18 Kasım 2019 Pazartesi

GEZİ NOTLARI –IV-




8 Ekim Cuma;

Yine erkenden kahvaltı ve güverte. Zenith, Hayfa’ya yanaşıyor.  Şehir limanın gerisinde yeşil bir tepeye yaslanmış. 
Önceden çıkardığım notlara göre; İsrail'de yoğun olarak Arap nüfus barındıran bir kent. İbraniler, Romalılar, Araplar, Haçlılar, Osmanlılar Hayfa'yı yönetimlerinde tutmuş. Kutsal Kitaplarda adı geçen Kermil Dağında Hıristiyanlık, Müslümanlık -ve son olarak Bahailik- için kutsal  olan İlyas Peygamberin mağarası var. Ayrıca bu dağ yamaçlarında Bahai Dininin güzelliğiyle tanınmış bahçeleri ve terasları bulunur.   II. Dünya Savaşı'ndan sonraki Arap-İsrail çatışmasının en şiddetli bölümü burada geçmiş.
Karmel Dağı'ndan bakınca muazzam görünen ova Lübnan sınırına kadar uzanıyor. Hayfa'nın en turistik caddesi Alman Kolonisi Caddesi. Sağlı sollu eski taş binaların restore edildiği bu cadde, 1850'lerde Hayfa'ya gelip yerleşen Almanların yaşadığı bölge. Bugün Alman Kolonisinin olduğu cadde şık ve kaliteli restoranlarla dolu, şehrin ortasından geçerek bir ucunda İngilizlerin limanıyla diğer uçta Bahaî Bahçelerini birleştiriyor.
Bahaîler için en kutsal şehir. 19 terastan oluşan bahçenin tam ortasında bir ibadethane var. Bahai dininin peygamberi Mírzá Husayn-Alí (1817–1892) kendine daha sonra Tanrı'nın Zaferi anlamına gelen Bahaullah adını koymuş bir İranlı. Yeni bir dinin taşıyıcısı olacağını iddia ettiği için hapis yatan Bahaullah daha sonra Bağdat'a sürülmüş sonra da peygamber olduğunu ilan etmiş. Sürgünlüğü Bağdat'tan İstanbul'a, İstanbul'dan Edirne'ye ve sonunda da Akka'ya ve Hayfa'ya kadar getirmiş onu. Takipçisi Abdul-Baha da Bahaullah'ınkine benzer bir yaşam sürmüş ve 40 yıl süren hapis hayatı boyunca baktığı tepeden bugünkü Bahaî Bahçeleri'nin olduğu tepeyi görmüş. Bu nedenle Bahaîler buraya son derece bakımlı Bahaî Bahçeleri'ni yapmışlar. Dünyanın dört bir yanında toplam 5 milyona yakın inananı olan bu dinin mensupları sadece bu çok özenli bahçenin bakımını yapmaya geliyor ve bir yıldan fazla kalmıyor burada. Parlamentoları ve kütüphaneleri de bu bahçenin içinde. Alman Kolonisi'nin ana caddesinin arkasında Hayfa'nın kaynayan kazanı Wadi Nisnas var. Burası çoğunlukla Arapların oturduğu mahalleler ve eski evlerle dolu. İsrail'in Wadi Nisnas'ı Yahudileştirme, Arapları yavaş yavaş bu bölgeden uzaklaştırma amaçlı kentsel çalışmaları var.
Tur otobüslerimiz hazır. Biniyoruz,  yine bizim karma küçük gurubumuz.  Otobanda fevkalade bakımlı, sulamalı, ekili tarlaları, meyve bahçelerini, aralarda modern yapılı küçük yerleşimleri izleyerek bir saat kadar yol alıyoruz.
Geldiğimiz kent yine Arap mimarisi ve karmaşasını taşıyan Hazareth. (İncil’de İsa’nın doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği yer olarak Nasara geçer ve Nasara’lı İsa olarak anılmasına rağmen Doğum yeri Kudüs-Betlehem olduğuna inanılır.)  Çarşı içindeki bir meydana park ederek dik yokuşu tırmanıyoruz. Sağımızda içinden kapısındaki hoparlörden Kur’an yayını yapılan bir cami ve hemen bitişiğinde Avlu içinde yeni yapılmış (1969), modern mimari tarzlı bir kilise. Avlu duvarları ve revaklar büyük boy mozaik panolarla süslenmiş. İncil’den kıssaları ve Hristiyanlık tarihi resimlerini taşıyan bu panolar dünyanın her yöresindeki şehirlerden armağan edilmiş. Meryem’e babasız bir çocuk doğuracağı müjdesi Cebrail tarafından burada verilmiş. O yüzden Müjde (Annuncation) Kilisesi olarak anılıyor.  Giriyoruz, ahşap görünümü verilmeye çalışılmış çatı kasnak ve hatılları ile yükseltilmiş bir çatı. İkinci kata çıkan merdivenler. Binanın ortasında MS 4. yüzyılda Bizans İmparatoru Kostantin’in annesi Kutsal Helen tarafından yaptırılan ilk kilisenin antik kalıntısı.
Bizans resmen Hıristiyanlığı din olarak kabul eder ve Kostantin 325 yılında annesi Helen’i Yahudilik ve Hristiyanlığın kutsal kalıntılarını bulması göreviyle ve çok geniş yetkilerle Kutsal Topraklara yollar. Kıyamet Kilisesi dâhil birçok kutsal mekânın, yerleri Helen tarafından tespit edilerek Üzerlerine ilk binalar inşa ettirilir.
  Helen, ayrıca çarmıha gerilmede kullanılan çivileri bulmuştur. Kudüs ve doğu vilayetlerini terk edip Roma'ya dönmüştür. Kutsal Haç'ın büyük parçaları ile diğer kutsal emanetleri yanında getirmiş ve bugün hala görülebilen saraydaki özel şapelinde muhafaza etmiştir. Bu yüzden azize ilân edilmiştir.  Sarayı daha sonra “Kudüs'ün Kutsal Haçı” Bazilika'sına çevrilmiştir.
Ben üst kata çıkmadım ama gurup üst kat kapısından çıkarak kilisenin biraz ilerisindeki bir başka kiliseye gittiler. Burası da yine Helen tarafından bulunup, Meryem’in kocası Yusuf’un marangoz dükkânı veya evi üzerine inşa dilmiş eski kilise harabelerinin üzerine yapılmış.  Evvelce bu mekân Yahudiler tarafından vaftiz törenleri için kullanılırmış. Yahudi kızların ilk adetleri ve evlilik öncesi adetlerinde burada yağmur suyu ile vaftiz edilmeleri şartıyla evlenmelerine izin verilirmiş.
Yeniden otobüs, Kuzeye doğru yol alıyoruz. Yine bakımlı ziraat arazileri, köyler, çiftlikler. İsrail’in birçok yerinde yol kenarları Begonvillerle kaplı ama bu yöredekiler kadar büyük ve güzellerin ilk kez görüyoruz. Rubi,  kırmızı, oranj, sarı ve beyaz renkleri ile yan yama geniş kümeler. Buralar İsrail’in 6 gün savaşları sonrası Ürdün’ den ele geçirdiği Galille (Celile) toprakları. İsa’nın ilk vaazlarını verdiği, mucizelerini gösterdiği yerler.
İlk durağımız, korumalı kapısından girdiğimiz botanik parkı gibi çok güzel bir sahanın ortasındaki otel. Acıkmış karınlarımızla yemeğe geldiğimizi sanıyoruz. Ama yanıldık. Bu çiş molası. Üzerinde olduğumuz tepeden bakınca görüntü nefis; aşağılarda Galille (Celile= Taberiye) gölü ardında Ürdün Vadisi ve Golan Tepeleri.   Bahçede diğer turist guruplarının yürüdüğü yöne yöneliyoruz. Küçük bir platform. Üstteki otele çıkan merdivenler ve karşımızda sekizgen yapılı modern mimarili bir şapel.  İçeri giriyoruz. Sekiz sütunun arası cam duvarlar, mekân ortaya doğru birkaç basamak alçalıyor, çepçevre cilalı tahta sıralar. Ortada şık bir altar. Genç bir rahibin idaresinde genç bir ziyaretçi cemaat gurubu ilahiler söylüyor. Bina İsa’nın ilk vaazlarını verdiği yere yapılmış.  Hristiyanlığın sekiz umdesini de ilk kez burada açıklamış. Bu sebeple bina sekizgen.  Rehberler cep boyu İncillerden bu sekiz umdeyi okuyor guruplarına.  Celile’deki diğer noktalar gibi burası da Helen tarafından belirlenmiş.
Yeniden tırmandığımız tepelerden sonra ikici ziyaret; Tabgha. Burası İsa’nın aşağıdaki gölde balık tutmaya çabalayan iki kişiye balık tutmayı öğrettiği ve mucize göstererek 2adet balık, bir parça ekmeği 5000 kişiyi doyuracak çokluğa eriştirdiği yer. Antik kiliseden sadece yerdeki mozaik kaplama kalmış. Üzerindeki şapel de yeni yapı Yarım daire bir mihrabı ve önünde mermer, dört bacaklı masa gibi bir atlar var. Altında yine antik bir kalıntı. Duvarlar tek sıra oturma düzeni ile çevrili. İçerisi çok sıcak, ortasında balık havuzu olan küçük iç avlu ve hediyelik eşya dükkânı da öyle.
Üçüncü mekân dördüncü yüzyıldan kalma bir sinagog ve bitişiğinde altıncı yüzyıldan kalma kilise harabeleri Daha doğrusu temel duvarları kalıntısı. Ören yeri tel örgüyle çevrelenmiş, İki katlı bir yönetim binası ve bilet gişesi, tuvalet var. Kazıdan çıkan kırık sütunlar, sütün başlıkları, tavan alınlıkları bahçede sıralanmış. Rehber bu taşların üzerindeki kabartmalar hakkına uzun anlatımlarda. Bilirsin bu teferruatı hiç sevmem, lodoslu hava, kırk derecenin üzerindeki sıcak dayanılır gibi değil. Otoparka kadar zor yürüyüp kendimi otobüse attım. Birazdan Belma da kaçmış geldi. Anlatımlardan aklında kalan; taş kabartmalardaki Davut yıldızı ve nar motifleri. Bir narda değişmez 613 tane bulunduğu ve 613’ün Tevrat’ta Yahudilerin yapması ve yapmaması gereken, zorunlu 613 emirlerin sayısı olduğu.
Gurubumuz toplandı, artık geciken yemek zamanı ve beklediğimiz yağmur geldi.  Galille gölü kenarına iniyoruz. Yine Kudüs’te yemek yediğimiz oteller zincirinin buradaki kompleksine geliyoruz. Turist guruplarının doldurduğu büyük salon, masalarımız ayrılmış, açık büfe, yemekler güzel.
Yemek sonrası göl kenarını takiben Tiberias Şehrine geldik. Yol boyu ve kentte çok yıldızlı oteller, plajlar göl kenarına sıralanmış.
Galille (celile gölü) gene İsrail işgalindeki bir bölge. Göl deniz seviyesinin altında dünyanın derindeki ve en büyük tatlı su gölü. 53 km. kıyı şeridi var, eksi 209 metre derinliğinde. Doğusu Ürdün. Kuzey doğusu Golan tepeleri. Buralardan inen Ürdün (Şeria-Jordan) nehri gölü besliyor, güneyinden devam ederek sularını Ölü Deniz’e (Lût gölü) boşaltıyor. Buranın aksine yine deniz seviyesi altındaki Ölü Deniz çok tuzlu, tuz oranı %30
İsrail, nehrin Ölü Deniz’e çıkışını kapatmış. Göldeki tatlı suyu arıtarak bütün ülkeye içme suyu sağlıyor, sulamada kullanıyor.  Tiberias’ta yine Kapris firmasının satış ve teşhir merkezine götürülüyoruz.  Yerel Tur şirketleri ve rehberlerin dünyanın her yerindeki komisyon tezgâhı…
Celile’deki son durağımız Ürdün nehri kıyısındaki Babtism (Vaftiz) Yardenit Sitesi. Düzenli ve yeşillik içesindeki otoparktan kontrollü girilen tek katlı büyük bir yapı. Girişte koltukların yerleştirilmiş olduğu soğutulmuş bir lobi. Karşıdaki kapıdan nehir kenarına çıkılıyor. İnce uzun bir teras, ağaçlıklı, çiçekli. Nehir yatağı üç-dört metre kadar aşağıda. Merdivenle inilen ikinci bir terasta kırk elli kişilik, karışık yaşlardan bir gurup, kahverengi harmaniyeli, genç bir rahibin çaldığı gitar ve el çırpmaları eşliğinde bazen ilahiler, bazen pop söylüyor ve dans ediyor.  Nehirde ve merdivenlerde yalınayak, Üzerlerinde sadece, yakasız, beyaz elbiseler olan kadınlı erkekli kalabalıklar.  Bunlar merdivenlerden nehre iniyor, kollarına giren kendileri gibi iki kişi ile birlikte bir takım dualar ediyorlar. Bu yardımcılar elleriyle göğüs ve karın bölgelerini ovuşturuyorlar. Sonra kişi bir eliyle burnunu kapatıyor, yardımcılar omuzlarından tutup sırt üstü bütünüyle suya daldırıyorlar. Bence çok hisli bir ritüel. Vaftiz  olan kişilerden birçoğu bu anı bir vecd içinde idrak ediyor, cezbe geliyor, hıçkırıklarla ağlıyor kısa fenalıklar geçiriyorlar. Sahne karşısında biz de duygulandık, gözlerimiz doldu. Kâbe’de his etiğimiz duygular tazelendi. İsa, peygamberliğinden sonra 27 yaşında iken Vaftizci Yahya tarafından burada vaftiz edilmiş. Otobüsümüzden bir İtalyan ve bir Yunanlı genç Hamım da vaftiz oldular. Kutladık onları, Belma da bu suya hiç değilse ayaklarını soktu.  
Sitede bir de büyük bir market var. Hediyelik eşyalar, yörenin bal, hurma pekmezi ve benzeri ürünleri, Galille menşeli krem ve güzellik müstahzarları satılıyor. Meğer kadın milleti bunu bilirmiş zaten. Tören kıyafeti elbiseler de buradan alınıyor veya kiralanıyor ve özel kabinlerde giyiliyor. Islanınca şeffaflaşması nedeniyle bazı hanımlar hazırlıklı olarak içlerinde mayo ile gelmişler.
Ancak hava karardıktan sonra Hayfa’ya gelebildik ve şehri görmek mümkün olmadı. Sadece Alman Caddesinden bir tur alarak gemiye döndük. Bahaî Bahçelerinin ise sadece güverteden ışıklarını görebildik. Tura katılmayan Muğla’lı arkadaşlarımız alışveriş umuduyla şehre çıkmışlar hiç bir şey bulamamışlar, yakın zannıyla limana kadar yürüyerek dönmüş ve perişan olmuşlar. Böylece gün bitti.

