhları mahalle aralarına dağılmıştı ve birçoğu ev ekonomisi düzeyinde idiler. 1950’lerden sonra bu tezgâhlar motorize olmaya başlamıştı. 1960’lardan sonra ciddi sanayi kuruluşlarına dönüşmeye başladılar.  Tercihlerin kara yoluna kayması neticesi at arabası imal eden atölyeler kamyon şasileri üzerine otobüs karoseri imaline başladılar.  Bir çekiç bir el örsü yardımı ile çarpık arabaları düzelten maharetli ustalar yetişti. 1957’den sonra ülkenin girdiği ekonomik dar boğazla birlikte ithali zorlaşan oto parçalarını, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı. Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan kuruluşlar oluştu. Sanayi hamleleri iç göçü tetikledi.  İki otomobil fabrikasının Bursa’da yapılanması bu göçü hızlandırdı. 1959’da santral garaj açıldı. Yeni Yalova ve İzmir yolları yapıldı. Yerleşim alanlarını şehrin kuzeyine yönlendiren bu oluşumlar ovaya doğru imarsız arsa pazarını ve plânsız yapılaşmayı doğurdu. 1960’larda yapılan Organize Sanayi Bölgesi bu yapılaşmayı batıya da taşıdı.
Altıparmak’ta Haşim İşcan ilkokulunda öğrenime başlayan Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Kente ek nüfus,  ekonomiye etkinlik katan bu oluşum yaşantımıza genç neslin cıvıltısı ve renkli yaşamı ile birlikte ek sorunlar da getirdi. Özellikle kampüsleşme oluşumuna kadar.
1980’li yıllarda terör nedeni ile doğudan, ardından asimilasyon gerekçeli Bulgaristan’dan toplu göçler oldu. Köylerden şehirlere akım arttı. Kontrol altına alınamayan imarsız ve çarpık yapılaşma, genişleyen alanlarla merkez arasındaki ulaşım rasyonel yönlendirilemeyince, eski kente yeni yollar açılamayınca ve sanayi yoğunlaştıkça hava kirliliği, çevre kirliliği, ses kirliliği, ışık kirliliği arttı.  Baca gazlarının etkisi ile iklim bile değişti.
Ve bu günkü milyonlar nüfuslu Bursa’ya geldik.  Artan nüfusla birlikte şehirlerin yatay veya düşey veya her iki yönde birden genişlemeleri kaçınılmaz bir olgudur. Ama gönül isterdi ki; büyük şehrin nimetleri, küçük şehrin tarihini, kültürünü, doğasını, peyzajını, birçok değerlerini toptan yok etmese idi. Hiç değilse eski şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası olarak intikal ettirebilse idik.
"Ve genç kardeşlerim sizler bu güzellikleri sararmış fotoğraflardan izlemek, yaşlı amcalardan masal dinlemek zorunda kalmasa idiniz."


27 Ocak 2018 Cumartesi

CİGARA ve TÜTÜN

                                    
  
