19 Mart 2019 Salı

(Bir Eski Hikâye) LEMAN ABLA


(Bir Eski Hikâye) LEMAN ABLA

İnegöl; doğup büyüdüğüm bu kasabaya tam otuz yıldır uğramamıştım. Ta ki, bir iş teması için geç vakit gelip, otele yerleşene değin. Yorgun, yatağa atmıştım kendimi.
Çocukluğumun geçtiği mahallede yürüyorum. Bursa Otobüsü yanık benzin kokusu bırakarak geçip gitmiş. Rüzgârın önüne katıp getirdiği farklı yönlerden farklı kokular; kuru ot kokusu, yonca, çiçek kokuları, hayvan kokuları, kereste fabrikasından hızar cızırtıları eşliğinde taze talaş kokusu. Hele o güzelim pişmiş ekmek kokusu…
İşine tarlasına gidenler çoktan boşaltmış caddeyi. Sabah erken sürüye giden sığırların henüz kurumamış atıkların kokusu geliyor burnuma. Tekerlek sesleri yankılanıyor uzaklardan. Onları göremesem de biliyorum. Her zaman hayranlıkla seyrettiğim, büyüyünce o arabaları yapan ustalardan olmayı hayal ettiğim; Bursa’dan yola çıkmış Anadolu’ya sevk edilen Bursa yapımı rengârenk boyalı Tatar arabaları.  Dört beş tanesi arka arkaya bağlanmış, kuvvetli bir çift atın çektiği, o güzelim konvoylar…  Pırıl pırıl metal tekerlek kovanlarından tatlı tınılar, koşumlardan ince çan sesleri kulaklarımda…
Ortası daha yüksek, bombeli, parke taşı döşeli,  her iki yanda bordür süz, Arnavut kaldırımı trotuarlarla bir su oluğu oluşmuş. Annemden azar işitmeyi umursamadan giriyorum o dereciğin içine, ıslanıyor ayakkabılarım. Kenarında oluşmuş yosun tabakalarına tepicikler atıyorum. Kopan yosun parçaları suyun akıntısına kapılıp nazlı nazlı gidiyorlar bir süre.
Kaldırımlara yol boyunca fidanlar dikilmiş, ince, tahta çıtadan çapraz çakılı üçgen prizmalarla korumaya alınmışlar. İri kaplama taşlarının ev kapılarına gelen kısımları sabah erkenden hamarat ev hanımlarınca yıkanmış, süpürge darbeleri ile araları oyulmuş, hala daha nemliler.
Su basmanına kadar toprak boyayla bordür çekilmiş, kimi beyaz kimi çivit badanalı, pek çoğu iki katlı ahşap evler… Boyasız hane kapıları, tahta eşikleri, pencere pervazları Arap sabunu ve bulaşık telleriyle ovularak tüylendirilmiş, sarartılmışlar. Alt kat pencerelerde itina ile kapatılmış, uçları dilimli, işli, beyaz patiska perdeler. Üst katlarda havalandırılmak için açılmış camlara bahçelerden uzanmış meyveli ağaç dalları, boru çiçekli sarmaşıklar. Evler arasında uzanan üstleri bir sıra yerli kiremit dizili, alçak bahçe duvarları. Duvar boyu yükseklikte, bazen daha da yüksek, üstleri sundurmalı, sarı, pirinç halkalı bahçe kapıları. Kapı tokmaklarını çalıp kaçmak geliyor içimden, ama yapmıyorum; korkuyorum bilmediğim birilerinden.   Çoğunun kasalarında, kapı kanatlarında buraya girip çıkan at arabalarının dingil uçlarıyla oluşmuş derin çizikler var. Duvar köşeleri, sürtünerek kaşınan mandaların vereceği zarara karşı, dikenli tellerle tuzaklaştırılmış. Bazı bahçeler yağmurun, güneşin, yılların etkileriyle kararmış, yamulmuş tarabalarla sınırlanmış. Artlarında yüksek direkler üstüne kondurulmuş mısır ambarları.
Akarsuyu olmayan evlerin kızları mahalle çeşmesinden su taşıma işini bitirmişler, avlularda toplanmış çeyizlerini işlemekte, hanımlar evler arası komşu gezmelerinde olmalı. Bu saatlerde terk edilmişlik duyguları uyandıran, durgun sessizliği tek bozan bahçelerden yükselen horoz sesleri, gugukçuk, karatavuk ötüşleri, sabah yeli ile hışırdayan kavak yaprakları.
Her iki yanında tavanları daha yüksek, damları Marsilya kiremidi döşeli, üst katları çıkmalı, büyük giyotin pencereleri, çift kanatlı hane kapıları yağlı boyalı evler. Köşede önünde küçük bahçesi ile İsmet Paşa İlkokulu.
Öğretmenim Asiye Hanım siyah önlüğü ile bahçede, el sallıyor. Çevresine toplanmış okul çocukları da katılıyor ona şen cıvıltılarla…
Sağda tek katlı küçük evlerin sıralandığı, bahçe duvarlarına tütün askılarının dayandığı Arnavut kaldırımı dar sokaktan Kavaklar’a yöneliyorum. Buraya yalnız gelmeme izin yok ama umursamıyorum.  Burası da sessiz, kimseler yok. Ama birden bir rüzgâr çıkıyor, hışırdıyor kavaklar, yaprakları düşüyor art arda, ayaklarımı örtüyorlar, birikmiş yaprakları tekme darbeleri ile savurarak yürüyorum.