9 Ekim Cumartesi;
Bugün son destinasyon, Limasol. Güney Kıbrıs daha geceden puştluğunu yaptı. Gemiye gelen bir faks yeşil pasaportlularda Shengen vizesi olmayanların karaya çıkamayacağını bildiriyormuş. İkinci puştlukla daha limana girerken karşılaştık.  Sadece bizimkiler değil, hiçbir ülkenin cep teflonunun Türküye ile iletişim kurması olanaksız, hatlar bloke edilmiş.14 kişinin sekizi yeşil pasaportlu, iki kişi istemedi sadece Belma ve ben karaya çıktık. Rehberimiz Semih beyle birlikte limandan bindiğimiz bir şehir otobüsüyle deniz kıyısından Limasol’un ucuna kadar gidip döndük, Kıyıda oteller, tatil köyleri, İngilizlere satılmış, villalar ve siteler, plajlar var. Hava çok rüzgârlı, deniz dalgalı, cazip hiçbir yanı yok. Dönüşte eski limanda inip çarşıyı şöyle bir dolaştık. Birer kahve içtik. Limasol bu kadar. Gördüğümüz tek enteresan yer büyük bir deniz mahsulleri mağazası oldu. Çok sayıda, her cinsten deniz hayvanları kabukları, denizatı, denizyıldızı ve benzerleri. Bir taksiye atlayıp gemiye döndük.
Öğleden sonrayı biraz yatarak, biraz bavullarımızı toparlayarak geçirdik. Gece yarısı bavullarımızı kamara kapısına çıkarmamız gerekli.  Bu gece 12’den sonra gemi aşçılarının hazırladığı, meyve, sebze ve ekmeklerden oluşan “Muhteşem Büfe” var ama çok güzelini Fantazya gemisinde gördüğümden “ben almayayım”.  Erkenden yatıp uyudum: Belma beklemiş ve resimlemiş.
10 Ekim Pazar;

Marmaris; sabah, pasaportlarımızı teslim aldık,  08’de yanaşıp, biraz sonra karaya çıktık. Bitti, Allah’a şükür kazasız, belâsız, sorunsuz bitti.  Hiç tahmin etmediğim halde her yere yürüyebildim, tırmanabildim.  Volteren sağ olsun.  Türkiye’de hava çok soğumuş, kaloriferler yanmış, Uludağ’da kar kalınlığı 55 santime ulaşmış. Bu durumda birkaç gün daha Marmaris'te kalma programı yatar. Otelden Yaris’i aldık,  münavebeli kullanarak ver elini Bursa.
Sevgili Şart;
Hepsi bu kadar, bir daha nereye kısmet olur, ne zaman olur bilemem, sana yazabilir miyim? Onu da bilemem.
Kal sağlıcakla. 

