23 Aralık 2018 Pazar

HALI




KOYUN;
O kış çok erken geldi, çok uzun sürdü.  Daha sonbahar rüzgârları yeni bitmişti ki köyün güney yamaçlarını örten kar hızla aşağılara inip zaten çok az olan tarlaları ve meyilli merayı da kapattı ve altı ay boyunca hiç kalkmadı.  Önceleri ince bir tabaka iken bir iki günlük aralarla üst üste biriken, geceleri ayaza çekip bulgurlaşan, öğlen güneşinin bulut ardındaki ısısı ile bile biraz gevşeyip kristalleşen, geceleri yeniden donan, rüzgârlı günlerde bir o yana bir bu yana savrularak yeni tepecikler oluşturan bu kitle metrelerce yükseldi.
Hem Koyun hem Apak kışı çok zor geçirdiler. Apak ve ağabeyi Nuri Çobanoğlu, Salih ağanın dölü yarıya ortakçısı idiler. Şehre yaya bir saat mesafedeki köylerinde toprak kıttı. Köylü geçimini hayvancılıkla sağlar; şehirden birisinin sermaye koyarak satın aldıkları sürüye bütün bir yıl boyu bakar, besler, baharda doğan kuzuların yarısı ağaya yarısı köylüye kalır. Sayıyı bilebilmek için de ağaya ait kuzuların kulakları özel bir aletle delinerek işaretlenirdi.
Apak, ayakkabıları ve külot pantolonunun dar paçaları ıslanmış, ablak kırmızı yüzü soğuktan daha da kızarmış, morarmış burnu, ürkek adımlarla, manifatura mağazasına girdi.  Işıkları söndürülmüş loş dükkânda odun sobasının kuru sıcağı ve mangala çıkarılmış közün kokusu kumaş kokusuna karışıyordu.
“Gene para lâzım Salih ağa” dedi.
“Ot bitti.”
Dört beş aydır her hafta pazarı günü hep aynı dekorda aynı muhavere. Kar kalkmadığından hayvanlar hep ağılda kuru ile besleniyor, tek satıcı Tiryakinin Yusuf efendi her seferinde otun balyasını beş-on kuruş artırıyor, Apak her hafta Ağanın hiç gülmeyen yüzüne, suçlu imişçesine bakıyor, borcu her hafta yükseliyordu. Karısı ve dört çocuğu ile günleri ağılda geçiyor, üç beş günde bir koyun ölüyor, aç kalan kurtlar köye kadar inip ağıllara saldırıyor, çoban köpekleri ile aralarında ciddi muharebeler oluyordu.  
Meşakkatli kışın ardından mayısta kar kalkıp ta altından taze çimenler fışkırdığında Koyun çayıra çıktı ama soğuktan dölmü tutmadı yoksa yaşlandı da kesildi mi o yıl kuzu vermedi?  Zaten doğan kuzularda da telefat çok, tabii süt de az oldu. Ama soğuk kışlar uzun ve gür yün yaparlar, havalar iyice ısındıktan sonra Apak birer birer yatırdı önüne, elinde saç makas, ince karın altı tüylerinden başlayıp bir iki santim yükseklikten kırparak sırtı döndü ve yünleri bir bütün olarak kılıf gibi sıyırıp aldı. Operasyonu sakin bekleyerek sırtındaki yükten kurtulup hafifleyen koyun yeniden sürüye daldı, gelecek yıla kadar tüylerini uzatıp sahibine sunmak üzere.
YAPAĞI;
Kırkım bitince Hacer ve diğer köylü kadınlar Yapağı Yumaya (yıkamak) taşındılar. Köye bir kilometre mesafede Uyuz Hamamı da derler, Dedeli Çermik de, sadece kısacık sazların yetiştiği kıraç bir yer vardır. Yağış mevsimi geçip de toprak kuruyunca üzerini incecik beyaz bir tabaka kaplar, köylü kadınlar bunu çalı süpürge ile süpürüp çuvallara doldurur, bulaşıklarını bununla yıkarlar. Erkekler de eşeğe yükler şehirde sokak sokak dolaşıp tenekesi beş kuruştan satarlar.  Matıf Toprağı diye anılan bu incecik toprak bol soda içerir ve doğal bir temizleyicidir.  Sahanın ortasında kayalardan oluşmuş bir havuz yer alır, buradan kaynayan sıcak su, üzerine buharlar yayarak kayalar arasında oluşturduğu yataktan ince bir dere gibi akıp tren istasyonu yakınında Akar’a katılır. Civarında bir kova boyu yüzlerce küçük, sıcak su çukurları vardır. Çocuklar bu çukurları eşeleyip üzerinde kristalize maden cevherlerinin parıldadığı çakıl taşları çıkarırlar ve şehirde bunlardan pahalı takılar yapıldığına inanırlar.  Havuzun kuzeyinde boyu üç metreye yaklaşan bir yatır bulunur. Her yıl yaz başında köylü kadınlar bu mezarı temizler beyaz badana ile boyar, etrafını süpürürler. Yıllar boyu üzeri sıvana sıvana büyümüş, hece taşsız bu devasa kabirde Uyuz Dede yatar.  İnanışa göre; Allah bu çok sevdiği kulunu sınamak için ona bir cilt hastalığı illet etmiş. Dede, yıllar boyu bu sancılı, akıntılı, kaşıntılı dertten bir gün bile şikâyet etmeden, Eyüp Peygamber sabrı ile inancından hiç sapmamış. Bir gün bir beyaz kuş peydahlanmış önünde, havada üç defa dönüp dedenin önünde durmuş ve Hikmet’i-Hüdâ dile gelip “Gel” demiş, sonra da uçmaya başlamış. Kuş önde dede arkada, günler boyu dağlar aşıp dereler geçmişler. Bu su birikintisine gelince kuş dalıp çıkmış ardından da dede. O anda ne sancısı kalmış ne de vücudundaki iğrenç yaralardan bir iz. Başını kaldırmış ki kuş yok. Bu su ile abdest alıp hemen oracıkta namaza durmuş. Sonra da yürüyüp gitmiş. Bastığı her yerde içi su dolu küçük çukurlar bırakarak. Dede gitmiş de mezarı orada nasıl olmuş bilinmez; bütün çevreden cilt hastalığı olanlar buraya gelir, önce Dede’yi ziyaret eder sonra açıkta yatıp kalkarak birkaç gün banyo alırlar ve şifa bulup ayrılırlar. Türlü mineraller ve bol karbonat ihtiva eden bu suyun akıntısında da köylü kadınlar yapağı yıkarlar
Hacer günlerce yapağı yudu, (yıkadı) köy işlerinden nasırlaşmış el derileri yumuşadı, parmak uçları sıcak suda şişti, parmak izleri derin birer çukura döndüler ama yapağılar yoğrularak, tahta takozlarla dövülerek kayalara çalınarak bir güzel paklandılar, çamurdan, idrardan, çakıldaktan[1] arınıp, ağardılar. Alttan yayıldıkları kayanın üstten kızgın güneşin harareti ile güzelce kurudular ve çuvallara basılıp şehre doğru yola çıktılar.
YÜN;
Yörük Kadir Ağa uzun askerlik yılları bitip de obaya dönünce babadan kalan altınları bozdurdu, dul anası ve kardeşlerini toplayıp şehre göçtü. İstasyon yolunda büyük bir ev yaptırdı yanına da bir develik, keçeciler başında da bir dükkân aldı. Ticarete atıldı. Bütün Yörük boyları yapağılarını ve kıllarını ona getirir, onun develiğinde konaklar, hayvanlarını onun vasıtası ile alır satar oldular. Töreleri gereği Yörüklerin bütün dertlerini o çekti, devlet dairelerinde işlerinde yardımcı oldu, hastaları ile uğraştı ama iyi de para yaptı. Uyanık adamdı, altı kızdan sonra gelen tek oğlu İbrahim’i okuttu, arkadaşlarının “Ağa, çocuğu büyük şehre salma dönmez gayri” demelerine rağmen İzmir’e gönderdi liseyi bitirtti. İbrahim döndü dönmesine de İzmir’de âşık olduğu kızı “isterim” diye de tutturdu. Nasihat, rica, tehdit faydasız... İbrahim kara sevdalı, aldılar kızı. Sevim de diretmedi, geldi küçük şehre ve de uyum sağladı. Önce dışlandı, adına Tango Gelin koydular ama o alçak gönüllüğü sevecenliği ile bütün duvarları yıktı, geçti.  Öyle ki başlangıçta “sütümü haram ederim” diyen Sahure bile gelinini anlata anlata bitiremez oldu.
İbrahim babasından da uyanık çıktı, ne de olsa tahsilli adam ve “şeher görmüş.” Zamanla esprisi kalmayan develiğe ilâveler yaptı, büyüttü,  yün atölyesine çevirdi, halı tezgâhları kurdu, çevrede zaten yaygın olan ev halıcılığını sanayi haline getirdi, yanında onlarca kadın çalıştırır oldu. Develik Fabrika,  kendi Yörük Kadir Ağanın İbraham diye anılırken, Koca Yörüğ’e  de Halıcı İbrahim Beyin Babası denir oldu.
Yapağı İbrahim beyin lânolin kokan depolarına istiflendi, avluda yere çakılı demir tarakların önüne bağdaş kurmuş işçi kadınlar günlerce taradılar, liflerini ayırdılar, elyaf boyunda düzenlediler, elle dönen çıkrıklara tutam tutam sunulup, kıvrıla büküle iplik oldular, çilelendiler.  Çileler tahta askılarda dizi dizi altlarında meşe kütüklerinin yandığı kazanlarda kaynadılar, yıkandılar, durulandılar, askılar günlerce avlu duvarlarında yellendi, güneşlendi renk renk salkımlar gibi sallandılar...