Aniden sesler yankılanıyor kulaklarımda güneş yok oluyor dalların arasından. Akşam karanlığı çöküyor. Kadınlar hızla iş bohçalarını, poğaça sepetlerini topluyorlar. Oyundan kopamayan çocuklarını çekiştirme telaşındalar. Örgülü saçlı genç kızların yangın alayı bozuluveriyor, acele sarıyorlar atladıkları kalın ipi. Sadece ikili üçlü gruplarla turlayan delikanlılar kalıyor çevrede. Korku ve endişeyle ürperiyorum, eve geç kalacağım, gene kızacak annem.  Koşmak istiyorum, koşamıyorum, boğazımda bir düğüm. Koşuyor ama yol alamıyorum, bir güç çekiyor sanki arkamdan yakalamış.
Zorlukla ana caddeye çıkıyorum,  orası aydınlık ve ferah, rahatlıyorum. İşte karşıda Kaymak’ın Kahvesi, geçince her iki yol sivri bir üçgenle çakışıyor burada ve genişliyor. Kaldırımda kiralık bisikletlerin sıralandığı küçük dükkânında bir ayağı sakat velespitçi amca, el sallıyorum.
Yanında anneannemin evi; kapıyı çalmama gerek kalmadan açılıyor ardına kadar. Evin avlusuna açılan alçak bir tahta kapıdan arka bahçeye geçiyorum, kasılarak gezinen horozlar, aceleci tavuklar dolanıyor. Duvar dibinde terk edilip paslanmış bir biçerbağlardan bir tavuğun feryadı yükseliyor. Demir tekerlerin altındaki samanları karıştırıyorum, gizli folluktaki sıcak, taze yumurtayı alıyorum oradan
En çok bu evdeki kış gecelerini severim. Ürkütücü sessizlikte sadece zaman zaman sokaktaki boza ya da portakal satıcılarının haykırışları, bekçi düdükleri yankılanır. Ve uzaklardan birbirilerine cevap veren köpek havlamaları...
Sabah incecik bir cızırtıyla açarım gözlerimi. Erkenden yakılmış odun sobasının üzerine konulmuş güğümden kızgın saca kayan damlalar incelip kalınlaşan ses dalgalarıyla öter bir süre. Çatırdayarak yanan çıralı odunlar, arada bir devrilirken çıkardıkları tok sesler eşlik eder bu musikiye. Yeni bir damlanın düşmesini bekler, bu arada soba kapağının küçük penceresinden yalazaları izlerim keyifle. Hiç kimse “artık kalk” demez. Ta ki mangala çıkarılmış közde maşa üzerinde kızartılmış ekmek kokusu gelene değin. Ardından bir şişe takılarak soba kapağından içeri uzatılan sucuğun kokusu yayılır tüm odaya. O zaman arzusuyla yorgan keyfini bitirir, ağzım sulanarak fırlarım, doğru kahvaltı masasına…
Sessizlik ve hüzün kış gündüzleri de hâkim olur kasabaya. Tarlalar karla kaplanır, kadınlar evlere, erkekler kasvetli kahvelere kapanırlar. Bastıkça gıcırdayan karlarda yürüyenler azalır, sürüler damlarından çıkamaz, kuru ile beslenirler. Nadiren geçen arabaya koşulu mandaların salyaları incecik süngülerle donar, uzarlar. Saçaklarını buz sarkıtlarının süslediği evlerin yola çıkarılmış soba bacalarından odun dumanı kokuları yayılır etrafa...
Şu karşıdaki Osmanların evi, köşesinde araba dingilleri çarpmasın diye dikilmiş bir silindirik taş var, üzerine oturuyorum. Altımdan serinliğini duyuyorum. Ama ayaklarım yere basıyor şimdi, yukarılarda sallanıp kalmıyor. Bir sarı kedi geçiyor önümden, kuşkulu gözlerle bakıyor bana. Bense hemen tanıyorum onu. Her yaz başı ısrarla minik yavrularını benim yatağıma taşıyan kedi bu. Kalkıp ardı sıra yürüyorum, meydanın bitişiğindeki bizim evimiz, yanındaki de Leman Abla’nın.
Leman Abla cumbada, dirseklerini aralıklı tahtalarına dayamış sarı saçları omuzlarında. Dalgın bakışlarını ufuklara dikmiş gene öylece durgun, hüzünlü. Her zaman hüzünlüdür zaten. Yıllar evvel Çanakkale Boğazında, sabaha karşı, bir yabancı şileple çarpışıp batan Dumlupınar Denizaltısındaki şehit kocasını düşünür. Gemiden su yüzüne çıkan haberleşme şamandırasının bağlantısı kopmadan son sözleri “vatan sağ olsun” olmuş. Göreve gidecekleri sabah kızı boynuna sarılıp “ baba ne olur gitme” demiş de Recep Başçavuş “gitmem gerek kızım, ben bir askerim vazife kutsaldır” demiş ve öpüp ayrılmış. Leman Ablayla öpüşememişler bile. Gidiş o gidiş. 

