26 Haziran 2018 Salı

16 KURUŞLUK PUL



Maliye bakanlığının kendi bünyesindeki bir tespite göre işyeri açma ve kapatmak için 77 (yazı ile yetmiş yedi) işlem ve imzaya gerek varmış.  Hele fabrika kuranların, teşvik almak zorunda olanların Allah yardımcısı olsun.  Bu işlerde üç basamaklı rakamlarla ifade edilen işlemleri, birkaç yıla varan beklemeleri, bu yüzden Balkan ülkelerine taşınan tesisleri, vazgeçilen yabancı sermaye teşebbüslerini konu eden yazılara sıklıkla rastlıyoruz gazetelerde.
Bürokrasi, devlet dairelerinde yaşanan sistemli engellemeler, zorluklar ülkemizin kronik bir rahatsızlığıdır.
Konu çok eskilere dayanıyor. Yıl 1923 TBMM’de Rize Milletvekili Ekrem Bey bir takrir veriyor; “Her şeyden evvel kırtasiyeciliğin önüne geçmek lâzımdır.  Dairelerdeki çalışma usulleri kökten bozuktur. Usanan halk mebuslara evrak takip ettirmek zorunda kalıyor. Mebuslar asıl ilerini bırakıp daireden daireye ulaşmaya ve iş sahiplerine cevaplar yazmaya mecbur oluyorlar. İlh.”  
4.02.1924 TBMM’ de bir müzakere esnasında sorulan bir sual;
“Memleketin köhne idare cihazı eski usullere göre işliyor. Zaman denilen büyük değeri hiçe sayıyor. Geri kalmış bir memleket, böyle bir berbat mekanizmanın işlemesiyle nasıl ileri gider? Nasıl ıslahat yapar? Daha bol iktisadi verim ve içtimai yükselme hasletlerine nasıl kavuşur?”
Cevap;
“O bahsettiğiniz makine ıslah kabul etmez, şurasına burasına bir çivi çakmak bir tarafını değiştirmek suretiyle işe yarar bir hale gelemez. Bunu kökünden yıkacağız. Bizi modern çalışmaların icabına göre yürütecek verimli makinayı ta temelinden kuracağız.”
“Bu sözü söylerken Gazi iyi niyetli ve çok azimli görünüyordu. Fakat ortadan aşağı kıratta elemanlar tarafından işletilen ve olduğu gibi kalmasına çalışılan o köhne kırtasiyeci makinenin mukavemet kudreti o şekildeydi ki onu değiştirmeye ne Gazi Paşa’nın dehası ve enerjisi ne ondan sonra gelen idarelerin ilgisi yetmedi.”
Yukarıda aktardığım soru - cevap ve yorumu Ahmet Emin Yalman’ın “Yakın Tarihte Gördüklerim Geçirdiklerim (Pera yayıncılık)” adlı kitabından aldım.
Cumhuriyetin kuruluşundan yüz yıla yakın bir süre geçmesine, teknolojinin, iletişim araçlarının hızlanmasına, bilgisayar çağına, “e-devlet” yapılanmalarına rağmen değişen çok şeyin olmaması, bu gün de benzer şikâyetleri tekrarlamamız çok acı değil mi?
Haklarını yemeyelim! Zaman içinde bir şey değişti. Bizler dilekçelerin altına 16 kuruşluk pul yapıştırdık. 15 kuruşluk damga ve bir kuruşluk tayyare pulu.  Pulsuz dilekçe işleme konulamazdı.   Tütün bayilerinde, bazı bakkallarda, kırtasiyecilerde “PUL VE KIYMETLİ KÂĞIT SATILIR” levhaları asılı olurdu. Cüzdanlarımızda mutlaka yedek dilekçe pulu bulunurdu. Bir dairede işlem takip eden kişiye ödünç veya hediye olarak verilen 16 kuruşluk pul en büyük hayır duası vesilesi idi. Zamanla para değeri değiştikçe pul temini güçleşir olmuştu. Özellikle bir kuruşluk Tayyare Cemiyeti pulu. Tedavülden bir kuruşun kalkması üzerinden uzun yıllar geçmiş ama düzen değişmemişti. Yanılmıyorsam 1970’li yıllarda dilekçelerden pul kaldırıldı. Zaman sürecinde, faturalara, senetlere, anlaşmalara, kira kontratlarına, vergi beyannamelerine, daha birçok belgeye yazılı değerin belirli bir yüzdesin de pul yapıştırmıyoruz artık. Bunun yerine “Damga Resmi”ni beyan mucibi maliyeye yatırıyoruz. Artık iş yerlerinde her sayfası ayrı değerdeki pulları stokladığımız “Pul Defterleri” de tarihe karıştı. Acaba hatırlayanlarınız var mı?  Tabii pul satma yetkisi olan Bayi’ler de kalmadı, Onların pul satışından “beyiye” adı ile anılan kazançları da kalmadı.   