Kuru papatya çiçeğinden sarılar, ceviz yaprağından kahveler, ısırgan otundan yeşiller, palamut kozasından, alizarinden kırmızılar yünün içine işledi, solmaz, ölmez, zengin bir tayf oluşturdular, ikişer kiloluk paketler olup yeniden dizildiler raflara.          
HALI;    


Şehre bir saat mesafedeki Kozlu Viran köyünden Sarı Halil’e Allah bir türlü çocuk vermedi. Ne nefesi kuvvetli hocalar, ne çocuklarını sattıkları yatırlar, ne buharına oturdukları ılıca suları, büyüler, kuvvet macunları, kocakarı ilaçları ne de doktorlar, “Askeriye dokturları” bile fayda etmedi Karısının gözü yaşlı dualarının kabulünden mi yoksa çevrenin “bunu boşa, yeni karı al, üstüne kuma getir” baskılarına kulak asmadığının mükâfatı mı bilinmez 15 sene sonra, umutlar tamamen tükenmişken Allah bir kız evlât bahşetti. Sarı Halil’in tıpkı anasına benzeyen, kırmızı elma yanaklı, karakaşlı, mühür gözlü, ay suratlı bir kız.
Bahar büyüyüp serpildikçe güzelleşti, kara, gür saçları beline kadar uzadı. Babası ile Yörük Kadir Ağa beraber askerlik yapmışlar, yöre tabiri ile “kanlı gömlek arkadaşı.” Onlar köye gelir, bunlar şehre her indikçe evlerine varırlar, Sevim Gelin Bahar’ı pek sever, İbraham Ağası da her gördükçe takılır ona “Kız seni köy yerinde komam, şehir gelini yapıcam.” Bahar bu şakadan utanır, kırmızı yanakları kulaklarına değin bir kat daha kızarır ama hoşlanır da. On beşine vardığında Sevim Ablasına yatıya misafir gitti. Sevim’in çocuklarına ablalık yapan, İzmir’in bir köyünden gelmiş Zeliha Abla var, Bahar’dan birkaç yaş büyük. Sevim Abla; “Zeliha” dedi. “Hamamı yak da önce bir güzel yıkanın, şu üzerindeki köy kokusu gitsin.”  Bahar evde hamam hiç görmemiş, onlar ya ahırda su dökünürler ya da köy hamamında kurna başında yıkanırlar. İbrahim’in evinde ise altı çimento döşeli, duvarları yarıya kadar mozaik kaplı, dört köşe dökme demir sobasının üstünde çinkodan yuvarlak deposu olan ve gövdesindeki musluktan önündeki kurnaya istediğin sıcaklıkta su akıtabildiğin özel hamamları var.
Zeliha elbisesini sıyırdı bir don bir sutyen,  şaşkın bakakaldı Bahar. Böyle kısacık iç donu hiç görmemişti ne anasında, ne yengelerinde ne hamamda.
“Ne bakıyon öyle şaşkın, sen de soyunsana kız.”
Birden utandı dizine kadar inen bol iç çamaşırından. Ya o memeleri örten küçük yelek. Bütün şehir karıları bundan giyermiş, kaç çocuk emzirirse emzirsin sarkmazmış memeleri, Sevim Abla eskilerini Zeliha’ya verirmiş. Bir güzel yıkanıp paklandılar.
İbraham Ağası her gün develiğe götürdü, Baharı. Tezgâh kurmayı öğretti, çözgü çözmeyi, halı dokumayı, sonra da bir tezgâh yaptırdı köye gönderdi. “Bir sanat olsun elinde, ben sana da iş veririm.”
Önce çeyizine bir küçük halı dokudu, Bahar. Kırmızı kenarlı, çiçek motifleri canlı, “”köylü halısı”.  Sonra da bir iki parça İbram Ağasına, kazancını altın yapıp boynuna dizdi.
Afyon’da tüccardan Ömer Efendi iki çift Taban Halısı istedi, Halıcı İbrahim’den Bir çifti kızına, bir çifti oğluna. O da dört ayrı tezgâha dağıttı siparişi, birini de Bahar’a verdi.
İbrahim, usta ile beraber geldi köye, paket paket ipler getirildi, çözgüyü usta kendi eli ile kurdu, deseni sıraladı, ilk sıra örülürken başında durdu,
“Bak” dediler, “dikkatli çalış, bizi mahcup etme, bu Şehir Halısı, öncekilere benzemez, santimde üç düğüm, hem de Gördes Düğümü.”
“Hadi elin kuş olsun, götün taş olsun.”
Bahar aylar boyu her sabah erkenden çöktü tezgâh başına, düğüm düğüm, sıra sıra, motif motif, sabır sabır halı yükselmeye başladı. Halı işi tahammül ister, sabır ister. Dudağında bazen bir türkü, bazen bir mâni, bir hayâl dünyası kurdu kendine bu daracık mekânda.
“İbram ağası şehir gelini yapacaktı onu, böyle şehir halılarının üstünde gezinecek, çocukları topacık elleri ile üzerinde emekleyeceklerdi... İtina ile süpürecekti her sabah halısını... Küçücük donlar giyecekti, düzgün bacaklarına,  “sütleyen[2]” takacaktı, istediği kadar gebe kalsın sarkmayacaktı memeleri, yengelerininki gibi... Bir de bir kız götürürdü köyden, bebeleri ile oynasın... Kız çamaşırlarını görünce şaşırırdı, eski sütleyenlerinden verirdi ona da, sevinsin di garip... Şehirli kadınlar gelecekti evlerine, hiç biri köylü kokmayan, tentene öreceklerdi, ayıp şeyler konuşacaklar, gülüşecekler...  Hamam da olacaktı evlerinde, duvarları yarıya kadar mozaik sıvalı, atacaktı odunları sobasına, kaynar su, içerisi kış günü bile sıcacık... Kocası gelecekti akşam evlerine, kapıda karşılayacak, çocuklar görmeden sarılacaktı, o zaman kasıklarından uyluklarına doğru bir tatlı ürperti yayılacaktı...”.
Hayâl dünyasında yüzü yoktu kocasının. Bütün çabasına karşın bir yüz bulamıyordu ona. Kurgularında sıra kocasına gelince başının yerinde sadece bir gölge oluşuyordu orada, sonra da flulaşıp kopuyordu film.  O zaman daha kuvvetli vuruyordu Kirkit’i[3], atkıyı geçiriyor, varagele’yi[4] geri alıyor, bir düğüm daha, bir daha, bir daha... Sıra yürüdükçe oturduğu tahta üzerinde o da santim santim gidiyordu, bir sağa bir sola. Ağır, kara demir makas fazla uçları kesiyor, kısacık yün parçaları dökülüyordu şalvarına bir renk cümbüşü halinde.   Tezgâh tepesine asılmış yumaklar bitiyor,   çileler çıkrıkta yeniden yumak oluyor. Yeniden düğümler, yeniden bıçak darbeleri, yeniden bir türkü, yeniden hayâl denizi...            
“Gelin almaya taksiler gelecek, çocuklar ellerini sürecekler tozlu kaportanın üstüne izleri kalacak... Kapının önünde babasının elini öpecek, usulen ağlayacak yüzünü örten kırmızı tülbendin ardından... Taksiler korna çalarak art arda yola çıkacaklar, köpekler saracak peşleri sıra...  Köyün çıkışında emmioğlu Hasan bakıp kalacak öyle... Bok gibi... Taksinin tozları ardında kaybolacak.” “Nerede görse ‘seni alacam kız.’ diyor, domuz. Şehirde kötü kadınlara da gidiyormuş, sümsük.”
Öyle oldu ki; hülya her sabah aynı yerden başlayarak günler boyu, aylar boyu Bahar, Halı, Şehir gelini arasında ortak ve  girift bir ideale dönüştü ve miat Halı’nın bitim gününe endekslenip takıldı kaldı.
21 Temmuz 1946 günü her yerde olduğu gibi köyde de seçim vardı.  Muhtar bir gece evvelinden kapı kapı dolaştı “herkes seçime gelecek, gelmeyenin cezası çok büyük.”   Sabah erkenden sandık kurulu geldi, caminin sundurması altına oturdular, masa üstüne defterler kondu iki de küçük torba, birinin üstünde kırmızı altı ok basılı birinde siyah avuç resmi ve DP Candarmalar dizildi, muhtar yanlarında el pençe,  başkan gelenlere soruyor.
“İsmet Paşa’ya mı verecen, Demirkırata mı?” sonra torbadan bir oy pusulası çıkarıyor, bir de zarf;
“İçine koy, sandığa at.”
Bu ilk demokratik (!) seçimi görmeye bütün köy gelmiş. Erkekler avluda, kadınlar atkılarına bürünüp set üstüne dizilmişler, her yaştan çocuk ortalıkta. Yalnız Bahar yok. O bugün bordürün son sırasını dokuyup halıyı bitirecek.
Kırmızı zeminde sarı kontörlü, lacivert, yeşil, geometrik çiçeklere dalgın, dalgın bakarken kapının açıldığını duymadı bile.  Boynunda sıcak nefesi algılayıp döndüğünde çok geç kalmıştı, dibinde emmioğlu Hasan. Elini halı bıçağına attı ama yetişemedi, gözünün üstüne yediği yumrukla sersemledi, dünyası karardı, ardından bir yumruk da kafasına. Hasan gözleri şehvetten fırlamış, yılışık, uzun saçlarını eline doladı, bitişik samanlığa doğru sürüklemeye başladı, hoyratça sıyırdı şalvarını, abandı... Bağırmak istedi Bahar, sesi çıkmadı, hoş çıksa da duyacak kimse kalmamıştı yukarı mahallede.