Otuz yıldır sigaraya küsüm. Bu yüzden olsa gerek sigara fiyatlarından da habersizdim. Ocak ayında sigaraya yediden zam geldiğini gazetelerde okuyana değin. Bir paket sigaranın on, on beş liralara satıldığını öğrenmem beni hem hayrete düşürdü hem de eski günlere götürdü.
Sigara “Tekel ruhsatı” olan bazı bakkallarda ve özellikle, dükkânın ön yüzüne çaktıkları (tütün ve müskirat) satıldığını belirten emaye veya (tütün ve sigara satılır) levhası taşıyan bayilerde satılırdı. Müskirat Arapçadan dilimize girmiş bir kelimedir. Keyif veren, sarhoş eden anlamındaki “sekr” den üretilmiş olup daha ziyade alkollü içki anlamında kullanılırdı.
Malumunuz tütün bitkisi Kristof Kolomb’un 1400’lü yılların sonunda Amerika kıtasına yaptığı seyahatle Avrupa kıtasına gelmiştir. Oradan da 1600’lü yıllarda İngiliz ve Venedikli tüccarlar tarafından ülkemize getirilmiş. Zaman içerisinde kâh yasaklanmış, kâh serbest bırakılmış, sonraları inhisar altına alınmış ve nihayetinde Tekel İdaresi tarafından imal edilir ve satılır olmuştu. Tekel’in özelleştirilmesi sonrası ülkemizde sigara piyasası tamamen Amerikan tütün şirketlerinin eline geçmiştir.
Biz gelelim yine eski günlere; en ucuz sigara, kâğıt pakette satılan Köylü Sigarası:
10 kuruştu. Sigaraya özenen harçlıksız çocuklarca mahalle bakkalından tek tek tanesi bir kuruştan satın alınabilirdi,  sonra yine pakette: Birinci. Daha kaliteli sigaralar kapaklı, yassı, mukavva kutularda satılırdı; Bafra Maden, Hanımeli,  Bahar, Gelincik, Yenice 25-45 kuruşa ve lüks olanlar; Hususi Kokulu, çekmeceli kutusunda Yeni Harman,  Büyük Kulüp, Sipahi Ocağı, ellilik kutularda Diplomat. İlk filtreli ve mentollü Çamlıca idi ardından Hisar, Maltepe, Samsun geldiler. Askere günde yarım paket hesabı ile bedava verilen Asker ve subaylar için özel üretilen Subay sigaralarını da unutmayalım.
Paketlerin üst kalayını ve kutu sigaraların kapağını  yapıştıran bantta “T.C. İnhisarlar İdaresi 20 Yassı -veya yuvarlak- sigara Milli Müdafaa vergisi dâhil (...) Kuruş” yazsa da halk dilindeki yaygın söylemi, ismin ana dili Orta Amerika kökenli İspanyolca Cigaro’dan galat “yak bi cigara” şeklinde idi. Cigara ikramı her zaman yak fiili ile kullanılmaz çok kere “sar bi cigara”  deyimi ile de yapılırdı. Çünkü geniş bir kesim pahalı olan hazır sigara (Kalıp Cığarası) yerine sarma sigarayı yeğlerdi; Tekel idaresinin pakette sattığı kıyılmış tütün veya kaçak tütün kullanarak.  Kaçak tütün evlerde ağız çeşnisine göre bal, şarap veya başka malzemelerle terbiye edilir, ustalaşmış eller tarafından özel bıçağı ile çok ince (kız saçı) kıyılır, tütün kesesi veya tabakalarda taşınırdı. Kutu sigarası içenler bu kutunun arka yüzünü not almak için de kullanırlardı. Parlamenterler veya idareciler halkın isteğini hemen sigara paketinin arkasına not ederlerdi. Ve bilinirdi ki; sigara bitince paket atılacak ve bu istek hiçbir zaman yerine gelmeyecek.
Sigara kullanan her kesimin tartışmasız bir veya birkaç tabakası olurdu; kakmalı, işlemeli, sedefli, markalı, tahta, metal, gümüş, altın...  Hazır sigara kullananlar daha ince tabakanın her iki kanadındaki lastik şeridin arkasına bir kutu sigarayı dizerler, sarma sigara kullananlar ise daha kalın tabakanın haznesini kıyılmış tütünle doldurur, kapaktaki lastik banda kesilmiş, ince sigara kâğıtlarını sıkıştırırdı.  Bir paket Tekel tütününden sadece yirmi yaprak kâğıt çıkardı. Kaçak tütün kullananların böyle incecik kâğıt bulmaları olanaksızdı. Bir dönem Time Dergisi ülkemizde en çok satan yayın olmuştu. İncecik sayfalarından yüzlerce sigara sarmak mümkündü.
Sol elin parmakları üzerine kâğıt yayılır, sağ elle bir tutam tütün orta bölgeye yayılır, her iki elin parmakları yardımı ile sarmalanır, kâğıdın uzun kenarı yarım santim genişliğinde dil ile ıslatılır, diğer uzun kenar üzerine kapatılarak yapıştırılır. Uçlardan sarkan fazla tütünler ayıklanır.  Sarma sigara ne kadar maharetli yapılsa da kalın ve gayri muntazamdır. Bir de yapışma bölgesindeki iyi yanmayan kâğıt sigara bitene kadar kavrularak kalır veya yarı ateş halinde kucağa düşer.