O yıllardan bir anekdot hatırlıyorum:
Issız adaya düşme ihtimaline karşı yanınıza alacağınız en gerekli üç şey nedir? Sorusuna, İngiliz: “Pipom, kitabım, köpeğim”, Fransız: “Şarabım, peynirim, metresim” Türk: “Nüfus sureti, iyi hâl kâğıdı, 16 kuruşluk pul” cevabını verir.  Nüfus sureti yerine fotokopisini, pul kalktı onun yerine de vergi numarasını koyunuz! 
Söylemlerimizde bir pul konusu daha var; “PARAMIZ PUL OLDU” 
Ülkemizde ilk kâğıt para 1840’lı yıllarda Sultan Abdülmecid döneminde bir nevi tahvil olarak, 160 bin Osmanlı altını karşılığında basılmış. En büyüğü 500, en küçüğü 10 kuruş değerinde. Arka yüzünde “Kaime-i muteberi nakdiye=Osmanlı parası yerine kaimdir.” İfadesi var. Halk bunu “kayme” diye adlandırmayı tercih etmiş. Bugün bile Anadolu yaşlıları arasında “bu kaç para” yerine “kaç kayme” söylemi kullanılmaktadır. Yine eski yıllardan kalma “mecid ve çeyrek” deyimleri yakın zamana kadar sürdü. Mecit yirmi kuruş demektir. Abdülmecid’in tedavüle çıkardığı altın liranın (Mecidiye)  beşte biri,  gümüş 20 kuruş. Bunun dörtte biri de yine gümüş çeyrek yani beş kuruş. Mecid veya Mecidiye söylemlerimizde pek kalmadıysa da Çeyrek çok geniş olarak kullanılmakta. Saat diliminden, altın liraya ve tabii beş kuruş yerine.  Dörtte bir anlamında ki; “cehar-i yek”den gelir.
Dönem, Osmanlı yönetimi için zor dönemlerdir; ardı ardına gelen savaşlar ve kötü yönetilen maliye ve hazinedeki değerli metallerin suyunu çekmesi nedeniyle sürekli yeni kâğıt paralar çıkarılır. 1900’lerin başına geldiğinde artık pulların bile üstüne sürşarj vurularak “bu pulun pul değil para olduğu” yazılmaktadır; PARAMIZ PUL OLMUŞTUR…
Kuruş dedim de; Bizler kuruş hatta para devrinin kuşağıyız, Bayram harçlıklarımızda lira büyük ikramiye idi. Lira olan değerler bile on liraya kadar bin kuruş diye ifade edilirdi. Meselâ; Mark yüz kırk üç kuruş, Dolar iki yüz seksen kuruştu 1958 Ağustos devalüasyonuna değin. O zaman adı dokuz lira oldu ancak. Simidin fiyatı bir çeyrekti, gazozun da. Hanımların çantalarında, beylerin ceplerinde bozuk para cüzdanları olurdu. Yarım daire şeklindeki kapağı açılıp diğer yarım daire gözden ufak paralar buraya kaydırılır, seçim yapılırdı, alışveriş esnasında.
Bir kuruşun hükmü 1958’lere kadar sürdü.  1957’de İstanbul’da yüksek tahsilimi yaparken tramvaylarda talebe bileti üç kuruştu. Biletçiler para üstü vermek için bir kuruş bulmakta zorlanır olmuşlardı. O zaman ortaya zımni bir anlaşma çıktı. Biletçi şebeke’yi (Üniversite pasosu) görmek istemez, biz de para üstü iki kuruşu talep etmezdik. Havalı olurdu! Demokrat partinin enflasyonlu kalkınma modelini seçmesi “her mahallede bir kaç milyoner” yarattı gerçekten. Ama metal paralar art arda boyut ve ayar değişiklilerine uğradı. Para ve kuruş nostalji oldular. Ardından 1970’li yılların ve sonrasının üç rakamlı enflasyonu ile metal liraların ardındaki sıfırlar çoğaldı, bozuk paranın itibarı hiç kalmadı.   Nerede ise para üstü olarak bozuklukları talep etmek, kabul etmek ayıplanır oldu. Umumi telefonlara atılan bozuk paralar sıklıkla boyut değiştirdikçe yerini özel jetonlara terk ettiler. Bu tarihten sonra yüksek enflasyona ve hep yenisi basılan çok sıfırlı kâğıt paralara alıştık. Ama bunun en kötü örneğini I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı yaşamıştır. Borçlarını ödeyebilmek için çareyi daha fazla para basmakta bulan Almanya’da birkaç gün içinde enflasyon %29,500’e kadar çıkmıştır. 1923 yılında bir dolar karşılığında yaklaşık 4,7 trilyon mark almak mümkündü. (Bakınız; Küçük Adam Ne Oldu Sana –Hans Fallada- Roman yayınları.)  

