27 Aralık 2017 Çarşamba

YENİ YIL


Önümüzdeki Pazar hafta bitiyor ama 2017’de bitiyor. Pazartesi yeni bir yıla giriyoruz. Sağlıklı, huzurlu, bereketli, dünyaya barış umutları veren bir yıl diliyorum.
Çocuklukta yeni yıl beklentisinin sevinç ve heyecanı vardı. Takvimlerde artacak her rakam, büyümenin gurur ve hazzını getirirdi. Bu gün ise biten her yıl organlardaki gerilemenin sıkıntısını, sona yaklaşmanın işaretini verir oldu.
Çocukluğumun gazetelerinde yeni yılın ilk sayısı her günkünden farklı ama her 1 Ocakta benzer tertipli birinci sayfa ile çıkardı.  Tam sayfada renkli olarak; yaşlanmış, sırtı kamburlaşmış, eli bastonlu eski sene, üzerinde bombalar patlayan yer küreyi terk ederken yukarılardan veya sonsuz gibi görünen bir merdivenden küçük bir bebek olan yeni senenin hiç tanımadığı, bu badireler dolu dünyaya gülücükler saçarak gelişi resmedilirdi. Bazen Noel Baba figürü de eşlik ederdi bu kompozisyona. Bizler de yılın ilk haftası resim dersinde ev ödevi olarak verilen “yeni yıl” konusunda bu kompozisyonlardan kopya çekerdik. Daha sonraki sayılarda veya hafta sonu eklerinde geçmiş yılın önemli olaylarını, kişilerini kronolojik olarak sıralama ve hatırlatma geleneği halen devam etmekte. Hatta TV programları bu diziyi görsel olarak sunmaktalar.
İnsanlar çok eski yıllardan bu yana belli periyotlarla süregelen doğa ve gök olaylarını gözlemiş, değişimin başlangıç ve bitim zamanını belirleme gereğini duymuşlardır. Doğal olarak, güneşe veya aya endeksli 12 aylık (nadiren 13)  zaman dönümünü yeni yılın başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. 
 Eski Roma’da rahiplerin vergi ödeme tarihlerini diledikleri gibi saptadığı yılbaşı; Jül Sezar tarafından MÖ. 45 yılında 1 Ocak olarak sabitlenmiştir.  1582‘de Papa Gregorius XIII tarafından revize edilerek Gregoryen takvimi adını alan sistem de yılbaşını 1 Ocak olarak benimsemiştir. İngiltere Parlamentosu 1752’de bu takvimi kabullenerek 25 Mart olan yılbaşını 1 Ocağa çekmiş, 1918’de Rusya, 1923’de Yunanistan bu uygulanmaya katılmıştır.
İslamiyet öncesi Türk kavimlerinde 12 aylık güneş takviminde her ay ve her yıl farklı bir hayvan ismi taşır ve yeni yıl sıçgan (sıçan) ayı ile başlardı. Müslümanların kullandığı ay esaslı Hicri Takvim Hz. Muhammed’in ölümünden sonra günlerin hesaplanmasında doğan bazı anlaşmazlıklar üzerine Hz. Ömer tarafından tanzim olunmuş bir sistemdir. Başlangıç tarihi olarak 17 yıl evveli,  hicreti esas alıp yılbaşı da Hz. Alinin teklifi ile hicretin vaki olduğu Muharrem ayı olarak benimsenmiştir. Ki; miladi tarihle 16 Temmuz 622’ye tesadüf eder. Müslüman ülkeler başlangıçta bu takvimi ve yılbaşını benimsemekle beraber Abbasiler farklı bir takvim, Selçuklular Celâli takvimi, 1302’de Gazal Han döneminde yılbaşını Nevruz      (21 Mart) olarak kabul eden takvimi kullandılar.  O günden bu yana Afganistan’da ve 1925’ten bu yana İran’da Nevruz resmen yılbaşıdır. Osmanlılar uzun yıllar Hicri Takvim ve 1 Muharremi yılbaşı olarak kullandılar. Karşılaşılan bazı güçlükler neticesi1740’da dini günleri hicri, mali olaylarda yılbaşını 1 Mart olarak belirleyen Rumi Takvim yürürlüğe girdi. 1917’de Miladi Takvim kabul edildi. Cumhuriyetten sonra, 25 Aralık 1925’te kabul edilen bir kanunla 1 0cak 1926’dan itibaren Gregoryen Takvim yürürlüğe girmiş,  üç yılbaşılı üç takvim karmaşasına son verilmiştir. Yine de eski nüfus kayıtlarında veya mezar taşlarında 1318 doğumlu 1992 ölümlü 674 yıl yaşayan insanlara rastlıyoruz!
Miladi takvim Hz. İsa’nın doğumunu takvim başlangıcı olarak kabul eder ve bütün tarihi kayıtlarda MÖ.- MS. Simgeleri münakaşasız kabul bulur. 1 Ocağın yeni yılın veya miladi takvimde 1 yılının başlamasının, İsa’nın doğum tarihi olan 24 Aralık günü ve Noel yortusu ile bir ilgisi yoktur. Noel kutlamaları 28 Kasımda başlayıp art arda dört hafta, dört Advent’le süregelen ve 24 Aralıkta sona eren kutsal günlerdir.     Esasen doğu Hıristiyanları 354 yılına kadar Noel yortusunu 6 Ocak tarihinde kutlamakta idiler.
Noel yortusu dolayısıyla süslenilen ve ışıklandırılan Noel Ağacı ilk defa 1605’ de Almanya’da yazımlara girmiş, XIX yy. ortasında Fransa’ya oradan batı ülkelerine yayılmıştır. Yılbaşı ile ve yılbaşı kutlamaları ile bir bağlantısı yoktur.  Yine Hıristiyanlarca Noel gecesi (25 Aralık) Noel çamı dibine uslu çocuklara şekerleme ve oyuncak bırakan Noel Baba (yaramaz çocuklara ise Kırbaççı Baba tarafından değnek bırakılır) ile yılbaşının dinsel ve tarihsel bir ilgisi yoktur.  Yirminci yüz yılın tüketim ekonomisi birbirine yakın Noel ve yılbaşı kutlamalarını hediyelik eşya satımı ve ekstra harcamalar için çok iyi kullanmış ve bırakınız batı âlemini dünyanın büyük bir kesinimde aralık ayını en yüksek cirolara ulaştırma başarısına erişmiştir.
Prof. Muazzez İlmiye Çığ Hanım’ın anlatımıyla;  çam ağacı süslemek tamamıyla Türk âdetidir. Türkistan'da hayali bir ağaç varmış, yerin göbeğinden göğe kadar yükseldiği tasavvur ediliyor. Adı  “hayat ağacı” ve bu ağacı başka yerde yetişmeyen, kışın da yeşil olan Akçam temsil ediyor.  Bir Akçam’ı getirip eve koyuyorlar, altına o sene Tanrı onlara güzel şeyler ve güzel bir yaşam verdi diye O’na hediyeler, dallarına da ertesi sene için niyaz ettikleri, adak olarak istedikleri şeyler için paçavra veya kurdele koyarlarmış. O günlerde büyük bayram, şenlik yapıyorlarmış. Aileler toplanır, büyükler ziyaret edilir, özel yemekler yenilir, güzel elbiseler giyilirmiş.( Nardugan Bayramı)  Bu adet Türkler yoluyla Avrupa'ya geçmiş.
Ülkemizde tamamen Hıristiyan âdeti olan Noel Çamı süslemesi özentisi ve Noel Ayini için St. Antuan Kilisesini kendi cemaatine yer bırakmayacak bir saygısızlıkla doldurma gayretini ise anlamak imkânsızdır.
Kanımca; iyi günü ile kötü günü ile geçmiş bir senenin ardından yeni bir umut, yeni bir beklenti, yeni bir rızk ile gelmesi temenni edilen Yeni Yılı neşe içinde karşılamak, aile bireyleri, dostlar, arkadaşlar ile birlikteliğe vesile kılmak niyeti ile yapılan, yeni yıl kutlama ve toplantılarını Hıristiyan inanışları ile endekslemek olası değildir. 
Eğlencenin şekli ve dozu ise inanış ve anane ekseninde bireylerin tercihidir.
Nice yeni yıllara...

 



23 Aralık 2017 Cumartesi

MAHALLE III-

           “Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
            Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.”
            Y.K.Beyatlı
           