Bir hafta geceli gündüzlü sadece öğürdü Bahar.  Ne moraran gözündeki acıyı duydu, ne belindeki ağrıyı, ne de kasıklarına vuran sızıyı, hepsi boştu kaybettiklerinin yanında. O hayâl dünyasını yitirmişti, umudunu, geleceğini ve her şeyini…
Araya yaşlılar girdiler, baskı yaptılar Sarı Halil’e “Direnme” dediler. “Kan girer kardeş arasına, babanın kemikleri sızlar, hem bozuk yumurtayı kim alır.” Kimse Bahara bir şey sormadı bile. Kızı nikâhladılar, amca evine gönderdiler, sandığı ve Köy Halısı ile birlikte.  Nikâh olunca dava düşerdi.
Saçak dibi atkılarını usta tamamladı, çözgüyü kesti, yeniden tıraşladı halıyı. Halıcı kadınlar “nazar muskası[5] konmamış” dediler. “Halıya gelmedi nazar, Bahar’a geldi.”
Halı’yı diğer üç kardeşi ile beraber bir çuvala sarmaladılar, Seyri hafif[6] kaydı ile demiryolu ambarına teslim ettiler.
Halı, eşi ile birlikte Ömer Efendinin odasına serildi. Tam on yıl serili kaldı orada, Ömer efendinin ölümünü gördü, Ömer’in doğumunu. Koku aldı çevresinden, koku verdi etrafına...
Evlerin kendine has kokusu olur. Eşyalar değişir, insanlar değişir, yapılar değişir, ev kokusu hiç değişmez ve aşina kişiler hemen tanırlar onu. Canlı cansız içindeki bütün varlıkların yıllar süren molekül alışverişinden hâsıl olmuş bir kişiliktir bu. Kiminde toz kokusu ağır basar, kiminde rutubet, kiminde meyve hatta lağım kokusu ama orijini ne olursa olsun, kutsal bir aidiyet içerirler.
Halı, Bursa’ya yeni eve de bu koku ile birlikte taşındı, tam otuz beş yıl da orada hizmet verdi, düğünlere şahit oldu, doğumlara, mevlitlere, yemeklere. Gün geldi ayakkabılar altında ezildi, gün geldi naftalinlenip dinlenmeye alındı. Arap sabunundan deterjana, ot süpürgeden gırgıra çağ atladı ama en büyük darbeyi ciğerini söküp alan elektrikli süpürgeden yedi. Gene de direndi, güzelliğinden, parlaklığından hiçbir şey yitirmeden.
En son büyükhanımın ölümünü yaşadı halı. Eskiden yaşlılar ölür, yeniler doğar, bir kaç kuşak iç içe yaşardı aynı evde. Şimdi gençler ayrı evler kurar oldukça, yaşlılar yalnız başlarına kalır oldular. Ve ölünce de kapanır oldu evleri. Almaya kalkarsan kıymet, bırak satmayı vermeye kalksan götürecek kimseyi bulamadığın canım eşyalar sorun oldular. Ölenle beraber bütün eşyayı da gömemezsin ki...  Küçük torun “ben burada yaşarım” deyince, ev kapanmaktan kurtuldu. Bir kısım eşya verildi, atıldı, bir kısım eşya temizlenip yerleşti, fakat Halı; eskici paspas fiyatı verince hiçbir gruba katılamadan tek başına kalakaldı ortalıkta.
Bir tesadüf Halı ile Bora yüz yüze geldiler. Bora yaşadığı Amerika’dan yine mal almak için gelmiş. İri gözlerinde küçük camlı metal çerçeveli kara gözlükler, boynunda gümüşten abartılı bir gerdanlık, bileklerinde metal bilezikler, Türkçe ’si hafif hasar görmüş. “İlgilenirim” dedi, alkol kokan sesi ile. “Benim dünyam Halı, kadın ve kedi.” Halıyı yere serdi, çarşı esnafının mütecessis bakışları altında manikürlü parmakları ile mıncıkladı, sıvazladı, kıvırdı buruşturdu.
“Kaba Uşak” dedi. “Altı yüz.”
“Ne altı yüz?” diye sordu Yavuz.
“Altı yüz dolar, arabam otoparkta.”
“Tamam.”
Kalın kraft kâğıtlara sarıldı, bağlandı Halı. Taşıyıcı vurdu sırtına. Bir an buruldu Yavuz. Eski bir dosttan bir aşinadan ayrılmanın sızısını duydu içinde. “Dur, caydım” diyecek oldu, sonra vaz geçti. Her şeyin bir sonu olacaktı nasılsa, bir ilki olduğu gibi. “ Hiçbir şey, hiç kimse sevdikleri ile alıştıkları ile beraber olamaz sonsuza kadar. "Beka sadece Cenab-ı Hak’ka mahsustur.” Halı küçük bir tabut gibi, cemaatsiz, tek kişi sırtında hafif yalpalarla uzaklaştı, buğulu gözler ardında flulaştı, bir ara önünden geçtiği kuyumcu dükkânının şavklı spotları etkisi ile parlar gibi oldu sonra yitti gitti...
TWA’nın kargo uçağı doğu-batı pistinde hızını gittikçe artırdı sonra burnunu havaya dikip hızla yükseldi, iniş takımları mekanik gürültülerle hücrelerine yerleşirken, gece karanlığını ses akımları ile yırtan uçağın ambarındaki Halı yeni ambalajı içeresinde, Yeni Dünya’ya doğru ilerliyordu, yeni evinde yeni kokularla kaynaşmak üzere...
Altında vücut bulduğu topraklarda; Yeşilköy Hava Limanının çakar şimşekli kule ışığı biteviye dönüyordu, yaşamı simgelercesine...  Bir nabız gibi...







[1] Koyun pisliklerinin kuyruk ve bacak arası tüylerine yapışarak oluşturduğu kitle
[2] Sutyen
[3] Kirkit: biten sırayı sıkıştırmak için çözgü aralıklarına hızla vurulan şimşirden veya demirden, saplı bir nevi tarak. 
[4] Varagele: Çözgü ipliklerini birer atlayarak bir öne bir arkaya alan tahta çubuk.
[5] Halı dokunmaya başlanmadan saçak ipleri arasına, doğaçlama ve serbest bir figürle örülen, küçük, üçken parça.
[6]Ambarlarda bekletilmeden acele gönderilen SEYRİ SERİ’nin aksine daha ucuz tarifeli nakliyat şekli.

17 Aralık 2018 Pazartesi

HAN FOTOĞRAFLARI *



 HAN FOTOĞRAFLARI *

Eskişehir Hanı’na”  dedi, şoföre.
“Anlamadım.”
“Eskişehir Hanı.”
“Yok, öyle bir yer.” Boş gözlerle bakıyordu adam, üstelemedi.
“Heykel’e”, dedi.
Dünkü uzun uçak yolculuğunun yorgunluğu vardı üzerinde. Gece konakladığı otelde  yastık  bir türlü başına uymamış, hiç rahat uyuyamamıştı.  
Az evvel indiği terminal güzeldi ve görkemli. Muntazam peronlar, lüks otobüsler. Sydney’den tek farkı uğultulu yolcu kalabalığı.
Çiçekli göbeği dönüp geniş bulvara yöneldiler. Karşılarında Uludağ süliyeti zirvede karları ve yeşili ile aynen duruyordu; tıpkı elli yıl evvelki gibi. Yalnız yamaçlar yükseklere kadar binalar, damlarla dolmuştu. Tepelerin üzerinde güzelim Eylül bulutları. Güneş, bütün ısısına karşın öğleni geçen bu saatlerde bile, alçalmış, ışıkları yatmıştı.  Filmlerdeki kovboy kasabaları gibi yola paralel tek sıra beton binaların arkasında kalan kavaklar sararmaya başlamış, bazı yaşlı çınarlar alt yapraklarını dökmüştü bile. Bulvarı kaplayan bakımlı çimlerin canlı yeşiline rağmen erken sonbaharın hüznü çökmüştü havaya.  Hani gençlikte aşk duygularını tetikleyen, herkesi şair yapan ama dostların,  akranların birer birer eksildiği, yaşlılıkta rikkat ve karamsarlık kokan hava...  Bir süre sonra yolun iki tarafındaki şık iş merkezleri, show-roomlar yerlerini sıvasız binalara, bol renkli, iri levhalı, tek katlı dükkânlara,  tamirhanelere, hurdacılara bıraktılar. Bir zamanlar yeşil tarlaların, bahçelerin doldurduğu ovayı yırtan yolda kilometreleri hızla kat ediyorlardı. 
Orta yaşları çoktan geçmiş, yukarılara tırmanıyordu. Uzun yıllar yurtdışında yaşamanın derinlere gömdüğü, aşina yüzleri, anılarda yer etmiş objeleri tazeleme özlemi öncelik kazanmıştı emekli yaşamında. Okuduğu bir yazıda “Anılar yaşlıların bastonudur”, diyordu yazar. Şimdi belleğini ayakta tutacak bastonunu arıyordu!   Tarifsiz duygular vardı içinde. Nihayet 50 yıldır görmediği çocukluğunun Bursa’sına, son zamanlarda nerede ise her gece rüyasına giren han avlusuna kavuşacaktı. Babası ile endeksleşen, çocukluk anılarına... Dilini hiç bilmeyen karısı, kırık Türkçeleri ile ancak basit cümlelerini cevaplayabilen,  yabancı ismi taşıyan çocuklarına hiç aktaramadığı, ilk gurbet günlerine... Şimdi paylaşmak arzusu ile dolu olduğu geçmişine...