Kuruş hemen bütün dillerde kullanılan madeni paranın adıdır. İlk defa 1250’de XI. Lois’in bastırdığı gümüş sikkede bu ad kullanılmış. Buradan tüm Avrupa’ya küçük telaffuz farklarıyla yayılıp dilimize I. Bayezit döneminde “Kızıl Kuruş” olarak girmiş ve daha sonraki Osmanlı padişahları çeşitli ağırlıklarda kuruş adlı sikkeler bastırmışlar. Cumhuriyet döneminde de bir Türk lirası yüz kuruş, bir kuruş da kırk para olarak kanunlaştırılmıştır. 1950 öncesi beş ve on para, bu günün on kuruşu büyüklüğünde, bakır karışımı sarı metaldi. Tek başına pek iş görmezdi ama dördü bir araya geldiğinde “kırk para= bir kuruş”  ile o günler adı dosya kâğıdı olan- bir A4 kâğıdı alabilirdik.
Bir kuruşlar kare ile yuvarlak arası yonca yaprağı görünümündeydiler. Adı “tırtıklı/kertikli kuruştu”.  Sonraları ortası delik bir ve iki buçuk kuruşlar çıktı. Bir liralar gümüş oranı yüksek, çapı üç buçuk santim civarında olup “dana gözü” diye isimlendirilirdi. 1950’li yılların ikinci yarısında enflasyon o kadar arttı ki tek parti döneminde basılan madeni paraların ham madde değeri üzerinde yazılı olduğu rakamı kat kat geçti. Yüksek gümüş oranlı bir lira ve elli kuruşlar kuyumcular tarafından daha yüksek bedellerle satın alınıp eritildi. Saf gümüş yirmi beş kuruşlar ise ortası çukurlaştırılıp burma gümüş sap takılarak çay kaşığına dönüştürüldüler. Evimizde bu kaşıkları uzun yıllar kullandığımızı anımsıyorum.
Sonra bir kez daha PARA PUL OLDU.  Ortası delik bir ve iki buçuk kuruşlar tamirciler tarafından toplanarak cıvata somunlarının altında pul olarak kullanılmaya başladı. Çeşitli boydaki metal pulları satın almak daha pahalıya geliyordu… Paramız bir kez daha pul olmuştu;  üstelik metal pul…
İşte böyle bir şeyler… Hatırlayanlarınız var mı?