GEZİ NOTLARI –III-



7 Ekim Perşembe;
Sabahları çok erken uyanıyoruz. 06 gibi güneş doğuyor, 07’de limanlara giriş yapılıyor. Bu sabah da öyle oldu. Limanda tur otobüsleri hazır. Çıkışı bekliyoruz. İsrail'e hiçbir şekilde yiyecek içecek sokmamız gereği için uyarıldık. Tabii en çok Vildan Hanım üzüldü. Dışarılarda sadece yanında taşıdığı zeytin ve ekmeği yiyor.
Gemi çıkışında İsrail görevlileri pasaport ve bazılarının el çantalarında arama yaptılar. Pullmantur’la mahalli tura çıkanların otobüsleri art arda hareket etti. Biz 14 Türkü alması gereken minibüs ortalarda yok. Semih bey elde telefon oradan oraya koşturuyor. Müslüman olmayanlar Mescidi aksa alanına giremiyor. Bu yüzden bizler için yerel bir şirketten özel tur ayarlanmış ama bu şirketin araçları deklare olamadığından limana giremiyor, bizlerin de yaya olarak liman sahası dışına çıkmamıza izin verilmiyor. Sonunda çözüm limana giriş serbestîsi olan taksilerle bir hayli de uzak olan liman dışına çıktık. Bu sefer minibüsü bir süre beklemek zorunda kaldık. Çok sıcak bir gün.
Nihayet hareket edebildik.  Yollar güzel, etraf yeşil ve bakımlı. Ekili tarlalarda sulama sistemleri göze çarpıyor.  Yerel rehber bir Arap, uzun uzun Filistin İsrail ve tarihini anlatıyor, Semih Bey tercüme ediyor. Turun adı “Kutsal Topraklar” Konu İsrail ve hedef üç dinîn koordinatlarının kesiştiği Kudüs olunca bu bölgenin geçmişini ve semavi dinler tarihi hakkındaki bilgilerimizi tazelemek gerekli zaten.
Eski Musevi yazımları ve Ahdi Atik’deki (Tevrat) bilgilerin değişime uğramış ve esatirlerden etkilenmiş olduğu dikkate alınarak ve Kuran’a göre özetle şöyle ki:
Babil’de doğan ve yaşayan Hz. İbrahim Nuh’un oğlu Sam neslinden gelir. Babası Azer veya Taruh’dur. Peygamberlikle şereflendirildikten sonra halkı tek Allah’a secdeye davet etmesi ile devrin kralı Nemrut’la ters düşer. Nemrut tarafından ateşe atılarak cezalandırılmak istendi ise de Allah’ın takdiriyle ateş İbrahim’i yakmaz. Yoğun ateş gül bahçesine döner. Günümüzde Urfa’da Halil-ül Rahman gölü ve içindeki balık şekline dönüşmüş odunların bu ateşin olduğu yer olduğuna inanılır. 38 yaşındaki İbrahim Babil’i terk ederek eşi Sara ile birlikte önce Şam veya Filistin’e sonra Mısır’a hicret eder. Çocukları olmamaktadır. Bu yüzden Fravun’un azatlı kölesi Hacer ile evlenir. Hacer’den oğlu İsmail doğar. Allah Hacer ve küçül İsmail’i uzak bir yere bırakmasını emreder. İbrahim onları Mekke’ye getirerek terk eder. Burada Zemzem kuyusunun bulunuş ve ardından 12 yaşındaki İsmail’in Allah’a kurban edilmesi hikâyeleri girer semavi kitaplara. Mısır’a geri dönen İbrahim 120 Sara 99 yaşlarında iken Allah’ın takdiri ile ikinci oğulları İshak doğar. Bu yıllarda İbrahim’in tekrar Mekke’ye gelerek İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmeleri olayı anlatılır semavi kitaplarda.
    Arap kavimleri İsmail’den, Yahudi nesli İshak’tan gelir. İshak’ın oğlu Yâkûb’a yaşadığı Kenan diyarında (Finike, Sayda, Sur şehirleri) Allah tarafından peygamberlik tevcih edilir. Yâkûb babasının ölümü üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gider ve onun kızı Leyâ ile sonra da onun küçük kardeşi ile evlenir. Yeniden Kenan diyarına yerleşir. Çeşitli evliliklerden 12 çocuk sahibi olur.  Bu on iki çocuklardan en küçükleri, anneleri ölmüş Bünyemin ve Yusuf, babaları tarafından en çok sevilmekte ve durum diğer kardeşler tarafından kıskanılmaktadır.  Özellikle Yusuf’tan kurtulmak isteyen ağabeyleri onu çölde bir kuyuya atarlar. Fakat kervancılar tarafından kurtarılıp Mısır’a getirilir. Burada devrin maliye nazırına köle olarak satılır. Sarayda özenle büyütülen Yusuf, babalığının ölümünden sonra Mısır’a maliye nazırı olur. Ağabeylerini af ederek onları ve Yusuf acısı yüzünden gözlerini kayıp etmiş olan babasını Mısır’a getirtir.
Tevrat’a göre göç esnasında Tanrı Yâkûb’a görünerek adını İsrail olarak değiştirir. Ardından Mısır’a göç eden halkına ve Yâkûb’un soyuna İsrail Oğulları denilir.  Bu on iki oğuldan bir olan Yehuda kabilesinin adı sonraları tüm İsrail Oğulları için kullanılır olmuştur. Batı dillerinde Jue, juie, jude gibi yaklaşık söylemlerde kullanılır
MÖ. Bininci yıllarda Mısır ve civarında hâkimiyet kuran bu kavimleri Davut bir araya toplayarak Kudüs merkezli, bağımsız Yahudi krallığını kurar. Ölümünden sonra oğlu Süleyman başa geçer MÖ 931’de Süleyman’ın ölümü üzerine Yahudi krallığı ikiye ayrılır. Kudüs Yehuda krallığı tarafında kalır. MÖ 588’de Babilli’ler Yahudi krallığını işgal ve Yahudileri sürgün ederler. MÖ 537’de Babili yenen Pers kralı Yahudilere özerklik verir. Çeşitli devletlerin işgalleri ardından nihayet MS 135’de Roma imparatorluğu Mısır ve bu arada Kudüs’ü de işgal eder, Yahudileri esir ve köle olarak dünyanın çeşitli yerlerine ve özellikle Avrupa ülkelerine dağıtır.
 Bu arada Mısır’da kalan İsrail Oğulları köle olarak Firavunların zulmü altında yaşamaktadır. Gittikçe artan nüfusları yerli halk Kıptiler tarafından hoş karşılanmamaktadır. Bir gün bir kâhin Firavun Kabus’a İsrail Oğullarından gelecek bir çocuğun Mısır devletinin batmasına sebep olacağını bildirir. Paniğe kapılan Kâbus doğan bütün İsrail Oğullarının öldürülmesini buyurur. Bu sırada doğan İmran oğlu Musa annesi tarafından bir sepete konularak Nil nehrine bırakılır. Sepet Firavunun eşi Asiye tarafından bulunarak çocuk evlat edinilir. Sarayda büyüyen Musa Meyden şehrinde Şuayip peygamberin kızı Safura ile evlenir. Eşi ile birlikte Mısır’a dönerken Tur Dağında Allah ona görünür ve kendisine Peygamberlik tevcih edilir. Firavun’u ve Kıptileri Hak dinine davet eder, bu meyanda bir takım mucizeler gösterir ki en önemlisi Firavunun büyücülerine karşı gösterdiği “asa mucizesi”dir.
Musa, İsrail Oğullarını alarak Mısır’dan çıkma teşebbüsünde bulunur. Onları takip eden Firavun ve ordusu yarılan “Kızıl Deniz mucizesi” ile yok olurlar. Musa, İsrail Oğullarını tekrar özgürlüğüne kavuşturur ve Tur dağı civarına yerleştir.  Burada kendisine Tevrat vahiy edilir. Kavmiyle beraber Lût gölü güneyine ve Şeria nehrine kadar ilerler ve 120 yaşında Kenan diyarı yakınlarında vefat eder. Bu yıl Âdem Peygamberden 3868 ve Mısırdan çıkışından 40 yıl sonradır.
İsrail Oğulları Musa’dan sonra yeniden Hak yolundan çıkarlar. Allah onlara İsa Peygamber'i gönderir İsa’nın doğum, yaşam peygamberlik ve çarmıha gerilmesi, dirilip göğe yükselmesi olaylarını, onun ölümünden 70 yıl sonra havarileri tarafından yazılan, İnciller çok farklı anlatırlar. O kadar ki olayların gerçekliği şüphe bile yaratır.  Kabul gören kanıya göre annesi Meryem bakire olduğu halde önceden Cebrail tarafından kendisine babasız bir çocuk doğuracağı müjdelendiği üzere hamile kalır. Dedikodular üzerine gene Cebrail’in marangoz Yusuf’a görünerek onu ikna etmesi neticesi Yusuf ile evlenir Bugün Batı Şeria’da kalan Kudüs’e 9 km. uzaklıktaki Beytüllahim (Bethlehem) kentinde bir mağarada kendi başına doğurur. İsa’ya Romalılardan, Tiberrus’un iktidarı döneminde 30 yaşındayken peygamberlik gelir ve İncil indirilir. Önce Celıle'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet eder. Mucizeler gösterir. Yahudiler Hz. Hazret-i İsa'ya inanmazlar ve çok eziyet ederler.  İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pılatus'a şikâyet ederler. Havarilerin içinden Yahuda, birlikte yedikleri son akşam yemeğinin ardından ihanet ederek yerini bildirince yakalanır.
 Muhakeme edilir ve çarmıha gerilerek öldürülür.   Allahütealâ tarafından Hazret-i İsa'nın göğe çıkarılmasından sonra Romalılar Kudüs üzerine hücum ederek Yahudileri dağıtırlar. Bir kısmını esir edip, bir kısmını da öldürdüler. Kudüs'ü yağma ve tahrip ederler. Bu suretle dağılan Yahudiler bir yerde toplanıp bir daha devlet kuramazlar, dünya üzerindeki lânetli sürgün yaşamlarına devam eder.
Yahudi diasporasının yüz yıllar süren bağımsız devlet kurma idealleri, hatta Abdülhamit tarafından reddedilen, Osmanlı devletinin bütün dış borçlarının ödenmesi karşılığı Filistin’de yurt edinme teklifleri dâhil mücadeleleri ve kutsal topraklara (Filistin’e) toplu göç hamleleri nihayet 1948 yılında sonuç verir.
İkinci Dünya Savaşının müttefiklerin galibiyetiyle bitmesinden sonra, İngiltere Amerika'nın da yardımını sağlayarak 1920 yılından beri elindeki Filistin meselesini Birleşmiş Milletlere götürür. Birleşmiş Milletler 1947 Kasımında Filistin'in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verir. Kudüs şehrine ise Birleşmiş Milletler denetiminde milletler arası bir bölge statüsü tanınır. 1948 yılı 14 Mayısında İngiliz mandasının sona ermesi üzerine David Ben Gurion, bağımsız İsrail Devletinin kurulduğunu açıklar. Bu çözüm Arapları tatmin etmez.  Filistin iç savaşı başlar. İsrail Devleti kurulur kurulmaz; Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail üzerine saldırıya başlalar. Bu savaş bir yıl kadar sürer. İsrail yetmiş beş bin kişilik bir ordusu olmasına rağmen beş Arap devletini yener. Birleşmiş Milletlerin çabasıyla yapılan anlaşma sonunda, İsrail toprakları çok genişler. Daha sonraki yıllarda Mısır, Suriye ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı Ordusunun her savaş teşebbüsü  -1973’de Mısırın Süveyş’e saldırısındaki başarısı dışında- İsrail’in galebesi ve İsrail’in Kudüs'ün tamamını, Sina Yarımadasını ve Suriye'nin güneybatı kesimini ele geçirmesiyle sonuçlanır Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki gerginlik hâlâ devem etmektedir
“Filistinliler Ülkesi" olarak da adlandırılan Filistin (Paletsin) toprakları, Güneyde, Akabe Körfezi'nden başlamak üzere Akdeniz ile Şeria Nehri'nin batısı arasında kalan,  en eski yerleşimlerinden birdir. Eski Yunanlıların kıyı bölgeleri için kullandıkları bu isim. Yahudiler tardından Yahudiye veya Kenan olarak adlandırılır.  Bilinen ilk yerleşikleri MÖ. 2000’de Sicilyalılar, Makedonlar, Araplar daha sonraları Hitit’li ve Mısırlılar dır. Musa öncülüğündeki İsrail Oğulları da buraya yerleşirler. Bölge MÖ 64’te Roma hâkimiyetine girer. İşgal ve sürgünlerle geçen yüz yıllar boyunca Yahudiler bu toprakları yurt edinmek hayallerinden vazgeçmezler.
BM’lerce İsrail’e verilen toprakların büyük kısmı Necef Çölündedir.  Savaş ve işgallerle Çölün büyük bölümünü ele geçiren İsrail, çöl topraklarını verimli duruma getirmek için 500 km uzunluğunda beton boruyla su getirerek sulamaya başladı. Hızlı bir ağaçlandırma çalışmalarına başlandı.  Bugün burada tahıl tarımı ve meyvecilik yapılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bilinen bakır, petrol, fosfat ve manganez yatakları bulunup işletilmeye başlandı. Necef Çölü ekonomik yönden İsrail için önemli bir kaynaktır
Uzun ve dar bir şekle sahip olan İsrail, 470 km uzunluğunda, en geniş bölgesi yaklaşık 135 km'dir. Sınırları ve ateşkes hatları içerisinde kalan toplam yüz ölçümü 27.817 km²'dir. İsrail, yaklaşık 7.282.000'luk nüfusuyla eşitli din, kültür ve sosyal geleneklere sahip insanları bir araya getirmiştir. Para birimi Yeni İsrail Şekeli'dir.    Bir Dolar yaklaşık 3–3,5 şekel değerindedir. Teknoloji alanında İsrail ekonomisi dünyanın en hızlı gelişen ülkesidir, yüksek teknolojik araç gereç üretimi, tarım, sanayi, elmas işlemeciliği ve turizme dayalıdır. Sanayi sektörlerinin başlıcaları; ilaç, optik, elektrik malzemesi, elmas işletmeciliği, silah sanayiidir.
Kişi başına düşen milli gelir, Avrupa ortalamasına yakındır. Kibutz adı verilen kommünal tarım çiftlikleri gıda üretiminin tamamına yakınını gerçekleştirerek ülkenin gıdada kendi kendine yetmesini sağlar. İsrail’de sulama şebekesi çok gelişmiştir. 400.000 hektardan büyük bir alan sulanabilmektedir. Ana tarım bölgesi Eşdraelon, sahil ovaları vadiler kadar verimlidir. Yetiştirilen başlıca tarım ürünleri; tahıllar, turunçgiller, şekerpancarı, muz, kivi, şeftali, üzüm ve vişnedir. Otlakların az olması sebebiyle hayvancılık gelişmemiştir. İsrail’de sığır ve koyun yetiştirilir, kümes hayvanları çoktur. Hayvanlardan elde ettiği ürünler kendi ihtiyacını karşılar. Balıkçılık çok gelişmiş olup, Atlas Hint ve Okyanusu'na çıkardığı gemilerle yapılan avcılık ile yılda 25.000 tondan fazla balık avlanır.
Devlette Yahudi nüfus için kast sistemi geçerlidir. Yahudi ırkı geldiği göç bölgelerine göre sosyal sınıflara ayrılır. En imtiyazlı sınıf Amerika ve Avrupa Yahudileri, sonrakiler Rusya’dan göçenler, üçüncü olarak Arap kökenliler ve en alt sınıf, nerede ise köle muamelesi gören birçok yere, hatta hastanelere bile sokulmayan Afrika kökenlilerdir.