       
Enkaz kamyonları meydanlıkları ve beraberinde BİZİM OYUNLARIMIZI da götürüp yok etmeden önce Bizim oyunlarımız vardı. Genelde aynı yaş guruplarının katılımı ile oynanan...  Oyunlarımız yöresel farklılıklar gösterse de benzer karakterleri taşırlardı.
Grup Oyunları ebe seçimi ile başlar; ya her parmağa bir oyuncunun adını verip parmak seçmekle ya “ Aya maya kumpanya. Bir şişe şampanya.” Özel bestesini söyleyerek, bir halkanın merkezine birlikte salladığınız ellerinizi avuç içiniz yere veya havaya bakarak durduğunuzda, çoğunluktaki benzer pozisyondakilerin ayıklanıp sona kalanın ebe olması ya da sayma ile yapılır. Birisi halka olan kızları önce ağzına soktuğu işaret parmağı ile göğüslerine dokunarak ve her hecede bir sonrakine geçerek çeşit tekerlemelerle sayar.  Cümlenin bitimindeki kişi çıkar. Sona kalan ebedir.
“Oooooo iğne miğne ucu diğne...”,“Yüzbaşının atları kişniyor...” vb. Erkeklerin saymaları biraz kabadır.  “Kim osurdu, bit osurdu. Yongalandı yola düştü. Pancar pişti burnu şişti. Fransız tos: ingili badem pos...”                                                                          Hile Olasılığına karşı saymaya yerden, havadan ve duvardan başlama yolları vardır          Başka ilden gelen her yeni çocuk yeni bir oyunu veya bilinen oyunların farklı bir versiyonunu da beraberinde getirir. Veya sizin ilinizde bulunmayan bir marka gazoz kapağını. Gazoz kapakları, yere çizili bir üçken içeresine yan yana dizilir. Her oyuncu için eşit sayıda ve kıymette. İki üç metre uzaktan sıra ile atacağınız kaydırak taşı ile çizgi dışına çıkartacağınız kapaklar sizin olur.  Küçük kupür kapağınız yoksa, Binlik bir Fertek gazozu kapağı bozdurursunuz. Birçok ellilik Kızılay, beşlik Bira, birlik sarı kapağınız olur.  Üst boyası çizilip matlaşanlar değer kayıp eder, aynen para gibi.
Sigara kapağı da tıpkı böyle oynanır.  O zamanlar sigaralar üstten açılan mukavva kutularda satılırdı. Baskılı üst kapaklarını biriktirirdik. En çok bulunan kahve renkli Bafra Maden,  sonra Hanımeli, Gelincik, Yenice, Büyük Kulüp…     En kıymetliler; mavi zeminde iki süvarisi ile Sipahi Ocağı, çok nadir olarak daha büyük boyutlu Mebus sigarası.   Sanırım yüz binlik idi.
Benzer oyun Aşık ile de oynanır.  Aşık koyunun diz kapağından çıkan, iki santim boyunda bir santim eninde, köşeleri pahlı, ortası çukur, dikdörtgen prizma bir kemiktir.  Yüzlerce ậdi aşığınız, bir iki tane de seçkin aşığınız bulunur. Yöresine göre,  Pele, Enik, Bey, vs. ismini taşıyan bu dengeli kemiği yerden bir karış yukarıdan döndürerek atarsınız. Düştüğünde en az girintili yüzeyi üzerinde devrilmeden durur, yani Cuk Oturur. Ve de ortaya sürülmüş aşıkların tamamını kazanır, üter.  Kabadayılar bu yolla kumar da oynarlar.
Masum oyunlar olduğu gibi tehlikelileri de vardır.  Bir şişe suyun içerisine bir parça karpit atılarak asetilen gazı üreterek şişe tıpasını attırmak gibi.
Beş taş oynardık. Kesme şeker boyu seçilmiş beş adet çakıl taşı yere saçılır.  Ele alınan bir tanesi elli santim kadar yükseğe atılır, düşüş süresince yerdekiler evvela bir, sonra iki, üç ve dörtlü olarak avuç içeresine toplanır ve ilk taş düşmeden aynı dolu avuçla yakalanır. Sol elin baş ve işaret parmakları ile yere yapılan köprü altından taşları birden başlayıp artan guruplarla geçirerek devam edip giden ve gittikçe zorlaşan figürleri vardır.
Yumruk büyüklüğünde bir taşı başlama noktasından biraz uzağa atarsınız. Rakibiniz kendi taşı ile sizinkini vurabilirse, başlama noktasından taşın bulunduğu yere kadar rakibinizi sırtınızda taşırsınız. Vuramayana değin. O zaman binme sırası size geçer.
Futbol maçları, takım seçimi ile başlar.  Takım kaptanları; Lefter, Şükrü veya Cihat(o dönem üç İstanbul takımının kaptanları)  on metre kadar açılıp her adımda aldım-verdim hitabı ile birbirlerine yaklaşır. Son adımlar yarım, burun gibi küçülerek, karşıdakinin ayakkabısına ilk değen, ilk seçme hakkını kazanır.  Ve as oyuncuları toplar. Eğer özel bir topunuz varsa bu seçmeye katılmadan takıma girme hakkınız vardır. Tıpkı oyunun en canlı anında “Babam geliyor.” diyerek topu alıp gitme hakkınız olduğu gibi.
        Maçtan önce slogan mücadelesi yapılırdı.
       “Fener çıktı sahaya, topu dikti havaya…”
       “Fener duvardan atladı, Beşiktaş’ın ödü patladı…”
       “Bahçelerde haşhaş, kova Beşiktaş...”
“Galata köpeklere salata…” Ve benzerleri bir ağızdan haykırılırdı. Karşı taraf slogan bulamayıp susana değin.  O zaman galip tarafça;
“Yakıştıramadın yancığına, bin eşeğin kancığına...”  Tiradı hep bir ağızdan ve tempolu bir şekilde okunup ilk atışlar yapılırdı. Maç bitiminin de benzer bir seremonisi vardı. Daha küçükler, saha kenarına dizilip kaçan topları getirme şerefine erişmeğe hazırdı! 
Grup oyunlarından bir tanesi Kuka’dır.  Eldeki sağlam değnekler ile bir kemik başı veya konserve kutusuna vurularak karşı tarafın sahasına geçirilmeğe çalışılır.  Bir tür Kriket gibi.  Aynı değnek ile ki bu oyunda adı Çomak’tır, karşı takımın size attığı, otuz santim boyundaki sopaya  -Met veya Çelik- hızla vurarak çizgiyi aşırmaya çalışırsınız.
Met yere düştüğünde, çomakla üst teğetinden kendinize doğru çektirir ya da ucuna hızlı bir darbe vurursunuz. Havalanan mete birincide başınız üzerine ikincide uzaklara gidebilecek gibi ölçülü vuruşlar yaparsınız, havadaki sizin metinize karşı takımdan birisi vurup yönünü değiştirerek sizin sahanıza düşürürse hem el geçer hem de puan alırlar.
Bir başka gurup oyunu Birdirbir’dir.  Önce sıra tayini yapılır.  En sona kalan ayakları bitişik, elleri dizlerinde boynunu bükerek durur.  Önce bir numaralı oyuncu -ki adı Usta’dır- birdirbir diyerek atlar. Arkadan gelenler ustanın dediğini ve yaptığı figürü aynen tekrar zorundadır. Sonra ikidir iki ve ilâhir... Yanlış yapan veya atlayamayan yanar, yatar. Kalkan da en arkaya geçer.  Ustanın sözlerini;
“Ustamın dediği, yağlı börek yediği”  veya çok kere “ustamın dediği (...) yediği” şeklinde daha müstehcen de söyleyerek oyuna renk katarsınız.  Atlama sayısı yükseldikçe hareketler zorlaşır ve arka sıradakilerin handikabı artar. Figür seçimi ustanın inisiyatifinde olmakla beraber sekizim seksek, dokuzum durak gibi değişmez basamaklar vardır.   Sekiz de, yere tek ayaküstü inilir.  Usta önde takım arkada sekerek bütün mahalle dolaşılır.  Kondisyonu yüksek ustaya düştü iseniz, iflâhınız kesilir. Dokuzda ise, atlayan atladığı noktada sabit kalır. Sonra atlayanlar duranlara hiç değmeden basabilecek ve atlayabilecek açıları bulmak zorundadır.  On beşte her atlayan ayrılmadan ebenin yanına sıralanarak yatar.  Atlama beygiri uzar da uzar. Beş altı kişiden sonra bu barikatı ancak üzerlerinde takla atarak aşabilirsiniz.  Yatan yönünden en ağır sayı yirmidir.  Mektup Göndermece;  Yatanın etrafına bir metre çapında bir daire çizilir.  Usta atladıktan sonra;
        “Bu hokkaya banması” diyerek uygun bir yerine parmak atar.
        “Bu mektup yazması” sırtını yazıhane gibi kullanarak hayali kâğıda elle yazar,
        “Bu damgası” sırtına bir yumruk vurur,
“Buda göndermesi”  gardını almış yatarı tek bir diz darbesi ile daireden dışarı çıkarmaya çalışır. Ve tabii bütün sıradakiler de tekrarlar aynı hareketleri… Daireden çıkaramayan yatar.
Bu oyunun bir benzeri duvar dibine oturan birisinin apış arasına ikincinin başının, onun bacak arasına üçüncünün  ve devamla sonrakilerin başının sokularak oluşturulan diziye, eşit sayıdaki rakip takım erlerinin  art arda binmesi ve belirli figürlerle yıkılmadan dayanması esasına kurulu, Uzun Eşek’ tir.
Genelde, kızlı erkekli oyunlar azdı.  Mesela saklambaç, köşe kapmaca gibi.  Ya da ebenin duvara dönerek ön-dö-truva diye ellerini duvara vurup geri döndüğü anda hareket halindeki birini tespit ederek ebe yapması gibi.
Mahalleye yeni taşınan güzel bir kız varsa, müşterek oyunların trend’i birden yükselirdi.
Kızlar daha çok kapı aralıklarında evcilik, yerde altın var veya sokak aralarında top oynar, ip atlarlardı.
İpi iki elinizle tutup ister durarak ister koşarak tek başınıza atlayabilirsiniz.  Ya da yangın alayı yaparsınız. Uzun bir urganı iki kız iki ucundan tutar, büyük bir yay çizercesine, yere bir noktada değdirerek döndürür. Sıraya giren kızlar hiç ara vermeden ve öndeki sıra başının figürlerini tekrarlayarak atlarlar.  Takılan yanar, ipi tutmakla cezalanır. İpi bırakan ise sıranın en arkasına geçer.  İki ipi aynı zamanda ters yönlerde çevirerek çapraz atlama,  daha beceri ister. Bazen bir abla bu atlamaya talip olur.  Dönen yay biraz yükseltilir. Abla, küçük kızların hayran bakışları arasında önce basma eteğinin arka iki ucunu elleri ile kalçasının biraz altında tespit eder, sutyensiz memelerini de beraberinde hoplatarak atlamaya başlar. Uzun saçları havalanır.
         -Daha hızlı döndürün, daha hızlı... Daha hızlı...
Her zıplayışta güneş görmemiş, beyaz diz kapakları ve diz ardı çukurları bir görünüp bir kaybolurlar. Oğlan çocukların ilk cinsel dürtülerini harekete geçirecek bir “Fahriye Abla!” her mahallede vardır. 
Veya seksek oynarlar.  Yere çizilen (T) veya (S) ya da yılankavi yollar küçücük karelere bölünür. Bu odacıklara tek ayağınızla, sekerek girer çizgiye basmadan diğer odacığa geçersiniz.  İkinci turda ekmek dilimi gibi bir taş veya kiremit parçasını yine sekerek ve ayakkabı burnunuzla itekleyerek odacıklara taşırsınız.  Kaydırak çizgide kalırsa ya da çizgiye basarsanız yanarsınız.  Bütün puanlarınız sıfırlanır.  Etabı bitirirseniz, kama basar’sınız.  O zaman arkanız dönük attığınız kaydırak hangi kareye düşerse, orası sizin kale’nizdir.  Siz burada basar, dinlenirsiniz, başkaları ise burayı atlayarak geçmek zorundadır.  Yan yana ne kadar çok kaleniz varsa diğerlerinin işi o kadar zorlaşır.
Aynı çizgi dizilerinde iki elinizle gözlerinizi kapayıp kipi sonra açarak nos        komutları ile kipi-nos’da oynanabilir.
        Bir grup kız el ele tutuşup halka oluşturur ve dönerler.
        “Kutu- kutu pense.  Elmayı yerse. Matmazel Aysel arkaya dönse.”
Aysel ters dönerek halkadaki yerini korur. Sıra ile herkes döner. Bu defa matmazellere “öne dönse” komutu verilir.
Karşılıklı çiftlenmiş, elleri başlarının üstünde kenetlenmiş koridorun altından bir çift kız eğilerek geçerken koridor kapatılır.  O zaman koro  başlar;                                                  “Aç kapıyı bezirgân başı, kapı hakkı ne verirsin?”  Bağışlanan bir değerle kapı açılır.
Daha küçükler güzellik mi-çirkinlik mi oynarlar.  Bir halka teşkil ederek oturan gruptan, ebe bir kızın adını söyler.  Adı çağırılan sorar;
“Güzellik mi çirkinlik mi?”  Ebenin tercihine göre şuh veya acube mimikler takınılır. Beğenilirse sıra atlar, beğenilmezse ebe olur.
Şimdi dijital dünyanın her gün bir yenisini ve daha pahalısını piyasaya sunduğu zaman ve para canavarı aparatlar var.
         BİZİM OYUNLARIMIZ VARDI...
         Ya oyuncaklarımız? Olmaz olur mu? Gelecek yazımda…



22 Aralık 2017 Cuma

NOEL BABA

Yarın gece Noel. Bütün Hıristiyan dünyası hatta özentili başka kültürler Noel ve ağırlıklı olarak Noel Baba ile yoğun.  Peki, kim bu Noel Baba?