19 Haziran 2018 Salı

SIFIR


Öğrencilik yıllarınızda hiç değilse bir kere sıfır almış olmalısınız. Mutlaka “Sıfırcı”  lakaplı bir öğretmeniniz olmuştur.  Daha sonraki yıllarda sıfırla işimiz olmadığını sanırız ama o hiç çıkmadı yaşantımızdan.
Kelime anlamı yokluk, boşluk, hiçlik olan ama koordinatın sağında, arttıkça varlık ifade eden bu kavram, paramızın üstünde çoğaldıkça işlem zorlukları yanında ülkemizin saygınlığını da hiçliğe mahkûm ediyordu. Ceplerinde milyonlar taşıyan Züğürt Ağalara dönmüştük.
Sıfırın eski Mısır ve Maya medeniyetlerinde varlığını biliyoruz.  Hint  Matematikçileri MS. 630’larda onunla hesap kolaylığını yeniden keşif etmişler. Onlardan da Araplara geçmiş. Avrupa’ya gelişi ancak 1202’de İtalyan matematikçisi Leonardo Pisano ile olmuş. Sıfırdan yoksun Roma Rakamı kullanıcıları sistemi zorlayan bu buluşa çok direnmişler. Bazen “Şeytanın Rakamı”, bazen “barbarların icadı” denilerek dışlanmaya çalışılmış.  1299’da Araplarla işlemler dışında kullanımı Loncalarca yasaklanmış. 
Dilimizde rakamsal anlamı dışında geniş kullanım sahası var. Sıfırı tüketmek,  sıfırdan başlamak, sıfır almak, sıfırlanmak,  sıfırcı, solda sıfır, sıfır numara günlük konuşmalarımızda o kadar yaygın ki... 
Hiç bir kesimin sıfıra antipatisi yoktu, düşmanlığı da. Ülkede kurumların, kişilerin sağda-solda ayrımına tabi tutulduğu dönemlerde bile sıfırın ne tarafta olduğunu umursamazdık.  Ta ki siyasilerin oy hırsı ve beceriksiz uygulamaları sonucu kâğıt paralarımızın üzerindeki sıfırlar artana değin. 
Liranın itibarını yükseltmek ve bol sıfırların neden olduğu sorunları ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirilen para reformunun ilk aşamasında Türk lirasından 6 sıfırın atılmasını öngören yasa 31 Ocak 2004'te Resmi Gazete de yayımlandı. 1 Ocak 2005'te de paradan 6 sıfır atılarak,  ismini önüne de (Yeni) eklenerek yeni Türk lirası “YTL” tedavüle çıktı. İkinci aşamada ise 1 Ocak 2009'da ''Yeni'' ibaresi kaldırılarak "Türk lirası" banknotlar dolaşıma sunuldu.
Gençliğimin kâğıt paralarında sıfır bolluğu yoktu. En büyük kupür 1.000 lira idi. Günümüzde en küçük banknot altı sıfır atıldıktan sonra 200 lira.
Aradan 14 yıl gibi bir zaman geçti daha az sıfırlı bir yaşama alıştık mı? Acaba gerçekten altı sıfır atıldı mı?  Emin değilim. Hâlâ daha birçok kesim milyon liralardan, seçim konuşmalarında adaylar katrilyonlardan söz eder durumda. Pazar yerinde mikrofon uzatılan Ayşe Teyze “patatestin kilosunun altı milyona çıktığını” söylüyor! Ayşe Teyze’yi kısmen anlayabiliyorum da, muhalefet sözcüleri sarayın günlük harcamalarını katrilyon ile keza iktidar cenahı bir yatırırım bedelinden bahis ederken katrilyon kullanmayı yeğliyor Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. 