Bahçemizdeki yüksek armut ağacına çıktığım zamanlar Leman Ablayı bitişik bahçelerinde çamaşır asarken görürüm. Dilinde ince yanık sesi ile hep aynı şarkı; “gitti de gelmeyiverdi ahh gözlerim yollarda kaldı.”  Denizaltı batınca bir süre sonra içerde oksijen bitermiş, nefes alamayan denizciler çok büyük acılar çekerek, çırpınarak ölürlermiş. İşte o zaman en büyük rütbeli sırayla bütün arkadaşlarını vurur sonra kendi beynine çekermiş tetiği. Öyle anlatır babam. Gözlerimde o sahne, Leman Abla söyler ben ağlarım armut ağacının tepesinde, boğazımda buruk bir tat. 
Ayaklarımı sürükleyerek yaklaşıyorum, “Leman Abla,” diye sesleniyorum, coşkulu bir sesle, “ben geldim, Recep.” Sevgiyle bakıyor, mavi gözleri sevinçle ışıldıyor, yatık ikindi güneşinin ışıklarıyla. “Recep!” diyor. “Kurabiyen hazır”. Cumbanın demirleri arasından bir defter yaprağına sarılmış kurabiyemi uzatıyor. Elleri permanant kokuyor, kâğıda da sinmiş bu koku. Leman Abla kuaför, bütün gün evinin altındaki odada perma yapar. Kadınlar saçları kıvrım kıvrım çıkarlar oradan. Bir süre permanant kokusu bırakırlar arkaları sıra. İştahla ısırıyorum Un Kurabiyesini.   Mis gibi tereyağı kokuyor. Birkaç gün önce yapılmış olmalı. Yağını dışarı vurmuş, üzerindeki unlar hamurlaşmış. Dişlerimin arasına sıvaşıyor yağlı hamur.  Damağımda tereyağı, burnumda permanant kokusu…
Silkinerek uyanıyorum. Etraf karanlık sadece aralık perdeden bir sokak lambasının huzmesi vuruyor gözlerime. Uzun süre nerede olduğumu kestiremiyorum. Ayaklarımı aşağı sallıyorum karyoladan, yere değiyorlar. Sanki Osman’ların köşe taşında oturuyorum, ama taşın sertliği ve serinliği yok.
Evet, rüya gördüm, mahallemi, çocukluğumu. Kalkıp yüzümü yıkıyorum ama çözemediğim bir şey var; damağımda tereyağı lezzeti ve odada keskin bir permanant kokusu…
Ertesi gün işimi hızla bitirip eski mahalleme yöneliyorum. Her şey otuz yıl evvel bıraktığım gibi. Parke taşı döşeli yollar. Sanki bütün boyutlar küçülmüş; evlerin cepheleri eskimiş, solmuşlar. Ovularak sarartılmış hane kapıları şimdi koyu saman rengine dönüşmüş, yer yer çatlaklar oluşmuş üstlerinde, kapı eşikleri çöküntüye uğramışlar.  Şu bahçe duvarı daha yüksek olmalıydı. Yerde bulduğumuz ekmek parçalarını öpüp başımıza koyarak sıkıştırdığımız oyukları büyümüş, genişlemişler… Ekmek nimettir yerde bırakılmaz, bir de kâğıt parçaları; kutsaldır, üzerine Kuran yazılıyor.
Karşıda Osmanların evi, köşesinde yarı silindirik taş. Yok, her şey eskisi gibi değil, taşın boyu daha kısa, sanki yol yükselmiş.
Bir garip sessizlik var sokakta. Mahallenin tüm çocukları yok olmuş. Ne ip atlayan kızlar var ne kapı diplerine gruplaşmış kıkırdayan ablaları.   
Önümden bir sarı kedi geçiyor, kuşkulu gözlerle bakıyor bana, bu kediyi tanıyorum. Her zaman bir sarı kedi vardır bu eski mahallelerde. Horoz sesleri yansıyor uzaklardan.
Çocukluğum, dün geceki rüyam ve şu an aynı boyutta birleşmişler. Sanki aynı tiyatro dekorunda ısrarla aynı oyun icra edilircesine… Aynı mekânda birisi düşler âleminden üç ayrı zaman... Ama mizansen bire bir,   çakışırcasına aynı… Tek uyumsuzluk bende, bir türlü algılamıyorum hangi zaman diliminde olduğumu. Hangi detay otuz yıl evvelinde, hangisi rüyamın, hangisi tükettiğim zamanın?
Köşe taşına ilişiyorum. O kadar alçak ki;  ancak çömelerek oturabiliyorum, gözlerimi ovuşturuyorum bir süre. Bu şifreyi çözecek bir tılsım bekliyorum, ya da bir uyarı beni gerçekler dünyasına geri getirecek.
Kalkıp eski evimize doğru yürüyorum. Leman Abla cumbanın tahtasına dirseklerini dayamış, uzun sarı saçları omuzlarında. Hayret,       bunca yıla karşın hiç yaşlanmamış, aynı çocukluğumdaki gibi. Aynı rüyamdaki gibi.  Şaşkınlık ve heyecanla ona yöneliyorum. Cumba şimdi benim boyumda.
“Leman Abla!” diyorum, sesim titreyerek. Mavi gözleri bana yönleniyor. İkindinin yatık ışıkları ile parlamıyor gözleri, bir hüzün perdesinin ardındalar.
“Leman Abla, ben geldim, Recep” diyorum bir daha, kuvvetli ve umutla. Uzun süre öyle ruhsuz bakıyor, neden sonra tek düze bir sesle yanıtlıyor
“Ben Deniz’im.”
“…..”
“Annem öldü.”
“…..”
 “Dün toprağa verdik onu.”
“…..”
“Seksen yaşındaydı.”