Noel Baba, Noel gecesi veya sabahında iyi ve güzel huylu çocuklara hediyeler getirdiğine inanılan mitolojik bir karakterdir. Her ülkenin mitolojisinde farklı ismi olan Noel Baba'nın, dünyada en yaygın olarak bilinen ismi Santa Claus veya. Saint Nicholas'dır.

Aziz Nikolas, MS 250 yılında, Anadolu’da Likia bölgesi Patara’da dünyaya gelmiştir. Büyüdüğünde, amcası onu Tanrı’nın hizmetine davet eder ve bu iş için çok istekli olduğunu görünce, onu papaz yapar. Ebeveyni öldüğünde ona büyük bir servet bırakırlar. Servetini satıp elde ettiği tüm paralarını zayıf ve fakir olanların ihtiyaçlarını karşılamak için harcar, dul kadınları ve öksüzleri besler, çocuklara devamlı hediyelerde bulunur. 
Komşusu çok zengin bir adam varlığını kaybeder. Kızlarının drahomasını karşılamak üzere onları geneleve vermeği düşünür ki;  bu fikir Nikolas’ın kulağına gelir.  Bir gece elindeki tüm altınları yün çorabına doldurup, komşusunun bacasından aşağı atar. Ertesi sabah da Kudüs’e gitmek üzere limandaki bir Mısır teknesi ile ayrılır, yok olur. Kudüs’te bulunduğu yıllar içeresinde tanınan çorabı yüzünden deşifre olur ve aziz olarak anılmaya başlar. Böylece Nikolas- baca- çorap üçlemesi ritüele girmiş olur.  
Yıllar sonra dönüş yolunda ciddi bir fırtına çıkar. Nikolas, Tanrı’ya dua eder, rüzgâr durur. Deniz sakinleşir. Patara’ya indiklerinde Rus gemicilerin anlatımları ile Aziz’liği iyice pekişir. Patara yakınındaki, Myra (Demre) adlı şehre Başpiskopos yapılır. Hıristiyanlar Aziz Nikolas’ın anısına büyük bir kilise yaptırırlar. MS 6 Aralık 343’ de öldüğünde bu kiliseye defnedilir.
11. yüzyılda İtalya’nın Bari şehri papazlarından biri Aziz Nikolas’ın naaşını oraya nakletmek ister. İtalyan denizciler, Myra'dan aldıkları kemiklerini, Bari’de Aziz Nikolas adına inşa edilen, kiliseye taşırlar.   Saint Nicholas'un efsaneleri Avrupa'ya yayılır. Orta Çağda onun isim günü olan 6 Aralıkta (Yılın 364 günü Hristiyan aziz ve azizelerine paylaştırılmıştır. O gün doğan çocuklarına onun adını ön isim olarak koyarlar. Aziz ve Azizelerin sayısı o kadar artar ki; günü kalmayanlar için 1 Kasım tarihi bilinen ve bilinmeyen tüm azizlere tahsis edilir ve Azizler Günü olarak kutlanır. Günümüzde “Halloween =cadılar Bayramı”)  onun anısına çocuklara hediyeler verilmeye başlanır. Zaman içerisinde bu tarih Noel’le çakıştırılarak 24 Aralık olmuştur.
Her ne kadar eski kilise duvarlarındaki tasvirlerinde beyaz sakallarının olduğunu görülse de kıyafeti tabii ki piskopos cübbesidir. İlk önce 1881 yılında karikatürist Amerikalı karikatürist, Thomas Nast’ın (1863) çizgileriyle farklı bir imajla tanıtılır. Bundan sonra bu imaj Kanada ve Amerika Birleşik Devletlerinde çok popüler olur.
Kilise bazı efsaneleri ve mucize söylemlerini kilise menfaatleri ve ona bağlanmayı temin için kullanmayı çok iyi becerir. Çocukları kazanmak için Nikolas da hediyeler vesile edilerek, Hristiyan çocukları üzerinde başarıyla kullanılır. Amerika ve Avrupa sermaye dünyasının da yeni pazarlar yaratmak, pazarı genişletmek yolundaki çabaları benzerlik gösterir. İşte bu iki güç Nikolas ve çocuklara hediye konusunda hedef ve kazanım birlikteliğini gerçekleştirir. Bu ritüeli Noel Yortusu ile de senkrona ederek bir Noel Baba figürü yaratırlar.  Ama Noel Aralık ayında, kış ortasındadır. Nikolas ise Akdenizli ve sıcak iklim karakteri.  İşte o zaman İsveç’te Viking inançlarından türemiş Yul Günü kurtarıcı olur.  Yul Günü; Viking inancında 12 Aralık gününde çocukların evden eve dans ederek dolaşıp yaşlılardan hediye aldıkları gündür.  Ve bu gün kuzey Avrupa’da günlerin uzamaya başladığı gün olup yeni yılın da başlangıcı sayılır.  Kuzey ülkelerinde ve özellikle İsveç’te Noel zamanına Yultid denir ki “Noel zamanı” anlamındadır.
Böylece yeniden yaratılan Noel Baba kuzeyde bir yerde yaşamaktadır. Bütün kıtaya, hatta okyanus ötesine ulaşabileceği bir araca gereksinimi vardır.  Doğal olarak bu araç kızaktır ve onu Ren geyikleri çeker. Üstelik kızağının uçma yeteneği de vardır.  Gelişen inşaat stilleri ve ısınma aracı olarak artık evlerde ocak yoktur dolayısıyla baca da; ama ne gam Noel Baba evlere balkondan, pencereden hatta duvarlardan geçerek girme yeteneğindedir! Dilekler ve çoraplar Noel Çamı dibine de bırakılabilir. Noel Baba’da hediye paketlerini (tabii ebeveynin önceden hazırladığı) Noel Çamı dibine bırakacaktır!
Bir de Anti Noel Baba var; Kırbaççı Baba.  Hristiyan ülkelerinde küçük farklılıklarla da olsa genelde 5 Aralık gecesi veya Noel Baba ile birlikte dolaşır huş ağacından uzun bir sopa taşır, Noel Baba uslu çocukları hediyeleriyle ödüllendirirken, yaramazlık yaptığı söylenen çocukların üzerinde kullanmaktan hiç çekinmez. Orta Avrupa’da,  Krampus,  Fransa’da Pére Fouettard.
Noel Baba’nın dünyasında yaratılan detay o kadar çok ki,  önceleri kızağını çeken tek geyik, kırmızı burunlu Rudfolf iken geyiklerin sayısı arttıkça arttı. Bunların oyuncakları, boyama kitapları, modeller, kızaklar, Noel Baba kıyafetleri vitrinleri doldurdular. Noel günleri oyuncak mağazalarında bir koltukta oturan şişman Noel Baba çocukları kucağına almaya, onları kutsamaya başladı.  Dükkânların kapılarında çan çalan beyaz sakallı Noel Babalar konuşlandı. Neden çan? Tabii kızağın bir ses cihazına ihtiyacı vardı. Korna çalacak değildi ya, kızağın küçük bir bir çanı vardı ve bu çan Kilise imajı ile de özdeşleşiyordu.  
Kapitalizm dünyası yıllar boyu yaratma gücü ve becerisini kullanarak bu özellikleri geliştirip pazarladılar.  Reklam dünyası ve enstrümanlarının çok katkısı oldu. Başlangıçta ülkeler arasında kıyafet ve davranış farklılıkları olan Noel Baba 1930 yılında günümüzdeki imajına kavuştu. 1929’da dev ekonomik kriz Amerika'da birkaç gün içinde her şeyi alt üst etti (bir hafta içinde 4 bin banka ve binlerce irili ufaklı şirketin iflas ettiği ülkede insanlar buldukları arsalarda sebze yetiştirip takas ederek yaşamda  kalmaya çalıştılar) ve on yıl sürdü... Bu derin bunalımın insanları sürüklendiği sert depresyondan korumak (!) için sinema ve reklam sektörü kolları sıvadı.  Bu meyanda; Krizden çok etkilenen Coca-cola Şirketinin reklam kampanyasında İsveçli Haddon Sundblom'un resimlediği NOEL BABA, COCA-COLA’NIN ÖZEL RENKLERİ; KIRMIZI, BEYAZ VE SİYAH RENKLERDEN oluşmuş bir giysi içindeydi. Tabii uzun beyaz sakalı ve beyaz saçlarını koruyordu...
Dünyada çok geniş bir pazar payı olan, son yıllarda imal ettiği Noel Baba oyuncakları ile bu pazardan pay kapan Çin bile varken biz, ne yazık ki Patara doğumlu Noel Baba’dan istifade etmenin yolunu bulamadık. Bir dönem onun adını (Nail Baba) yapma, başarısız saçmalığı dışında.