İşte kâğıt parada lira- sıfır ilişkisinin utanç verici serencamı: YIL
1931 en küçük 1 lira,  en büyük 1.000 lira- 1lira = 0.47$
1942         50 kuruş              1.000      1    = 0.77$
1947             1  lira               1.000       1    = 0.36$
1952             1                    1.000       1    = 0.36$
1968            2.5 “                  1.000      1    = 0.11$
1980              5 “                  5.000     1    = 0.014$
1988            100 “                20.000 “     1    = 0.00055$
1989            100”                 50.000 “     1    = 0.00043$
1991         1.000 “              100.000 “     1    = 0.0002 $
1992          5.000”               250.000 “    1    = 0.00012$
1993        5.000”                500.000 “   1    = 0.000069$
1995    20.000”            1.000.000“     1    = 0.0000048$
1999 "   100.000”          “ 10.000.000 “ 1    = 0.0000018$
2001  250.000”        “ 20.000.000 “   1    = 0.00000069$
Ve aradan on dört yıl geçtikten sonra günümüzdeki durum;                      
2018’de en küçük 5 lira en büyük 200 lira -1 lira =0.210$
Dilerseniz (000.000) ekleyerek görelim zavallı paramızı;
1.000.000lira ile ancak 0.210 $ veya                                 
1 lira ile 0.000.000210 $ Satın alınabilecek…                    

Direseniz konuyu tatlıya bağlayalım. Eski Türkçe rakamlarda sıfır (.) şeklindedir. Kolaylıkla silinebilir veya görülmeyebilir. Bu nedenle hocalar sıfır verdikleri zaman bunu yan yana veya üst üste üç nokta ile yazarak sağlama alırlarmış. Eski yazı alfabede nokta çok önemlidir. Mesela; yatay bir tırnak şeklinin altındaki tek nokta (B) iken iki nokta (Y) olur. İşte Hoca Efendi camide elindeki metni okuyormuş. Baskıda bir noktanın silik çıkmış olması nedeniyle “abdest alırken yüzükleri oynatın” cümlesini “büzükleri oynatın” diye okuyunca tüm cemaat abdest alırken popolarını sallamaya başlamışlar!   