Bir başka sınıf da Ortodoks Yahudilerdir. Siyah fötr şapka, siyah takım elbise veya pardösü giyip, saç ve sakallarını tıraş etmeyen, Favorilerini lüle yaparak dikkat çeken bu kitle; hiçbir işte çalışmaz, askere gitmez, başıboş dolaşır, günlerinin çoğunu Ağlama Duvarında geçirir, sadece yapabildiği kadar fazla çocuk yapmakla meşgul olurlar. Geçim kaynakları Amerikan dinî fonlarının kişi başına her ay verdikleri 1200 dolar maaştır.
İsrail’de hafta sonu tatili Cuma öğlede başlıyor. Zira Müslümanlar için tatil günü, Cumartesi Yahudilerin Şabat Günü. Resmi tatil olması bir yana o gün hiçbir mağaza iş yeri açılmaz, toplu taşım araçları bile çalışmaz. Buna karşın Pazar tatil değil ama o da Hıristiyanlar için ibadet günü.
Şart, bu kadar tarih yeter.  Bir saatlik yolculuk sonunda nihayet Kudüs’e vasıl olduk. Yeruşalayim, Jerusalem, Uruşelim, Yerusalim, Makdis, Beyt-ül-Mukaddes, Beytül-Makdis, İlya ve Eyliya isimleriyle de anılan Kudüs dünyanın eski şehirlerindendir. Bugün Kentin doğu yakası Arapların batı yakası İsraillerin kontrolünde. Arada bir sınır yok. Bizim şehre giriş yaptığımız kuzey doğu kesimi mimarisi, yerleşikleri ve pisliğiyle hemen kendini belli ediyor. Sur dibinde yarı çöplük bir otoparka park ederek Müslüman mezarlıkları arasından dik bir yokuştan inerek Kuzey kapısından Mescid-i Aksa alanına girdik.
 Duvarla çevrili çok büyük avlunun bu kapısında Müslüman görevliler oturmakta ve Müslüman olmayanların avluya dahi girmelerine izin vermemektedir. Pasaport ibraz etmek ve Kelime i şahadet getirmek suretiyle imtihana tabi tutuluyorsunuz.  Gurubumuzdaki kadınların bir gün evvelden uyarılmış olmalarına rağmen Belma ve bir emekli vali ve hanımı dışında hiçbiri bu kapıyı geçemediler. Kapı dışındaki bir dükkandan beyaz, desenli bir nevi çarşaf satın almak zorunda kaldılar. Biz Belma ile avluda onları ve kocalarını bir saat kadar beklemek zorunda kaldık. Girişteki bu bölümde eski yapı bir okul, daha doğusu avluya açılan gözlerden oluşan bir medrese var. Teneffüs zamanı olmalı ki; öğrenciler bahçede voleybol oynamakta. Ağaçların arasından önümüzdeki tepedeki Kubbet-üs Sahra ve pırıl pırıl parlayan, altın olduğu iddia edilen büyük kubbesini görüyoruz. Ağır adımlarla kırk kadar basamak tırmanarak tepeye ulaşıyoruz.
Bulunduğumuz büyük saha İsrail Oğulları’nı monarşik bir yapıda toplayan ilk İsrail Kralı Davut tarafından MÖ. 1000 yıllarında inşasına başlanan ve Oğlu Hz. Süleyman tarafından bitirilen Yahudilerin ilk tapınağı Süleyman mabedinin yeri. Süleyman’a bu muhteşem tapınağı inşa eden Hiram Abiff isimli bir mimar veya taşçı ustasıdır ki masonluğun kurucusu olarak bilinir. Tapınak Mö. 588 yılında Kudüs’ü işgal eden Babilli’ler tarafından yıkılır Ardından Persler Kudüs’ işgal eder, tapınağın yediden inşasına izim verir ki; bu ikinci tapınak olarak adlandırılır. Bu tapınak da MÖ. 70’de Romalılarca yıkılır.
Arapçada Cami yerine mescit kelimesi kullanılıyor, secde edilen yer anlamında. İslam’da üç kutsal mescit var. Mescidi Haremeyn yani Mekke’de Kâbe etrafı ve Medine’de Peygamber mescidi. Üçüncüsü burası, Arapçada “en uzaktaki mescit” anlamına geliyor. Hicret'in ikinci yılına kadar Müslümanların kıblesi iken Kâbe’nin kıble olarak kabul edilmesiyle, tüm Müslümanlar namazlarını Mescid-i Aksa yerine Kâbe’ye dönerek kılmaya başlamışlardır. Ki bu vahiy bir ikindi namazının ortasında gelmiş ve Peygamber ve cemaat namaz esnasında kıble değiştirmiştir.  Ve bu olayın yaşandığı Medine’deki cami Kıbleteyn  (iki kıbleli ) olarak isimlendirilmiştir.
Kefeki taşı kaplı geniş bir platform. Yaklaşık 150 dönüm kadarmış. Ortasında İslâm mimarisinde bilinen ilk kubbeli yapı olan, sekizgen Mescid-i Aksa=(Kubbet-üs Sahra). Emevi Halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiş. Bir dönem Haçlılar tarafından ele geçirilerek kilise olarak kullanılmış, Selâhaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethi ile yeniden cami olarak ibadete açılmış. Tadilat dolayısı ile sadece batı kapısı açık.  Belma burada ikinci bir sınava tabi tutuluyor, kelime-i şahadet yerine ezberden Yasin okuyarak ve fakat verilen eşarbı pantolonun beline sarması şartıyla bina içine girebiliyor. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur'an sureleri ve çeşitli arabesk motiflerle süslü. Tarih boyunca bölgeye hâkim olan Müslüman hükümdarlar Kubbet-üs Sahra'ya büyük saygı göstermiş, binanın bakımı ve tamiri ile yakından ilgilenmişler.  Bölge Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı topraklarına katılmış. Kanuni Sultan Süleyman Kubbet-üs Sahra'yı köklü biçimde tamir ettirmiş, binanın dış cephesini çinilerle kaplatmış.  Sonraki bütün Osmanlı padişahları da bakım ve tamire devam etmiş. Tavandaki muhteşem avize ve yerdeki İran halıları  II. Abdülhamid’in hediyesi. 
 Binanın ortasında dünyanın temeli olduğuna, Müslümanlar tarafından havada durduğuna inanılan. Muallâk Kayası bulunuyor.
Bu kayanın en geniş yeri 18 metre, en dar yeri ise 13,5 metre imiş.  Hz. Muhammet de Miraca çıkarken bunun üzerinden hareket etmiş. Bakım dolayısıyla etrafı tahta perdeyle çevrili. Bir kenarında içinde Peygamberin saçı olduğuna inanılan metal bir kafesin altına el sokularak buna temas etme ritüeli var. Muallâk kayasının altındaki mağaraya on basamakla iniliyor.  Küçük bir mekân, tavanda bahis mevzu kayanın altı görünüyor. Ortası delikmiş ve yukarıyı görmek mümkünmüş. Ama orasını bir aydınlatma globu kapatıyor. Yahudi inanışına göre (İsmail yok sayılarak) İbrahim, oğlunu bu kaya üzerinde kurban ederken Cebrail tarafından koyun getirilir. Ve kesilen koyunun kanı bu delikten akar. Yerde yekpare halı seccade yayılı. Birkaç kişi namaz kılıyor. Günümüzde onlar için de kutsal olan bu mekâna Yahudilerin  girmesine izin verilmemesi ağlama nedenlerinden birisi imiş. Sadece senede bir gün dini bir bayramlarında bir Haham’ın tüm kavim adına burasını ziyaretine izin veriliyormuş.
Platformdan merdivenlerle inilen gene çok geniş alanın ucunda iki minareli, bir cami var ki asıl ibadete açık olan yer burası. Abdülmelik’in oğlu tarafından yaptırılmış. Öğle ezanı vakti olduğundan bir girip çıktık. Ama uzun süre Arap rehberin cemaatle namazının bitmesini bekledik dışarıda. Cami'in güney duvarı yüksek kale duvarları üzerinde son buluyor.
Topluca, Mescid-i Aksa avlusunun batı kapısından çıkarak Kudüs’ün dar sokaklı,  çarşısına girdik. Hemen 300-400 metre ilerisi Yahudilerin kutsal mekânı Ağlama Duvarı.
Yüksek bir noktadan aşağıdaki Ağlama duvarını izliyor ve resim çekiyoruz. Bulunduğumuz yerin altında tahta perdeler ve iskelelerle çevrili bir kazı alanı var. Burada Yahudi, Hristiyan çeşitli kuruşların arkeolojik kazı adı altında Yahudilerin, Lâhit Sandığını veya İsa’nın son yemeği kaplarını aradıkları iddia ediliyor.  Taş kaplı büyük bir alandan sonra tam karşımızda ağlama duvarı.   Büyük bir kalabalık, bir kısmı normal kıyafetli, bir kısmı Yahudi Kippa’lı, büyük çoğunluğu özel kıyafetleri ile Ortodoks Yahudiler. Sallanarak ve hızlı sesle dua etmekte, duvara el sürmekte. Sağ tarafta tahta bir köprü- platformla sınırlandırılmış bölge Kadınlara ait. Buradan tempolu alkışlar ve şen çığlıklar yükseliyor zaman zaman.  Sonradan öğreniyoruz ki Yahudilerin nişan, evlilik, doğum, özellikle Bar Mitzvah (dini görev yüklenebileceği 13 yaşına giren, Yahudi erkek çocuklarının ergenlik veya kızların bir nevi sosyeteye takdim törenleri)  olduğunu öğreniyoruz.  Belma bir nevi nişan sepetinin alkışlarla açılışını izledi ve ikram edilen keki yedi. İsrail askerlerinin X-Rey cihazlı kontrolünden geçerek kırk basamak aşağıdaki alana iniyoruz. Sol tarafta yamaca oyularak kemerli bir yapılaşmayla tuvaletler ve kafe-restoran yapılmış. Devamında iç içe yine toprak altına oyulmuş, tünel gibi mekanlar. İçerisi özgün ibadetlerini yapan Ortodoks Yahudilerle dolu. Gerçekte bu oyuklar hemen üzerindeki, içine giremedikleri Kubbet üs Sahranın altına bari girip, eski tapınaklarına ve Muallâk kayasına yaklaşabilmek için açılmışlar.
Alanın kuzey güney doğusu Süleyman mabedinden kaldığına inanılan Duvar. Ansiklopedik bilgiye göre; Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m olup 6 metresi mabet alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. Hemen üzeri, Kubbet üs sahra’nın avlusu, bir anlamda onun istinat duvarı gibi.
Sol tarafımız otopark ve bariyerli çıkış kapısı.  Buradan çıkıyoruz. Çıktığımız noktanın altı dik bir yar ve bu yara tırmanan asfalt yol. Kaldırımlarda Duvardaki törenlerden çıkmış her yaştan ve fevkalade şık Yahudi kalabalığı. Sıkışık trafikte kendilerini almaya gelecek araçlarını beklemekte, biz de bu kalabalığa katılıyor, yarım saatten fazla sürecek beklememiz süresini arkamızdaki parkın duvarına oturarak bekliyoruz.
Nihayet minibüsümüz geldi. Kudüs’ün batı kesiminde yola alıyoruz. Buralar bambaşka bir kent, ağaçlıklı asfalt yollar,  bakımlı,  çeşit süs bitkileriyle donatılmış bahçeler içinde çoğu kesme taş köşkler, malikaneler. Varlıklı Yahudilerin ikametgahları, bazıları evvelce Araplarınmış. Böyle yarım saat kadar yol alarak adeta bir botanik bahçesi içindeki lüks bir otele geldik. Otoparkında onlarca tur otobüsü. Öğle yemeğimizi burada aldık. Büyük bir yemek salonu, self servis açık büfe, yemekler lezzetli.
Yemek sonrası Kapris isimli bir firmanın Show-room’una götürüldük. Burada pırlanta işlenmesi ve satışı yapılıyor. Çok güzel ve çok pahalı takılar. Tüm dünyada elmas madenleri, üretimi, işlenmesi, satışı tamamen Yahudilerin tekeli ve kontrolünde. Her türlü kredi kartı geçerli,  bir şey alırsanız ister burada ister İstanbul’da teslimi mümkün, bedelini malı teslim aldıktan sonra ve beğenirseniz ödemeniz de olası. Ama bizlerden alıcı yok, çıkıyoruz.
Hedefimiz yine Doğu Kudüs.  Şehri çevreleyen sur dibine park ederek, tepedeki Yemen Kapısından kente, daha doğrusu çarşıya girdik. Dar sokaklı, kemerli yapıların oluşturduğu, lâbirent gibi klâsik Arap çarşısı. Dükkan önleri, saçakları, yöresel hediyelik eşya ve her şeyle salkım saçak. İniyoruz, çıkıyoruz, dönüyoruz ve Sağımızda ikindi ezanının yükseldiği Hz. Ömer camii; onun Kudüs’ü işgali zamanında yapılmış. Girmiyor, duvarı dibinden basamakları iniyoruz. Solumuzda taş kaplı, çukur bir avlu. Arkasında Kabir Kilisesi (Kıyam=Kıyamet Kilisesi) yükseliyor. İki katlı, kubbeli bir yapı: Hristiyanlar için çok önemli bir kutsal mekân. İsa’nın yalın ayak, sırtında çarmıhı, işkence ve hakaretler altında tırmandığı yokuş (acı yolu)’nun olduğu yere yapılmış.  Avlu ve içine girdiğimiz loş kilise her milletten ve tabii Hristiyanlardan olan bir kalabalıkla mahşer gibi. İçeriyi yanan binlerce adak ve şükran  mumunun  kokusu ve insan kalabalığının ter, nefes kokusu, günlük kokuları doldurmuş. Ayakları sağlam olar üst katına tırmandı. Ben aşağıları dolaştım.  Duvarlara oymuş çok sayıda, karanlık labirent ve şapeller, içleri altın, gümüş, İkonlar ve şamdanlarla süslü. Girişin hemen karşısındaki duvarda İsa’nın çarmıhtan indirilişi tasvir eden çok büyük ebatlı bir tablo ve hemen altında tabloda İsa’nın üzerine yatırılmış olduğu mermer blokun (herhalde) kendisi. Kadınlı erkekli onlarca kişi üzerine kapanmış ağlayarak bu taşı öpmekte…
Büyük kubbenin altında İsa’nın mezarı; dört köşesinde altın şamdanların yandığı, duvarları altın ve gümüş motiflerle kaplı,  yaklaşık üç metre yüksekliğinde, üçe üç kare bir türbe. Yüksek kemer altındaki alçak giriş kapısı doğuya bakıyor ve uzun kuyruktaki yüzlerce turist bu kapıdan türbenin içine girmek için sabırla dikiliyor. İnanışa göre İsa çarmıhtan indirilip buraya gömülmüş, ertesi gün bakıldığında mezarında yokmuş,  Allah onu bedeniyle göğe yükseltmiş. Bu yüzden kilisenin adı; Kabir, Kıyamet veya Kıyam Kilisesi. Malûm kıyam Arapça ayağa kalkma anlamında. Kıpti, Ortodoks, Katolik, Ermeni Kiliseleri Yüz yıllardır Kilisenin farklı bölümlerinden sorumlu imiş ve aralarında bir türlü anlaşamıyormuş Bu yüzden 800 yıldır -ve günümüzde de- Kilisenin anahtarı Müslüman bir ailenin elinde ve kapıyı o açıp kapatıyormuş.
Kilisenin alt tarafı gene çarşı. Bir saatlik serbest zaman da alacak hiçbir şey yok. Çarşı ortasındaki küçük meydandaki kahvede çay içerek oyalandık. Uzun bir süre de Arap rehberimizi bekledikten sonra yine karanlık, manavlar, sakatatçılar, ayakkabı tamircileri, önü açık lokantalar ve her şeycilerin doldurduğu kemerli, kapalı çarşıyı kat ederek kuzeydeki Şam kapısından çıkıp arabamıza bindik. Hava kararmış, akşam dönüşü başlamış, trafik yoğun.   Kudüs’ün tamamının göründüğü bir tepede birkaç fotoğraflık süreden sonra Ashdod’a, gemimize vasıl olduk şükür. Bir hayli yorulmuşuz, yemek gene açık büfede…