3 Mart 2019 Pazar

BURSA'DA BİR BERBER II

BURSA'DA BİR BERBER II
Dünkü yazımı okuyan ve beğenenlere teşekkür ederim. Bundan cesaret alarak, hikayenin ikinci bölümü de aşağıdadır. Sevgi ve saygılarımla...


ESKİ KAPLICA VE ARMUTLU HAMAMI

Yine kasvetli pısır, pısır bir gündü. Böyle günlerde içi sıkılır, kalorifere rağmen dizleri daha farklı ağrımaya başlardı, Elmas Hanım’ın. Sabah kalkmış, günlük temizlik işlerinden sonra menekşelerinin dallarını ayıklamış, çiçekleri ile bir süre sohbet etmişti. Eski evleri apartmana dönüşürken avluları gittikten sonra pencere içinde bir sıra saksıyla sınırlanmıştı çiçek zevkleri. Gürültü etmeden, yavaş adımlarla gitti, geldi. Çocukların gününde, eski tahta zeminde ayaklarını vurarak, merdivenleri gıcırdatarak, terliklerini sürükleyerek dolaşmalarına kızardı hep. Özlüyordu o günleri. Evin içinde daima bir hareket, gürültü, babaları ile saatler süren, yüksek sesli sohbetleri gerilerde kalmıştı. Kanatlanan yuvadan uçmuş, “çocuklarım bana çok yakın olmasın, kendi hayatını yaşasın” temennisinden biraz pişmanlık duyar olmuştu. Muzaffer Bey uyuyordu halâ. Prostatı sıkıştırdığından geceleri üç dört kere tuvalete kalkıyor, uykusu kaçıp oturuyor, sabah namazından geldikten sonra da o kalkarken yatıp uyuyordu. Yatağı birlikte paylaştıkları süreler hemen kalmamış gibiydi. Yatak odasının kapısını araladı, müşfik yumuşak sesiyle “Cuma vakti yaklaşıyor Muzaffer Bey” dedi. Kocası kalp yetmezliği neticesi sırt üstü yatamadığından her zaman olduğu gibi duvar tarafına dönmüş uyuyordu. Bir daha seslendi, bir daha... Her zamanki endişesi ile iyice yaklaştı ve gerçekle karşı karşıya kaldı. Buz gibi bir ter boşandı boynundan aşağı, boğazındaki yumruğu zorlukla yuttu. Yine sessiz adımlarla, eski konsolun üzerindeki telefona uzandı, bir numara çevirdi, alelâde bir şeyi söyler gibi, tek düze bir sesle; “Babamız öldü, Mehmet’im” dedi. “Hep istediği gibi, çekmeden ve çektirmeden.” Yataklara düşmekten, menhus hastalıklardan korkardı hep. “Güvercinim” derdi. Bir kötü hastalığa tutulursam sakın son üç beş kuruşu doktorlara yedirmeyin,” “Çok paraya, ağrılı, sancılı bir iki yıl değer mi? Sana da yazık bana da.” Ona seslenirken “güvercinim” derdi hep, bazen “ak güvercinim.”
Namaz örtüsünü başına bağladı, karyolanın yanındaki iskemleye çöktü, yorganın dışına sarkmış sol elini avuçlarının arasına aldı. Halâ yumuşacıktı elleri. “Berber eli yumuşak olur” derdi. Hep sabunla kremle birliktelikten. Elleri bedeninde dolaştıkça bir hoş olurdu. Ne zamandır bedeninde hissetmemişti o yumuşak elleri? Çok mu olmuştu?
“Hemen geliyoruz” demişti, Mehmet. Geliyoruz dediğine göre çocuklar da gelecek. Bu saatte okuldadırlar. Özlüyordu onları, sokakta gördüğü Çingen çocuklarını bile seven Elmas Hanım, torunlarını dilediği gibi basamamıştı bağrına, ah gurbet... Gelini iyi kızdı, zaman zaman arar hatırını sorar, karşılaştıklarında sıcak samimi ama hep mesafeli. Onun kaynanası ile kurduğu diyalog oluşamamıştı. Geldiklerinde pahalı hediyeler getirir,  bir iki gün kalırlar, daha izinleri bitmeden ya âni bir iş, toplantı çıkar ya da yapmayı unuttukları bir konu birden akıllarına gelir, apar topar dönerlerdi. Kızı suçlamıyordu, Mehmet’i de. Haklıydı gençler, onlar da kendi akranları ile kendi hayatlarını yaşayacaklar, dünyaları farklı bu yaşlılara bu kadar zaman ayırabileceklerdi. Onların genç olup, yaşlılarla birlikte yaşadıkları köprülerin altından çook sular geçmiş, dünya değişmişti...
Metin’e ağabeyi haber verirdi elbet. Ya onlar gelebilecek mi, yetişebilecekler miydi? Ne zaman uçak var? Alman Gâvuru istediklerinde izin verir mi? Metin’i daha çok özlüyordu. Küçük olduğundan mı, uzakta olduğundan mı? Her yaz bir kaç gün geliyorlar, haklı olarak Akdeniz’e kaçmağı yeğliyorlardı. Onlara da hak veriyordu, Almanya’da güneş, deniz gördükleri mi vardı?  Alman gelini de çok sevmişti, iyi kızdı, oğlunu mutlu ediyordu ama iletişim ne kadar zor. Bildiği üç beş kelime Türkçe ile hangi ortak konuyu konuşacak, hangi eski dostlardan görüşeceklerdi? Hele Suzan’ı- nedense Alman gelinlerin çocukları hep Suzan oluyordu- sarı saçları, mavi gözleriyle kendisi doğurmuş gibiydi. Ama çocuk sokaklarda, bahçe duvarlarında gezen kedilere, seneden seneye gördüğü büyük anneden, büyük babadan daha çok ilgi duyuyordu. Üst katın çocukları tepelerinde pıtır pıtır koşuştukça içinde bir şeylerin burulduğunu duyardı hep.
Ne güzel günler geçirmişlerdi Muzaffer beyle. O kazandığını eve getirir, kendi de ince hesaplarla idareli gider, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi. Ne güzel anlatırdı Muzaffer Bey ne çok konuşurdu. Her olaydan bilgisi, her konuda fikri vardı. Bazı yaz akşamları avludaki tahta masada en iyi mezeleri anında hazırlardı onun için. Bir kadeh rakı içince pes perdeden,     “Senin, o Nermin kolların” diyerek şarkıya başlar, utançla müdahale ederdi “Ne olur sus Muzaffer Bey komşular duyacak.” Yazları hemen her gece yürüyüşe çıkarlar, Havuzlu Park’a pazar günleri Hüsn-ü Güzel bahçesine, kışın her hafta mutlaka bir başka otelin hususi banyosuna... Çocuklar Üniversiteye başlayınca gece yarılarına kadar dikiş dikmek zorunda kalmıştı. İstanbul’un pahalı yaşamına yetmiyordu eşinin bütün çabası. Çocuklar da, Allah’ları var hiç üzmediler, hiç sene kaybı vermeden bitirdiler iyi okulları. Şimdi onlar kendi dünyasında, bunlar kendi dünyalarında “Bir Köroğlu bir Ayvaz.”
Her şey iyi giderken son yıllarda bir şeyler olmuştu Muzaffer Beye. Bir yere çıkmak istemiyor, “Sen arkadaşlarınla git, güvercinim. Bana dokunma.” Diyordu. Kırk yıl berber koltuğu önünde dikilmekten kronikleşmiş varisleri, dolaşım bozukluğundan etkilenen efor kaybı ile merdivenden yokuştan kaçınıyor, yakındaki Cami dışında bir yere adım atmıyordu.  O da hoş görüyordu bunları. Ama son zamanlar, bir durgunluk, bir ilgisizlik. O çok konuşan insan susuyor, katılmıyor, karışmıyor, sık sık sorduğu fikirleri bile geçiştiriyordu. Oysa o hep sorardı, eşi de hep cevaplar. Dikiş diktiği yıllarda, müşterilerinin modellerine bile katkıda bulunurdu.  Emekli olup, dükkânı bırakmak mı yıkmıştı onu? Yoksa kendisinin “Ağabeylerim hakkında konuşma, çocuklar aleyhinde konuşma, dünürlere, torunlara bir şey söyleme, arkadaşlarımı yerme.” Konulu müdahaleleri mi kırmıştı şevkini? Sanmıyordu, öyle olsa bir kaç gün sonra mutlaka bir lâf sokuşturur veya her zaman olduğu gibi açık açık ortaya getirirdi alındığını. Olsa olsa yaşlılıktı bunlar.
“Biliyordum bir gün dul kalacağımı” dedi. “Biliyordum, Muzaffer Bey. Ama biraz erken oldu, hazır değildim daha...” Ağlıyordu, eşine veya çocuklarına kırıldığında, gizli, gizli ağladığı gibi...
Lâmi Çelebi Camii'nden müezzinin Cuma sâlâsı yankılanıyordu...