10 Haziran 2018 Pazar

MENDİL





Naylon poşetten bir tane çekip kullandıktan sonra çöpe atılan, çöp sepeti bulamayanların çaktırmadan bir kuytuya sıkıştırdığı ya da alenen caddeye bırakıverdiği dönemlerden evveldi; mendil diye bir şey vardı. Yüzlerce yıldan bu yana kültürümüze, folklorumuza, edebiyatımıza yerleşmişti o. Küçük, orta, büyük, üç boyda üretilir, kız çeyizlerinde itina ile hazırlanır, köşesine nakışlar, sırmalar, altın işlenirdi. O kadar çok çeşidi,  o kadar çok işlevi ve kullanım alanı vardı ki: Pamuk, keten, ipek mendiller.  Beyaz, renkli, markalı, desenli, düz, kareli… Büyük boyları Yağlık, Çevre, Çember adlarını alır, güneşte, tozda başa, enseye, ağza, buruna bağlanarak koruyucu olurlar, pazardan alınan sebzeyi, meyveyi taşımaya yararlar, icabında abdest, el, yüz kurular, ter silerlerdi. Çok terleyince sırtınıza sokabilirdiniz.  Kemanilerin çene altına o yastık olurdu. Yaralanmalarda ilk pansuman görevini üslenir, göze kaçan kum zerresi mendilin ucu ile çıkartılırdı. Türk gösteri sanatının ilklerinden Meddah’ı omzunda mendilsiz düşünemezdiniz bile. Bir zamanlar hanımların “Mendil Saklama”,  gençlerin “Mendil Kapma”, “Bey-Necip oyunlarında” en gerekli şeydi onlar. Ya illüzyonistler, gözbağcılar hiç mendilsiz olabilir mi, Halay, Bar, Kasap Oyununda başı çekenin eli mendilsiz? Kurban edilecek koyunun gözüne yine o bağlanırdı, gelin almaya gelen atların gem kayışlarına, damat arkadaşlarına verilecek tavukların ayaklarına…
Hanımların çantasından hiç eksik olmazdı. Sadece göz ve dudak silmek için değil; Gelin Görme töreninde ortaya oturtulan yeni gelinin, fasıl guruplarında bir dizi oturtulan Sıra Kızlarının, mikrofon önündeki hanende hanımların parmak aralarında ovularak, bükerek utangaçlık ve sıkıntılarına destek olurlardı.
Beylerin cebinde birden fazla mendil olurdu. Bir tanesi kullanımlık, diğeri her zaman temiz ve ütülü; eli terleyen, gözleri yaşaran hanımlara centilmence sunum için. İyi cins keten ve markalı olması bir statü ölçüsüydü.  Dönemin moda akımına göre; gelişigüzel, bolca sarkıtılarak, katlanıp şekil verilerek veya incecik bir çizgi gibi ceketin üst cebine konulanlar...
Mendil gönül işerinde, yavuklular arasında bir haberleşme, anlaşma gereciydi. Mendilin rengi, nakışı, sunum şekli, taşınma durumu hep şifreli sembollerdi. Mendilin alınması kabul, iadesi ret ve ilişiği kesme anlamlarını taşırdı. Birçok yörede, bugün de karşılıklı olarak “Söz Mendili, Nişan Mendili” geleneği sürmektedir. Bu mendil genellikle saklanılır ve geri gönderilmesi nişanın bozulduğu anlamını taşır.
Mendil eski şarkılarda, türkülerde, manilerde çoklukla kullanılır ve genelde hasret ifade eder, aşkı, gurbeti çağrıştırır. Çalışmak için dışarı gidenler, ceza evindekiler, askerler yârin mendilini koynunda taşır,  onu koklayarak avunurlar.
Yaşantımıza bu kadar giren bir nesne, doğaldır atasözlerine, deyimlere de konu olmuştur.  Sulu gözlüler için “mendili kurumaz” söylemi yerleşmiştir.
Kağıt mendil kullanımının nezle ve benzeri rahatsızlıklarda koruyucu ve hijyenik gücü tek artısı. Ama  “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu.” Çok tanıdık bir gereç daha her şeyiyle, hızla kaybolup gitmekte hayatımızdan…
Tren garlarında, iskelelerde, otobüslerin hareketinde sallanan mendiller görüyor musunuz hiç?
Gençler; hiç umutlanmayınız. “Üsküdar’a giderken bir mendil” bulmanız hiç olası değil. Düşürülen, kebapçı reklamlı,  Kolonyalı Mendilin hiç de romantik ve şiirsel bir yanı yok. Siz iletişimi çet’leşmekte arayınız, alıştığınız gibi.
Anılar biz eskilere yeter…
“Mendilim sende kalsın, sil gözünün yaşını.”  