GEZİ NOTLARI –II-


GEZİ NOTLARI –II-



6 Ekim Çarşamba;

Sabah 06 gibi İskenderiye limanına giriş yaptık. Erkence kalkıp güverteye çıktık. Tarihi verilere göre; Bir zamanlar, liman’ın sağ tarafında MÖ. 3. yüzyılda o dönemde, Makedonya hanedanı olan ve Mısır’ı ele geçirdikten sonra, gerçek birer firavun gibi davranan Kral I. Ptoleme ve oğlu II. Ptoleme zamanında bitirilen Pharos Kulesi (İskenderiye Feneri) yer alırmış. İskenderiye Feneri Pharos Adası üzerine kurulmuştu. Bugün kullandığımız "fener", "far" kelimeleri bu adanın isminden geliyor. Üç katlı fener kulesinin yüksekliği, 140 metre. Dikdörtgen tabanını çevreleyen terasın uzunluğu da 340 metreyi buluyormuş. Tabanın genişliği 30, uzunluğu ise 61 metre. Birinci katın yüksekliğinin 71 metre olduğu tahmin ediliyor. Kulenin ikinci katını oluşturan merkez gövde ise sekizgen biçiminde ve 34 metre yüksekliğe sahipmiş. Asıl fener görevini gören üçüncü kat ise bir silindiri andırıyor ve bu bölümü koni biçiminde bir çatı örtüyormuş ve bunun üzerinde de bir Zeus heykeli bulunuyormuş. Fenerin içinde ta tepeye kadar çıkan taş bir merdivenden odun yüklü iki yük hayvanı rahatlıkla çıkabiliyormuş. Fenerin ateşi, bu hayvanlarla taşınan reçineli odunlarla besleniyordu. Bir başka varsayıma göre de, Mısırlıların o dönemde petrolü bildikleri ve kullandıkları sanılıyor... Üstelik bu petrolü yukarı kadar taşımayıp, hidrolik pompalarla aşağıdan yukarıya pompaladıkları ileri sürülüyor. Eski tarihçiler fenerin ateşinin ışığının, çeşitli aynalarla artırılıp 30 mil uzaklıktan rahatlıkla görüldüğünü yazmışlardı.

 1000 yıl kadar kullanıldığı sanılan bu gökdelen MS. 700 ve MS. 1100 yılında tüm Kuzey Afrika'yı yerle bir eden büyük bir depremle sulara gömülüyor. 15. yüzyılda Mısır'da hüküm süren Memluklar, fenerin bulunduğu yere bir kale ve cami inşa ediyorlar. Dörtgen bir sütun biçimindeki minaresiyle Arap ülkelerinde görülen cami tiplerinden ayrılan bu yapı, bugün Müslüman Afrika ülkelerindeki camilere örnek oluşuyla hatırlanıyor.

Şimdilerde limanın sağında ada değil bir yarım ada ve üzerinde bir saray ve dört köşe minareli bir cami var Burasının Pharos adası olduğu kanısına vardık.

Yine MÖ. 3. yüzyılda kral Ptoleme tarafından kurulan İskenderiye kütüphanesinde 150.000 kitap bulunduğunu yazıyor tarihçiler. Sonraki yıllarda Paganlar tarafından yıkılıp yakılan bu kütüphane 2002 yılında yeniden inşa edilerek bir müze - kütüphane olarak hizmete girmiş. Bunu da görme arzumuz ve şansımız yok. Rıhtımda 30 kadar otobüs bizleri beklemekte. Biz Kahire ve piramitlere gideceğiz.

    12 numaralı otobüse biz Türkler, az sayıdaki, Yunanlar ve İtalyanlar dışında bir Fransız beyin teşkil ettiği küçük gurubumuz kapıda mahallî tur şirketince ellerimize verilen bir kese kağıdındaki meyve ve aperatif yiyeceklerin olduğu kumanyalarımızla yerleştik. Her otobüse silahlı sivil polisler bindi. Ve ancak onar otobüslük konvoylar halinde önde eskort polis motosikletleri ile hareket ettik. Kahire’ye kadar çölü böyle konvoy geçecekmişiz. Birkaç yıl evvel turist guruplarına yapılan bombalı terörist saldırılardan sonra böyle tedbirlere gerek duyuluyormuş.