2 Mart 2019 Cumartesi

BURSA’DABİR BERBER



BURSA’DABİR BERBER*
Muzaffer Efendi, kalın gözlüklerine ilâve olarak elinde tuttuğu adeseyi biraz daha yukarı kaldırdı. Okumaya çalıştığı gazete sütununa iyice odakladı. Son zamanlarda çok bozulmuştu gözleri. Kendini yeniden gazeteye vermeye çalıştı. Bu sıcak yaz gününün öğle güneşi dükânının kaldırımlarına vurmuş, açık kapıdan içeri süzülen ışık demeti ve sıcak hava adamakıllı uykusunu getirmişti. Yan döndürerek kapıya yönlendirdiği rahat berber koltuğunda şöyle bir kımıldandı, uyuklamaması gerektiğini bir daha tekrarladı kendi kendine. Esnaf adama uyuklamak hiç yakışmazdı. Her an içeri girebilecek bir müşteri ne düşünürdü sonra? Müşteri de o kadar azalmıştı ki... Yeni bir çehre ile hemen hiç karşılaşmıyordu. Eski, gedikli müşterileri de olmasa nafakayı çıkarmak bile mümkün olmayacaktı. Her gün bir miktar parayı, çekmecedeki eski ustura kutusunun içine, ayırmasa aybaşında kira ödemek bile imkânsız olmuştu.
Oysa eski yıllarda hem kendisini hem kalfasını iyi beslerdi bu mekân. Çift koltuğa rağmen müşteriler sıra bekler, yaz ayları sayısı ikiye çıkan çıraklar devamlı kapı önünü sular, yere düşen saç demetlerini hemen toplardı faraşa. Çekirge’nin zengin sınıfı, memur sınıfı hep onun müşterisi idiler. Her sabah sakal tıraşına gelen abone müşteriler, abone kartlarını cebinde taşımaz çok güvendikleri Muzaffer ustada bırakırlardı. O da bu kartları aynanın yanına özel yaptırdığı verev kesikli çıtaya üst üste dizer sakal tıraşını bitirdiği müşterinin ismi yazılı kartını alır onun önünde, büyük bir zevkle, bir tıraşlık kuponunu keser sonra kartı yeniden sırasına iliştirirdi. Sabah erkenden geldiğinde kalfanın açtığı dükkân temizlenmiş, aynalar parlatılmış, geceden lizol kavanozuna yatırılan usturalar sıra sıra çekmeceye dizilmiş, mermer konsolun üzerindeki krem, pudra, pamuk kavanozları, kolonya şişeleri bir asker disiplini ile yan yana sıralanmış olurdu. Eski Kaplıcadan veya bedava hizmet veren Horhor Hamamından çıkan bir kaç hamamcı müşteriye hizmet verilmiş, siftah paraları çekmeceye girmiş bile olurdu.
Hele yaz ayları bir başka olurdu Çekirge. Yaz ayları demek bereket demekti. Saat iki sularında Mudanya vapurunun otobüsleri, kaptıkaçtıları ard arda meydana dizilir, sepetler, bavullar, bohçalar üst bagajlardan aşağı sarkıtılır, bir kısmı müdavim bir kısmı yeni banyocu kalabalığına pansiyon pazarlayan, bavulları otellere taşıyan semt çocuklarının çığırtkan haykırışları, şoför muavinlerinin aceleci hareketleri, ilk defa gelen banyocuların pansiyon bulamama telâşındaki hareketlilik ile bir panayır havası oluşurdu. Taa yukarı mahallere kadar pansiyon veren yüzlerce eve rağmen açıkta kalanlar bile olurdu. Banyolarda yirmi gün, bir ay kalacak bu insanların büyük kısmı mutlaka Muzaffer ustanın dükkânından geçeceklerdi. Hele daha zengin sınıf otel müşterileri, her yılın belirli döneminde, kalabalık ailesi ile gelir Adana’lı, Mersin’li, İstanbul’lu bu kalantorlar tıraşa çocuklarını torunlarını da getirirlerdi. Hepsini ismen tanırdı Muzaffer usta. Hizmette ve itibarda kusur etmez, karşılığında da tarifenin çok üstünde ödenen bedeli şükranla kabul ederdi.
Güneşin batması ile beraber ard arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. İşlerin az olduğu bu saatlerde Muzaffer usta sulanmış kapı önüne çıkardığı sandalyeye geçer hem tenezzühe çıkmış faytonları seyreder hem de az evvel tıraşını bitirdiği ünlü saz sanatçıları ile sohbet ederdi. Park otelde konaklayan bu sazendeler meydanın köşesindeki kahvenin arkasında yer alan berber koltuğunu değil Muzaffer ustayı yeğlerler, program başlayana kadar da Onun misafiri olmaktan hoşlanırlardı. O herkese göre lâf, her başa göre tıraşı iyi bilirdi...