Son zamanlarda, sanki her gece aynı dekorda sahnelenen bir tiyatro oyunu gibi, hep o han  avlusu vardı rüyalarında.  Koyu renk gölgeli zemininde başıboş dolaşan; azametli horozlar, kaçışan tavuklar. Can sıkıntısıyla onları kovalayıp köşedeki sundurmaya terk edilmiş, sadece paslanıp çürümeye yüz tutmuş demir aksamıyla, sağdan direksiyonlu, burunsuz kamyon enkazının altına sıkıştırışı...
Arnavut kaldırımı döşeli geniş bir avlu, bu avlunun bir köşesinde civarındaki çarşının da gereksinimini karşılayan, altı üstü açık tahta kapılı, keskin kokulu loş,   taş helâlar. Yanında blok taştan yalağı ile dökme demirden, kollu tulumba. Bir öğürüp bir iç çeken iki fazlı melodisi ve suyu kaçtığında üst deliğinden dökülmek için hazır bir maşrapa suyuyla. Avluyu çevreleyen ahşap sundurmalar. Altlarında okları yukarı dikilmiş birkaç at arabası, yaylılar,   elle ittirilen iki tekerli hamal çekçekleri, sabah gelip ikindiden sonra köye hareket edecek olan kaptıkaçtı. Yan yana sıralanmış, önleri açık, basit dükkânlar, at arabası tamir eden sıcak demirci ve nalbant. Yazın taze yonca kışın kurtulmuş ot satan yemci. Kapısı önünde içi çinko kaplı tahta sandıkta, testere tozlarının korumasında buz kalıpları. Han binasına bitişik, konukların at ve eşeklerini gün boyu, bazen geceleri de misafir(!) eden ahır; penceresiz, alçak tavanlı, her zaman keskin gübre kokusu, yazın at sineği ve karasinek yayan bölüm. Ana caddeye bakan iki katlı otel odalarının altında kalan, yüksek tavanı kalın hatıllara taşıtılmış geçitte,   -bildiği tüm hanların olmazsa olmazı- karşılıklı küçük dükkânlarda semerci, mutaf,[1] saraç.  Han kapısı arabaların girişine olanak verecek kadar geniş ve yüksek, çift kanatlı. Caddeye açılan duvardaki köşe taşlarına rağmen araba dingillerinin sivri uçları yılların sürtünmeleri ile tahta kanatlarda derin yaralar açmış.  Geceleri kapanan bu kapının bir kanadında sadece insanların geçişine olanak verecek, “kuzuluk”  denilen dar, alçak ve tepesi mutlaka yarım daire bir kapıcık daha.
O yıl İlkokulu bitirmiş geç başvurdukları için Ortaokula leyli meccanî[2] girememişti. Bir yıl bekleyecekti.  Annesini hiç hatırlamıyordu.  Babası çok düşkündü ona, bir daha evlenmemiş, Pazarcık’ta Dava Vekilliği[3] yapıyordu.  Hep anlattığına göre; Bursa ovasında dedelerinden kalma çok büyük arazileri vardı. Ellerindeki eski yazılı tapulara rağmen devlet bu toprakları 93 Harbi Kafkas göçmenlerine dağıtmıştı. Mutlaka kurtaracaklardı onları... Bu yüzden, yıllardır sık sık Bursa’ya geliyor, beraberinde onu da getiriyordu. Ucuz olduğu için -isimleri otel olsa da- hanlarda konaklıyorlardı.  Babası onu handa bırakıp tapuda, nüfus dairelerinde, mahkemelerde, keşiflerde koşturuyordu gün boyu. Tek başına oyalandığı, gün geçirdiği bu mekânlar çocuk belleğinde siyah beyaz fotoğraf kareleri oluşturmuştu.  Ufak farkların kaybolduğu ortak yanların sentezleri ile oluşmuş fotoğraflar...
Babasının o yıllardaki yaşlarını sürdüğü bu günlerde nostaljik özlemlerle iyice netleşen, kronikleşen resimler:
Caddede, kapının bir tarafında yaz günleri kapısına boncuktan sineklik asılmış, kısıtlı yemeklerin satışa sunulduğu aşevi. Diğer tarafında büyük kahvehane; duvar diplerinde tahta sekiler,  üzerleri mermer, tahta bacaklı kare masalar. Tahta aksamı gerçek rengini kayıp etmiş, bitki saplarından örülmüş, hasır sandalyeler, yine torna bacaklı hasır tabureler. Ortada yaz kış yerinde duran büyük sac soba; üst kısmı kor çıkarılarak mangal görevi görmek üzere özel şekillendirilmiş. Çivit badanalı duvarlarda torna işi makaslı askılıklar,  dünya güzeli Kerîman Hâlis’in,  Yavuz Zırhlısı’nın, Harem-i şerîf’in taş basması resimleri. Çingene sanatçıların cam üzerine ters boyamalı Şahmaran suretleri. Fonda deniz, ardında süslü demir kapının açıldığı çiçekli bahçe ve abartılı fıskiyesi; sert renklerle boyanmış, yağlı boya malikâne ya da kesilmiş karpuz tablosu. Köylülerin hediyesi; buğday başaklarından, üzerlik tanelerinden, süpürge otundan örülmüş, boncuk aksesuarlı süslemeler. Yılların sigara dumanı, sinek pisliği, soba isi ile boz-kahveye dönüşmüş, ahşap hatıllı tavan ve bu tavandan sarkan abajursuz, kirli ampuller.  Karşıda raflarını artık rengi değişmiş uçurtma kâğıtlarının,  kırmızı beyaz seramik çay tabaklarının süslediği çay ocağı.  Yanda avluya ve otele çıkılan tahta merdivene açılan camlı kapının önünde hancının makamı. Eski bir ahşap masa; camının altına eski kâğıt paralar ve vesikalık resimler sıralanmış. Yanında demir para kasası ve üstünde,  içinde gerekli hiçbir şey kalmamış camlı ecza dolabı.  Bitişiğindeki rafa oturtulmuş battal bedenli, kumaş hoparlör muhafazası iyice yıpranmış,  cilası artık matlaşmış ahşap kasalı radyo; dokuz lambalı…  Yıpranmış, yayları deforme olmuş, eski, döner koltuğun yaslandığı duvara çivilenmiş aslan resimli duvar halısı, bitişiğinde ahşap çerçevesine kartpostallar, bayram tebrikleri sıkıştırılmış büyük boy  ayna. Tavanı tutan kalın ahşap direklerde günlük Saatli Maarif veya Ziyad Ebuzziya takvimi; koparılan sayfaları üstteki sivri çiviye geçirilmiş... Eski harflerle Besmele ve Maşallah levhaları... Bir köşede berber koltuğu; önündeki sehpada takımları,  sülük kavanozu, aynası. Yan duvardaki çivide asılı emaye berber leğeni; geniş kenarlığının bir bölümü çene altına, boyuna oturacak şekilde oyulmuş.  Yerde teneke ibrik…
Şehre girilince trafik yoğunlaştı. Yavaşlamanın da etkisiyle bir helecan kapladı içini. Eski bir sevgiliye kavuşma özlemi ile uzayan dakikalar... Hiç bilmediği meydanlardan, caddelerden geçiyorlardı. Nihayet aşina mekânlar belirdi. İşte saat kulesi, Tophane yamaçları, Timurtaş Paşa Türbesi. Karşısındaki alan tekmil yüksek binalara dönüşmüş. Oduncular ve önüne sıralanmış Tatar arabaları yok. Tahtakale’de konakladıkları zamanlar buralara kadar uzanıp dolaşmasına izin vardı. Dokuma tezgâhlarının zemini titreştirerek şakırdadığı ara sokaklardan geçer, Tophane Bahçesine kadar bile gidebilirdi... İyi giyimli, kadınlı erkekli kalabalıkların dolaştığı, kırmızı boyalı Belediye Otobüslerinin durak yaptığı, taksilerin, güzel atlı faytonların geçtiği,  bu caddede kendisini yabancı diyara gelmiş bir seyyah gibi hayâl ederdi. Gördüğü filmlerdeki Avrupa, Amerika böyle yerler olmalıydı. Bir gün gidecekti oralara, babasını da aldırırdı. Ona hiç bir zaman söyleyemese de küçük zihninde tarlaların boş bir hayâl olduğu bilinci gelişmişti, nedense. 
“Burada dur” dedi, şoföre.
 Karşıda bütün güzelliği ile Ulu Cami.  Karşıda sabahları altında amelelerin, gurbetçilerin iş beklemek için toplandığı devasa çınar; hiç değişmemiş.