Üç saattir yarı çöl bir topografyada yol alıyoruz. Arada eski Anadolu köylerini çağrıştıran köyler, ekili alanlar, palmiye ve hurma bahçeleri ve etrafı duvarla çevrelenmiş içlerinde malikâne tarzı yapılar olan çiftlik olduğunu sandığımız yerler var. Bu malikâneler dâhil irili ufaklı evlerin damlarında minare tarzı beş altı metrelik kuleler var. Üzerleri sıra sıra deliklerle donatılmış. Bu kulelerin onlarcasıyla doldurulmuş tarlalar da var. Bunlar yenilmek üzere üretilen güvercin kafesleri imiş. Bu arada bir yerel rehber çok teferruatlı Mısır tarihini anlatıyor. Yollarda bir yerde durma olanağı yok. Bu yüzden otobüsün temiz olduğu rehberce iddia edilen pis tuvaletine işiyoruz. Sonunda Kahire’nin batı yakası varoşlarına girdik. Kahire Nil deltasında 25 milyon nüfusu ile Afrika’nın en büyük ve Mısır’ın başkenti. Nil’in bir kolu kenti ikiye bölüyor. Batısı Giza, doğusu Kahire. Piramitleri Kahire'den sonra saatlerce gidilen çölün ortasında bir yer olarak düşünmeyin. Piramitlerin bir ucu neredeyse şehrin ucunda, bu bölüm tahta paravanla ayrılmış binalardan. Piramitler sahasının girişindeki ofisten rehberimiz giriş biletlerimizi aldı. Kurak, taşlık bir arazide bir iki kilometre giderek bir kuru tepeye park etti otobüslerimiz. Buradan piramitler sahası bütün olarak görülebilmekte. Temaşa ve fotoğraf çekimi içim bir süre verdiler. İndik. Etrafımızda çok sayıda turist otobüsü. Binlerce turist ve bunlara - tabii bizlere de- at sineği gibi saldıran, yapışan, her yaştan, Çin malı hediyelik eşya, keyfiye-akel, serigraf baskı güya papirüsler ve bir sürü zıvır satmaya çalışan yüzlerce seyyar satıcı.   Sahayı gezdirmeyi öneren tek atlı brıçkalar, üzerine bindirip resminizi çektirmek isteyen deveciler ve tabii develer. Çok sayıda beyaz üniformalı polislerin bunlara ciddi bir müdahalesi yok.  Kazara bir satıcı ile göz teması kurmayın, yandınız. Kurtulmanız nerede ise olanaksız.    Firavun mezarlıklarının sayısı, o da belirlenen 106 imiş. Ancak bunların büyük çoğunluğu yıllar boyunca talan edilmiş. Parçalanmış. İçinden çıkanlar yağma edilmiş. Bir tek Tutankamun'un dışında. Onun mezarında kazı yapan iki İngiliz arkeolog sayesinde, 2019 parça eşya çıkarılmış ve bunlar Kahire müzesinde özel bir bölümde sergileniyormuş. Tutankamun dokuz yaşında Firavun olmuş. Ancak on sekiz yaşına geldiğinde başına aldığı bir darbe ile hayatı sona ermiş. Tutankamun'un önemi ise, yaşadığı dönemde yaptığı yönetiminden değil, mezarı korunarak çıkarılan tek Firavun olmasından kaynaklanıyor. Mumyası halen Luksor şehrinde.  Daha yakından görebilmek için otobüslerle üç piramidin yanına indik. Tahmini olarak MÖ 3000 yıllarında eski krallık döneminde yapıldığı zannedilen Giza piramitleri üç tane olarak biliniyor. Aynı karmaşa, pislik, seyyar satıcı tacizi burada da hâkim.  Dünyadaki en büyük piramitlerden olan bu üç piramit Keops, Kefren, Mikerinos; isimlerini aldıkları firavunlar tarafından yaptırılmışlar. Keops Piramidinin yanında biraz daha küçük olan Kefren ve Mikorinos piramitleri bulunmakta. Büyük Piramit olarak da adlandırılan Keops Piramidi, MÖ. 2800 yıllarına doğru hüküm süren Mısır'ın 4. Sülale devri hükümdarlarından Keops’un mezarı. Piramitte 2.300.000 adet taş blok kullanılmış ve bir taşın ortalama ağırlığı 2,5 ton. Toplam ağırlık yaklaşık olarak 6.000.000 ton ve yükseklik (140 m.) Keops hakkında bilgilerimiz oldukça az. Arkeologlar incelemeye gelmeden önce mezarlar soyulmuş. Piramit hakkındaki bilgiler, içindeki nesneler vasıtasıyla öğrenilmiş. İkinci büyük piramit, Keops'un kardeşi olan ve o öldükten sonra firavun olan Kefren'e ait. Küçük piramit ise; MÖ. 2500'lü yıllarda hüküm süren Mikerinos'a ait. Ayrıca Burada içlerinde prenseslere ve firavunun en yakın yardımcılarına ait mumyaların bulunduğu beş piramit daha var. Rehberimiz Semih Bey bizi önceden uyardığından bizden kimse istemedi ama ek bir ödeme ile içine girilebilen Kefren’e bir tek Yunanlı genç çift talip oldu. Ve pişmanlıkla döndüler. Dar alçak, yokuş bir tünelde bir süre gidip dönmüşler. Hepsi o kadar. Büyük piramidin güney tarafında barakamsı bir binada 1982 yılında taşlar arasında bulunan, ip ve çivilerle şaşırtıcı şekilde tutturulmuş ahşap bir kayık sergilenmekte imiş. Tabii görmeyi hiç düşünmedik. Aşırı sıcak, sıkıcı hava ve şartlar nedeni ile verilen süre dolmadan herkes otobüse geri döndü. Belma ile ortak kanımız; “piramitleri yakın çekim görmenin hiçbir özelliği ve cazibesi yok, belleğimizdeki TV görüntüleri ve hayal dünyamızda kalması daha iyi. Otobüsler bizi bir Km. kadar daha güneye indirdi. Burada yeniden park etik. Kuzeyimizde Firavunlar vadisine giden taş kaplı yokuş ve hemen başında ünlü Sfenks. Burada da aynı turist ve seyyar satıcı kalabalığı, polisler, sıcak, karmaşa… Ansiklopedik bilgilere göre; bu muhteşem görünümlü sembolik hayvan Piramitlerin önünde sanki onların sahibi ve koruyucusu gibi, granit tepede yere uzanmış vaziyette durmakta. Yüzü doğuya bakmaktadır. Bazı kayıtlar bu insan hayvan karışımı dev yapıtın, insanın tanrısal ve hayvansal ya da göksel ve yersel iki yönünü ifade ettiğini de söylerler. Büyük Sfenks'in boyu topraktan baştaki saçının en yüksek noktasına kadar 19,97 m' dir. En geniş eni ise 4,15 m.dir. Cephesi 5 m, kulağı 1,79 m, ağzı 2,32 m.dir. Kuyruktan ön ayaklara kadar vücudun toplam uzunluğu 72 m.dir. Tek bir parça granitten oyulmuştur. Aslan pençeli bir boğa bedeninden bir insan başı çıkmış ve o kartallara özgü kanatlarını böğürlerine bakışlarını göğe doğru dikmiş bir ifade taşır.  Yüz metre mesafede, ön cephesinde tahta platformlar ve koltuklar yerleştirilmiş. Hazırlanmakta olan büyük bir sahnede eski Mısır figürlü dekorlar yer alıyor. Ses ve ışık düzeni kuruluyor.  Birkaç gün sonra burada Aida operası icra edilecekmiş.  Yandaki plastik sandalyelerin dizildiği alanda ise yine ışıklandırılmış Sfenks’e karşı geceleri gösteriler yapılıyormuş. Otobüse bindik. Nehri geçip Kahire’nin içine yol alıyoruz. Geçtiğimiz caddelerde yıpranmış, kötü yapılı binalar, kılıksız insanlar,  kenarlarda çöp yığınları. Üç katlı modern bir hediyelik eşya mağazasının önünde durduk.  Giriş katında papirüs yapımı gösterisi adı altında kısa bir Show sunuluyor. Sonra papirüs tezgâhlaması. Üst kat mücevher ve diğer hediyelik eşya departmanları. Çok sayıda lisan bilir satıcılar, kazık fiyatlar ve değişmeyen, itimat edilmez Mısır satış prensipleri. Rehberimiz seyyar satıcılarda pazarlıktan sonra verdiğimiz para üstünün asla geri alınamayacağı yolunda uyarmıştı bizleri. Burada bile aynı anlayış hâkim. Adaşlarımızın başına geldi. Bir başka uyarı da resminizi çekivermeyi teklif edenlere kameranızı vermeme yolundaydı. Alıp kaçarlarmış. Tabii her türlü kapkaç ve hırsızlık da var. Bindik, Kahire içinden Kaleye yol alıyoruz. Yıpranmış, harap, bakımsız, natamam, sıvasız, çatısız binalar, pis caddeler.  Hele milyonlarca insanın yaşadığı, gecekondudan daha kalitesiz kilometrelerce süren, fakirliğin hüküm sürdüğü mahalleler. Buraların bir kısmı “Ölüler şehri adını alan” eski Memluk mezarlığının bulunduğu yerler.  Mezarlar, kapısı penceresi ve odaları olan evler biçiminde yapılırmış. Yakınları ölüyü evin alt katına gömdükten sonra, üst katta kalarak taziyeleri kabul ederlermiş. Bugün evsiz çok sayıda Mısırlı bu üst mezarları mesken olarak kullanıyor. Yol boyunca yüzlerce çömlekçi atölyesi ve sergisi... Kale kireç taşı kitlelerin üzerindeki Mukattam Tepesinde. Kale dışına park ettik. Yine satıcı karmaşası ve aşırı sıcak; 39 derece… Mısırda camiler küçük olsun, büyük olsun düz çatılı, bazen üzerlerinde küçük bir kubbe var. Minareler kısa ve kare piramit, genelde, üstü kapalı balkon şerefeli. Kale içinde Kavalalı Mehmet Ali                                                                                                                                                                         Paşa’nın yaptırdığı bir cami var. Mısır’daki tek büyük ve çok kubbeli cami. Osmanlı mimari tarzında ve Sultanahmet camisinden esinlenerek yaptırılmış.  Revaklı büyük bir dış avlusu var. Daha dış avluda ayakkabılarınızı çıkarttırıyorlar. Tarz Osmanlı olmakla birlikte dış duvar ve iç mekândaki, kubbedeki tezyinat Arabesk. İçeride tadilat var, halılar bir kenara toplanmış, rulo yapılmış, üzerine oturmuş makineli tüfekli sivil polisler. Cami önündeki terastan kirli, gri Kahire’yi kuş bakışı görmek olası… Mehmet Ali Paşa, bu camiyi kendisi için bir anıt olarak inşa ettirmiş ve buraya gömülmüş. Konumlanışı ve anıtsal dış görünüşü nedeniyle kentin simgesi haline gelen cami halk arasında “Kaymak Taşı Camii” olarak da biliniyor.