Kibrit az kullanılırdı. Bir çelik parçasına midye kabuğu kadar, sert bir taşla (çakmak taşı) vurularak yaratılan kıvılcımla parmak ucu ile tutulan kav parçası tutuşturulur, üflenerek ateşi kuvvetlendirilir ve sigara yakılırdı.  Keskin taştan isabet alan başparmaklar kesik içinde kalarak...  Uzun fitili alttan sarkan Lüle Çakmaklar, gaz yağı ile isli yanan basmalı çakmaklar, benzinli Zippo’lar...  Ama en çok kullanılan aparat(!) “hemşerim ateşini müsaade”  veya benzerleri hitaplardı.
Yasemin dallarından en sağlıklısı yapılan; bakalit, kehribar, lüle çeşit ağızlıklar kullanılırdı. Bu kadar teferruatlı malzeme ceplere sığmaz. Ama Anadolu insanının özellikle kırsaldaki kesimin bele sarılı geniş kuşağı bunların dışında, mendil, yağlık, icabında bıçak, tabancayı da taşıyan kullanışlı bir aksesuardı. Üstelik beli soğuktan ve incinmelerden koruyan sağlıklı bir gelenekti de... Bu bel kuşağının bir de iç giyimde kullanılanı vardır. Boyu üç- dört metreye ulaşabilen iki karış enindeki sırf yün bu kuşak, bir ucu bir eşyaya sabitlenerek veya hane halkından birisi tarafından tutularak kuşak etrafında dönmek sureti ancak bele sarmalanırdı.   
Tabakadan bahis edince Enfiye’yi anmamak mümkün mü?  Arapça enf (burun) kelimesinden aidiyet takısı ile üretilmiş enfiye, çürütülmüş tütün tozu olup buruna çekilmek sureti ile keyifli hapşırıklar yaratır ve uyardığı etki ile bol ifrazat sağlardı.  Tekel Tarafından satılan bu madde de kendine has tabakalar içinde muhafaza edilir,   dostlara tabaka uzatılarak ikramda bulunurdu. Ben yetişmedim ama daha önceki dönemlerde bazı tabakaların üzerinde eski yazı, güzel bir hatla “gam çekme enfiye çek”  ibaresi işli olurmuş.
Çocukluğumda sigara için çok kişi vardı ama pipo içen hemen iki üç kişi anımsıyorum. Bayide ise yine Tekel’e ait paket içindeki pipo tütünü vardı. Sonraları da sigara çok yaygındı ama pipo nadir bir kesimin daha çok entellerin elindeki, kendine has kültürü, zengin tütün çeşitleri, aksesuarı, koleksiyonerleri olan bambaşka bir dünya…  Kökü ta MÖ ’ki yıllara kadar uzanan bir Hint iptilası. Bazı keyif verici yaprakları, içi boşaltılmış Hindistan Cevizi kabuklarına doldurup içine soktukları bir kamış vasıtası ile dumanını çekmeleri ile başlayan serüveni, Acem ve Arap dünyasında Nargile, Çubuk, Lüle evrelerini geçirip, tütünün Avrupa’ya girmesinden sonra pipo şekline girmiş. Bakalit, seramik, fildişi, Lüle taşı ve benzeri malzemeden yapılan lülesine tütün sıkıştırılıp, takıp çıkarılan ağızlıkla dumanı içeri çekmek şekli ile kullanıldığını hepimiz biliriz. Özellikle İngiltere’de çok yaygın kullanımı var. Derler ki; “İngiliz asilzadesi, yeni bir pipo alır, birkaç yıl uşağının kullanımına bırakır, sonra ağızlığını değiştirip kendisi kullanırmış.” Lüle ne kadar çok kullanılır ve haznesi zamanla kurum bağlayıp küçülürse o kadar makbul olurmuş. Bir de sık sık sönüp yeniden yakıldığı için çok kibrit kullanılırmış.  Bu nedenle İngiliz bayi, pipo tütünü almak isteyenlere “ tütün ne marka olsun, kibrit ne marka olsun” diye sorarmış.  
1950’li yıllardan sonra Amerikan ve NATO üsleri tesis edildi, Amerikan sigarası ve Virginia tütünü ile tanıştık. Mentollü Salem sigarasına özenerek yenice paketlerinin içine mentol emdirilmiş kâğıt plakalar koymaya başladık.  Sonra filtreli sigaralar çıktı, kaldırım köşelerinde satılan yabancı sigaralar sardı ülkeyi…
Sigara içmenin kötü bir alışkanlık olduğu malûmdur ama bir başka kötülük de izmaritini yere atmaktır. 1957-58 yıllarında İstanbul Valiliği yapan rahmetli Mümtaz Tarhan sokaklara sigara izmariti atanlara beş lira ceza uygulaması getirmişti. Belediye zabıtası ve polisler kentin büyük caddelerinde bunu çok ciddi olarak takip ederlerdi. O zaman; “yudumun insanı”  pratik bir çözüm geliştirmişti. Özellikle çocuklar, boyunlarına astıkları bir tabla içine kum doldurur, İstiklal Caddesi ve Köprü üzerinde kaldırımları dolaşırlardı. İzmaritinizi bu tablaya bastırmanın bedeli beş kuruştu!  Vali gitti, yasak bitti, beraberinde bu iş dalı da!
Daha sonraları ve bugün geldiğimiz nokta ise cümlenin malumu...
        