Yüksek binaların arasından Tahtakale’ye doğru saptı. Şaşırdı, belleğindeki resim yoktu orada. Ne kiremit saçaklı bakkal dükkânları, köşedeki yumurtacı, manavlar, semerci, ne de birbirine benzeyen yüzleri ve kılıkları ile köylü kalabalığı. Yokuşun başına kadar yürüdü. Karşıdaki Aralık Han modern bir iş merkezine dönüşmüş. Bitişiğinde olduğunu sandığı Pekmez Hanı yok. Köşedeki Çerkez Hanı (Çağlayan Garajı) yenilenmiş. Dış cephesi aynen belleğindeki fotoğrafa benziyor ama büyük kahvenin yerinde sıra sıra dükkânlar oluşmuş. Bütün cephe, dükkân duvarları, pencere altları, renkli tabelalarla doldurulmuş. Üst katlarda mermer denizlikli, plastik doğrama pencereli bürolar. Onların da camlarında rengârenk levhalar… O pencereler daha küçüktü, ahşap ve giyotin sürmeli. Tahta denizliğine kollarını dayar, saatlerce dağ köylülerinin getirdiği günlük sebze ve meyvelerin pazarlandığı caddeyi izlerdi. Ellerinde sapı kontrplaktan oyulmuş, kanaviçe işlemeli bez torbalar ya da ip filelerle pazara çıkmış ev hanımları... Naylon henüz yaşamımıza girmemişti, satıcılarda naylon torbalar yoktu. Sabah otobüsle gelirken hayretle izlediği, ekili tarlalar, boş alanlardaki çalıları işgal etmiş rengârenk poşetler...   Hemen karşısındaki kaldırma çömelerek küçük çuvallarında getirdiği ceviz, kestane veya kuru fasulyeyi iki kefeli el terazisi ile tartmaya çalışan kırmızı, tombul yanaklı yaşlı köylü kadınla sık sık çakışırdı bakışları. Sabah ezanlarının ardından farklı cızırtılarla öten kepenk sesleri ile erkenden uyanırdı cadde. Karşıdaki fırından mis gibi ekmek kabuğu kokusu yayılırdı havaya. Siyah bir atın çektiği, sac kaplı, kapalı ekmek arabasına söğüt dalı selelerle taze ekmekler yüklenirdi.    Yaz günleri uzaklardan incir yaprağı kokuları taşırdı rüzgar. Lodoslu günlerde karşıdaki Uludağ yamaçları elini uzatsa hemen değecekmiş gibi yakınlaşırdı. İnsanların erkenden çekildiği, gecenin sessizliğinde Belediye Bahçesi’nden yankılanan müzik duyulurdu. Bazı geceler yakındaki bir yapıdan tahta kepenklerin derinden, tok gürültülerle vuruşu, ya da yattıkları odanın altındaki galvaniz saçağa düşen iri yağmur tanelerinin ritmi odaya dolardı. Bunlara uzaktan köpek havlamaları eşlik eder ve Tophane saatinin tannan vuruşları katılırdı bu otantik senfoniye. O zaman öksüzlüğünü ve yalnızlığını daha çok duyar, sessiz gözyaşları dökerdi. Son zamanların eskiye özleminde, anımsadığı bu gurbet gecelerinden bile buruk biz lezzet alır olmuştu. 
Kışları ısıtılmayan ve gurbet kokan han odaları. Muşamba zeminli, gece boyu her dönüşte gıcırdayan, demir boru karyolalı, basma perdeli… 1950’ li yıllarda keşif edilen DDT ile bit ve pirenin neslinin ciddi surette kuruduğu ama büyük bir vefa(!) ile direnerek, asırlık mekânlarını koruma savaşını sürdüren Tahtakurularının egemenliğindeki han odaları...   Karyolaların menteşe yuvaları ispirto dökülmüş, alevli meşalelerle dağlansa da geceleri bir istilâ ordusu gibi indikleri, bu savaşın kan lekelerini taşıyan duvarlar. Zaman zaman çivit ile badanalanmalarına karşın konaklayanların izlerini taşıyan; sabit kalem ile adlarını, memleketlerini, hastalıklarını belirttikleri yazılar, tarihler, bazen mâniler...
Daha sonraları yatılı okulların ısıtılmamış yatakhanelerinde, ranzasının bitişik olduğu boş duvarlara bakışları odaklanır, dalar,  oralarda çocukluk duvarlarını resimlerdi. Belleğindeki tablo, severek ezberlediği, Faruk Nafiz’in Han Duvarları şiiri ile bire bir çakışırdı.
“(…)Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı.
Fâni bir iz bırakmış, burada yatmışsa kimler,
Aygın baygın mâniler, açık saçık resimler.(…)”
Uzun şiiri, hecelerine vura vura, sessiz tekrarlar çok kere sonuna gelemeden uykunun güçlü kudretine yenik düşerdi...
Kapı kemerindeki ışıklı levhada “Akarsu İş Hanı” yazan ana kapıdan içeri girdi. Avlu çok katlı, modern iş yerlerine dönüşmüş. Ahırın ve bekâr koğuşunun üstündeki ahşap eyvandaki odaların yerine beton asma katlar ve ışıklı dükkânlar sıralanmıştı.  Oralarda o zaman da iş yerleri vardı...
Birinci katın avluya bakan yüzünde, yıpranmış,  tahta korkuluklu, dar bir asma sahanlık. Kapısı ve tek penceresi bu sahanlığa açılan bir sıra oda. Tahta merdiven ve kahveden geçmeyen kadın müşterilerin otele girdikleri camlı kapının yanında Orhanelili Sınıkçı[4]. Oraya çiçekli bir yorgana sarılarak sırtta taşınan,  yaşlı kötürümler ya da kolu bir tülbentle boynuna asılmış sarı benizli çocuklar taşınırdı gün boyu.   Bitişiğinde, ortadaki yuvarlak kütükten tezgâhı başında iki kişinin çalıştığı yemenici. Gün boyu ellerindeki sarı tokmaklarla monoton, meşin dövdükleri ya da dizleri arasına sıkıştırdıkları sayaları iki ellerindeki çift iğne, balmumuyla sıvanmış İngiliz sicimi ile diken baba oğul. Kapı üstüne üzüm salkımı gibi asılmış, tabanları kuru sabun sürülerek parlatılmış yemeni hevenkleri. Çirişle yapıştırılıp kuruması için, karşıdaki korkuluğa dizilmiş meşin yemeniler.    Kapısı penceresi her zaman kapalı, çocuklara Kuran dersi veren Kara Hafız. Uçta Muakkip[5] Muhlis Amcanın odası. Yayları çökmüş, eski deri koltuklarda babasıyla karşılıklı oturup gün boyu anlayamadığı, “1317 tapusunun geldisi...” muhabbetleri. Sıkılınca araları yer yer açılmış, enli tahta zeminli sahanlıkta oturup avluyu seyir ettiği alçak tabure...
Sabah erken saatlerde art arda gelen, küçük boyutlu, çok müşterili kaptıkaçtılar.  Biri Şoförün solunda, dört kişinin sıkıştığı, yine aradaki isterepente denilen katlanabilir, rahatsız oturma düzeniyle dört kişinin oturduğu arka kanepeleri. Arkadan tek ayaklık demir merdivenle çıkılan demir parmaklıklı tepe bagajı. Dağ gibi yığılmış küfeler, sepetler, bohçalar, çuvallar. Bazen ince melemelerle bağıran, yatırılıp bağlanmış oğlaklar, üçü beşi bir arada ayaklarından bağlı, kafaları aşağı sarkmış tavuklar. Sayısız çilek sepetini indirdikten sonra ahıra çekilen atlar, eşekler. Koltuk altlarına kıstırdıkları cüz keseleriyle Hoca’ya gelen oğlan çocukları. Satın aldıkları buz kalıplarını ancak bir paket bağlar gibi dolanmış sicim yardımı ile taşıyabilen aşçı, kahveci çırakları...
Sıcak kokan, sessiz öğlen saatlerinden sonra yine hareket. Kaptıkaçtıya, boş sepetler, yağ tenekeleri ile dönen köylüler. Siyah sayaları ile çöktükleri duvar dibinde tevekkülle erkeklerini bekleyen kadınlar. Bazen köşedeki seyyardan alınmış, külahlı dondurmayı zevkle yalayan çocuklar.   Şehirlerarası otobüsten inmiş, sırtlarında bükülmüş basma yorganlı gurbetçilerin bezgin ve ürkek bakışları. Sadece bu yorganlara bürünerek yekpare kerevetlerde yatacakları alt kat koğuşun avluya açılan kapısına yönelen yorgun adımları...
Ulucami’den ikindi ezanı yükselmeye başladı. Civar camilerin art arda katılımı ile oluşan mistik senfoninin etkisiyle, melankolik duygularının dürtüsü, göğsünden boğazına yükseldi. Sonra da yaş olup göz pınarlarından süzülmeye başladılar.  Şehrin Türk-İslam sentezi yapılaşması, evler, konaklar, aralarına yayılıp onları kucaklayan gümrah yeşil büyük darbe almıştı. Ama kent, fetihten bu yana yarenlik ettiği, Uludağ yamaçlarına yılladır hasretini çektiği bu İlahi musikiyle, haykırıyordu. Bütün değişimlere rağmen, koruduğu  “Müslüman Bursa” kimliğini, ilân edercesine...
Gözyaşlarının teskin edemediği hayal kırıklığı ve ezilmişliğin ayaklarına yansıdığı dalgın adımlarla uzaklaştı oradan. Başka bir mekânda özlemlerini bulabileceği umuduyla yeni bir gayret kazandı. Çarşı içinden geçip Tuz Pazarına yöneldi. Evvelce geçtiği mesafeler kısalmış, caddeler, sokaklar daralmış, ufalmıştı. Her merhalede yeni bir hüsran yeni bir burukluk; yenilmenin, kaybetmenin çöküşü...  Eskiden bildiği hanların hiçbiri kalmamıştı. Büyük Han, İznik Hanı, Yenişehir Hanı, Kütahya Hanı, Hürriyet Hanı; hepsi de çok katlı beton binalara dönüşmüş ya otel ya iş hanı olmuşlar, bazıları buharlaşmıştı. Abolyont Hanı Caddeye bakan dükkânlar dışında terk edilmiş, harabe halde can çekişiyor... Her hedeften ayrılışta yitirilmiş eski bir dostun defin töreninden dönercesine hüzünlendi, gamlandı. Belleğindeki fotoğraflar sarardı yıprandı...