5 Haziran 2018 Salı

TESPİH




Toplumumuzda tespihin ibadet dışında başka kullanım alanları ve kültürü vardır. Genellikle erkekler bir aksesuar gibi tespih taşırlar. Tespihin taşından, işlemesine kıymetli madenlerle süslenmesinden püskül şekline ve büyüklüğüne göre anlamları ve statü göstergesi vardır.  Altın, gümüş veya bunlarla takviye edilmiş akik, Erzurum taşı tespihler zenginlik göstergesidir. Bir gösterge detayı da tespihin püskülüdür. “Püskül sallamak” külhanbeyleri ve kabadayılar dünyasında bazen sonu cinayetlere kadar varabilen bir eylemdir ki eskiden bu kuşak püskülünü sallamak sureti ile yapılarken kuşağın kullanım alanından çıkışı ile yerini tespih püskülü almıştır. İşaret ve yüzük parmakları arasında tespih çevirmek ise bayağı beceri isteyen bir başka eylemdir. Şimdi ismini anımsayamadığım bir köşe yazarı toplumumuzu “ Meyhanede tespihli, camide alkollü” diye tanımlamıştı.
Bizim toplumumuzda olmasa da Hint kültüründe yatak başucunda asılı bulundurulan iri taneli ve fakat yirmi sekiz boncuklu tespihlerin doğum kontrol aracı veya gebelik ihtimaline yardımcı olarak kullanıldığı bir  gerçek. Haç veya Umre dönüşü Kabe'den hediye getirilen plastik tespihlerin ise Çin malı oluşu bir başka gerçek.  
Bu yazıyı hazırlarken kitaplık rafımdaki bir kaynağı hatırladım. Paylaşıyorum;
“Tespih; Parmak ucundaki huzur.”  Bu takdimle kapaklanmış Deniz Gürsoy’un kitabı.* Güzel bir cilt, gramlı kâğıda güzel bir baskı, zengin tespih koleksiyonundan güzel fotoğraflar, tespihle ilgili tablolardan örnekler… Ama asıl tespih hakkında bilmemiz gereken çok detaylı bilgi var.
Tespihin tarihini -ki; İsa’dan önce 8. yüzyıla, Budizm’e kadar uzanıyor- muhtelif dinlerdeki tespih şekillerini, boncuk sayısını, çeşitli dinlerde ve toplumlarda tespihin nasıl çekildiğini, aksesuar ve ziynet olarak kullanımını akıcı bir üslupla anlatmış.  İmal edildikleri malzemeden üretim safhalarına, püskülüne, süslemelerine kadar tüm detayları öğrenebiliyoruz.
Mineral ve madenler, hayvansal maddeler, deniz kaynaklılar, fosil kökenliler, ağaçlar, bitkiler doğal gruplarından tam 93 farklı madde saymış. Sentetik maddeler bunun dışında.
Bu arada tespihle ilgili anekdotlarla süslemiş içeriği. Birkaç tanesini sizlerle paylaşmak istedim.
Sultanahmet Camii inşaatının bitimine yakın Padişah I. Ahmed cami ve avlusunun kaç kişi alacağına dair mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa ile iddiaya girer. Bu sayıyı tam tespit için kalenbenk ve ödağacından beherinden 100’er bin adet olmak üzere 200 bin adet tespih sipariş edilir. Açılışın yapıldığı ilk cuma namazı için dış kapıdan giren herkese bir tespih hediye edilir, görevlilerce.  Tam 86 bin ödağacı tespih dağıtılmıştır. Sağlama için bu defa camii terk eden her kişiye bir kalebenk tespih verilir ve görülür ki sayı yine 86 bindir. İddiayı kimin kazandığı bilinmiyor. Padişah kaybettiyse sorun değil ama kazandı ise yandı Sedefkâr Mehmet ağa. Tespihlerin bedeli bir hayli tutmuş olmalı.  
(Yazar Aris Evangelos’un The Komboloi and İts Story adlı kitabından alınmış.) Padişah IV. Murad 1630 yılında Kâbe’nin hasar gören çatısını tamir ettirir. O zamanki yerel Arap eşraf aralarında birleşir, değiştirilen üç abanoz dayanağın her birinden 33’er adet tespih tanesi çektiriler dönemin en ünlü tespih ustalarına. Üç ayrı 33 bir 99’luk tespih haline getirilip bir şükran ifadesi olarak padişaha takdim edilir.
 Tespihçi dükkânına giren adam hiddetle bağırır:
-Bana gerçek fildişi diye sattığın tespih meğer fildişi değilmiş, sahteymiş.
Tespihçi hiddetli müşteriyi dinledikten sonra sakin bir biçimde cevap verir:
-Olamaz efendim. Çünkü bizim tespihlerimizin hepsi gerçek fildişindendir. Ama fil takma diş yaptırmışsa, o başka.
Genç tezgâhtar yaşlı olanına dert yanmış;
-Yahu senin hizmet ettiğin müşteri ilk denediği pantolonu satın alıp gidiyor. Bütün kaprisliler bana mı denk geliyor? Giy çıkart, giy çıkart.
-Meslek sırrıdır. Ancak emekli olduktan sonra söylerim sana. Emeklilik günü gelmiş ve ayrılırken söylemiş işin sırını:
-Önemli bir şey değil canım. Pantolonun sağ cebine ucuz bir tespih atıyordum. Müşteri de ondan önce deneyen kişi tespihini unutmuş sanıp, değerli olduğunu düşünerek ‘Bunu beğendim, paketle” diyordu. O kadar


 *( Tespih:  Deniz Gürsoy Oğlak Yayıncılık 2006)  


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...