16 Şubat 2019 Cumartesi

BURSA’NIN SELATİN CAMİLERİ


BURSA'NIN SELATİN CAMİLERİ*
                                             
Cami:  Arapça ’da, dağınık şeyi toplamak, biriktirmek, birleştirmek, elbise giymek anlamındaki "c-m-`a" kökünden türeyen;  toplayan, bir araya getiren, birleştiren anlamlarını taşır. Söylemlerimizde ise; dinî bir terim olarak, toplu ibadet edilen yerlere denir. Diğer İslam milletleri «cami» yerine «mescit» kelimesini kullanırlar. Kur’an ve sünnette de cami, mescid kavramı ile ifade edilmiştir. Mescid; secde edilen,  Müslümanların hep birlikte tapınmak için toplandıkları yer, toplayan, bir araya getiren, içine alan, içinde bulunduran anlamlarını taşıyarak eş anlamlıdır. Dilimizde Müslümanların beş vakit namazlarıyla cuma ve bayram namazlarını kıldıkları, topluca ibadet ettikleri büyük mabetlere Cami denilirken «mescit», cuma namazı kılınmayan, mimbersiz camiler veya daha küçük ölçekli yapılar için kullanılır.
Selatin: Sultan kelimesinin çoğulu “sultanlar” anlamını taşır. Padişahlar, padişah anaları ve kadın efendileri veya şehzade ve veliahtlar için de kullanılır. Osmanlı imparatorluğu döneminde sultanların ama özellikle padişahların inşa ettirdikleri camilere “Selatin Camiler” denilir ki; bu adı taşıyabilmeleri için bazı şartlar gerekmektedir.
Öncelikle bir padişahın selatin cami yaptırması için önemli bir askerî zafer kazanması ve bu zaferle birlikte önemli bir savaş ganimeti ele geçirmesi gerekirdi.
Selatin camilerin yapımına devlet kasasından takviye olmaz, yalnızca padişahın kişisel serveti kullanılırdı. 
1Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla var olan selatin camiler dışında günümüzde inşa edilenleri bu isimle adlandırmak olanaksızdır.
Gelelim Bursa’nın Selatin Camilerine:
ORHAN CAMİİ:
                                                           ORHAN CAMİİ PLANI
Bursa’da yapılan ilk cami olup “ters T” veya “zaviye” planlıdır.   1326 Yılında Orhan Gazi Bursa’yı aldığında kent, Kale içindeki yerleşmeden ibaretti. Ovaya yayılmış köyler dışında, Hisar eteklerine yapışan tek yerleşim “Tahtakale’dir.”  Birçok kennte bulunan Tahtakale semti adı, sanıldığı gibi orada bir tahtadan kale bulunmasından kaynaklanmaz. Tıpkı “taht-el bahir=denizaltı”, “taht-eş şuur=şuur altı” anlamlarında olduğu gibi; Arapça ‘da  “taht-el kale” “kale altı” söyleminden dönüşmüştür.
Daha sonraki Osmanlı sultanlarının da benimsediği, küçük mimari farklılıklarına rağmen, aynı anlayış ve aynı üslup ile kent merkezinden uzak mahallere külliye bina ederek kentleşme modeli ilk kez Sultan Orhan tarafından 1339 yılında uygulanmıştır.  Kent duvarlarının dışında, o dönemde günümüzdeki Çakır Hamam’dan Setbaşına kadar uzanan geniş Gökdere yatağının fundalık ve bataklık zemininde cami, medrese, imaret,  mektep, hamam ve handan (bedesten) oluşan bir külliye yaptırılmıştır.  Bu külliyeden günümüze ulaşan, cami dışında Orhan Hamamı (Aynalı Çarşı) ve Emir Han’dır.  Bu projenin özelliği; bir cami yanında bir de külliye yaptırarak yeni yerleşim alanları yaratmaktır. (Günümüz Uydu Kentleri) gibi.
Erken dönem Osmanlı Cami mimarisinin (1300-1453) bir başka özelliği de mescid olmanın dışında aynı bina içinde ek bölümlere sahip olmasıdır. Ki, bu mimari tarzı da daha sonra Bursa’da hüküm süren padişahlar tarafından benimsenmiştir. Bu ek bölümler Sultan Orhan’ın ilk zamanlarında gezgin dervişlerin barınma sorunlarını çözerken daha sonraki yıllarda devlet daireleri olarak kullanılmıştır. Son cemaat yerinden sonra ana kapıdan girildikte bir kubbe altında geniş bir mekân ve ortasında bir mermer şadırvanla karşılaşılır. Bu mekâna açılan sağlı sollu iki ila üçer, kapısız bölüm ve kıble tarafında 5-6 basamakla çıkılan, ikinci bir kubbenin altındaki mekân namaz kılma (mescit) bölümüdür.
Yanlardaki odalarda, (zaviye) o günlerin yönetim statülüsünde bulunan; kadılık dairesi, tapu dairesi, vergi dairesi, sadaret kalemi gibi devlet ricali, hatta bazen padişah oturur. Devlet işleri burada görülür.  Ezan okunduğunda ortadaki şadırvanda abdest alınarak o basamaklar çıkılır, cemaatle namaz kılınırmış.
Bu uygulama İslam felsefesine uygundur. İslam’ın ilk yıllarında mescitlerin devlet işleri, adli işler, kamu yönetimi, ilmi, dinî, askeri öğreti ve eğitimler için, savaşta yarananların tedavisi ve hatta savaş esirlerinin muhafazası için kullanıldığını biliyoruz.
YILDIRIM CAMİİ: Osmanlı Devleti’nin mimarlık ve yapı alanında bir üslup bütünlüğünü simgeleyen Yıldırım Külliyesi, Yıldırım Bayezid tarafından 1390’lı yıllarda kentin doğusundaki bir tepe üzerine yaptırılmıştır. Cami, medrese, imaret, darüşşifa (hastane), mektep, hamam ve türbeden oluşan külliyeden günümüze cami, hamam, medrese, darüşşifa ve türbe kalmıştır. Yıldırım Külliyesi içinde yer alan yapılardaki mimari, sanatsal unsurlar “Beylikten Devlete”  geçişin de bir göstergesi gibidir.
HÜDAVENDİGAR CAMİİ: 