21 Aralık 2017 Perşembe

TAKVİM


Çocukluğumda aralık ayı ile birlikte kırtasiyecilerin, gazete bayilerinin, hatta tuhafiyecilerin duvarlarını renkli, cami resimleri, çiçek demetleri, manzaralar basılı kartonlar ve camlarını “Saatli Maarif Takvimi geldi” ibareleri doldururdu. Tükeneceği korkusu ile erkenden, bir karton beğenilir, büyük veya küçük boylarından biri tercih edilerek her eve ve iş yerine takvim satın alınırdı. Her gün için bir yaprak olarak düzenlenmiş; yıl, ay, gün dışında saat resimleri ile namaz vakitleri işaretli, Hicri, Rumi, Miladi yıl ve ayları, günün uzama kısalmasını, hava durumunu bildiren bu blok uzun bir çivi ile kartonun arkasından,  alt ucuna mıhlanırdı. Her sabah bu yapraklardan bir tanesi kopartıldıkça blok incelir, yıl ortalarında ucu çıkan çivi her gün biraz daha uzardı dışa doğru. Çocukların büyük hevesine rağmen, takvimi koparma yetkisi büyüklere, genelde dedelere aitti. Okulda her sınıfın ortaklaşa aldığı takvim yaprağını koparma görevi ise mümessile verilirdi. Arka yüzler o gün doğanlara verilecek isimden yemek listesine, ayet, hadis meallerinden pratik bilgilere, günün tarihi olaylarından büyük adamların biyografilerine, burçlara, fıkralara, mânilere, atasözlerine, vecizelere kadar geniş bir yelpazede bir küçük ansiklopediydiler. Şiirler, makaleler dışında  “Arkası yarın” dip notlu devamlı hikâyeler yer alırdı.  Yılın son günü hikâyenin en heyecanlı yerinde ise “arkası gelecek yılda” kötü sürprizi ile karşılaşırdık.  Yeni yıldan günlerce evvel alınmış yeni takvimi açıp hikâyenin sonunu öğrenme çabamız ise büyükler tarafından büyük bir disiplinle önlenirdi.   Bazı evlerde takvimin yanına çakılan bir çiviye takılarak toplanan bu sayfalar başkalarının da istifadesine sunulurdu. Ayrıca sınıfça bir takvim de yapılırdı. Bu takvim sınıflar arasında bir rekabet ve yarış konusu bile olurdu.  Önce ana karton için kompozisyon seçimi ile başlanırdı işe. Desenin seçimi için sınıf içinde bir yarışma tertip edildiği olurdu. Kesilip hazırlanan küçük fişlere çini mürekkebi ve damgalı divit ucu ile Ay, Gün adları ve 1 den 31’e kadar rakamlar yazılırdı. Bu fişleri içine koyacağımız cepler yapılırdı kartona. Günlük değişim işlemi yine ya sınıf mümessili ya da “Takvim kolunun” görevi idi. 1950’li yıllarda Bursa Çarşısı’nın bir İsmail’i vardı. Her sabah erkenden çarşının bir ucundan öbür ucuna bütün dükkânları sıra ile dolaşır, aylık takvimlerin o günkü karesini çarpı ile iptal eder, günlük yaprakları kopartırdı, ciddiyet ve sadakatle. O gelmeden kopartılmış yapraklar için suçlayan ve üzgün bakışına muhatap olamamaya itina ederdi bütün esnaf.    İlkokulda resim ödevlerimizin ev tema’sında ya da sınıf dergisinin kapak resminde duvarda takvim figürü olmazsa olmazıydı. Tıpkı dikdörtgen prizma “Şakir Zümre sobası” gibi. Gazete okuyan beyaz, top sakallı dede, yün ören gözlüklü nine, kuyruğu kıvrık uyuklayan beyaz kedi gibi.  Tek rakibi “Ziyyad Ebüzziya Takvimi” olan bu nostaljik yayın yıllar içinde artan taklidi ve benzeri yayınlar,  reklâm amaçlı bol dağıtılan aylık takvimler sebebi ile duvarlardaki itibarını yitirdi, kırtasiyeci vitrinlerinden yok oldu. Son yıllarda rahmetli annemin tiryakilik derecesindeki alışkanlığını karşılamak için, ancak belli satıcılarına önceden sipariş vererek temin edebilir olmuştum.Şimdi kahvehane ve tamirci duvarlarını yan yana onlarcasının kapladığı aylık takvimler ise ulaşılması güç ve sahibine ayrıcalık sunan nesnelerdi. Genelde Avrupa ilaç fabrikalarının, Pan Amerikan Hava Yollarının, radyo markalarının kuşe kâğıda basılı, İsviçre ve Alp manzaraları camlanıp duvarlarımızı süslerdi yıllarca; ayın bitip de koparılması özlemle beklenerek.İş bankasının mudilerine dağıttığı küçük cep ajandaları vardı; çeşitli bilgiler yanında her sayfasında üç gün için not olanağı tanıyan. Buna sahip olamayanlar küçük ajandalar veya not defterleri satın alarak taşırdı ceplerinde. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki okuma yazma seferberliğinin ardından edinilmiş bir alışkanlıkla; ceket üst cebinde yan yana birkaç kalem taşımak, konuları anında not defterine gösterişli bir eda ile kayıt etmek bir kesimce imaj ve prestij vesilesi sayılırdı.Takvim, zaman göstergesi olma dışında bir kültür kaynağı hizmeti verdi yıllarca ülkemize. Selâm olsun o günlere... 