Berber dediğin, bilgili olmalıydı, kültürlü, ağzı lâf yapmalı. Bir yabancı geldiğinde sıkmadan ağzından lâf alıp, bir istihbarat subayı ustalığı ile yerini, yurdunu, işini öğrenmeliydi. Ustasından böyle görmüş, böyle öğrenmişti.
Hükümetin karşısındaki Asri Berber salonu Bursa’nın en iyi berber dükkânıydı. Yan yana dört koltuktan cam kenarınki ustanın, diğerleri kıdemine göre kalfaların olurdu.  Tüccarlar, memurlar, savcılar hep orada tıraş olur, içerdeki kotlularda sıra beklemek için yer kalmayınca bazı müşteriler şapkasını bırakıp yandaki Çınarlı Kahveye geçerlerdi. Tonet askılıklarda sıra sıra dizili fötr şapkalar bir bakıma tıraş sırasının da sembolü olurdular. O yıllar erkekler şapkasız gezmezdi ki...  Köylü ve esnaf takımı kasket giyer, beyefendiler ve memurlar fötr şapka. Cumhuriyet’in ikinci on yılları idi, küçük Muzaffer bu dükkâna çırak olarak geldiğinde. O Zafer’le beraber doğmuş, babası da adını Muzaffer koymuştu. Ne kadar çoktu o yıllar; Muzaffer’ler, Kemâl’ler, Fevzi’ler İsmet’ler. İlk okulu bitirince yaz tatilinde babası Onu çırak vermişti. “Eti senin kemiği benim” diyerek. Ustasının elini öpüp işe başlamıştı. İlk günler biraz yadırgadı işi. Sabah erkenden kalkıp Çekirge’den bazen yayan bazen yeni yeni çalışmaya başlayan -Bas bir kaldır iki- Berliet otobüslerle gelip, dükkân temizliği, eski çırakların onu ezen davranışları ağırına gitmişti. Ama tıraştan sonra müşterilerin ceketini tutup üstlerini fırçalamaya, elbise fırçası ile şapkalarını şöyle bir okşayıp sunmaya başlayınca avucuna sıkıştırılan bahşişler hoşuna gitmeye başlamıştı. Annesinin Işıklar Askeri Lisesi için ısrarlarına fazla sıcak bakmamış, bu işten gittikçe hoşlanır olmuştu.  Hele ilk bayram, ayakkabı ve pantolonunu kendi birikimi ile satın alınca iyice keyiflenmişti.
Bir başka idi o yılların bayramları. Arife geceleri geç saatlere kadar çalışılırdı. Bayram namazından çıkıldıktan sonra da ilk ziyaret mutlaka ustaya. Caddelerde takım elbiseli, boyalı ayakkabılı şık erkekler, şapkalı kadınlar ellerinde çocukları, ailecek kapı kapı ziyaretler yapar, kadınların içmeyi bilemedikleri ve fakat reddetme cesaretini de gösteremedikleri renk renk likörler ikram edilirdi, asrilik nişanesi olarak. Sonra da dolmuş yapan yaylı arabalarla şehir turları, Pınarbaşı bayram yerinde eğlenceler, elma şekerleri, horoz şekerleri.
Hele milli bayramlar; her ev her dükkân kudretine göre bayraklar, renkli ampullerle süslenir, şehrin caddelerine taklar kurulur, meydanlarda bandolar, davul zurnalar gün boyu tokmak vururdu. Ustasının dükkânını da kırmızı ampullerden bir ay yıldız süslerdi geceleri.
Ustasına hayrandı. Vali Refik Bey bile onu çağırırdı vilâyete. O zaman askıdan yeni, ütülenmiş bir önlük giyer deri, körüklü berber çantasına takımlarını itina ile yerleştirir, başkasına kullanmadığı, vali beyin özel usturasını alır, alnı biraz yukarda vakarla geçerdi caddenin öte yanına.  Yüksek memurlar, hâkimler avukatlar, müfettişler, tüccarlarla öyle bir konuşurdu ki... Amerika'daki krizden, Almanya'daki hükümet bunalımlarına kadar her konuda fikir yürütür, boş vakitlerde günlük gazeteleri en sonuna kadar okurdu. Akşam eve giderken takım elbisesini giyer, Barselona fötr şapkası başında ayakkabılarını gıcırdatarak öyle bir çıkardı dükkândan, bilmeyenler hâkim falan sanırlardı. Onun kestiği alabros tıraş Amerikan tıraş, berber önlüğünü patlatarak silkişi, kayışa bir ustura vuruşu vardı ki... Berberlikte ustura bilemek, kılağı almak başlı başına bir sanattır. Ustura yağlı kayışın üzerinde belli bir açı ile sert fakat okşar gibi gidip geri dönecek, kayışta çentik yapmayacak kesinlikle ve gözle görülmez çelik parçası kalmayacak keskin ağızda. Bu parça cildin altına girer ve kocaman yaralara sebep olur