Gelişlerinde hep farklı hanlarda kalırlardı. “Bütün hanlar bizim” derdi, babası. “Biz dilediğimiz yerde kalırız. Oysa köylüler sadece yöresinin adını taşıyan ya da komşu yörenin hanında kalırlar.” Konuşkan adamdı babası ve de bilgili. Daha çok onun konuşup her şeyi uzun uzun anlattığı bir arkadaşlık ilişkisi vardı aralarında.
“Bak, Bursa’nın doğu yakasındaki köy ve kasabalar Yeni yol, Çancılar ve Cumhuriyet caddesinin doğu yakasında, Gemlik ve ova köyleri Pazaryeri ve Cumhuriyet caddesinin batı yakasında, ovanın batı yakası köyleri Zafer meydanı (İtfaiye önü) ve Fevzi çakmak Caddesinde, dağ köy ve kasabaları ise Tahtakale’de ki hanlara inerler. Hancı onları tanır, onlar hancıları. Çoğu aynı köylü ve akrabadır zaten.”
Babası bütün hancıları tanırdı, hepsi ile ahbaptı. Önemli adamlardı hancılar. Köylülerinin dertleri, hastalıkları, davaları ile ilgilenmek, para ve eşyalarını emanette tutmak, adlarına gelen mektupları iletmek, tapu ve noter işlemlerinde şahit, alışverişlerde kefil olmak, garip müşterileri kollamak görevleri ile de yükümlü idiler.  Bedelsiz yapılan bu işler nasıl bir gelenek haline gelmiş ise müşterilerin hemen her gelişte tavuk, yumurta, yağ, peynir ve benzerlerini hediye getirmeleri de gelenekti. Çoğu cahil bu kişiler, belki de okumuşluğuna saygı duyduklarından babasına itibar ederlerdi. Akşam olup hana döndüğünde onların masasına oturur, devamlı anlatırdı. O da bir yandan ikram edilen Uludağ Gazozunu yudumlar, ya da kağıt oynayanların masasına, fincan tabağı içerisine bırakılan [6]lokumlardan yer,   bir yandan han sakinlerini incelerdi. 
Radyodaki Ajans ve arkasından Feridun Fazıl Tülbentçioğlu’nun sunduğu “Tarihten bir yaprak”, ya da dinleyenleri ağlatan Temsil saati dışında devamlı bir uğultu olurdu kahvede.  Gürültülü konuşan, oynadıkları iskambil kâğıtları veya metal domino taşlarını bazen öfke bazen zevkle mermer masaya hızla vuran,  kasketlerini ve bir ayaklarını altlarına koyarak oturmuş, çoğu tıraşsız köylüler. Başka yerde kalıp hemşerileri ile buluşmaya gelmiş gurbetçiler. Panayır ve pazar yerlerini dolaşarak diş ilaçları, romatizma yağları, tıraş bıçakları satan gezginciler. Cambaz ve çadır tiyatrosu trupları, panayır dolaşan halkacılar, kasnakçılar, “Hasan almaz basan alır”cılar.  Soğuk odaları yerine soba etrafını yeğleyen,  okuma azmi ile kasaba ve köylerden gelmiş yoksul talebeler… 
O bunlardan hiçbiri olmayacaktı.  Hele dava vekili hiç. Olmadı da...
Sonunda bezgin ayakları en çok sevdiği, önündeki caddenin en hareketli olduğu Eskişehir Hanına sürükledi. Cadde hemen hiç değişime uğramamıştı. Uzaktan bakınca Han yıpranmış ama ayakta, yerli yerinde duruyordu. Avlu tekmil oto tamirhaneleriyle dolmuştu. Sundurmaların üstüne çıkan asmalar kurumuş, taş duvarlarda yabani incirler boy vermişti.  Kahve burada da dükkânlara dönüşmüştü ama garip dükkânlara.  Odalara çıkan merdiven çökmüş, önü tahta parçaları ile kapatılmıştı. Pencere camları kırılmış, bazılarından uçları tarazlanmış, rengi belirsiz bez perdeler uzanmıştı dışarılara. Dökülen sıva parçalarının atlından Bağdadi çıtaları çıkmıştı yer yer.  Çıkmalar sarkmış, çatı kiremitleri dağılmış,  oluklar yok olmuştu.
“Amiral ciddi bir yara daha aldı!” Önce babasını yitirmişti sonra dostlarını şimdi de hanlarını. Daha fazlasına izin veremezdi. Rüyalarına giren çocukluk anılarının da çökmesine... Kendi çocukları ile hiçbir zaman paylaşamayacağı çocukluk anılarının... Fotoğraflarının parçalanıp dağılmalarına izin veremezdi. Yeni fotoğraf karelerinin eskilerin üzerini kaplamasına hiç izin veremezdi; zamanın ve kadir bilmezliğin, ihmalin, rantın etkisiyle oluşmuş yeni fotoğraflar...  Onun fotoğrafları siyah-beyaz ama net, yıpranmadan kalmalıydı belleğinde. Çocukluğunu yansıtan kokularla, tatlarla, hazlarla...
Bilmiyordu dikildiği kaldırımda, nemli gözlerinin ne zamandır karşı harabeye odaklandığını. Kaçmalıydı buralardan, şu birkaç saatlik süreci hiç yaşanmamış gibi, belleğinden silerek, yok sayarak. Fotoğraflarını yavrusunu bir tehlikeden kollayan ana gibi, bağrına basarak kaçmalıydı... İlk gördüğü taksiye el etti.
“Terminale”, dedi.
“Radyoyu kapatmamı ister miydiniz?” 
Ancak bu soru ile algıladı hafif sesle yayılan müziği. Bir İlahi tesadüf müdür, bilinmez? TRT Türkiye'nin Sesi programından zaman zaman severek dinlediği bir parçayı söylüyordu, tok erkek sesi:
“Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı,
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...” 
                                                                                                                                            
* (Osmangazi Belediyesi  2006 A.H.Tanpınar anısına
   “Geniş Zamanlı Hikayeler”  Kitabından)





[1]At ve keçi Kılından çul, yular ve benzerlerini dokuyan ve satan esnaf.
[2] Parasız yatılı.
[3] Eskiden baro olmayan kasabalarda, mahkemelere girme hakkı olan, hukuk tahsil etmemiş kişiler.
[4] Kırıkçı, çıkıkçı.
[5] Takipçi, iş takip eden



8 Aralık 2018 Cumartesi

İKİ BİNBAŞI




Bursa bir göç kentidir. İmparatorluk toprak kayıp ettikçe büyük topluluklar Anayurda göçmüş, büyük kısmı da Bursa’yı mesken edinmiştir. 93 Osmanlı - Rus Harbi, Balkan savaşları,  İstiklal harbi sonrası mübadele, Bulgaristan asimilasyonu, daha niceleri…
Her göç ayrıklılar, acılar ve ardında acıları da beraberinde hikâyeler de taşırlar.
Aşağıdaki benim ailemin hikâyesidir. Tümüyle gerçektir.
***
Motorlu kaptan filikası rüzgârı başa almış, burnu hafif yukarıda, güçlü motorundan köpükler çıkartarak, küçük çalkantılı denizde, tatlı zıplamalara yol alıyordu. Gri boyalı, çelik küpeştesinden sarkıtılmış örgülü kenevir iskele yastıklarının, üzerinden atladığı her küçük dalgada, Boğaz’ın  mavi-yeşil suları ile kucaklaşmasından kaynaklanan şırıltı, kıçtaki kromaj direğe çekilmiş abartılı boydaki Yugoslavya  Federatif Halk Cumhuriyeti bayrağının dalgalanırken yaydığı periydik fona bir solo gibi ekleniyordu. Siyah denizci üniformalarının üzerine mantar can yelekleri kuşanmış, uzun boylu, gösterişli üç deniz eri ve arka küçük havuzda iki kişilik, beyaz keten kılıflı koltuğa oturmak yerine önündeki parlak bariyere tutunarak ayakta durmağı yeğlemiş deniz subayı. 1954 yılının sıcak, güneşli bu nisan gününün Karadeniz çıkışlı rüzgârı pantolon paçalarını bacaklarına yapıştırıyor.   Boyu 1.90’ın üzerinde, kılaptan kokartlı, geniş viziyerli, beyaz şapkasının altından, görünen, aralarına ak düşmüş, kısa kesilmiş kumral saçlar, güneş yanığı, sert ifadeli yüz hatları, keskin bakışları erken gelmiş baharla yeşili tazelenmiş Boğaz yamaçlarını en ince detayları hafızasına kaydederek taramakta. Geniş omuzlu, atletik yapılı bedenini itina ile ütülenmiş, bol metal düğmeli, kruvaze, siyah üniforma olduğundan da heybetli gösteriyor. Gösterişli ceketin kollarındaki Binbaşı sırmaları dışında, göğsünde bir dizi işaretler ve Yugoslav Kahramanlık Madalyası simgesi. Sağ omuz başından iç içe üç sarmal yaparak göğüs cebine uzanan, sırmalı yaverlik kordonu ve kol üzerinde zarif defne motifleri ile işlenmiş Mareşallik amblemi.
Filika yol kesti sonra köpükler çıkartarak fiyakalı bir U dönüşü ile iri blok taşlı rıhtımın tam dar merdiveni önüne bordaladı, iskele alabanda, yarım tornistan. Erlerden biri çevik bir hareketle ucu kancalı, cilâlı sopayı asırlık dövme demir halkaya takarak tekneyi sabitledi.  Beyaz köpüklerin arasından yükselen yanmış benzin kokusu hâkim oldu havaya, bir süre için.  Denizci erler bu maharetli gösteriden mutlu, bakışları ile gülümsediler.