17 Aralık 2017 Pazar

BİR MASAL


İlk çamaşır makinemiz (!) Hanife Abla markalı idi.  Rahmetli Hanife Abla her on beş günde bir, dağ gibi yığılmış çarşaflarımızı çamaşırlarımızı yıllar boyu yıkadı, pakladı; el derileri sıcak, sodalı sular içinde kızarmış, parmak izleri yumuşayan parmak uçlarında derin çukurlar oluşturmuştu.  Beyaz çamaşırlar önce çamaşır kazanlarında Kil ve çamaşır sodası katımı (sodyum karbonat) ile uzun süre, bir tahta kürekle karıştırılarak kaynatılırdı. Kil bakkal dükkânlarında kaya parçaları gibi, iri topaklar halinde, kilo ile satılan limonküfü yeşili bir toprak cinsidir. Suda kolayca erir.  Yağ çözücü ve temizleyici özelliği ile baş yıkamaktan çamaşıra kadar geniş bir kullanım alanı vardı.   Çamaşırlar tahta kürek yardımı ile nakil edildikleri galvaniz leğenlerde sabun kalıpları ile ovalanır, çitilenir, çalkalanır, durulanır, son suyuna da çivit katılırdı. Çivit (Çığıt) Hindistan ve Yemen’de yetişen bir bitkiden çıkarılan mavi renkte bir kök boyadır. Toz haline getirilip yarım kibrit kutusu boyunda kalıplar halinde sıkıştırılmış olarak satılırdı,  lacivert elişi kâğıdı ambalajlarında ve Öküzbaş markası ile.  Suda erir ve az miktarda katıldığı su ile durulandığında beyaz çamaşırlara mavi bir beyazlık sağlar, sarılıktan kurtarır.
Sabunlar, el sabunu dışında,  kullanıldığı zeytinyağın kalite ve saflık derecesi ile orantılı olarak beyaz, yeşil ve sarı renklerde olurdu. Beşer kiloluk jüt çuvallarda veya kalıp olarak, kilo ile satışa sunulur çabuk eriyip yok olmaması için iyice kurutulduktan sonra kullanılırdı. İmalât esnasındaki kırıklar rendeden geçirilerek granül halde torbalarla satılır, çamaşır ve bulaşık yıkamakta kullanılırdı.
Bekâr erkeklerin ve çalışan hanımların kurtarıcısı Tursil’di. Bir İngiliz kuruluşu olan İzmir’deki Turyağ fabrikalarının, sabun kırıkları ile çamaşır sodasını karıştırıp pazarladıkları ilk ambalajlı mamul... Akşamdan bir leğen içinde Tursil’li suya basılan çamaşırlar ertesi gün ovalanıp durulanarak kolayca paklanırdı.  Bulaşık ve her türlü temizlik işlerinde yine tenekeler içinde, kilo ile satılan macun şeklindeki Arap Sabunu yüksek temizleme gücü dışında ucuzluğu yönünden de tercih sebebi idi.
Bulaşıkları yaygın yıkama maddesi ise odun külü ve köylülerce merkep sırtında satılan sodalı, ince elenmiş topraktı.  Neden sonra VIM ve bunun Necip Akar tarafından imal edilen, yerli yapımı Fay çıktı.  Ardından sıvı, toz çeşit deterjanlar,  bunların çeşitli katkılıları, renkli, cazip ambalajları ve dayanılmaz reklâmları sardı dünyamızı.
Önceleri pervaneli, merdaneli daha sonra sağ sol çalkalamalı, tamburlu, santrifüjlü, kaynatmalı, akıllı çamaşır makineleri, bulaşık makineleri ev hanımlarının (veya beylerinin!) kurtarıcısı oldular...  
DP’nin iktidara gelişi ile 1950yılı sonrasında ithal malları girdisinde büyük bir patlama oldu. CHP’nin tasarruf ekonomisi politikasından hızla tüketim ekonomisi tercihine geçmiştik. Hazinemizde 2. Dünya Savaşı yılları için biriktirilmiş, büyük çapta döviz ve 127 ton altın stokumuz vardı. Yapılan hidroelektrik barajları sayesinde hemen tüm şehir ve kasabalarımıza gündüzleri de elektrik verilmeye başlanmıştı.  Böyle olunca eskiden sadece büyük kentlerin varlıklı ailelerinde bulunan çamaşır makineleri ve ithal buzdolapları daha geniş kesimlerde de kullanılmaya başladı.  Nadir kimselerde gazayı ile çalışan buzdolapları hatırlıyorum.
Bu beyaz eşyalardan ilk giren markalar; çamaşırda Mielle ve buzdolabında Frijder (Trigidaire) senelerce o nesnenin ismi oldular. Tıpkı Jilet(Gillette) gibi.  Kâmil Tolon’un Bursa’daki evinde oluşturduğu küçük atölyesinde başlayıp, Fahri Batıca’nın desteğiyle oluşmuş Tolon firması, 1954 yılında her şeyi ile yerli Türkiye’nin ilk çamaşır makinesini üretmişti. Ardından saç büro masaları ve dolapları üretimi yapmakta olan Arçelik 1959’da çamaşır makinesini, 1960’da da buzdolabını üretti. Yine ithal Kelvinator marka büyük hacimli, vitrinli dolaplar, önce kasap sonra bakkal dükkânlarının mefruşatı oldular. “Etlerimiz buzdolabındadır” levhaları ile tanıştık.
Ya daha evvelki yılların Türkiye’sinde? Buzdolabının görevini “Kar Dolapları” yapardı. İçi galvaniz kaplı tahtadan bir sandık, alt ucunda birikmiş suları boşaltmak için tahta bir takoz, sabah karcıdan satın alınarak içine istiflenmiş kar blokları... Dağ köylüleri kazdıkları büyük çukurlara ki; bunlara “Kar Kuyusu” denilirdi, mevsimin ilk karını doldurur, basarlardı. Bütün kış iyice sıkışan bu kütleler yarı buzlaşır, bahar aylarında, karların erimesi döneminde kuyuların üstleri hasılar ve saman tabakaları ile ısınan havadan korumaya alınırdı.  Yaz mevsimi gelince de yaklaşık 0.40x 0.40x1.00 metre boyutlarında kesilir, keçe veya çuval parçalarına sarılarak at ve eşeksırtında şehirlere indirilirdi.  Mahalle aralarında bir eşeğin iki yanına yüklenmiş, üzerini örten çuvaldan su damlaları sızan kar kütleleri. Ardında elinde küflü bir testere ile yürüyen karcı; bu testere hem eşeğe vurmak hem de satış anında bir miktar kar kesmek için kullanılırdı. Peşleri sıra mahallenin çocuk güruhu ve art arda gelen;
“Karcı, karın güzel mi?” sorusu...
Zavallı karcılar bu cinaslı sorulara baştan tahammül gösterir ama bir süre sonra,  analarını anarak cevaplarlardı soruyu! Bir tuğla boyutundaki kar parçasına sadece birkaç kuruş bedel ödenirdi 1950’li yıllara gelininceye değin. Veya birkaç dilim ekmek, bu kapınıza kadar getirilmiş emeğe karşılık olarak. Özellikle yaz ramazanlarının hoşaf kâselerine lokma lokma atılırdı kar parçaları. Aslında bir kış tatlısı olsa da pekmez içine kıyılarak kar helvası da yapılırdı, mevsimsiz olarak. Hani Nasrettin Hoca’nın “ben icat ettim ama ben de beğenmedim” dediği kar helvası...  Lokantalara, dondurmacılara, şerbetçilere kalıp olarak bırakılırdı karlar.  Bakkal dükkânları önünde veya seyyar gazozcuların gazoz kasları üzerine yarım kalıp kar bloğu konulurdu. Damla damla eriyerek bütün bir günü idare ederdi bu soğuk kitle.
Bursa’ya kar, şimdi bir kısmı teleferik altından geçen “Karcılar Kestirmesi” yoluyla gelirdi.  Osmanlılar döneminde mirî katırlar sırtında aynı güzergâhtan Mudanya’ya, oradan da mavnalarla İstanbul’a, saraya ulaşırmış.  Evliya çelebi bu karın Karcıbaşı tarafından saray mutfağına, helvahaneye, harem-i hassa, Sadrazam’a, yedi vezire, Şeyhülislâm ve Kazasker’e dağıtıldığını yazar. Sarayı kar ile besleyen,  Bursa’da yaşayan Buzcular Ailesi;  ellerindeki bir ferman ile padişah tarafından, Uludağ’ın karının kendilerine bağışlanmış olduğunu ve hâlâ bu karların ailelerine ait olduğunu iddia ederler.
Bırakınız yaz günlerini, değişen iklim, büyük şehirlerdeki sanayinin,  bacaların, egzozların etkisi ile kış günleri bile kara hasret kaldık. Kar helvasına da. Komşu ve akraba toplulukları ile mâniler türküler arasında,  kar üzerinde kıvam tutturulan keten helvaya da...   
Daha sonraki yıllarda, şehirlerde buz fabrikaları oluştuğunda karın yerini buz blokları almıştı. Bursa’da Selim Süter ve ortaklarının 1934’de kurdukları SAYAS süttozu ve buz fabrikası üretirdi bu buzları. Daha sonraki yıllarda Hamdi Sami Gökçen de bir buz fabrikası kurmuştu da karcılar da muhterem anneler de çıktı söylemlerden!  Buz, satıcılarında daha büyük sandıklarda, birbirlerine yapışmamaları için araları tahta talaşla korunurdu bu kalıplar. Bir veya yarım kalıp satın alınır, bir paket bağlarcasına sicimle sarmalanarak taşınırlardı evlere veya iş yerlerine.
Her ev veya dükkânın bir Testi’si de olurdu soğuk su için. Testici dükkânlarının önlerinde raflarında dizili boy boy, üzerleri kabartma motif veya sırla süslenmiş toprak testilerin su sızdıranları makbul olurdu. Meraklısı, bazı yörelerce meşhur testileri edinmekte iddialı olurlardı. Akşamdan doldurulan testilerin üzerine ıslak bir bez sarmalanır, ağzı bir mendil veya tahtadan yapılmış tıpa ile kapatılır gece ayazına bırakılırdı. Gözeneklerinden sızan ıslaklığın buharlaşması ile sağlıklı bir soğukluk sağlardı testiler. Küçük boylarına Boduç denilirdi.
 Tabii; “su testisi suyolunda kırılır”dı!
Yiyeceklerin sıcaktan korunması için tel dolapları, parça etlerin üzerlerine ıslak bez dolayarak rüzgâr alan açık havaya asılmasının dışında kuyular da soğutma ve koruma görevini üstlenirlerdi.
Her evin bahçesinde, avlusunda bazen zemin katlarında mutlaka bir kuyu bulunurdu su ihtiyacını karşılayan. Etrafı taş örülmüş kuyuların en üstü kuyu bileziği denilen ortası delik bir taş plakayla son bulurdu. Kuyu ağzı tahta veya sac kapaklarla örtülür hem içine pislik girmesine mani olunur hem de üzerine ağır bir taş konularak, özellikle çocuklar için tehlikeli olması önlenirdi. Kışın avlularda biriken kar kütleleri de kuyunun içine kürünürdü.
Kuyudan su çekilmesi ucuna kova bağlı bir urganın elle, makara ile çıkrıkla yukarı alınması ile olurdu. Ya da tulumba yardımı ile. Çeşit tulumbaların en yaygın olanı “Frenk Tulumbası” denilen demir döküm tulumbalardır. Uzun borusunun kuyu bileziği dışında kalan kısmı ancak yarım metre boyunda, hafif eğri kolu tek elle aşağı yukarı hareket ettirilince, iki fazlı melodisi ile öterek, cüssesinden umulmayacak kadar bol su çıkaran aparatlardı. İlk hareketi vermek veya çalışma esnasında durakladığınızda “kaçan suyu yakalamak” için üst deliğinden bir miktar su dökmek gerekirdi. Bu sebeple yanında daima bir konserve kutusu veya bir tas su bulunurdu.
Araba yolları ve kırsal alanlardaki sahra kuyularından su almak için ağaç kaldıraçlar vardı. Bir karış ara ile yere gömülmüş 3-4 metre yüksekliğinde iki ağaç gövdesi, tepe noktasına demir bir mil ile ortasından bağlanmış 5-6 metre uzunluğunda bir ağaç gövdesi daha. Bunun bir ucunda uzun zincir ve bağlı olduğu kova diğer ucu bağlanmış ağır bir kaya parçası ile yere kadar indirilen bir düzen. Zincire az bir kuvvet vererek kovayı kuyuya salar, su dolduktan sonra serbest bırakırsınız. Taşın ağırlığı ile dolu kova kendiliğinden kuyu yanındaki uzun yalağın üzerine kadar yükselir.  Anadolu’nun her yöresinde sıklıkla bulunan bu düzeni Yunan işgal kuvvetleri uçaksavar topu sanıp bombalarlarmış. “Babam öyle derdi!”
Kuyuların diğer görevi;  soğuk kuyu suyuna sarkıtılan ağızları tülbentle bağlanmış su güğümlerini, sepet içindeki bira şişelerini, içine atılmış kavun, karpuzu soğutmak veya su üzerindeki soğuk bölgeye yine sepet içeresinde sallanmış et, yağ, peynir, pişmiş yemekleri soğuk tutmaktı. Bazen urganlar çürüyerek kopar veya elden kaçar sepet veya güğüm dibi boylardı. O zaman uzun bir ipe bağlı bir halkadan farklı yönlere açılan Kuyu Kancası girerdi devreye kurtarma işi için.   Sadece bir iki evde bulunan bu ilk yardım(!) malzemesi bütün mahalleye yeterdi. Derken, gün geldi; “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” artezyenler kuyunun, mazotlu, elektrikli pompalar tulumbaların yerini aldı, kuyu kancası da bodrumlarda paslanıp sonunda hurdacıya satıldılar. 
Önceleri yazlığa taşınılırken iki hamalca omuz askısı yardımı ile götürülüp getirilen buzdolapları yazlığın demirbaşı oldu, kışlığa yenisi alındı.  Erol Toy İmparator adlı eserinde Rahmetli Vehbi Koç’u fabrikadan yazlığa ayrı bir buzdolabı götürmesi konusunda çok güçlükle ikna ettiklerini anlatır.
Tüm beyaz eşya çeşitlerine hurdacılarca bile itibar edilmediği, çöplüğe düştüğü günlere geldik…
“Gökten üç elma düştü”…

.


15 Aralık 2017 Cuma

MAHALLE –V- Bakkal

         
        