 MURAT HÜDAVENDİGAR CAMİİ
1365-1366 yıllarında Sultan 1. Murad tarafından  yaptırılmıştır. Bu kez kentin batısında Bizanslılar döneminden beri var olan kaplıcaların bulunduğu en eski mahallerinden birinde yer almaktadır.  Külliye, Sultan 1. Murad Külliyesi olarak da anılmaktadır. Cami, medrese, türbe hamam ve imaret gibi bölümlerden oluşur. Evvelki örneklerin aksine medrese ayrı bina olarak değil caminin ikinci katında 18 oda olarak planlanmıştır ve mescit bölümünün üstü kubbe değil kemer tonoz şeklindedir.

YEŞİL CAMİİ: 1419 yılında Sultan Çelebi Mehmed tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Hacı İvaz Paşa’nın en önemli eserlerinden biridir. Yeşil semtine adını veren külliye, Cami, türbe, medrese, hamam ve imaretten oluşur ve tüm ihtişamıyla, tarihte Fetret Devri’nin sona ererek Osmanlı Devleti’nin yeniden ve daha güçlü bir şekilde doğuşunun ispatı gibidir. Gerek mimarisi, gerekse taşıdığı sanatsal değerleri ile bugün de ziyarete gelenleri kendilerine hayran bırakır.

MURADİYE CAMİİ: Muradiye semtinde, Sultan II. Murad tarafından 1426 yılında yaptırılmıştır, içinde bulunduğu semte ismini verir. Orhan Cami planına benzemekte olup Muradiye Külliyesi, Bursa’da Osmanlı sultanları tarafından yaptırılan son külliyedir. Cami, medrese, hamam, darüşşifa ve türbeden oluşan Muradiye Külliyesi’ne Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde yapıldığı bilinen türbeler de eklenmiştir.

ULU CAMİ: 