23 Ocak 2018 Salı

ÇARIK’TAN NİKE’YE



Bizler çocukluğumuzda bayramlık ayakkabılarız dışında genellikle “potin” (fotin) giyerdik.  Potin; şimdiki botlara benzer, kösele tabanlı, ayak bileğini saran, deriden, bir ayakkabıdır.  İki taraflı sekizer delikten geçirilip zahmetle bağlanan bağcıkları ile her seferinde uğraşı zorluğundan, çaprazlama atkılarla birleştirilebilen, kopçalı modelleri daha pratik olurdu.  Yazları tabanlarına bir dizi kabara çakarak, asker postalı gibi, kışın üzerine giyilen lastik kılıfı ile on iki ay kullanılabilirdi.  Ya da kışları kareli yumuşak, yünlü kumaştan dikilmiş, bağcık yerine de iki metal klips ile kapanan, “pantufla” potinler ve lastik giyerdik.
“İskarpin=kundura” (konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı)  daha çok şehirli ve üst tabakanın tercihi idi. Şık giyimli beyler ve subaylar gıcırdaklı iskarpin giyerlerdi.  Ismarlama yaptırılan bu ayakkabıların tabanında çift kat kösele, parlak tarafı yüz yüze gelecek şekilde kullanılır ve her adımda ritmik bir ses çıkartırdı. Giyime ve özellikle ayakkabıya meraklı olanlar, kundurasını hazır almaz ısmarlama yaptırırlardı. Bursa’da Kuru Fasulyeci Âdem ‘in bitiştiğinde Kunduracı Refik Usta ve Ünlü Caddede isim yapmış ısmarlana kunduracılardan çok vardı.
Esnaf takımı ve geniş halk kitleleri kışları mest-lastik, yazları  “yemeni,” kırsal kesim ise yaz kış  “çarık” giyer, yalın ayak gezen veya takunya ile yetinen yoksullara rastlanırdı.
1950’li yıllara gelinceye değin ülkemizde sanayi yok denecek kadar azdı. Ayakkabı sektöründe de sanırım tek organize tesis Sümerbank’ın Beykoz Deri Kundura Sanayii’dir. “İstanbul işi” denilen el üretimi hazır ayakkabılar illere dağıtılır, “zenne işi”  denilen kadın ayakkabıları yine el üretimi olarak daha çok İzmir’in tekelindeydi. Bunların dışındaki her türlü ayakkabı illerde ve ilçelerde; kunduracılar, yemeniciler, çarıkçılar tarafından üretilir ve ya kendilerince ya da kavaflar tarafından satışa sunulurdu. 1958 yangınından evvel Bursa’da ayakkabıcılar genelde Kapalıçarşı ana caddede toplanmıştı. Aklımda kalanlar; Trink, Yeşilli, İnci, Uysal Kundura, Atatürk Caddesinde ise yanılmıyorsam sadece Sabri Türemen. Yangından sonra ise çarşının tüm ayakkabıcıları inşaatı bitmiş ve henüz boş olan Setbaşı Köprüsü çıkışındaki Ferah Kıraathanesi yerine yapılan pasajın iki katına yerleştirilmişlerdi. (Günümüzde kent kütüphanesi).
Çarşılarda arasta düzeni hâkimdi. Her meslek dalı belirli sokaklarda kümeleşir ve bu kesim kendi adı ile anılırdı, çarşı olarak.  Yemeniciler önü açık dükkânlarında geniş çaplı bir ağaç kütüğü tezgâhları üzerinde pirinç tokmaklarla döverek şekillendirdikleri meşin parçalarını, gün boyu iki kollarını yana açarak,  balmumu sıvanmış İngiliz sicimi ile kösele tabanlara diker, ters yüz edip alt yüzlerini kuru sabunla parlatır, muz hevenkleri gibi saçaklara dizerlerdi. Çarşının tellalı her sabah bir önceki günün üretimini sokak ortasında açık artırma ile satardı kavaf esnafına.
Çarık sepilenmemiş (ham) sığır derisinden çok basit bir kesimle yapılır, ayaküstünde birleşen iki yakası kenarına açılmış deliklerden geçirilen deri şeritler veya ipler yardımı ile ayaklara bağlanırdı. Belki de giyinmeye başlamış ilkel insanlardan kalan bir model ve teknikle.     
Cinsi ne olursa olsun ayakkabı, insanların gelir düzeyine göre pahalı mallardı. Bu yüzden uzun kullanılabilmesi için satın alındığında burnuna, topuğuna ve bazen yan tarafına ayakkabı demiri çaktırılır, tabanına kabaralar çivilenir, birkaç kez pençe yaptırılırdı. Kışın kar suyundan az etkilenmesi için domuz yağı ile yağlanırdı, deri yüzeyleri.  Ayakkabı tamircileri, tabanı yıpranmış ayakkabılara yeniden taban yapar ve bu işlemi dükkân camlarında ilan ederlerdi ; “gizli pençe yapılır.”  Bu ifadeye hep aynı espriyi yapar ve her seferinde yeniden gülerdik; “madem gizli yapıyor niye camına yazmış!”