Yıllarca ustasının her hareketini dikkatle takip etti, her sözünü nakş etti hafızasına. Öyle ki akşam evde gündüz dinlediklerini kendi fikri imiş gibi nakledince annesi bu kadar bilgiye şaşırır, övünür olmuştu. Işıklar (Askeri Lise) tutkusundan bile vaz geçmişti. Arkadaşlarını çok bilgisiz ve yavan buluyordu artık. Zaman içeresinde ustası da ondaki bu alâkayı sezmiş, ilgilenir olmuştu. Önceleri sakal tıraşı için müşterinin yüzünü sabunlamak görevi ile başlayan aşamalar sakal, sonra saç tıraşına kadar gelmiş ve kalfa olmuştu. Ama bir on yılı da geride bırakarak.
Önündeki tek örnek ustasıydı. Onun gibi kruvaze takım elbiseler diktiriyor, Pazar günleri zor ütülenir poplin gömleğini ustalıkla kolalayıp kravatını bağlıyor, ceketinin üst cebinden ipek mendilini uzunca aşağı sarkıtıyor, başında Barselona şapkası, ayakkabıcı Şükrü Ustaya özel yaptırdığı çift kösele, beyazlı kahveli kunduralarını her adımda gıcırdatarak turluyordu caddelerde ve dikkatini çekiyordu kızların. Bu şıklık genç bir kızın da ilgisini çekti. Sarışın, mavi gözlü, genç bir göçmen kızı. Bakıştılar, saçlarını parmakları ile tarayarak selâmlaştılar. Muzaffer peşine düştü, evini öğrendi ve pazar günleri penceresinin altından geçmeye başladı. Hep bakıştılar o kadar…
Berber salonunda konuşmalar hep Almanya üzerine dönmüştü. Polonya, Danzing, Koridor... Harp kokusu duyuluyordu havada ve beklenen oldu, Avrupa’nın ortası birden ateş topunun içinde kalıverdi. Türkiye harbe girdi girecek. Asker toplanıyor, tahkimatlar inşa ediliyor, evlerin bahçelerine sığınaklar kazılıyor, geceleri karartma yapılıyor, gökyüzü kuvvetli ışıldaklarla taranıyor ve pasif korunma tedbirleri, yokluk, karaborsa, sıkıntı. Bütün ülkede olduğu gibi, seçkin müşteriler de ikiye ayrılmıştı; İngilizciler, Almancılar. Tek konu kimin kazanacağı ve Türkiye’nin kimin tarafında harbe gireceği.
Harbin en hareketli günlerinde Muzaffer torbası sırtında asker ocağının yolunu tuttu. Acemi eğitiminden sonra onu Meclis Muhafız Taburuna verdiler. Mesleğinin faydası burada çıktı meydana.  Tertipleri arazide, siperlerde yatarken o üç yıl boyunca subayları, gediklileri tıraş etti. Gündüzler güzeldi de, Ankara’nın yazı, kışı soğuk, bitmez tükenmez geceleri.  Nöbette, yatakta hep aynı hayâlle avundu. Detaylar çizdi, renklendirdi, şekillendirdi, umutlandı, yeislendi;  terhis olur olmaz açacaktı dükkânını. Babadan kalma küçük bağı satacak, bir dükkân kiralayacaktı. Porselen lavabolar, çinili duvarlar, iki deri koltuk, temiz önlükler. Her gün günlük gazete alınacaktı ortadaki sehpaya, haftada bir de Akbaba dergisi. Akbaba’sız berber düşünülemezdi. Bir de Karagöz gazetesi, daha ikinci sınıf müşterilere. Kapının üzerine kırmızı ampullerle bir yıldız taktıracaktı, yakacaktı bayram geceleri. Ve Allah’ın emriyle alacaktı Boşnak güzeli Elmas’ı. Vermezlerse kaçırarak.
Döner dönmez ustasının elini öptü, icazet istedi. Ustası hemen kendi elleri ile doldurdu ustalık diplomasını, imzaladı verdi. Kaç yıldır Berberler Derneği başkanı idi o. Bir de en sevdiği usturasını hediye etti Muzaffer’e, Çifte Cambaz’lı. Severdi Muzafferi.  İyi adamdı ustası, çok şeyler borçlu idi ona. İstediği gibi yaptı dükkânını. Kapalı çarşıda kolonyacı İsmail Beyden düzdü bütün takımını. Solingen usturalar, Zaza makaslar, makineler, Fredo kolonyalar, pudralar. Camın üzerine de kocaman yazdırdı. Zafer Berberi Muzaffer, şiir gibi.
Anasını zorla dünür gönderdi. Hasan Ağa bir iki ısrardan sonra çok diretmedi. “Ustasından sordum, temiz çocukmuş, kızın da gönlü var, ben de geldiğimde, hiç bir şeyim yoktu. Allah neler verdi, onlara da verir, Hayırlı olsun”
İyi insandı, Elmas. Ne varlıklı arkadaşlarının hayatına özendi, ne yatalak annesine yıllarca bakmaktan yüksündü. Çalışkan, becerikli,  en önemlisi güler yüzlü, sevecen. En dar günlerinde bile sabah kalktığında neşe dağıtırdı. İki katlı ahşap evin hizmeti yetmezmiş gibi, konu komşuya, eşe dosta yetişir, berber dükkânının havluları, peşkirleri, önlüklerini mis gibi yıkar ütüler, yemeği, sofrası, düzeni her şeyi ile herkesçe sevilir olmuştu. Önce Mehmet iki yıl sonra Metin’i sevgi ile büyüttü. Çocukların tahsil zamanı gelip de kazançları yetmemeğe başlayınca dikiş dikti, didindi ve bir tek gün bir şeyden şikâyet etmedi.