Oteller,  Hotel- lokantalar, Restoran ya da Bistro- pastaneler, Patisleri- simitçi fırınları, Unlu mamuller- dükkânlar, Butik- mağazalar, Galeri- bakkallar, Market olmadan evvelki yıllardı: Mahallenin değişmez bir ögesi de bakkaldı.
Zaten söylemde adı “mahalle bakkalı” olarak geçen bu işletme(!)  vadesiz ve faizsiz kredi açmak, kiralık ev veya kiracı bulmak, anahtar bırakılmak, adres tarif etmek, adresinde bulunamayanların postalarını teslim almak, erkeksiz evlerin tavuğunu kesmek ve benzeri sayılamayacak kadar işlemi fi-sebil ilah (Allah Rızası için) kabullenmiştir.    
O bakkallar bu gün gördüklerinizden çok farklıdır. Mevsim yaz ise, kapı önünde iki kasa gazoz, üzerinde büyük bir kar parçası. Buzdolabı mı?  O da ne?  Yanında kavun karpuz yığını. Bir sandık domates, kuru soğan, patates…  Kış ise bir çuval kestane, bir sandık portakal.  Kapı pervazına asılmış bir hevenk kuru Amasya Bamyası, yanında süpürgeler, urgan çileleri. Tahta fırçası ve ya Nazike Hanım Badana Fırçası alacaksanız onlar içeride.
İçeri girilince, bir sıra dizili çuvallar. Üst kenarları dışa doğru kıvrılarak simit gibi sarılmış, mal azaldıkça kıvrımı büyüyüp boyu kısalmış, çeşit yükseklikte; nohut, fasulye, bulgur, çuvalları.  Arkasında yerden bir metre yüksekte duvara çakılı camlı dolap-raflar. Ki, yıkanmadan yenilecek toz, kesme şeker, tuz, un, nişasta, pirinç, mercimek ve hoşaflıkların sunulduğu; kırk beş derece meyilli, kahverengi boyalı çerçeveli, camlı kapağı kaldırılıp altına bir çıta dayatıldığında yan yana dört beş gözü birden açılan tek mobilya.  Müşterek kürek birinden alınıp ötekine sokularak istenilen çeşit, eski gazeteden yapılmış kese kâğıdına konur, tartılır, kapak kapatılır. (Bu kese kâğıtları evin çocuklarınca okunan gazetelerden hamurla yapıştırmak sureti ile yapılarak bakkala satılır ve harçlık karşılanır.)  Üzerindeki dar raflarda; Soluk kırmızı baskılı, beyaz patiska torbasında Çapa Marka Pirinç Unu, paketli İnhisar Tuzu, Atlı Kola, Öküz baş Çivit, kibrit, sigara çay kutuları. (Çivit, deterjansız dünyanın beyaz çamaşırlarına hafif mavi bir renk vererek, daha temiz gösteren, tebeşir görünümlü bir katkı maddesi idi.) Mavi kâğıt ambalajları içerisinde;  bir- iki - üç numara kalibreli düdük makarna(Ankara Makarna) paketleri. Tek tip kavanozlar içerinde şekerleme çeşitleri, çikolatin, kuru yemişler.  Tavana asılı mavi güllaç paketleri.  Karşı duvarın dibinde sıvı yağ tenekeleri. Yanında iki-bir-yarım-çeyrek litrelerin durduğu yağadı tutmuş emaye leğen. Hemen yanındaki sandıkta kil topakları.   (Çamaşır kaynatılırken kazana atılan bir nevi temizleyici toprak.)  Üstündeki rafta dikdörtgen prizma, küçük çuvallarda beyaz, yeşil, sarı sabun kalıpları. Arap Sabunu tenekesi aşağılarda bir yerde.
Öbür köşede ekmek sandığı. Kapalı kapağının üzerinde bir bıçak, kesilmiş yarım,  çeyrek ekmekler. Ve her kesme işleminde bir tane daha eklenerek oluşmuş binlerce çentik...  
Karşı duvarda küçük bir pencere-dolap.  İçerisinde; dosya kâğıdı (A dört), renkli elişi kâğıtları, sarı, saman tabaka, kaymak tabaka, tek çizgi, çift çizgi okul defterleri, toz mürekkep paketleri, dökülmez hokka, divit, uç, Filli silgi,  Nur marka kuşun kalem, silgili kalem. (Silgili kalemin silgisi pek işe yaramaz, derste dalga geçilirken ağızda emilir, ısırılır, silgisi kopar. Bir süre sarı metal bağlantısı ısırmaya devam edilerek önce kare prizma sonra yassı bir hale getirilir sonunda kopar ve silgisiz kalem olur.) Bu dolapta birde “Kamış” vardır.  Artık yazılamayacak kadar küçülmüş kalemleri, iki kesiği bulunan açık tarafına sokar, metal yüksüğü ile sıkıştırırsınız. Kaleminizi bir santim kalana kadar kullanma imkânı sağlayan bir aparat... Tabii ki, birkaç renk uçurtma kâğıdı.
Aynı boydaki bitişik pencere-dolap biraz tuhafiyeci, biraz da çerçidir. İçeresinde; Siyah, beyaz Tüfekli makara, uçurtma ipi çilesi, çıtçıt, agraf, raptiye, jilet, diş macunu, renkli ipek kurdeleler, iki makara don lastiği; koton ve ipek lastik, toplu, kilitli, dikiş iğneleri, gaz lambası fitili. Birkaç küçük kavanoz renkli boncuk ki ölçü birimi yüksüktür. Bebek emziği vs. Üstündeki rafta gaz lambası ve idare lambası bacası (şişesi), bazen lambası da… Arkada, gıdalardan uzak bir yerde yatay yüzü açılmış yağ tenekesi, içinde gazyağı ve litre ölçüsü.
Dinî bayramlarda bir köşede oyuncak standı açılır. En popüler çeşit bebek ve mantar tabancasıdır. Tabancaya para yetmezse sadece mantar da olur; topukla ezerek patlatırsınız.
Yanındaki duvarda mukavva üzerine yapıştırılmış, küçücük selofan keselerde damla sakızı. İçinde yarım tavla zarı boyutunda mumu ile. (Sakın mumun tamamını katmayınız.  Hem fazla yumuşak olup dişe yapışır hem de sakız çubuk çürür.) Neden sonra Golden,  Mabel ve Arap Zambo çikletleri çıkacaktır.
Ön yüz dışarı bakan camekân vitrindir.  İçerden sürmeli camlı, zemini bazen mermer döşeli; Kaşar peyniri, helva, Ankara helvası, bol içyağlı kavurma bloğu, bir tava yoğurt,  mevsim kış ise tereyağın bulunduğu mahal.  Bu kesimdeki çeşidin satımında yağlı kâğıtla ambalaj yapılır. Margarini o yıllar bilmiyorduk.
Ortada tezgâh; üzerinde biri küçük biri büyük iki terazi. Parlak sarı gramlar, siyah döküm kilolar. Her şeyin kesildiği tahta saplı koca bıçak ve bunu temizleyen rengi kaçmış bir bez.  Yanda alt köşeleri kirlenip kıvrılmış, büyük veresiye defteri, üzerinde ucu duvardaki çiviye ip ile bağlanmış “Sabit kalem”.  Veresiye satışlar anında, hem bu deftere hem de yanınızda bulundurmak zorunda olduğunuz “Güzel Ankara Defteri”ne kaydedilir. Tezgâh önünde de bir dizi cam kapaklı bisküvi tenekesi.  Kare, yuvarlak uzun, pötibör bisküvi çeşitleri.  Ancak anî misafir geldiğinde, ateşli hastalıklarda ve çocuk maması olarak yüz- iki yüz gram alınıp küçük, kraft kese kâğıtlarına konulurlar.  Yemiş ve saire eski defter yapraklarından yapılmış fişeklere, sıvı yağlar beraberinizde getirdiğiniz şişelere, kuru mallar yine getireceğiniz bez torbalara konulur.  Öyle, atılacak ambalaj malzemesi yoktur.  Ve bunu yapacak savurgan insanlar da. “Her şey var da yumurta yok mu?” diyeceksiniz. Bakkal yumurta satmaz. Herkesin evinde kendi tavuğu vardır. Yumurta oradan temin edilir. Tavuğu olmayanın komşusunda vardır. Zaten yumurta sadece yazın olur. Ya kışın? Her evin kendi ölçüsünde bir kileri vardır. Kışlık yumurta orada, kepek içerisinde veya başka metotlarla kış için saklamaya alınmıştır. Bir kıtlık, fevkalade hal olsa kimse aç kalmaz. O kiler bir süre evi idare eder. Üstelik Allah komşuları eksik etmesin…
Bizler bilmeden atık bırakmaz, şimdi keşif gibi takdime çalışılan, geri dönüşümlü yaşamı, doğal olarak yapar her şeyi yeniden değerlendirirdik.  Yemek artıkları bahçedeki tavuklara, kavun, karpuz kabukları komşunun ineğine, mısır koçanı ve portakal kabukları soba tutuşturmağa ayrılır evlerimizden hemen hiç çöp çıkmazdı.  Çevreye verdiğimiz tek zarar duvar dışına uzamış ağaçların olmamış meyvelerini çalarken kırdığımız dallar ve kıra gidildiğinde, bütün tembihlere rağmen, içine zevk ile işediğimiz derelerdi. Hepsi de zamanın deriliklerinde yitip gittiler. Belleğimi zorluyorum, birlikte beş duyumu da...
Ne bahçeden kopartılan, sıcak domatesteki kokuyu bulabiliyorum, ne komşunun bahçe duvarından taşan ham erikteki tadı…    Bakkaldan alınmış yoğurdun yolda tırtıkladığım kaymağının lezzetini… Yenme ve yenilmedeki hazzı, ne de duygularımı ifade edebilecek sözcükleri...
Mahallemi arıyorum.  Eski dostlukları arıyorum. Değnekten atımı arıyorum. Akşamları bahçe kapısının demirine bağladığım değnekten atımı...


BENİM KUŞAĞIM ; “ devamı gelecek sayıda”,  “arkası yarın”, “devam edecek” GİBİ SAYFA SONU NOTLARA ALIŞIKTIR.  BEŞ YAZIMDIR SİZLERİ BU TERTİBE MECBUR BIRAKTIM. AMA NAKLETMEK İSTEDİĞİM, ARTIK YİTİRDİĞİMİZ VE BİR BÜTÜTNLÜK ARZ EDEN MEFHUMLARI DAHA KISA YAZMAK OLANAKSIZDI.  GÜNÜMÜZDE MODA OLDUĞU ÜZERE; “Çevreye verdiğim rahatsızlık içim özür dilerim.”
YAZILARIMI SABIRLA OKUYAN, BEĞENİ VE YORUMLARDA BULUNAN, PAYLAŞAN TÜM FB DOSTLARIMA BİR KEZ DAHA ŞÜKRANLARIMI VE SAYGILARIMI SUNUYORUM. LÜTFEN KABUL EDİNİZ.  (Y.B.)


13 Aralık 2017 Çarşamba

MAHALLE IV Oyuncaklarımız (!)