ULU CAMİ, KÜNDEKARİ AHŞAP MİNBERİ
Anlattıklarımızla aynı dönemde  (1396-1400) Yıldırırım Bayezid tarafından yaptırılmış olmasına rağmen üslup ve mimari bakımdan büyük farklılıklar taşımaktadır.   Öncelikle ters T ve zaviyeli (yan odalı, bölümlü) olmayıp kare mekân, 20 kubbe ve çift minarelidir. Zira Yıldırım Bayezid Niğbolu savaşından galip çıkarsa 20 cami yaptıracağı niyetine girmiştir. Zaferi kazanır fakat devrin uleması yirmi cami yerine yirmi kubbeli bir cami bina ederse adağının yerine geleceğini söylerler. Mevki olarak da kentin varoşları değil Yeni Bursa’nın merkezi seçilmiştir.  Zira şehir büyümüş, çarşılar, hanlar, bedestenler yapılmıştır. Bunların orta noktasında büyük cemaatleri toplayacak bir caminin inşaatı daha uygundur. Esasen beş bin metre kareye ulaşan boyutuyla Türkiye’nin en geniş iç cemaat yerine sahip olan camiidir.
Duvar ve sütunlarını süsleyen hatlar dışında ahşap minberi gerçek anlamıyla muhteşem bir sanat eseridir; ceviz ağacındandır ve “kündekâri”  yöntemle inşa edilmiştir. Yani, minberin parçaları çivi veya yapıştırma ile değil, birbirine geçip bir arada tutunabilecek biçimde lambalı, yüzlerce parçalardan oluşur.  İddia edildiğine göre; doğu cephesi, Güneş Sistemi’nin gerçek oranlı modelini, güneş ve etrafında dönen gezegenlerin gerçek uzaklıklarına göre işlendiği bir kompozisyonu havidir ki; bugün dahi bilim dünyasının görevini net tespit edemediği çift yıldızlar hakkında bile ipuçları vermektedir. Galileo’nin “Dünya dönüyor” dediği için engizisyon mahkemesince idama mahkûm edildiği tarihten tam 230 yıl önce yapılmış olması dikkat çekicidir.
Bursa’da Hamza Bey Camii ’de Ulu Cami dışındakilerle aynı üslup ve mimari özelliği taşısa da Fatih Sultan Mehmet’in sancak beylerinden Malkoçoğlu Hamza Bey tarafından (1426), keza Bursa’nın önemli yapılarından Emir Sultan Camii ve külliyesi Yıldırım Bayezid’in kızı,  Hundi Hatun tarafından Kocası adına yaptırılmış olup Selatin Cami olarak isimlendirilmezler.  

* KIRK BİR YILDIR AYAKTA DURAN TEK DERGİ;
MAYA DERGİSİ'NİN ARALIK 2018 TARİH, 289. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR. 

8 Şubat 2019 Cuma

BURSA AŞKI*


BURSA AŞKI*

Bir kişiyi daha ilk görüşte seversiniz. Tanıdıkça duygularını, iç dünyasını keşfeder, beğeninize, manevi değerlerinize hitap eden çizgilerle karşılaşınca daha da sever, bağlanırsınız. Zamanla hayranlıktan da derin hislerle dolar, öğrendikçe asil bulgularına vakıf olursunuz, küçücük ayrıntılar bile düşkünlüğünüzü tetikler. Bundan ötesi aşktır.
Çocukluğumun yaz aylarında akraba ziyaretlerine geldiğimiz Bursa benim için yanında bir kemanî ile gezinen, yuvarlak kutusu renk renk tatlarla dolu macuncu idi. Küçük tahta sandıklarda alınıp pudra şekeri ile yenilen mis kokulu çilek, İskender kebabı, muhallebici Şaban’dan tavukgöğsü, Turan Pastanesinde Frigo, Uludağ Gazozu, yaşadığım Anadolu kentinde bulamadığım lezzetler ve kelebeğinin çıkışını merakla beklediğim ipek kozası...
Yaşım ilerledikçe bu ziyaretler anlam kazanmaya ve özleme dönüştü. On beş yaşında yerleşimci olarak geldiğimde mevsim bahardı. Şimdi büyük kısmı betona dönüşmüş ova ve Uludağ yamaçları taze ve coşkun yeşile bürünmüş, o zamanlar daha geç açan pembe şeftali çiçekleri ile bezenmişti. Çekirge’deki evimizin hemen önünden başlayan ovada, sırtını dayadığı Uludağ eteklerinde sabah ezanı ile ilanı aşka başlayan bülbüllerin, karatavukların musikisi; güller, akasyalar, morsalkımların baygın kokusu hâkimdi havaya.