Ama şimdi bir şeyler değişmişti. Yeni binalar yapılıyordu Çekirge’de ve altlarında dükkânlar. Yeni berberler açılıyordu. Gençler onlara gidiyor, saç yıkatıyorlardı. Berber tıraş yapardı, natır değildi. Eskisi gibi babaları ile çocuklar gelmez olmuşlardı. Analar kadın berberine götürüyordu çocuklarını. Oğlan çocuğunu kadın berber keserse sonu ne olurdu? Bursa büyümüş, Mezbaha önünden yeni yol açılmıştı, Garaj yapılmıştı Şehreküstü’nün altındaki çöplüğe. Bütün otobüsler yolcuyu orada boşaltıyor, İzmir, Uludağ, Mudanya otobüsleri Çekirge’den geçmiyordu bile. Eşekboğan deresi Kültür park olmuş, Havuzlu Parkın ömrü bitmişti. Ne saz sesleri kalmıştı ne de eski banyocular. İnsanlar şimdi kaplıcaya değil denize gidiyordu yaz ayları.
Tek başına kalmıştı dükkânında kalfasız, çıraksız. Son kalfası mesleği yapmamış Çelik palas karşısındaki büfede ayran satıyordu Yeni Kaplıcadan çıkanlara. Arada bir ustasını tıraşa geldiğinde ukalâ ulakâ “Usta” diyordu, “bu meslek öldü artık, para gıda maddesinde” bir gün yerleştirecekti lâfı, ama sonra kime tıraş olacaktı. Berber kendini tıraş edemezdi ki, başka berbere de gidemez. Tahta berber koltukları eskimişti, şöyle yeni, krom ayaklılardan bir tane olsun alsa. Para yetmiyordu kiraya bile. Mal sahibi Efe, genç yaşında ölüverince karısı “artır” der olmuştu. O da haklıydı, kira ile geçinecek. Artık Akbaba da almıyordu. Müşteriler okudukları mecmualardan getirip bırakıyorlardı. Hatır için tutuyordu bir iki gün. Bunlar dükkâna yakışır şeyler değildi k;  baldır bacak resimleri, artist dedikoduları. Belediye çavuşları bıktırır olmuştu, üç beş günde bir kontrol, üç beş günde bir ceza. Tarifenin üstüne astığı önlüğe bile takılır olmuşlardı. Berberliğin raconu idi bu. Müşteri tarifeyi görmeden dilediğini öderdi. Ustasından öyle görmüştü. O zaman belediye reisleri, hâkimler bile ses çıkarmazdı ustasına.
“Esnaflık örümcek misâli, ağı kurup bekleyeceksin, kurt mu düşer, sinek mi?” Ağı hazır, bekliyordu da nedense sineklerin çoğu başka yerlere takılıyordu.
Gazeteyi katlayıp yana bıraktı. Yorulmuştu gözleri. Tıraş yaparken de zorlanıyordu artık.  Bazen kulak üstlerini eli ile yoklayarak kalan saçları yakalıyordu. O gözleri kapalı bile yapardı tıraşı ama son zamanlarda elleri de titremeye başlamıştı zaman zaman. Birkaç kere kesik vermişti usturada. “Amca seni malûlen emekli ettirelim Bağkurdan” demişti bir müşterisi. Malûlen yani sakat olarak. Yediremiyordu kendine hem sakatlığı hem emekliliği. Normal emekliliğine daha üç dört yıl vardı, dayanabilir miydi acaba? Bağkur çıktığında en dar zamanlarıydı. Allah razı olsun, bir müşterisi “Muzaffer usta, girmek zorundasın” demişti  “giriş aidatını ben yatırırım elin bolalınca ödersin.” Hiç bolalamadı eli. Kira kutusunun yanına bir kutu daha koydu, Bağkur aidatını biriktirmeye. Evi verse müteahhide. Bir daire kendine bir daire kiralık, Çiçekleri ne olurdu avludaki, artık ağaçlaşmış şimşirleri, dut ağacı? Bursa demek dut demekti. Her evin bahçesinde bir dut bulunur, bahar geldi mi evin kızları, kadınları hiç değilse bir paket koza açarlardı. Taze yapraklar her sabah kesilir, 20 -25 günlük bir emekle bir yıllık harçlığını çıkarırdı kadınlar. Ne ipek kalmıştı ülkede ne dutluklar, ne kozaklıklar. Birkaç köy can çekişerek direniyordu bu ecdat üretimine.  Evin etrafı apartman olmuştu tekmil. Avlusu güneş göremez olmuş, çiçekleri, ağaçları güneşe ulaşmak için boylanmışta boylanmış, rutubet adamakıllı artmıştı evin içinde.  Çocuklar kendini kurtarmıştı, bir beklediği yoktu onlardan, bir yardımları da yoktu. Şöyle namuslu bir müteahhit bulsa... Kapatsa dükkânını da... Koltuğu, takımları eve götürür, bir odada eşi dostu tıraş ederdi.  Çantasını alır evlere tıraşa gider, üç kuruş devletten, üç kuruş mesleğinden ne vergi var, ne kira, ne Bağkur aidatı geçinir giderlerdi... Bundan sonrası bir lokma bir hırka, yeter ki Allah hastalık vermesin ve Devlete Millete zevâl. Beklemeyecekti sene sonunu, kapatacaktı otuz beş yıllık mekânı, o genci bulmalıydı, Bağkur’cu genci...




* Türkiye Esnaf ve sanatkârlar  Kofederasyonu  Mayıs 2002 öykü yarışmasına katıldı

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...