Mest, potin, yemeni üzerine veya sadece yün çorapla giyilen “Gıslavet”  marka lastikler ithal edilirdi. Yine ithal malı olan lastik çizme gelir düzeyi yüksek kesimin tekelinde, pahalı bir tercihti. 1950’lerdeki değişimin ardından ülkede evvela lastik ayakkabı imalatı başladı. Bunu lastik tabanlı bez ayakkabılar izledi. Bizler, özellikle beden eğitimi dersinde bu lastik ayakkabıların beyazını giyerdik. Çabuk kirlendiklerinden her ders öncesi suda eritilmiş üstübeç ile ve eski diş fırçası marifetiyle boyardık onları.    
Deri ayakkabılarımızı da çok kez kendimiz boyardık. Yerli; Şafak, Fenerli marka veya ithal Nuget kundura boyası ve cilası her evde,  genelde siyah ve kahverengi olarak bulunurdu. Tabii bir çift yumuşak ayakkabı fırçası, boyayı sürmek için bir parça gerçek sünger (kauçuk sünger daha girmemişti yaşantımıza) ve son olarak parlatılmış cilayı perdahlamaya bir kadife parçası…
Beyler, ayakkabılarını ayakkabı boyacılarında boyatırlardı. Şehirlerin belirli bölgelerinde sarı parlak pirinç kaplamalı, aynal, resimli, şık boyacı sandıkları bina diplerine sıralanmış, müşteri beklerlerdi. Bazen bunların önünde kuyruklar veya alıştığı kendi boyacısının boşalmasını bekleyenleri görürdük. Bursa’da Belediye bahçesinin duvarı önüne dizilmiş böyle bir boyacı grubu vardı. Birkaç tanesi de tam karşıda Kafkas Pastanesi önünde.”  Ulucami batısında şimdi nargile kahvesinin olduğu yerdeki çınarın dibinde “Meraklı Boyacı Sait” vardı. Çınara dayanmış camekânlı dolabında her renk boya ve cila bulunurdu. Önünde de sıra bekleyen müşteriler... Sonraları Emlak Kredi Bankasının aralığında bir lostra salonu açmıştı kendisine. Belirli bir yerde konuşlanmadan, çarşıları, mahalleleri, otobüs garajlarını dolaşan boyacılar da olurdu. Resmi dairelerin, bankaların yetki tanıdığı boyacılar da vardı. Bunlar o mekâna belirli saatlerde girer, devamlı müşterilerine servis verirlerdi.  Mesela Vali Bey’in, savcının bir banka müdürünün boyacısı olmak şerefti...  
Büyük kentlerde lostra salonları da yakın zamana kadar özelliklerini koruyarak yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde aynı mekânda ayakkabı ve valiz tamiri de yaparak sürdürme çabasındalar. Zira boyasız ayakkabı, postal giyme modası, boyanamayan spor ayakkabı veya süet,  Tımbırlent tarzı pabuçlar, kolay sürülen, pratik, cila karmalı boyalar  onlara da darbe vurdu.   Anılarda kalan ise; genelde dar cepheli dükkânları…  Müşterinin oturacağı deri kaplı arkalığı kapitone yüksekçe bir set veya yüksek ayaklı bar sandalyeleri. Biraz altındaki ikinci sette pirinçten ayak koyma basamakları, önlerinde küçük taburelerinde üç dört, bazen daha fazla boyacı. Bir köşede sıra bekleyecek müşteriler için koltuklar,  yanlarındaki sehpalarda küllük, günlük, gazete, dergiler, özellikle Akbaba Mecmuası… Tabii burada hizmet sokaktaki boyacılara nazaran daha pahalıydı… 1950 seçimlerinden sonra birçok şey gibi sosyal değişimler de oldu. Halk Partisi’nin melon şapkalı(!) idareci ve kadroları yerine halk tabakasından, sıradan vatandaşlar geldiler. Devrin hiciv ustalarından Ümit Yaşat Oğuzcan şöyle dillendirdi bu değişimi; “Ayaklar baş oldu, başlar ayak Lostra Osman, parlat şu kunduraları.”
Devirler değişti, gün geldi, hurdaya çıkmış otomobil dış lastiklerinin katmanları ayrılarak naylon bez takviyeli kauçuk aksamdan çok sağlam köylü ayakkabıları üretti çarıkçı esnafı ve çarık tarihin derinliklerine gömüldü gitti…  
Makineleşme ve seri üretimle düşük maliyet, yemenici ve kunduracı esnafını da aynı çukurda yok etti. Sentetik derilerin ve poliüretan tabanların sektöre girişi, otomatikleşen makineler, hızlı iletişim, reklam, moda cereyanları, spor giyim ve tabii fert başına düşen gelir düzeyinin artışı,  ithal girdiler ayakların da, ayakkabıların da, çarşıların da görünümünü değiştirdi;
ÇARIKTAN NİKE’YE KADAR... 