Binbaşı dalgalarla bir inip bir yükselen tekne ile basamak arasındaki uygun birlikteliği yakaladığı an çevik bir hareketle sıçrayıp rıhtıma çıktı. Görkemli saray ile zarif Barok üsluplu camiin arasında kalan mermer meydandaki aşırı emniyet tedbirlerini hemen algıladı tecrübeli, asker gözleri. Her ülkede olduğu gibi, uzun boylular arasından özenle seçilmiş yakışıklı inzibat erleri; beyaz tozluklu, boyalı postalları, ütülü kıyafetleri,  beyaz eldivenleri, çapraz kavradıkları Thomson tabancaları ile belirli aralıklarla ve ikişerli olarak meydan çevresine dizilmiş. Caminin yanındaki boşlukta silâh çatmış bir takım kadar piyade erleri, cadde boyuna dağınık resmi kıyafetli polis memurları, aralarında sivil kıyafetlerine karşın “ben polisim” diye bağıran atletik tipler. Caddenin karşı tarafındaki stadyumun önündeki platformda dizili CMC’ler, Jeep’ler...
                                                           ***
Soğuk harbin en çalkantılı dönemleriydi; Evvelce ciddi bir komünist ve Sovyet yanlısı olan ve fakat iki üç yıldan bu yana batıya yanaşıp Sovyetleri dışlayan politikası ile bütün komünist bloğun, husumet ve şimşeklerini üzerine çeken Yugoslav Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito 28 Şubat 1953’te imzalanan Ankara antlaşmasının ardından dünden beri Türkiye’nin misafiriydi. Varşova Paktı ülkelerinden Çin’e, Küba’dan Kuzey Kore’ye bütün solcuların dışında birçok etnik guruptan oluşmuş Yugoslavya’da da ideolojik düşmanlarının ve sistemini kuruncaya kadar her türlü baskı uyguladığı bir kısım halkının da tehditleri altıda idi Tito. Türkiye, Dostluğuna büyük önem verdiği bu tehlikeli misafirin ziyaretinden çok kuşkulu idi. Ziyaret tarihinin kesinleştiği bir aydan bu yana Dış İşleri Bakanlığı, Genel Kurmay, Ankara ve İstanbul Valilikleri tedirgin ve telaşlı bir hazırlığın içinde idiler. Ülkemizde yapılabilecek bir suikast ihtimali yöneticileri tedirgin etmekte idi.   Mareşal’i taşıyan harp gemisi Uluslararası sulardan itibaren Türk Deniz Kuvvetlerinin koruması altında yolculuk yapmış, Dolmabahçe açıklarına demirledikten sonra da muhripler ve hücumbotlar tarafından adeta ablukaya alınmış, sicilli komünistler ve “eski tüfekler” bir emniyet tedbiri olarak, kritik dönemlerde hep yapıldığı gibi, çeşitli vesilelerle Emniyet Birinci Şubeye misafir(!) edilmişlerdi. Mareşal’in dün Vilâyete ve Ayasofya’ya yaptığı ziyaret için bütün yollar kesilmiş ilin muhtelif yerlerinde hazır kuvvetler bulundurulmuştu. Yarın Ankara’ya demiryolu ile yapılacak yolculuk için günlerdir süren tedbirler tamamlanmış, Haydarpaşa-Ankara arasındaki yola ordu birlikleri intikal ettirilmiş, çadırlı ordugâhlar, seyyar mutfaklar kurulmuş,  özel katarın gidiş dönüşü süresinde demiryolunun her iki tarafına yüzer metre ara ile dizilecek silahlı askerler eğitilmiş, tünel ve köprüler harp zamanı gibi korumaya alınmıştı.  Ankara’da görkemli bir geçit resmi ve Harp Okulu öğrencilerinin Sırpça terimlerle sunacakları silahlı gösteri için yoğun provalar gerçekleştirilmişti. Silâh tutan genç kolların her hareketinde gür sesleri ile tempolayacakları sloganlar eşliğinde; "Ti-to, dob-ro, doş-le.../ hoş geldin Tito"
                                         ***
Kendisini selâm vaziyetinde bekleyen Türk İnzibat teğmenine mukabele etti. O anda meydanın ortasında bekleyen Türk subayı ile göz göze geldiler. Uzun boylu, yuvarlak çehreli, açık renk tenli, yakışıklı. Beli hafif oturtulmuş, koyu mavi havacı üniforması iyi dikilmiş. Sol göğsünde bir sıra renkli semboller ve altında çift kanatlı Jet pilotluğu brövesi, yakasında kurmay renkleri ve omuzlarında özenle parlatılmış Binbaşı yıldızları.
Bir yerden komut almışçasına aynı anda harekete geçerek birbirlerine doğru yürümeye başladılar, eşit adımlarla.  Sanki defalarca prova edilmiş, kusursuz bir gösteri sunarcasına yaklaştılar. Aralarında bir adım mesafe kalmıştı. Gene kusursuz bir zamanlama ile aynı anda durdular, iki çift topuğun birbirine vuran sesleri aynı anda yankılandı. Biraz gurur, biraz kıskançlık, biraz üstünlük iddialı ama sevecen bakışlar çakıştılar.  Mensup oldukları orduların disiplin ve yeteneklerini kıyaslayan bir ciddiyetle sağ eller bir süre için şapka siperlerine yükseldi sonra avuç avuça kavuştular. İlk konuşan Türk subayı oldu,  İngilizce olarak:
- Binbaşı Saffet Ural. Hoş geldiniz binbaşım.
Diğeri Türkçe cevapladı, vurguları farklı:
- Binbaşı Rauf Cabi. Teşekkür ederim, hoş bulduk.  Sesinde bir titreme hisseder gibi oldu. İsimlendiremeyeceği duygular içeresinde idi şu an. Ne on yedi yaşında, bıyığı terlememiş bir delikanlı iken gizli örgüte girerken ki heyecana benziyordu.  Ne Partizanlara katılırken duyduğu gurura,  ne sarp Balkan dağlarındaki gerillâ savaşlarının ıssız, karlı gecelerdeki ürpertisine, yanı başında, kucağında gözlerini yuman kendi yaşındaki yüzlerce ideal arkadaşlarını gömerken hissettiği burukluğa... Ne de 15 Alman tümenini küçücük kuvvetler ama büyük zayiatlarla durdurdukları günlerin hazzına,  ne 1944 Ekiminde Kızılordu birlikleri ile birlikte Belgrat’a girerlerken ki coşkuya benzeyen, farklı, tarifsiz duygular... İlk defa ayak bastığı yabancı topraktan mı kaynaklanıyordu vücut kimyasını etkileyen elektrik? Havasından mı? Bu duygusal buluşmadan mı? Algıladıkları sevinç değil, hüzün hiç değil, mutluluk, tahassür, heyecan hiç biri... Bütün izahsız dürtüler, yükselen adrenalin, gerilen sinirler, genişleyen damarlar, salgılar, askeri eğitimlerin, disiplinin, savaşların katılaştırdığı göz pınarlarında birkaç damla gözyaşı olup süzüldüler, bir müsekkin etkisi ile...
Havacı görmezden geldi, hamle etti,  kırk yıldır tanışıyorlarmışçasına bir içtenlikle sarılıp kucaklaştılar ve uzun süre kaldılar öylece. Birkaç adım ötede, esas duruşta bu farklı seremoniyi anlamsız gözlerle izleyen teğmen nihayet çekilmesi gerektiğine karar verip ağır adımlarla uzaklaştı. Bir el hareketi ile hâlâ selâmda olan erler rahata geçtiler. 
-Hepsi buradalar mı?
-Evet, sadece Suphiye gelemedi. Onunla Ankara’da görüşürsünüz.
-İngiliz’ce ya da Fransız’ca mı konuşalım?  Boşnakçan nasıl?
-Hepsi olabilir.
-Babam? Görüşecek mi acaba benimle?
-Bilemiyorum.  Dayım, Boşnakların bütün inat ve ters huylarını taşır. Tabii on üç yılın burukluğu da var. Sana kırgınlığı da.
-Benim için de hiç kolay olmadı. Bugün aynı şeyi yapar mıydım? Bilemiyorum. Çok gençtim.  On sekiz yaşın ruh dünyasında gerçekler bambaşka idi.
Kol kola girmiş, ağır adımlarla sarayın bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Uzun gövdeli çınar ağaçları erken baharla çiçek tutmuş, polenleri uçuşuyordu havada.
-Babam tam bir burjuva gibi düşünüyordu. Öyle de hareket etti. Kolay yolu seçti o. Malı mülkü satıp Türkiye’ye göçme hazırlığında idi. Tıpkı Avusturya-Macaristan istilâsında bütün Boşnakların yaptığı gibi. Halamların, babanların korkak saydığım bütün akrabaların yaptığı gibi.   Zaten Boşnaklar hiçbir zaman benimsemediler Yugoslav olmayı. Hep arkalarındaki Osmanlı’ya güvendiler, ona dayandılar. Ne yönetime katılmaya heves ettiler, ne topraklarını sahiplenmeye. Ya tekkelerde huu çektiler ya da en rahat şartlarda yaşayıp düzenin devamına şükür ettiler. Şartlar zorlayınca da sat sav Anadolu’ya. İnegöl’e yerleş, bağ bahçe edin ya da dükkân, pitta’lar pişsin, rakılar açılsın, cezveler sürülsün, sohbet devam etsin hep.