     

Oyuncaklarımız Ya hiç yoktular ya da para bile ödenmeyen malzemeden kendi ürettiklerimiz.
Çocuğun yediği helâl idi giydiği haram. Ekonomik yapısı ne olursa olsun büyüklerimizde oyuncak satın almak için para verme anlayışı kıttı. Sünnet düğünü, kızların hatim törenleri veya uzaktan yatıya gelen bir akrabanın getirdikleri dışında. Bizim harçlıklarımız da yoktu. Ya bayram paramız olurdu ya da yaz ayları çıraklık yaparak para sahibi olunabilirdi.  Okumayıp devamlı çıraklık yapanlar ise, kazançlarından oyuncağa çok az bir ayırım yapabilirlerdi.  Çünkü bayramlık pantolonunu kendi kazancı ile diktirmek gibi biraz görev biraz da erişimi zor bir hazzın sahibi olmak zorunda idiler. Paranız olsa da alınabilecek şeyler o kadar sınırlıdır ki... Her türlü ev aracı gibi oyuncaklar da tahta, teneke, kâğıt veya lâstikden olmak zorunda idiler.  Naylon ve plâstik henüz yoktu.  Bu günün kuşağına plâstik’siz bir dünyayı anlatabilmek doğuştan âmâ birisine Monnalissa’yı anlatabilmek kadar güç.
Ben, naylon ile ilkokul beşinci sınıfta tanıştım.  Kore’den dönen komşu yüzbaşının hediye getirdiği naylon bir torba ile.  Okulda başka kimsede yoktu. Çok sükse yapmıştım. Naylon gömleğimi üniversite yıllarımda bir gemiciden satın aldım. Çok paraya. Mavi renkte, şeffaf, içinden atlet görünüyor.  Rüzgârda bol bedeni bir yelken gibi şişen, kolları uçuşan bir gömlek.  Ama övünmek gibi olmasın; Sünnet entarim hakiki ipekti. Annem sonradan eteğini kesip gömlek yapmıştı, onun da kolları uçuşurdu.
Kız kardeşim naylon kombinezonla ne zaman tanışmıştı hatırlamıyorum? Ama 1960’larda gittiğim Avrupa’dan bana ısmarladığı tek şey pilili tergal etek idi.
Satın alabilecekleriniz; Tahtadan: tüfek, çınçın tekerlek, araba, kamyon, çekilince pembe boyalı kanatlarını çırpan kavak ağacı kelebek veya başını döndüren tornacı işi ördek...  Tenekeden: tabanca, saat, düdük, kızlar için saç tokaları... Mukavvadan yapılmış selofon camlı gözlük.  Mukavva iplik bobinin önüne cam konularak yapılmış, içinde binlerce çiçek motifinin şekil değiştirdiği dürbün... İçi testere tozu doldurulmuş, yüzü yağlı boya ile çizilmiş bez bebek, parmağa takılıp sallanabilen (yoyo) top.   İçi dolu veya şişme lastik top.
Dolu toplar; küçüğü ceviz, büyüğü tenis topu boyunda, satın alındığında parlak yüzeyi renkli desenlerle bezeli, oyun süresince önce parlak boyası sonra daha sert dış kabuğu zeminin zımpara etkisine yenik düşen, dolgu yapısı kuru ekmek gibi ufalanmaya mahkûm, kauçuk toplar...
Şişme lastik toplar; Daha büyüktür ama daha da pahalı.  Hep açık bordo ile kirli kırmızı arasında bir renkte olurlar.  Preslenirken üzerine futbol topunu taklit eden hatlar çizilmiş, bir yerinde elinize daha katı gelen memesi bulunurdu.  Patlayıp yamandığında veya sönerse, götürüldüğü bisiklet tamircisince, ucuna enjektör iğnesi lehimlenmiş bir pompa ile şişirilebilsinler diye.  Ben bu yolla gerçekten şişen topa hiç rastlamadım.
En kolay elde edileni içine çaput doldurulmuş bez toptu.  En zoru ise meşin top ki; topların  kralı. Üç  yolla ulaşabilirdiniz;                                                                                1-Sünnetinde hediye gelmiş bir çocuğun lütuf edip meydanlığa getirdiği sınırlı zamanla. 2-Para katışıp mahallece satın alınmakla. Ki her gece hissedarların birisinde dururdu.
3-Kentteki bir futbol takımınca ıskartaya çıkarılıp bir ağabeyin mahalleye kazandırdığı, dikilmek ve yamanmaktan küresel formu bozulmuş, bir deliğine geçici tedbir olarak çaput tıkıştırılmış, artık yama kabul etmediğinden atılıp yenisi de alınamayınca iç lastik yerine, kasaptan alınıp kurutularak şişirilen (ne kadar şişerse) inek öd kesesi sokulmuş top.  En çok bu çeşidine sahip olunurdu. Bir dördüncü yol daha vardı ki, bakkalın vitrininde asılı bu meşin topa ulaşabilmek için satın alacağınız Mondial Çikolatasının içinden çıkan dört takıma ait (FB, GS, BJK ve Vefa ) futbolcu resmini biriktirecek, bakkaldan temin edeceğiniz özel kâğıdına yapıştıracak ve de imzalı bir adet resmi de bulacaktınız.  Ben bu topa erişebilenine hiç rastlamadım.  Ya kırk sekiz resim tamamlanamaz, yirmi tane Küçük Fikret’e karşılık hiç Cihat çıkmaz ya da imzalı resmi bulamazdınız.  Tesadüfen tamamlandı ise o zamanda kampanya bitmiştir.  Vitrindeki topa ne mi olurdu?  Sanmam ki firma geri alsın, günahı boynuna bakkal iç ederdi onu.
Oyuncak kısıtlı olunca; (Kendi uçağını kendin yap. )  Tahtadan oyduğun ya da benzer bir şekildeki dal parçasını tabanca kabul et, Komen’cilik oyna.  Ok imalinde kullanılan değnek, bazen kılıç olur, çok kere de At.    Eğer üç dört metre boyunda bir ipiniz varsa, size at olma erdemine hevesli, bir kaç yaş küçüğünüz birisi daima vardır. İpin orta noktasını atın ensesinden başlayarak koltuk altlarından geriye doğru geçirir, iki ucundan tuttuğunuz bu dizginle sağa-sola “dön” komutu verebileceğiniz, salınca koşan, çekince duran canlı bir ata(!) sahip olursunuz.  İpiniz daha uzun ise, at ile elleriniz arasına bir kaç yolcu alabileceğiniz bir arabanız(!) var demektir.
Oyuncak satın alınamazsa, ham madde olabilecek çok şey vardır.  İpler, kumaşlar, boş makaralar, gazoz kapakları, sigara kutuları, çamur, taş, kamış, kâğıt… Yaratıcılık gücünüze dayalı her şey.  İlâç kutuları, bakkaldan ambalâjlı alınmış nadir malların kutusu, elişi dersinde şekillendirilir, evde ise oyuncak imâlinde kullanılırdı.  Bakkalda ambalâjlı satılan bir Çay’dı bir de kibrit. Paketlenmiş tek nesne; mavi uzun ambalajı ile Kartal makarna, çikolata, sakız.  Daha sonraları çıkan çikletler;  İçindeki, dönemin artist resimlerini biriktirirdik. Hedy Lamer, Lana Turner, Clark Cable, Shirley Tample’ler.  Çikolata kalayları camda tırnak yardımı ile düzeltilir, defter sahifeleri arasında korumaya alınırdı.  Ortak ismi Varak olan renkli, çiçekli, desenli, düz kalay yaprakları veya renkli jelâtin kâğıtları.
En kolay bulanacak malzeme değnek ve çamurdu.  Okullarda elişi dersinde hayvan şekilleri ve meyveler yapılıp sulu boya ile renklendirilen ve yılsonunda sergiye çıkan sanat eserlerinin (!) yapıldığı, tuğla ve testi yapımında kullanılan killi çamur.  Mahallede kız çocuklarına tencere, tava, bebek olan çamurla erkekler g.t patlatmaca oynardı.
Tükürük çok gerekli yardımcı malzemedir.  Üç dört metre boyunda ince bir ip, bir tarafı boş bir tahta makaraya bir tur sarılarak düğümlenir. Diğer uç alıcı konumundaki arkadaşınızın kulağına dayadığı bir kibrit veya ilaç kutusunda açılan küçük delikten geçirilip yarım kibrit çöpü ile tespitlenir. İpi iyice gerip elinizdeki makarayı burarsanız, ipin tahta üzerindeki patinajı ile çıkan ses mukavva kutuda titreşimler yaparak alıcıya mesaj olarak ulaşır.  Ama makarayı tükürüklemeniz şartı ile yoksa ip boşa döner ve telgrafınız(!) çalışmaz.
 Gazoz kapaklarının üst boyası kum zımparası ve tükürük yardımı ile silinir.  Küçük yara ve kesiklere mutlaka tükürük tedavisi uygulanır, ya da üzerine işenir.
Bir metre boyundaki kalın bir telin ucunu makara boyu ve doksan derece kıvırın, makarayı takıp aksi yönde bir doksan derece daha. Bir ayağı beş santim diğer ayağı uzun kalan (U) şeklindeki bu telin kısa ayağına bir, diğer ayağına dilediğiniz kadar makara geçirip, tabandaki makarayı yerde gezdirin, diğer makaralar aksi yönlerde tıkırdayarak döneceklerdir.  Bu bir oyuncaktır(!) Dilerseniz telin üst ucunu bir direksiyon gibi kıvırabilirsiniz de. 
Tahta makaranın konik kısmını boğaz noktasından kesin, üç beş santime düşmüş bir kurşun kalemi deliğe geçirin, kalemin sivri ucu yere doğru baş ve işaret parmaklarınız arasında döndürerek bırakırsanız hızla dönüp yalpalayarak devrilen bir fırıldağınız olur.  Sınıfın arka sıralarında ikili üçlü turnuva da düzenleyebilirsiniz. Fırıldağın gelişmişi topaç’tır. Tornacıdan alınırdı. Koni şeklindeki bu tahta aracın sivri tepesine her iki ucu taş veya eğe yardımı ile sivriltilmiş küçük bir çivi çakardık. Beyaz kaytan ipinin düğümlenmiş ucu bu çividen başlayarak özel biçimi ile dolanır ip hızla çekilerek savrulur. Topacı yere düz, usta iseniz kıçüstü atarsınız. Çivinin istinadındaki araç vınlayarak hızla döner.  Bir ara hiç kımıldamıyormuş gibi olur, en zevkli andır bu. Çılgın bir çığlık atılır:  Dondu... Dondu... Dondu... Dönmekte olduğunu ispat için tam tepe noktasına bir tükürük kütlesi bırakırsınız. Zerreler hızla etrafa saçılırlar.
Arkadaşınızın dönmekte olan topacının üzerine çakar’sanız, ve sizinki hâlâ dönmekte ise, bu başarıdır.  Arkadaşınızın topacı darbeden çatlarsa bu en büyük başarıdır.  Topacın kamçı yardımı ile çevrilen başka bir biçimi daha vardır. Ucu tarazlanmış ip kamçıyla vurdukça hızlanır, saatler boyu dönebilir.
Büyük boy demir, kapı anahtarının orta deliğine sokulan aynı kalibredeki çiviyi, anahtar halkası ile çivi başı noktalarından bağlanan ip ile çanta sapı şekline getirip sallayarak, çivi başını duvara vurdurduğunuzda, tabanca gibi patlayan bir silaha sahip olursunuz.  Anahtar deliğini önceden kibrit başı ile doldurmanız kaydı ile.
(Y)  biçimi kesilmiş bir dal parçasının üst çatallarına bir karış boyunda lastik şeritler bağlanır. İki lastiğin boşta kalan uçları kibrit kutusu kadar bir deri parçası ile birleştirilir. Deriye bir taş yerleştirip lastiği gerersiniz, çatalın orta noktasından hedefi görür lâstiği salarsınız.  Taş vınlayarak bazen hedefe çok kere komşunun camına veya bir çocuğun başına isabet eder! Daha büyükler profesyonel işi Sallama Sapan kullanırlar. Her ikisi ile kuş da vurulur.
Kızaklarımızı kendimiz yapardık.  Tıpkı odundan kestiğimiz tekerlekler ile arabamızı yaptığımız gibi. Daha sonraki yıllarda otomobil kullanımın artması ile tamircilerden temin edilen rulmanlar tahta arabalara çağ atlattılar. En değerli oyuncağımız çelik bilye de aynı kaynaktan sağlanırdı. Şişesini kırıp içindeki cam bilyeyi çıkarma zorundaki bir önceki kuşaktan daha şanslı idik. Üzeri renkli boyanmış toprak bilyeler ise boldu. Daha sonraları ise içi renkli cam bilyeler bizden sonraki kuşağın oyuncağı oldular.   Tahtadan kamalarımızı, söğüt dalından düdük, bezden bebek veya galvaniz teli bükerek küçük direksiyon simidi elinize kadar uzanan, iki tekerli, dört tekerli -bazen gerçek birer sanat eseri olan- tel otomobillerimizi, kamyonlarımızı da kendimiz yapardık…        
Kış geçeleri evlerdeki, yüzük saklama, fincan çevirme, Bey-Necip oyunları için malzeme sorun değildi. Defter sayfalarından, tayyare, patlangaç, pervane, körük daha neler neler bizim oyuncaklarımızdı.  
Bilemiyorum, bizler mi mutlu idik? Üretici olmanın ve zor sahip olabilmenin tatmini ile.  Yoksa her şeyleri olan, rahat erişebilen günümüzün doyumsuz çocukları mı?