“Mısırı kuruttun mu,
Anbarda duruttun mu,
Nenen çarık giyerdi,
Bunları unuttun mu?”  Rize türküsü

21 Ocak 2018 Pazar

SALEP


Takvimlere göre kış mevsimine girdik. Her ne kadar daha kar yağışını ciddi olarak görmemiş olsak da dün Bursa’nın bazı mahalleleri beyaza büründü. Eninde sonunda kar da gelecektir. Ben yetmiş yıldır biliyorum yazın ardından kış, kışın ardından yeniden yaz gelir. Bu hiç şaşmadı. Ve kış gelince az veya çok mutlaka kar yağar. Bursa’nın kar yağışlı günleri genelde Şubat’a kayar. Kışın bir başka özelliği olarak, her yıl olduğu gibi gripal enfeksiyonlar ve üst teneffüs yolu rahatsızlıkları yaygın olarak var ama eski kışların koruyucu, otayıcı dostlarından birisi yok yaşamımızda. Çarşılarda, terminallerde, garlarda, köşe başlarında mis gibi kokusunu etrafa yayan salep güğümleri yok oldular. Altındaki döküm haznede mangal kömürünün devamlı sıcak tuttuğu, tombul, bodur, geniş boyunlu özel güğümler. Üzerindeki kubbeli kapağının arasından içeri sarkıtılmış kepçesi… Baş ucunda beyaz önlüğü, beline takılmış pirinç kuşaklıkta  dizili fincanları, tarçın, zencefil kapları ile salepçi ve ona yanaşmış simitçi de yok. Geceleri sokaklardan yankılanan  “kaynar salep” haykırışlarını duymayalı yıllar oluyor.    Muhallebicilerin tezgâhlarından da kalktı salep güğümleri, analar evlerde de kaynatıp hane halkına veya misafire sunmaz oldular. Şimdi çeşitli; şişelenmiş meyve suları, hızlı kahveler, ot çayları, kolalar var.  Tabii pakette satılıp sıcak suya karıştırılan, hazır salep diye satılan nişastalı nesneler de… 
Benim bahis ettiğim gerçek salep. Şayet içine nişasta ve ararot karıştırılmamışını bulursanız, aktardan toz olarak satın alacaksınız. Fiyatı biraz pahalı olabilir ama değer buna.    Salebin hazırlanışı özen ister, biraz zahmetlidir.  Diyelim dört fincanlık salep yapacaksınız. Bir litre kaynamış ılık süt. Bir kapta karıştırılmış, arzunuza göre 2-3 çorba kaşığı toz şeker, 1 dolu çorba kaşığı toz salep.  Bu karışımı yavaş yavaş süte yedirerek kısık ateş üzerinde pişireceksiniz.   Salep pişirmenin püf noktası, kaynayıp koyulaşıncaya kadar kısık ateşte sürekli karıştırılmasıdır. Aksi takdirde salep erimeden pütürlü kalır, dibe çöker, tencerenin dibi tutar, sütle bütünleşemez. Fincanda mis gibi kokusunu çevreye yayan o güzelim ve sağlıklı içecek bu on beş, yirmi dakikalık uğraşa değecektir.  Kaynar salebi usulü gereği geniş, tercihen kulpsuz,  bir fincana dökünüz. 
Bitmedi; bir kibrit kutusu büyüklüğündeki manda kaymağını üzerine koyunuz. Üstüne toz zencefil ve tarçın serpiniz. Şimdi bitti.
“Kaymak ta nereden çıktı?” diyeceksiniz. Bu Afyonkarahisar usulü sunumdur. Afyonkarahisar’ın kaymağı meşhurdur. Birçoğunuz bu lezzeti kenti ziyaretinizde veya Akdeniz’e doğru inerken yol kavşağındaki tesislerde özellikte İkbal’de vişneli veya sade ekmek kadayıfı üzerinde tatmış olmalısınız. Bu güne kadar kısmet olmadı ise bir sebep yaratıp bir kez denemenizi öneririm. Bu lezzeti kentte beslenen çok sayıdaki mandaya ve bunların beslenmesinde ağırlıklı olarak tüketilen haşhaş küspesine borçluyuz.
Gelelim yeniden salebe: çok geç ve zor soğuyan salep genelde ilk yudumda dili ve damağı yakar. Bundan sonraki yudumların lezzetini almaz olursunuz. Oysa o bir parça soğuk kaymak yavaş bir tempo ile sıcak salebin içinde eriyip yayılmaya başlar. İlk ve ardından gelen yudumlarda optimal ısıya düşmüş salep-kaymak karışımı doyumsuz bir tatla ağzınızı sıvazlar ve böylece devam eder. Fincanın dibinde kalan üzeri tarçın ve zencefil garnili son sıcak kaymak kitlesini höpürtülü bir vakumla çekerek bütünüyle yutunuz. Afiyet olsun.   
 Salep "orchidacea" familyasından olan orkidelerin yumrusundan elde ediliyor. Bu ailede 24 cins ve 90 kadar da tür orkide varmış. Anadolu’da bu cins ve türlerin büyük bir bölümü kendiliğinden yetişiyor. Ancak bütün türleri salep olarak kullanılmaya uygun değil. Doğaseverler hemen itiraza kalkışmasınlar.  Salep orkidelerinin ilginç bir yapısı var. Kök, yan yana, iki yumrudan oluşuyor. Bunlardan daha iri olanı bitkiyi besliyor. Ufak olanı ise gelecek yıl bitkiyi besleyecek olan ve yedekte tutulan kardeş yumru. Her ne kadar iki yumrudan da salep elde edilse de bilinçli toplamada bitkinin soyunu korumak olası.
Toplanan yumrular suyla yıkanarak temizleniyor, su ya da sütle kaynatılıyor, ardından açık havada kurutuluyor ve dövülerek elde edilen toz haline getiriliyor.
Salebin bileşiminde nişasta, şeker ve yapışkan özelliği olan musilaj ve bazı azotlu maddeler bulunuyor. Pişerken salebi koyulaştıran da salep tozunun yaklaşık yarısını oluşturan musilaj. Salep sadece insanın içini ısıtan bir içecek değil. Besleyici ve çeşitli rahatsızlıkları hafifletici özellikleri yüzünden çok eski çağlardan beri tedavide ve özel beslenme rejimlerinde kullanılıyor. Eski çağlardaki hekimlerin müzmin ishal ve birtakım safrakesesi rahatsızlıklarını bununla tedavi ettiklerini biliyoruz. 
Cinsel gücü artırdığına da inanılıyor. Kış aylarında içilmesinin en önemli nedeni, öksürüğe ve soğuk algınlığına iyi gelmesi.
Öneriyorum; kış geçmeden KAYMAKLISINI deneyiniz.