Delikanlılık yaşımdaydım, plâtonik sevgilerin ve romantik duyguların dürtüsüyle hassas, tüm yaşıtlarım gibi şair olduğum dönemimdi. Komşu kızıyla birlikte Bursa’ya da âşık olmuştum. Daha doğrusu çocukluğumda Bursa’ya her gelişimizde uzun, sıkıcı kara yolcuğunun bitimine yakın İnegöl ve Bursa ovasına, yeşil denizinin içine ilâhi bir mozaik gibi serpiştirilmiş kırmızı damlı köy evlerine hayranlığımın Bursa aşkının ilk filizleri olduğu gerçeğini keşfetmiştim. Yuvarlanmış iri taşlar arasından köpükler ve coşku ile akan gümrah derelerin de… Benim yaşadığım Anadolu kenti, bu kiremitli damlardan da coşkulu derelerden de mahrumdu.
Komşu kızı duygularımı öğrenemeden başka bir ile gitti, Bursa kaldı bana. Burada okudum, arkadaşlar, dostlar edindim, ekmeğini yedim, suyunu içtim, rızıklandım. Burada evlendim, çocuklarımı burada büyüttüm. Babam, anam, sevdiklerim, dostlarımın bedenleri toprağına karıştılar.
Elli yılda Bursa’nın iyi kötü günlerini birlikte paylaştık. Benimle beraber o da büyüdü, genişledi. Önceleri beğeniyle karşıladığımız beton binalarla yüksek apartmanların doymak bilmez bir iştahla eski konakları, karakteristik evleri yutup yok edeceğini göremedik. Moloz kamyonları bahçe duvarları ile birlikte güzelim ağaçları, köşe başlarındaki tarihi çeşmeleri acımasızca yükleyip götürürken uyanmadık. Mesken ihtiyacıyla parsellenip satılan birinci sınıf tarım arazileri kontrolsüz, ruhsatsız yapılarla dolarken önlem almak yerine art arda af, teşvik getiren yöneticilere sessiz kaldık. Kanalizasyonu düşünülmemiş binlerce caddeye, sokağa su, elektrik, telefon hizmeti götürüp otobüs seferleri koydular. Oy kaygıları ve rekabet şehircilik anlayışının, Bursa’ya saygılarının önüne geçti. Sanayiciler, şirketler, sermaye sahipleri, holdingler aynı mümbit arazileri “teşhir merkezleri” adı altında beton yapılarla, fabrikalarla doldurdular. Adamsendecilik, umursamazlık, rüşvet, partizanlık, “iline hizmette bulunma” yanlış anlama veya yönlendirmeleriyle en küçük görevliden parlamenterlere kadar geniş bir kitle yıllar boyu ortak oldu bu talana, ya da “üç maymunları” oynadı.
Bahçeli, ahşap evimiz yerine teklif edilen birkaç apartman dairesini yeğlerken mahalle kavramını yitireceğimizi, çiçeği artık sadece saksıda görebileceğimizi, dalından dut yeme zevkimizin kalmayacağını, eriği manavdan alacağımızı bizlere kimse söylememişti. Hevesle yerleştiğimiz dairelerin ilk ciddi depremde yıkılma riski olduğunu kimse hatırlatmadı. Pazarlıklar, arsa sahibi için bir daire fazla almak, müteahhit için fazladan kat çıkmak, kaçak çatı katı yapmak, caddeye biraz daha taşmak, ruhsatlı garajı iş yerine çevirmek ekseninde döndü hep. Belediyeler ise aldıkları harçlara ve otopark bedeli için ödenen rakamlara tamah edip sustular, yabancı şehir planlamacılarına yaptırılmış nâzım plânları görmezden geldiler. Başlangıçta sanayi patlamasına sevindik. Her yeni fabrikanın yeni iş sahaları açacağını, dolaylı olarak binlerce aileyi doyuracağını sanıyorduk. Bilmiyorduk ki her yeni tesis getirdiği fayda kadar menfi etki de yapacak; yeni göçlere, nüfus patlamasına, imarsız yapılaşmaya sebep olacak; havayı kirletecek, doğayı tahrip edecek, yeşili yok edecek, kuşları kaçıracak. Ak taşlı derelerimizin sanayi atıkları ve kimyevilerle her gün başka renkte akacağını, evsel atıkların katkısıyla kötü kokular yayan lağım kanallarına dönüşeceğini bilemezdik.
Değişim ve gelişim fırtınalarına hangi ağaç dayanabilmiş ki? Ama hiç değilse eski şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası olarak intikal ettirebilse idik. Ve bu güzellikleri ancak slâytlardan izleyebilen gençler, orta yaşlı amcalardan(!) masal dinlemek zorunda kalmasa idi.
*YAVUZ BUBİK- BİR AVUÇ BURSA 2012

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...