8 Aralık 2017 Cuma

MAHALLE II Sokak ve meydanlık:

SEVGİLİ EKRAN DOSTLARI,

ESKİ MAHALLE KONULU ANLATIMIM YİNE İLGİNİZE MAZHAR OLDU.    ÇOK SAYIDA PAYLAŞIM, YORUM, BEĞENİ ALDIM. HEM BUNLARA HEM DAHA EVVELKİ YAZILARIMA DEVAM EDİP GELEN BU TEVECCÜHÜNÜZE ŞÜKRANLARIMI SUNARIM. BENİ TAKDİR EDEN, ÖVGÜ VE TELKİNLERLE CESARETLENDİREN SİZ SEVGİLİ DOSTLARIN SABIR VE TOLERANSINA SIĞINARAK KONUYA DEVAM EDİYORUM.



“Sokak; şehir ve kasabalarda evler arasındaki yolardır” diye tanımlansa da her dönemde çocukların oyun yerleri olagelmişlerdi. Günümüzde yalnızca küçük yerleşim merkezleri ve varoşlar bu özelliğini koruyor. Büyük kentlerde ise bu işlevini yitirdiler ve otopark oldular. Meydanlıklar da ya yok oldular ya da çok renkli, plâstik kaydırakların yerleştirildikleri, yeşilden yoksun çocuk parkları! Ya,1950 evveli meydanlıklar? Şöyleydiler:
Sokaklar dar ve yokuşlu olsalar da aralarında bir yerde bir meydanlık mutlaka olacaktır. Sokak ve meydanlık bir bütündür.  Bu mahâl, her yaştan çocuk guruplarının gün boyu oynadığı, ilk küfür, ilk cinsel eğitimin alındığı, arkadaşlığın, kavga ve toplu oyun kültürünün edinildiği bir forumdur.
Evler arasında, pek de büyük olmayan, zemini yılların taban darbeleri ile betonlaşmış, bir kenarında oturup dinlenilecek bir taş yığını veya yıkık duvarı bulunan, top kaçtığında kapısı çalınıp yalvarılacak, bazen hışımla topunuzu bir geceliğine hapis eden ve bu kahrı ömür boyu tevekkül ile çekecek “Bilmem ne Teyzen”in evi bulunacaktır.
Sokağın yazılı olamayan kuralları vardır. Ne zaman topaç mevsiminin geldiğini, uçurtmanın hangi mevsim uçacağını, çember zamanını bilinmez bir merkez tayin eder.  Bir sabah bakarsınız, herkes çemberi ile sokağa çıkmış ve sezon açılmıştır.
Sabah, evin erkekleri gittikten sonra sokağa çıkılır. Biraz gecikenin cumbası altına gelen bir kız; “Teyze Suna gelmeyecek mi?”  Çağrısını yapar.  Ya da koro tarafından; “Ahmet pabucu yarım, çık dışarı oynayalım.”  tiradı okunur.
Öğlen saatlerinde boşalan sokaklar ikindiye doğru yeniden renklenir.  Akşam, babalar dönmeden de dağılınır.  Bahçelerden kesif kızartma kokularının gelmeye başladığı saatlerde birisi aniden bağırır;  “Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine.” O zaman herkes bu melodiye katılarak hem evine doğru kaçar hem de en yakın arkadaşına eli ile dokunur.                                                   
“Elim sende.” El’i alan başkasına ciro etmek zorundadır.  Elini verecek kimseyi bulamazsa biraz buruk evinin yolunu tutar. Ertesi günkü ilk oyunda ebedir. Biraz gecikilse pencereden seslenen bir anne grubu dağıtır zaten.                                                                                                                      
Sokak sanıldığı gibi başıboş değildir. Bir yaş büyükler küçüklerin hareketlerini denetler, uyarır.  Sokaktan geçen mahalle büyükleri kavgalara müdahale eder. Evden hiç çıkmayan yaşlı amcalar kabahatlerinizi büyük bir sadakat ile babalarınıza iletirler. Hiç beklemediğiniz bir anda, birkaç gün evvelki sigara içme teşebbüsünüzün ya da izinsiz dereye girme fiilinizin babanız tarafından bilinmekte olduğunu öğrenirsiniz.  İtiraz hiç fayda etmez.  Entelejan servis mükemmel çalışır!
Yaz ramazanlarının teravih süresi dışında geceleri sokağa çıkılmaz. Analar, babalar camide iken oyun izni bir ramazan geleneğidir. Bir de daha büyük ağabeyler meydanlıkta oturup topluca şarkı söyleyebilir ya da kol kola mahalle aralarında tur atabilirler.
Meydanlığı kullanma yetkisi yaşça büyük olan grubundur.  Ve genelde top oynanır.  Büyükler gelince evvelkiler oyunlarını yarıda kesip sahayı terk ederler. Daha küçükler, saha kenarına dizilip kaçan topları getirme şerefine (!) erişmeğe çalışırlar.  Bu arada sokaktan geçen askerlerin arkasından,
“Asker amca, burnu kanca, elinde babanca...”
“Asker ağbi merhaba, sen eşek ben araba.” diye bağırırlar. Geceleri kışlada yatıp gündüzleri subayların ayak işleri ile görevlendirilmiş Emir Erleri, bu Anadolu çocukları sessizce gülüp geçerler.  Kömür taşıyan, odun kıran, fırına tepsi götüren bu erler; bazen içeri alınmadan akşama kadar kapı önünde bekletilirlerdi.  Bazı subay eşlerinin bulaşık, çocuk bezi, çamaşır yıkattıkları, dövdükleri hâttâ cinsel tacizde bulundukları söylentileri artınca, 1960 ihtilali hükümeti yerine bir tazminat koyarak bu hizmeti lâv etti. O yıllarda -Çelikpalas otelinde bir akşam yemeğinin on liraya yenebildiği zamanlar- Yedek Subay iken aldığım iki yüz lira Emir Eri Tazminatı iyi paraydı.
Kızlar Meydanlıkta oynamaz. Onlar sokak araları veya kapı önlerini kullanabilirler, biraz büyüdüler mi sokaktan çekilir, bahçe ve avlularda toplanıp kanaviçe işlemeye çeyiz hazırlıklarına, maniler okumaya başlarlar. Cinsellikleri akranları erkelerden önce uyanır. Gizli fısıldaşmalar ve kıkırdamalar artar. Erkek akranları ile göz göze gelmemeğe ya da ısrarla bakışmaya çalışırlar.  Erkekler cinselliği keşfedene değin içlerinden evlenenler bile olur. Kapı önlerini eskisi kadar sık süpürmezler. Bu görev annelere geri döner.
Oyunlar esnasında kavga çıktığı da olur.  Ağız dalaşı uzayıp da küfür derecesi muhterem annelerin mahrem yerine geldiğinde iki çocuk kapışır.  Yaş ve kuvvetleri denk ise elleşilmez, ağabey, sağdıç, yâren gibi yakınların müdâhil olasına izin verilmez.  Birazdan döven de dövülen de sonuca rıza gösterir ve barışırlar.  Kuvvetler denk değilse araya girilip kavga önlenir.
Okullar açılınca, meydanlık küçüklere kalır.  Bizler sabah sekizde gittiğimiz okuldan bir saat öğle tatili yapıp akşam dörtte çıkardık. Okul çıkışı cilalı, tahta çantalar meydanın bir köşesine yığılır, çelik bilyelerle Cilli veya Kafakarış oynanır. Günler kısalmıştır, akşam çabuk olur, sokakta çok kalınmaz. Yapılacak ödevler de vardır.
Ve kış gelir. Karın ilk yağdığı günler yumuşak kar ile kartopu oynanır.  Meydanın köşesine kocaman bir kardan adam yapılır.  Sonraki günler kızak kayma günleridir.  Uygun bir yokuşta zaten sertleşmiş karın üzerine geceleri su dökülerek buzlaştırılır.  Orta yerine buzdan “g.t attıran” inşa edilir.  Sabah camiye giden yaşlılar kül dökme mücadelesi verirlerse de kazanan hep çocuklar olurlar. Daha ikinci gün kardan adamın mangal kömürü gözü, kaşları dökülür, yeni yağan karla şekli bozulur ama o için için eriyerek, tevekkül ile çocukların dönüşünü bekler...
Daima daha iyisini, daha güzelini yapma ve yaratma yarışı vardı.  Zaten bu yarış hep vardır.  Evvela üç dört çocuğun duvar dibine dizilip, bacaklarını ayırarak en yükseğe ulaşmağa çalıştığı “sidik yarışı” ile başlar. Boyunuzun uzun, kısa oluşu çok fark etmez.  Beceri; belinizi arkaya verip elde edeceğiniz açı ile basınç verme zamanlamasını bilinçli kullanmaktır.
Arkadaşlık vericilik ve paylaşmadır.  Herkes evinde bulunan kaynamış buğday, mısır tanesi, pestil, erik, vişne, dut kuruları ne varsa getirir, birbirine ikram eder. Biraz toz, biraz da cep içinde oluşmuş kumaş havı garnili olarak.
        Bu lezzeti anlatabilmek ise olanak dışı...
                               



                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...