19 Ocak 2018 Cuma

SEVGİ

         
                   
 Sevgili dostlar;
Sevgi; Allah’ın insana kendi ruhundan üfürdüğü bir İlâhi haslettir. Çünkü Ulu Yaradan sevgidir. Âlemleri sevgi ile yaratmıştır. Bunun için sever, hoş görür, bağışlar, korur. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde sevgi tavsiye edilir, sevgi emir edilir.  Esasen semavi olsun, felsefi olsun bütün dinler sevgi temeli üzerine binâ edilmişlerdir. Hz. İsa “Düşmanınızı seviniz.” der. Cenab-ı hak, Kuran’da peygamberine “Habibim” yani sevgilim diye hitap eder.  Bu hitap peygamberin örnek şahsında insana da hitabıdır.  Bu yüzden denilebilir ki; “Sevmek bir ibadettir.”
Neleri ve kimleri sevmek?
Tabii ki önce kulluk görevi olarak Allah’ı sevmek. Peygamberini sevmek. Doğayı sevmek, hayvanları sevmek, insanı sevmek. Yani Yaradan’ı ve yaratılmışları sevmek.
Şair; “Severim her güzeli, senden eserdir diyerek” diyor.
İşini, çalışmayı sevmek. Başarıyı sevmek. Kendini sevmek. Parayı sevmek. Baklavayı sevmek, içkiyi, sigarayı sevmek... Sevilebilecek pek çok şey var da doğru olan iyiyi ve güzeli sevmek. Ve her şeyde olduğu gibi, severken de ölçüyü bilebilmek, ölçülü olmak.
Çocuğumuzu sevelim, çok sevelim. Amma bu onu şımartıp karakterini bozacak seviyelerde olmamalı. Yutup yok edecek kadar sevmeyelim çocuklarımızı.
İşimizi sevelim. Fakat bunu her şeyin önünde görüp, işle evlenerek, evimizi, ailemizi, eş, çocuklarımızı ihmal etmeyecek bir ölçü ile.
Başarıyı sevelim de, bununla gururlanıp dostluğu unutacak kadar değil.
Parayı sevelim. Ama paranın esiri olmadan. Para bir araçtır; iyiye, güzele ulaşmak için, insanlığa faydalı olmak için, hayır yapmak için bir araç...
Dünya nimetlerini ve hayatı sevelim bunlardan faydalanalım da şükür etmeyi unutmadan.
Sevgi tükenmez bir hazinedir. Allah’ın yansıtılmak üzere insanlara bir lûtfu.  Onu hapis etmeyiniz, dağıtınız, paylaşınız. Tükeneceğinden korkmayınız. Paylaşıldıkça artan nadir şeylerden birisidir sevgi. Tıpkı ilim gibi.
Maliye binalarının duvarlarında. “Vereceğiniz her kuruş vergi, size hizmet olarak geri dönecektir.” yazar. Ödediğimiz vergiler geri dönüyor mu?  Bilmiyorum, ama vereceğimiz her sevgi parçası, sizi temin ederim, katlanarak geri gelecektir.
Sevgi ile dikilip bakılan bir çiçeğin nasıl çabuk geliştiğini izlemişizdir.  Botanikçiler bir gülfidanının çeşitli yerlerine elektrotlar bağlamışlar ve bunları bir ekrana yansıtmışlar. Elinde top koşarak gelen bir çocuk yaklaştığında çiçekten ulaşan dalgalar zikzaklı, kesik çizgili ve heyecanlı görüntüler verirken onu her zaman sulayan, okşayan kişi yaklaştığında çizgiler, tatlı kavisli, düz ve huzurlu oluyormuş.
Uzmanlar; “Bitkilerinize sevgi dolu sözler söyleyiniz, anlayacaklardır.” Diyorlar.
Anadolu’da hâlâ yaygın bir deyim vardır, “Karı döşekte çocuk beşikte sevilir.” Benim çocukluğumda sevgi gösterilmezdi, şimdilerde gösteriliyor. Sevgimizi gösterelim. Ama sevgi sadakattir. Bütün bir yıl ihanet içeresinde olup,
 St.  Valentin günü bir demet çiçek alıp gitmekle sevgi gösterilmez. Bu sadece özenti ve gösteriştir.
TV’de izliyorum; sevgililer, eşler, arkadaşlar en galiz kavgaların ardından “seni seviyorum” diyorlar, bitiyor, hiç bir şey olmamış gibi. Seni seviyorum demekle sevgi gösterilmez.  Son zamanların modası; Kadın, erkek, genç, ihtiyar herkes birbirini tuttuğu yerde öpüyor.  Hemen arkasından az evvel öptüğü kişi hakkında hoş olmayan laflar veya temenniler edebiliyor. Bu sevgi gösterisi değil olsa olsa mikrop pazarlamacılığıdır.
Sevginin gerçek ifadesi, güler yüzle olur, alçak gönüllülükle olur, hoşgörü ile olur, saygı ile olur. Cemiyet olarak hoşgörülü insanlarız da nedense, hoşgörümüzü göstermekte cimriyiz. Bunu ancak, en sonunda, pişmanlık anında hatırlıyoruz.
Sevgiyi mutlaka, ama mutlaka saygı ile eşleyelim. Saygısız sevgi kuru dere yatağıdır.
Mutlu evliliğin yarım asrını idrak etmiş biri olarak; evlenecek yakınlarıma bir tavsiyede bulunurum. “Mutluluk için, lütfen biri birlerinize saygılı olun” derim. “Sakın bir kere ile bir şey olmaz demeyiniz, bir kere saygısızlık ikinciyi, üçüncüyü getirir. Keçi geçer yol olur. Amiral bir kere yara aldı mı gemi batmaya mahkûmdur.” derim. Saygı bitti mi geriye kalan sevgi değildir. Riyâ’dır, yapmacıktır, iki yüzlülüktür.
“Sabah evden saygı ve sevgiyle uğurlanan eşin işindeki huzuru da başarısı da kısmeti de rızkı da başka olur. Akşam eve gelişte, saygı ve sevgi ile karşılanan eşin evdeki huzuru, çocuklarına şefkati, eşine yaklaşımı farklı olur” derim. Şimdi erkek çalışıyor, kadın çalışıyor, kadın ve erkek çalışıyor, buna daha çok ihtiyacımız var.
“İnsanın sinirlendiği zamanlar olacaktır. Eşinizin, patronunuzun, şefinizin, işçinizin sizi kızdıracak davranışları olabilir: Buna cevabınızı hemen vermeyiniz, oradan uzaklaşıp bir sigara içtikten sonra veya bir sigara içimlik zaman geçirdikten sonra cevabınızı veriniz, o zaman seçeceğiniz kelimeler de, sesinizin tonu da, mimikleriniz de daha farklı, daha yumuşak, daha akılcı olacaktır.” “Özür bildirmeyi biliniz” derim. Özür bildirmek küçüklük değil, tam aksi büyüklüktür. Ama duyarak, pişman olarak. Otobüste nasırınıza yüz kiloluk cüssesi ile basıp sonrada ruhsuz “özür dilerim” diyenler gibi değil...
Çağımızın her yönü ile büyük kişilerinden rahmetli İsmet İnönü’ye evliliklerinin ellinci yılında sormuşlar, ”Mevhibe Hanım ile bu mutlu evliliği nasıl başardınız?” “O sinirlendiği zaman ben sustum, ben sinirlenince o sustu ”diyor.
Susmak bazen bir meziyettir. Sözlerimi yine Hz. Muhammet’in bir hadisi ile bitirmek istiyorum; 
“Ya hayır konuş ya da sus.”

Ve sevgimin ifadesi olarak da saygılarımı sunuyorum okurlarıma. 

17 Ocak 2018 Çarşamba

MİLLİ BAYRAM İPTALLERİ

                                                             Rahmetli Refik Koraltan
Milli bayramlarımızın iptali olayı ile ilk kez 1960 yılı 19 Mayısında karşılaştık.
O yıl 23 Nisan törenlerinde rahmetli İsmet İnönü’ye törenlerde coşkun tezahürat yapılmıştı, hipodromdaki gösteride.  Kısa süre sonra 555K (gençliğin 5. Ayın, 5. Günü, saat5’de Kızılay’da buluşalım parolası ile tertiplediği toplantı.) olayı ile iktidar partisi yöneticileri aleyhte tezahürata muhatap oldu. Hükümet iki hafta sonraki 19 Mayıs töreninden ve bu törende yine İsmet Paşa’ya yapılabilecek sevgi gösterilerinden ürkerek 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenini iptal etti.
O akşam Meclis Başkanı Refik Koraltan İçtiği iki kadeh rakıda Atatürk’ü hatırlar.
“ Yahu bugün 19 Mayıs Mustafa Kemal Samsun’a çıkmıştı. Onu bir ziyaret etmem gerekli.”
Kendisi Milli Mücadele yıllarında Konya’da Kuvva-i milliye bünyesinde çalışmış, Birinci Dönem ve ardından uzun süre Millet Vekilliği yapmış, Atatürk’le yakın çalışma içeresinde bulunmuş ve 1950ı yılında DP’nin dört kurucusundan biri olmuş bir politikacıdır. Narsist (kendini büyük görme hastalığı) karakteri ile tanınır.
Ankara’da sıkıyönetim vardır. Komutanlığa telefon eder, Anıtkabir’i ziyaret arzusunu bildirir ve gider. Lahittin karşısında şapkasını çıkartır, selam durur.
Espri tertipli anlatıma göre; sonrasını bir sütunun arkasındaki teğmen naklediyor1
Yüksek sesle;
 “ Karşında Koraltan duruyor, Atam, bak.
Hậlậ o eğilmez başı dimdiktir efendim.
Bir ses ver şanlı adından Atam, sana geldim.”
Bir ses duyulur kubbeden;
“Hassiktir efendim.”