 Mısır Hıdivi Mehmet Ali Paşa:  Kavala'nın Kondova köyünde dünyaya geldi. Napolyon'un Mısır'ı işgaline karşı Osmanlı tarafından Mısır'a gönderilen orduda görev aldı ve kısa zamanda komutanlığa yükseldi. Vali Hüsrev Paşa'ya karşı düzenlenen ayaklanmadan yararlanarak 1805'te Mısır valisi oldu. Mısır'ın kalkınması için çeşitli ıslahatlar yaptı. Avrupa'dan  getirttiği hocalarla kendine güçlü bir ordu kurdu. Vehhabi ayaklanmasını bastırdı. Mısır'daki Memlük egemenliğine kesin olarak son verdi. Mora'da patlak veren isyanı bastırmakta güçlük çeken Osmanlı Devleti Mehmet Ali Paşa'dan yardım istedi. Bu başarısına karşılık Mora ve Girit valilikleri sözü verildi. Mora, Yunanistan'a verilince Kavalalı Mehmet Ali Paşa bu sefer de Suriye valiliğini istedi ve Filistin’e yürüdü ve Akka Kalesi'ni ele geçirdi. Osmanlı hükûmeti Mehmet Ali Paşa'nın üstüne ordu gönderdiyse de Osmanlı ordusu Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Mısır Kuvvetleri Halep, Şam ve Adana'yı ele geçirdiler. Konya'da Sadrazam Reşit Paşa'nın kuvvetlerini de yenip Kütahya'ya kadar ilerlediler.  Mısır, Suriye ve Girit valilikleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya, Cidde ve Adana valilikleri de oğlu İbrahim Paşa'ya verildi. Londra antlaşmasıyla Mısır Kavala’lı Mehmet Ali Paşa ve soyundan gelenlere bırakıldı. 1845'te İstanbul'a gelip padişaha bağlılığını bildirdi. 1849'de Kahire'de öldü. Hanedanı, Cemal Abd-ülnâsır tarafından devrilen kral Faruk’a kadar devam etti.

Sıcaktan hamal gibi terlemiş vaziyette otobüse zor attım kendimi, çamaşır değiştirdim. (sağ olsun Belma hiçbir tedbiri ihmal etmez.) Gurubumuzun toplanmasının ardından saat 15 gibi ayrıldık kaleden. Gene iptidai Kahire caddeleri ve nihayet Nil Nehrinin doğu kıyıları. Buralar kovboy kasabası gibi tek sıra yapılarla mamur. Gökdelenler, rezidanslar, iş merkezleri, beş yıldızlı oteller, apartmanlar. Nil kıyısındaki özel iskelesine bağlanmış nehir gemisine geldik. Pullmantur’un öteki otobüsleri de art arda gelmekte.  Abartılı, Mısır medeniyeti objeleri ile süslenmiş bir iskele lokantasının iki yanına demirlemiş bir çift nehir gemisine yerleştik.
Geniş gövdeli, yine Mısır ve Arabesk motiflerle donatılmış, geniş pencereli bir mekân. Ortada selfservis istasyonları, masalar örtülü ve temiz. Balık, et, sıcak yemekler, salata, tatlı büfeleri. Bir kenarda Arap müziği yapan otantik kıyafetli saz heyeti. Yemeklerimizi aldık biraz sonra tekneler art arda ayrıldı. Nil’de bir saat kadar ileri geri yol aldık. Yemeğimizi bitirip güverteye çıktık biz.  Aşağıda oryantal dans gösterisi yapan dansöz ve eteklikli köçek yerine mamur Nil kıyılarını seyretmeyi yeğledik.  Teknenin iki tarafında tüfekli personeliyle polis motorları devamlı eşlik etmekte.
Artık dönüş vakti geldi.  Gemimiz Port Said’e gelmiş olmalı, biz oradan bineceğiz. Mutlaka Kahire’de görülmesi gereken başka yerler de vardır. Kahire müzesi, camiler, kapalı çarşı, El Halil pazarı vs, ama yeter ve hiç de gereği yok. Karanlıkların ve nerede ise ışıklandırılmamış küçük yerlerim birimlerinin hâkim olduğu güzergâhta, sıkışık akşam trafiğinde kamyon ve ağır vasıtaların en soldan ve kuralsız seyir ettiği yarı otoban yolda ancak dört saatte Port Said’e ulaştık. Bu dönüş bayağı sıkıcı ve bıktırıcı oldu. Yarı yoldaki İsmailiye kentinin sadece ışıklarını gördük uzaktan. Mısırın önemli illerinden biri olan bu kent Süveyş kanalını korumakla görevli askeri birliklerin konuşlandığı, daha çok bürokrat ve üniversite mensuplarının olduğu bir yerleşimmiş.
            Geçtiğimiz caddelerde gördüğümüz kadarı ile Port Said çok daha mamur ve düzenli, apartmanlar, ışıklı mağazalar… Liman girişi ve kaldırımlar yine seyyar satıcıların işgalinde. Zenith gelmiş. Evimize gelmiş gibi sevindik. Nil’in bir kolunun denize ulaştığı yerdeki liman bir hayli büyük. Doğu tarafından Süveyş Kanalı da limana katılıyormuş ama karanlıkta seçmek olası değil. Vakit bir hayli geç oldu, yorgunuz, salonda yemek yerine açık büfeyi yeğliyoruz; limanı ve ayrılışı izleyerek. Rotamız Ashdod; “Vira Bismillah”