Bana fikrim hiç sorulmadı. Hoş sorulsa da kabullenmeyeceklerdi düşüncelerimi. Biz milliyetçiler farklı düşünüyorduk. Hitler Almanya’sı hızla yayılıyordu. Kral Petar küçüktü ve tecrübesiz. Bütün yetki naip Pavel’in ellerinde, o Almanlardan yanaydı. Maçek’in Hırvatistan Banoviniası’na katılma yanlısı. Ama Vatan bizimdi. Teşkilatlanacaktık, Kralı atacaktık.  Almanları sokmayacaktık topraklarımıza. Sonunda kazandık da. Ama ne kayıplar ne acılarla.
Bugün düşünüyorum da; gidenleri eskisi kadar suçlayamıyorum. Kalanlar çok acılar çektiler. Savaş çok acımasız, çök kötü. Şimdi otuz bir yaşındayım. Biz iki kardeşin çocukları aynı yaştayız. Ama ben senden çok yaşlıyım. Sen harp görmedin. Masum köylülerin ambarlarını ateşe vermedin, evleri, fabrikaları, köprüleri yıkmadın, beynine kurşun sıktığın kendi yaşındaki gençlerin yalvaran bakışlarınla karşılaşmadın hiç. Mavzerini göğsüne hedeflemiş hiç tanımadığın insanların gözlerindeki kini ve nefreti de tanımadın.   Seni ilk gördüğüm an ne düşündüm bilir misin? “İşte dedim savaşta olsak gemilerimi bombalayacak filonun komutanı bu.” “Onun uçaklarının kara dumanlar çıkartarak çakılışını izlemek ne kadar zevkli olurdu.” Bizler askeriz ölmek ve öldürmek için eğitildik. Oysa şimdi ben senin topraklarındayım, askerlerin bana selâm duruyor, işbirlikçilik ile itham edilmeden kol kola yürüyoruz. Kuzen olmamız şart değil, hangi milletten olursak olalım, hangi dinden olursak veya Allahsız;  Şu güzelim Bosfor’un kıyısında bir lokantada oturup rakı içmek varken, savaşmak niye?  Biz askerler savaşmak için yetiştiriliriz de savaşı bizler çıkartmayız. Onu pişirip kotaranlar sırça saraylarında oturmayı ve onu korumayı becerirler hep.
- Şuradan binelim mi artık? Annenler seni beklemekte.
- Yürüyelim. Biraz daha bekleyebilirler, on üç yılın üstüne bir saat ne fark eder ki? Gün batımına kadar izinliyim. Hem onlar beni değil yüzü sivilceli on sekizindeki Rauf’u bekliyorlar. Aradaki dönem sadece akraba mektuplarındaki havadisim ben. Benim belleğimdeki son fotoğraf da Sarajevo istasyonundaki siyah-beyaz kare: Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Babam İnegöl’e gidip gelmiş, orada bir ev satın alınmıştı. Buradaki mülkler paraya çevrilmiş, azaltılan eşyalar trene verilmiş, yanımızda götürülecekler, yolluklar hazırlanmıştı. Son geceyi en yakın komşularımızda geçirdik. İstanbul’a gidecek tren öğlen vakti hareket edecekti. Sabah arkadaşlarla vedalaşmak bahanesi ile ayrıldım.  Kararlı idim. Trene binmeyecektim. Ben korkak değildim. Ailenin ilk anarşisti olarak övünüyordum kendimle. Biriçkaların komşu kapısına geldiği saatte beni çok aramışlar. Sonra çaresiz, istasyonda olabileceğim düşüncesi ile hareket etmişler. Gerçekten istasyonda idim ama kimsenin beni göremeyeceği benim ise onları rahat izleyebileceğim bir kuytuda. Örgüt tarafından izlendiğimden de emindim. Komşular dış kapı ile peron arasında sürekli gidip geliyorlardı, telaşlı ve tedirgin bakışlarla. Babam sık sık istasyon karakoluna girip çıkıyor, annem tren penceresinden yaşlı gözlerle tarıyordu etrafı. Refik ve Suphiye küçüktüler pek bir şeyler anladıklarını sanmıyorum.  Ben ise bu görüntülerden garip bir zevk duyuyordum.  Kampanalar çaldı, düdükler öttü, görevli onu itercesine kapıdan soktuğu ana kadar vagon basamağında kaldı babam. Gözlerindeki hiç tükenmeyen ümidi ile. Sonra katar yavaş yavaş ayrıldı. Birden boşalıverdi peron. Uğurlayıcılar, hamallar, görevliler, polisler, gürültü, hareketlilik hepsi bir anda bitti.  Yalnız peron camlarından süzülen öğlen güneşi ve ben kalakaldık.  Yalnızlığın ne demek olduğunu bilir misin sen? Ben o günden sonra çok yalnız kaldım.  Akşam olduğunda genç, yaşlı, herkes evine doğru gidiyordu ben örgütün yolunu tuttum. Artık evim orası olacaktı, ailem de arkadaşlarım.  Ve tabii ki mefkûremiz.  Bir tercih gerekmişti ailemle ülkem arasında ben ülkemi seçmiştim, hepsi bu. İnsanlar bir yeri ağrıyıncaya kadar o organının mevcudiyetini hissetmezler ve ancak onu kaybederlerse yokluğu duyarlar. İlk günler fazla bir şey anlamadım. Ama zamanla bir şeylerin eksikliğini duyar oldum. Aile dört bacaklı bir masaya benzer. Bir ayağı ebeveyn, bir ayağı büyükler, bir ayağı çocuklar, birisi de kardeşler.  Birinin eksikliği dengeyi bozar, ikisi eksikse devrilir. Ben bu unsurları örgütümle tamamladım, arkadaşlarım ve ideallerimizle, sonraları ordumla ve tabii Tica (Hatice)ile. Masanın bacakları arasında senkron çok önemli ve de paylaşma. Her zaman birbirinden alacağı bir şeyler olmalı ve de vereceği. Benim aileli sürecimde belki eksik olan buydu, bilemem.  Partizani oluşumu bu kadar sert karşılamasa idi, beni bir kere olsun dinlese idi babam, bilmem bir şeyler değişir mi idi?  
Çok geçmeden Alman orduları girdiler, bizler dağlara çekildik. Çok çetin ve kanlı geçen dört yıl sağ kalmak ve hedefe ulaşmak mücadelesi ile geçti. Koptuğum ailemi düşünecek zamanım yoktu. Onlar sadece bazı kokular, bazı lezzetler, bazı seslerle duyguları kısa süre harekete geçiren anılardı. Savaş bitmişti ama görevimiz yeni başlıyordu. Biz bir ekiptik. Daha 1942’de Bihaç’ta geçici federal hükümeti kurmuştuk.  Yanmış yıkılmış bir ülkeyi yeniden yapılandıracaktık. En önemlisi parçalanmış etnik topluluklardan bir devlet yaratacaktık.  Tito’nun “Hırvat, Sırp, Sloven, Makedon, Macar, İtalyan, Arnavut, Çetnik, Boşnak, Çingene daha bir sürü milletten Yugoslavyalı yaratmak” doktrinini uygulayacak, dağılmış pazılın parçalarını bir araya getirecek neferlerdik, sağ kalabilenler. Bir taraftan Harp Okuluna devam ettim. Kurslar, eğitimler, görevler, rütbeler, ardından yeni hedefler, mücadele. Bu on üç yıl böyle geçti. Bu arada Hatice ile evlendik. Birlikte duvarlara kırmızı boyalarla  “Kahrolsun Faşistler” yazdığımız, sivil polislerin takibinden beraber kaçtığımız günlerdeki arkadaşlığımız aşka dönüştü. Sevgiye dayalı bütün duyguları onda tattım ben. Bütün boşluklarım onunla doydu.  Doğup büyüdüğüm ev, bağlanıp dayak yediğim palmiye ağacı çok uzaklarda kalmıştı. Doğurup büyütenler ise başka iklimlerde. Hasret korunun üzerindeki kül tabakası her gün biraz daha kalınlaştı. Ta ki Bosfor’un tatlı meltemi bu külleri savurup ateşi canlandırana kadar.            
Bir süre konuşmadan yürüdüler. Yüz hatlarında ki gergin ifade kaybolmuş boşalmanın, rahatlamanın sakin çizgileri yerleşmişti.
-  Biliyor musun Saffet?  Bunları ilk defa birisi ile paylaşıyorum. Kolunda kendi kanından birinin sıcaklığını duymak güzel bir şey. Bunu da ilk defa tadıyorum desem belki de yalan olmaz.  Hadi artık binelim...   
                                                                       ***
Saffet: Tuğgenerallikten emekli oldu. Bursa Senatörü ve Millet Vekili olarak parlâmentoya girdi.  1996’da öldü.
Rauf: Albaylıktan emekli oldu. Yugoslavya’nın en müreffeh ve saygın günleri ardından gelen etnik çatışmaları yaşadı. Hatice erken öldü. Arterio-siklaros’tan bir bacağını kayıp etti. Hırvatların emekli maaşını kesmesi üzerine büyük mahrumiyet ve sıkıntılar ardından Türkiye’ye sığındı. (Bu yazı kaleme alındıktan bir hafta sonra Ankara’da öldü. Cenazesi Mostar’da “vatanında” Hatice’nin yanına defnedildi. )
Yugoslavya: Tito’nun ölümünden sonra yeniden iç karışıklıklara ve etnik çarpışmalara sahne oldu. Parçalandı dağıldı.  1991’de Müslümanların da bağımsız devlet kurma teşebbüsü üzerine Sırpların uyguladıkları kıyım yüzünden yüz binden fazla Boşnak Medeni dünyanın gözleri önünde katliama uğradı.                                                                                                                                                                    Bursa, 2003



                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...