Rahmetli Atatürk nazik insandı. Sağlığında bu ifadeyi  “efendim” siz kullanmazmış. 

15 Ocak 2018 Pazartesi

ÇEŞME



         Küçük hanımların, günümüzde vazgeçilemez aksesuarı, ellerinde pet su şişeleri ile                               dolaştıkları dönemlere kadar sokak çeşmeleri sıcak yaz günlerinin en hareketli mekânı 
         idiler. 

İlk çağlardan bu yana tapınakların önlerine, saray önü alanlara daha sonraları şehir meydanlarına abidevi çeşmeler yaptırmak yönetimlerin kudret ve zenginlik göstergesi olmuştur.  Birçok Avrupa şehrini gösterişli çeşmeler süsler. Türk-İslâm sentezinde de çeşmelerinin ayrı bir önemi vardır. Su getirmek, çeşme yapmak ve onarmak “sadaka-i cariyedir.” = (işleyen sadaka) -İslam inanışında kişi ölünce amel (hata sevap işlemleri) defteri kapanır ama cami, çeşme, yol, köprü gibi kalıcı hayırlar bırakanların, insanlığa faydalı işlemler ve araçlar bırakanların, cemiyete hayırlı evlat yetiştirenlerin amel defterleri ölümlerinden sonra da açık kalır ve sevap yazılmaya devam edilir.-
Selçuklu ve Osmanlı Sultanları, Kadınları, Vezirler, Paşalar ve varlıklı kimseler cami avlularına, hamam duvarlarına, meydanlara, mahallelere sokak çeşmeleri ve sebiller yaptırmışlardır. Bunlar genelde pınarlardan künklerle getirilip arkasındaki depoda biriktirilen, üstleri saçaklı veya sundurmalı yapılardı. Bir veya daha fazla musluğu olurdu. Devamlı akan; burmalı, kapatılabilen, lüle veya sert yumruk darbesi ile açılıp bir süre sonra içindeki yay marifeti ile kapanan sarı döküm musluklar benim çocukluk dönemime kadar yetiştiler.
Şehirlere akarsu şebekelerinin döşendiği dönemlerden sonra sokak çeşmeleri yapmak belediyelerin görevi olmuştur.  Bursa'da köşe başlarında, çarşılarda Fransız yapımı demir döküm, şık çeşmeler çok yakın zamanlara kadar mevcudiyetlerini korudular.
Evlerinde su bulunmayanlar sabah erken saatlerde bakraçlar, güğümlerle mahalle çeşmelerinin başında sıraya girer, hanımlar arası sohbetler burada başlar, kız seçmeler, yeni evlilikler burada şekillenir, zaman zaman sıra kavgaları çıkar, yaralanmalı arbedelere kadar varırdı bu. Bazı evlere sırtlarındaki sırığın iki ucuna takılı tenekelerle veya at, eşeksırtında, arabalarla su servisi yapan “Sakalar” vardı. İçme veya kullanma suyu taşıyan mahallenin sakası her evin bahçe veya giriş katındaki, küpün, sarnıcın, deponun yerini bilir, ev sahibinin yanında olmasına gerek kalmadan dolumu yapar dönerdi. Günün su ihtiyacı için ise evvelce belirlenen pencere veya ağaca bir mendil asılması yeterli idi mesaj iletmeye... Sakalık meslek olma dışında, Yeniçeri Ocağında sınıf, tarikatlarda bir aşama ve rütbe idi. 
Kentler arası yollarda bir durak mesafede mutlaka hayvanları ve yolcuları sulamak için yalaklı çeşmeler vardı. Çocukluğumda, eski araba ve kervan yolları hâlâ kullanılmakta idiler. Bu yol güzergâhlarında beyaz badanalı, yalaklı çeşmelere sıklıkla rastlardık.1950 sonrası Marshall yardımı ile gelen iş makinaları marifetiyle  önceleri genişletilip ıslah edilerek hizmete devam eden bu yolar, yeni kara yolları ve oto yollar yapıldıkça birer birer terk edildiler, kuş uçmaz kervan geçmez yörelerde kaldı çeşmeler.
         “Leylâ gelin oldu, Mecnun mezarda.
          Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda.
          Ateşten kızaran bir gül arar da,
         Gezer dağdan dağa Çoban Çeşmesi.”[1] 
Diğer yapıtlarda olduğu gibi çeşmelere de, hayır sahibini, mimarını, inşa tarihini belirten kitabeler konulurdu. Her biri ayrı bir hat sanatı olan bu yazıtlarda Kurandan ayetler;  “Küllü Hay yün min el mâ.”, Veciz beyitler; “Hasbeten Lillâh yaptırdı bu çeşmeyi Hasîp.”, hayır sahibine Fatiha temennileri yer alırdı.   Sonradan eklenmiş levhalar;  “ Bu çeşme öyle ki, akarı var tası yok. Kırma insan kalbini yapacak ustası yok.”




[1] Faruk Nafiz Çamlıbel

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...