GEZİ NOTLARI -I-


GEZİ NOTLARI - I-
Günümüzde dünyanın her yöresine tur programları, TV’de canlı tur yayınları, hatta cep telefonlarında video ve anlatımlar o kadar çok arttı ki;  on yıl evvelki bir gezi notlarının ilgi çekeceğinden emin değilim. Ama politik nedenlerle bir İsrail gezisi şu sıralar pek olası değil. 
Bu nedenle 2010 yılındaki İsrail ve Mısır gezimizi paylaşmaya karar verdim. Yazı bir hayli uzun olduğundan parçalara bölerek paylaşacağım. Tur programı gereği önce Atina ve Mısır var. İlginize ve sabrınıza…
Sevgili Şart;
30 Eylül öğle üzeri Marmaris’e hareket ettik. Akşam saat 18 sularında Aydın’ı tuttuk ve orada konakladık. Sabah Akyaka’da biraz eğlenerek saat 11 gibi Marmaris’e otelimize giriş yaptık. Hava sıcak, deniz nefis, daha bavulları açmadan Belma denize attı kendini. Ben de plaj barda oturup bir bardak bira içtim. On beş yirmi dakika sonra Belma geldi. Yemeğe gitmek niyetiyle ayağa kalktım fakat baş dönmesiyle oturma ihtiyacı hissettim. Bir dakika sonra yeniden kalktım. Daha doğrusu kalkma teşebbüsünde bulundum. Sonrası yok. Ne kadar sürdüğünü bilemediğim bir baygınlıktan, derinlerden bir yerden Belma’nın “Yavuz, iyi misin Yavuz”  endişeli seslenişi ile zorla gözlerimi açtım. Başıma toplanmış kalabalık, yüzüme atılan sular nedeni ile üstüm ıslak, şiddetli mide bulantısı, baş dönmesi, müthiş bir yorgunluk. Hiç iyi değilim ama Belma’yı rahatlatmak için biraz ses, biraz el hareketiyle “iyi” olduğumu söylüyorum o kadar. Yere yığılmamam için Belma kucaklamış, yardım istemiş, dayanmış olduğum gözlemeci kadının peykesine dört beş kişi zorlukla oturtmuşlar. Ambulans çağrılmış. Nitekim bir iki dakika sonra geldi. Sedyeye alındım. O sırada ölçülen tansiyonum altı. Hastaneye gitmemiz gereğini söylediler. Belma birkaç dakika kendisini beklemelerini isteyerek, zorlukla şortumun cebindeki oda ve kasa anahtarlarını, cep telefonunu aldı.
Ambulansta sedyeye bağlı, gözlerim kapalı Belma’yı bekliyor ve onun sağlığı için dua ediyorum. Karşılaştığı travma benimkinden çok daha büyük. Ama her zamanki soğukkanlı ve itidalli davranışıyla kimliğimi ve para almış.   Siren sesleriyle Ahu Hetman isimli özel hastaneye intikal ettik. Hemen bir dâhiliyeci ve bir kardiyolog müdahale etti. Bu arada tansiyonum önce 7 daha sonra 11’lere kadar yükseldi. Mide bulantısı ve baş dönmesi devam ediyor. Serum bağladılar, ısrarla göğüs ağrısı soruyor, enfarktüsten şüpheleniyorlar. Yirmi dört saat gözetim altına almayı uygun buldular. Servise çıkarılıp yatırıldım.
Müşahede altındaki süre otuz saati buldu. Çok şükür, kan bulgularım ve enzimler, elektrolar, şeker düzeyim iyi. Tansiyonum normallere geldi. Seyahate çıkmamda sakınca görmediler. Yine de rapor ve elektrolarımı Bursa’ya müdavi doktoruma fakslayarak onun da yorumunu aldım. Belma’nın yolculuktan vazgeçelim tekliflerini şiddetle reddediyorum. Onun kendisini ve moralini toparlayabilmesi için bu şart.
Neyse, iki gün daha dinlenme ve denizden sonra 3 Ekim Pazar sabahı saat 9 gibi Marmaris limanına geldik. Gemimiz Zenith yanaşmış tamamı Avrupalı turist yolcularını indirmekte. Hazır bekleyen otobüsler onları alarak ekstra turlara götürdüler.
Bizler de 14 Türk yolcu gemiye alındık.  Dört aile Muğla’dan.  Bursa’dan emekli bir jandarma albayı ve eşi, İzmir’den emekli bir tuğgeneral ve eşi. Pasaportlarımızı teslim edip, gemi içi kartlarımızı aldık. Bu dördüncü crius yolculuğumuz. Bu manyetik kartlar bir anlamda kimlik kartlarımız. Limanlara iniş binişlerde pasaport yerine geçiyor, kamara kapımızı açıyor ve gemi içi harcamalarda, kazino’da, freeshop’da ve limanlarda ekstra turlara katılımda kredi kartı yenine geçiyor. Seyahat şirketimiz Pullmantur’da her şey dâhil sistemi geçerli. Kamaralarımıza yerleştik, bavullarımız gelmiş. Kamaramız dış kabin ve güzel ama gemi çok büyük değil. On iki güverte ve sadece 1800 yolcu kapasiteli.
Saat 13.- gibi demir aldık. Kitaplarımızı alıp üst güverteye, havuz başının camla kapalı koltuklarına yerleştik. Datça Kıyılarını seyrederek yol alıyoruz. Açıklarda Simi Adası.   Rotamız Pire. Kısmetse sabah 08’de orada olacağız.
4 Ekim pazartesi;
Pire Limanı çok geniş. Büyük bir doğal körfezin karşılıklı iki kıyısı rıhtım düzenlemesinde. Yunan Adalarına sefer yapan onlarca feribot, deniz otobüsleri, iç hat gemileri, şilepler ve bizler gibi, sayısı ona yaklaşan crius gemileri bordalamış. Yolcuların tamamına yakını boşaldı. Çoğunluğu İspanyol, Portekiz ve Yunanlılar.  Dün akşam yemeğinde mutfak ve lokanta personeli onları bir gösteri ile uğurladılar. Personelle bir haftalık birlikteliğin doğurduğu samimiyetle sirtakiler oynandı.
Gemi buradan yeni yolcularını alacak. Turun başlangıç noktası burası. Limanda bir taksi ile pazarlık ederek üç saatliğine Atina’yı turlamak üzere ayrıldık. Şoförümüz Hıristo’nun benim seviyemdeki İngilizcesiyle şehri dolaşmaya başladık.
Daha evvel Atina’yı panoramik görmüş ve Akrepol’e çıkmıştık. Bu yüzden evvelce hazırlamış olduğum notlar doğrultusunda tura Plaka bölgesi ile başladık. Burası Akropolis’in bulunduğu tepenin hemen eteklerinde Atina’nın en eski yerleşim bölgesi. Daracık sokaklarında günlük hayatı görebileceğimiz iki bölge sırasıyla Anafiotika ve Plaka.
Anafiotika,
Akropolis’in hemen altında yer almakta. Google’nin verilerine göre bölgenin karakteristik özelliği, çoğu Yunan yerleşiminde de görülen, beyaz boyalı yazlık evler ve pencerelerin, kapıların önlerini süsleyen sardunyalarmış. Biraz ilerisi ise Plaka. Burası tavernaları, daracık taş sokakları, sokaklardaki satıcıları, sardunyalı cumbalı evleri, antika dükkânları, galerileri ve yemekleriyle ünlü imiş ama en yoğun olduğu zaman güneş battıktan sonra başlarmış. Rembetiko, uzo ve lezzetli Yunan yemekleri eşliğinde eğlence sabaha dek devam edermiş. Tabii bunu yaşama şansımız olmadı. Üstelik sardunyalı pencereleri de görmedik.  Civarda el işi, nakış işleri ve tabloların sergilendiği Yunan Halk Sanatları Müzesi, onun karşısında yer alan Çocuk Müzesi ve Klasik Yunan – Roma heykelleriyle Bizans ikonalarının sergilendiği Kanellopoulos; Arkeoloji ve Bizans Müzesi varsa da beni müzelerin beni ilgilendirmediğini bilirsin.
İkinci hedef Atina’nın en önemli meydanı olan Syntagma Meydanı, Yunanca’da Anayasa Meydanı anlamına geliyor. Meydanın hâkim yapısı Parlamento Binası. Binanın meydana bakan ön cephesinde Meçhul Asker Anıtı var. Parlamento’yu koruyan askerlerin (evzoneler)  Önünde birer fotoğraf aldık; bütün turistler gibi. İlgi çekici nöbet değişimi töreni evvelce görmüştük.  Ponponlu ayakkabılar ve pilili etekler. Bir söylenceye göre, askerlerin eteklerindeki 400 adet pile, ülkenin Osmanlı yönetiminde geçirdiği 400 yılı sembolize etmekteymiş. Biraz ilerideki Zeus Olympias Tapınağı ve hemen yakınlarında 2004 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapmış olan Panathenaiko Olimpik Stadyumu bizleri çok entrese etmeyen yerler.
Arabamızla meydanı dönüp parlamento binasının arkasına dolanınca Atina’nın en gözde semtlerinden biri olan Kolonaki. Küçük, yokuşlu bir meydan, ortasında bir park yer almış.    Syntagma Meydanı’nı Kolonaki’ye bağlayan bulvar boyunca konsolosluklar şık binalar, butikler, ünlü modacıların mağazaları, sıralanıyor. Kentin en pahalı bar ve restoranları da burada imiş.  Bu bulvarda yer alan, Belma’nın kapısına kadar gidip, şöyle bir göz attığı evlerden biri müze. Ev eskiden Yunan diasporasının ünlü ve varlıklı ailelerinden Benakilere aitmiş. Müzede Helenistik ve Roma dönemine, Hıristiyanlık dönemine ve Ankara, Kapadokya, Batı Ege Yunanlılarına, Osmanlı ve evvelce İskenderiye’de yaşadığı için Mısır medeniyetine ait sergilenen eserlerin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanıyormuş. 
Sonraki hedef Monastiraki; burası da Plaka ile benzerlikler taşıyor. Hediyelik eşyalar, biblolar satan dükkânlar, küçük barlar ve kahvecilerle dolu. Pazar günü kurulan bitpazarında uygun fiyatlı eşyalar, hediyelikler, antikalar, kıyafetler, gümüş, bakır, bronz eşyalar bulunabilirmiş. Tabii onu görme şansımız da yoktu. Şoförümüz katedralin önüne park etti, ayrıldık. Katedral tamirde olduğundan içi iskelelerle kaplı, görecek bir şey yok.   Monastiraki Meydanı’nın güney kısmında Osmanlı döneminde kalma Tzisdarakis Camisi var. Günümüzde seramik sergisine ev sahipliği yapmakta. Meydanı ve ara. Sokakları biraz dolaştık, Kebapçı ve lokantalar yoğunlukta, bir yerde birer kappiçino içtik. Marka mağazaların aralarına sıkışmış dükkânlar bir zamanların Mahmut Paşa’sını andırıyor. Hâlâ daha çok sayıda manifaturacı var.
Yeniden arabamızdayız. Şoför efendi ve Avrupa terbiyesinde bir adam. Her iniş binişlerimizde inip kapıyı açıyor. Biraz evvel yayan dolaştığımız Monastiraki metro istasyonundan Athinas Caddesi’ne sapıp sıkışık trafikte sokak boyunca sağlı sollu kurulmuş pazarı görüyoruz. Burası Atina’nın merkez pazarı imiş. Bu pazarda et ve balıklar yolun sağında, sebze ve meyveler ise solunda satılırmış. Görüntü hiç yabancı değil. Dükkânların önüne çıkarılmış, her çeşitten sepetler, saçaklarına asılmış teneke ve galvaniz mutfak eşyaları, kaldırımlara taşmış yemiş çuvalları ile bir Anadolu kasabası çarşısı görünümünde.  Biraz ilerleyince Kotzia Meydanı geliyor. Sonra solumuzda Belediye Binası ardından da Omonia Meydanı. Burada Ulusal Arkeoloji Müzesi var.
Saat dolmadı ama Atina bitti. Belma’nın arzusu ile yeniden şehrin etrafından geniş bir tur alarak Akrepol’ün aşağıdan en iyi göründüğü ve bütün tur otobüslerinin park ettiği alana geliyoruz. Atina'nın kuruluş yeri olan Akropolis, mitolojik öykülere bakılırsa Athena ile Poseidon'un kentin hâkimiyeti için mücadele ettiği yer. Kente ismini veren zafer tanrıçası Athena'ya adanan ve bugün Akropolis'in en önemli yapı kalıntılarını oluşturan kutsal mekânları( Parthenon; Erectheion ve Athena Nike tapınakları) arka fona alarak resim çektiriyoruz.
Atina bu kadar. Caddeler temiz, muntazam ve ağaçlıklı. Genelde dut, mandalina, turunç ağaçları tercih edilmiş.  Şehir yeni olduğundan mamur;
 Yunanların 1821 yılında Yunan İsyanı ve Osmanlı egemenliğine karşı ayaklanmaları, 1832 yılında imzalanan İstanbul Antlaşması ile bağımsız bir ülke olarak tanınmasıyla sonuçlanmış Yunan bağımsızlığının yıl dönümü olan 25 Mart 1821 Yunanistan'da ulusal tatil günüdür. Bu tarih özellikle Meryem'e İsa'nın doğacağı vahyinin verilme günü olan Müjde ile aynı güne denk getirilmiştir. Bağımsızlık kazanılmış ama bu kez Avrupa devletlerinin müdahalesi ile Alman kralı Ludving’in on yedi yaşındaki oğlu Otto Kral olarak atanmış. Otto yanında naibi ve 3500 askeri ile o dönem ülkenin en önemli merkezi olan Larissa’yı  (Mora Yenişehir) başkent ilan etmiş. O yıllarda Atina sadece 5000 nüfuslu, eski ve harap bir yerleşim bölgesi. Akrepol ve eski Bizans kalıntıları dışında hiç önemi olmayan bir yer. Otto 1836’da başkenti Atina’ya taşımış ve şehri imara başlamış. İmar için gerekli kaynağı Yunan halkı üzerine saldığı çok ağır vergilerle karşılayınca halk yeniden isyan etmiş. 1843’de kralı devirip sürmüşler. Fakat bu kez de Avrupa ülkeleri Danimarka kralının yine 17 yaşındaki prensi William’ı 1. George adı ile tahta geçirmişler. Bugün Atina’nın nüfusu 5- 6milyon civarında ve ülke nüfusunun nerede ise yarısı burada yaşıyor.
Gemiye dönerek öğle yemeğimizi aldık. Biraz sonra tekrar çıktık ve Pire’yi bir mini tren ile şöyle bir dolaştık. Pire ile Atina tamamen birleşmiş. Burası da bir liman kentinden ziyade mamur bir Avrupa şehri. Saat 16 gibi gemimize döndük.
Gemi yeni yolcularını almakta. Nerede ise tamamı İspanyol ve Portekizli. Güvertede, teker teker ayrılan Crius gemilerini izleyerek akşamı ettik. Yemek salonundaki akşam yemekleri daha öndeki seyahatlerimizde olduğu gibi saat 20 ve 21.30’da olmak üzere iki gurupla veya açık büfede self servisle alınıyor. Biz erkenciyiz. Masamız altı kişilik.  Mahir ve Nevres beylerle oturuyoruz.
5 Ekim Salı;
Bugün tam gün denizdeyiz.  Sabah her gemi turunda olduğu gibi alârm tatbikatı yapıldı. Can yeleklerimizi takarak tahlisiye toplanma noktalarına gittik Öğleden sonra ise bütün yolcuları guruplar halinde disko da topladılar. Bir masa arkasına oturmuş üç İsrailli Hanım görevli ve başlarındaki, Hahamın önünden ellerimizde pasaportlarımızla teker teker geçtik. İncelendik ve İsrail’e girişimiz onaylandı, vize belgelerimizi receptiondan alacağız. Akşamüzeri ise kaptanla tanışma ve resim çektirme etkinliği oldu. Sonra kaptan tiyatro salonunda zabitanı tanıttı. Kaptan İtalyan, zabitan hepsi farklı milletten olmak üzere personelin tamamı toplam 30 ülkeden oluşmuş. Akşam yemeğimiz ise gala konseptinde olduğundan kıyafetli. Geceleri Show var ama ben erkenden çöküyorum. Belma izliyor.

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...