27 Temmuz 2018 Cuma

AH GÜZEL İSTANBUL –III-


AH GÜZEL İSTANBUL –III-
(…) Taksim meydanı Tarlabaşı yönünde genişledi, o kadar. İnönü (Taksim) Gezisini boylamasına kat edip, sonuna ulaşınca bir köprü ile İstanbul Sergisinin kurulduğu ağaçlıklı, geniş alana varırdınız. Taşkışla, Emlâk Caddesi, Askeri Müze, Harbiye, Divan Otelinin çevrelediği geniş adada sadece Radyoevi ile Divan Oteli arasında cadde boyuna sıralanmış birkaç büyük apartman ve Lütfü Kırdar’ın yaptırdığı Spor ve Sergi Sarayı vardı. Bu binanın merkeziyetinde, yanındaki boş alanda her yaz İstanbul Sergisi açılır, bir nevi fuar düzeyindeki bu etkinlikte İtalyan Lûna Parkı kurulurdu. Çarpışan otomobiller, uçan sandalyeler, dönme dolap ve Rus Dağları (Roller Coasters) ile bizim ve bizden önceki kuşak orada tanıştı. Onlarca arabalık konvoyu, devasa çadırı ile Medrano Sirkini de orada tanıdığımız gibi. Spor ve Sergi sarayında, Japonların çok görkemli Bebek Sergisini ve Rus Buz Balesini izlediğimi de hatırlıyorum. Sonraları bu etkinlikler biraz daha eğlence ağırlıklı olarak Gülhane Parkı‘na taşındılar.
İstanbul’un o yakası Şişli’de biterdi. Taksim Abidesi’nin etrafından bir yuvarlak çizen tramvay hattı, Pangaltıdan bir yol Kurtuluş’a, Harbiye’nin köşesinden bir yol tek hat olarak Nişantaşı ve Maçka’ya ayrılır, Maçka Palasın önünde son bulan hat kalın bir demir sehpa ile kapanırdı.  Burada Vatman iner, önce vagonun arkasından sarkan ipi çekerek tepedeki traversi ters yöne çevirir, kumanda için kullandığı iki manivelâyı şimdi ön olmuş olan arka mahalle monte eder, biletçi de arkalıkları ittirilince yön değiştiren koltukları yeni hareket yönüne hazırlardı.
Ana hat ise, inşa halindeki Şişli Camii’ni geçip, tramvay deposunda son bulurdu.  Buradan dar bir parke yol şehrin bir hayli, dışındaki şirin Mecidiyeköy’e bahçelikler ve bostanlar arasından uzanırdı. Ondan sonrası mı? Uçkur gibi, daracık bir asfalt, Maslak yolu ile dağlar ve ormanlar arasından Boğaza, Kefeliköy’e varırdı. Etiler ve Levent boş arazide uydu kent olarak inşa ediliyordu. Ve “Allah’ın dağlarında” kimlerin oturacağı, bazıları için merak konusu idi.  Seyrek bağ evlerinin arasında tek bina  -sanırım şimdi Ulus tarafları- olan Polis Okuluna aitti.
Taksimden Şişhane yolu ile Karaköy’e gelen hat, biri Boğazkesen yolu ile Beşiktaş’a diğeri Galata Köprüsünü geçip, Eminönü, Sirkeci, Divanyolu güzergâhı ile Beyazıt’a, burada ikiye ayrılarak, Fatih üzerinden Edirnekapı, diğeri Aksaray’a burada da ikiye ayrılarak, bir kol Kacamustafapaşa bir kol Şehremini-Topkapı’ya uzanırdı. Şehreminindeki bir depo daha vagonları barındırırdı.
Anadolu yakasında ise; Kadıköy'den kalkan seferler, Altıyoldan tek hatla Moda’ya, bir kol Üsküdar-Kısıklı’ya, bir kol da Bağdat Caddesini takiben yüksek duvarlar, ulu ağaçlar arkasına gizlenmiş konaklar, köşkler arasından Bostancı’ya ulaşırdı. Bu hatta yaz ayları yanları açık, tenteli vagonlar çalışırdı.
Ve bu noktaların sınırladığı sahada İstanbul biterdi.  Oralardan öteleri sayfiye yerleri veya gerçek manâda köylerdi.
Haydarpaşa’dan Pendik’e, Sirkeci’den Halkalı ’ya varan banliyö trenleri, Köprüden, Haliç ve Boğaz kıyıları, Haydarpaşa-Kadıköy, Moda, Adalar, Pendik’e sefer yapan Şehir Hattı Vapurları ulaşım için yeterli idiler. Şehrin bütün yurt ve dışarı ile bağlantısını demiryolları ve gemiler karşılardı. Tek sıkıntı karayolu ulaşımı arttıkça bir felâket halini alan Kabataş-Üsküdar arasındaki arabalı vapur kuyruklarında saatlerce sıra beklemek idi.
Ancak bir milyon nüfusu barındıran şehir bugünkü gibi geniş ve yaygın değildi.
Direklerdeki sokak aydınlatmaları devrin teknolojisi gereği şapkalı olurdu gökyüzünü değil, genelde sarı bir ışıkla caddeleri aydınlatırdı. Ses kirliliği gibi, ışık kirliliği de yoktu. Gökyüzü bol yıldızlı olurdu. Şaire,“yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.” dizelerini yazdırtacak kadar. Bazı geceler Alemdağ, Kayışdağı   ve Avrupa yakasından ismini bilmediğim tepelerden çok kuvvetli ışık huzmeleri uzanırdı göğün derinliklerine. Gökyüzünü tararlar, bazen iki yakadan gelen huzmeler birebirleri ile çakışarak gösteri yaparlardı. Bunlar havadaki düşman uçaklarını tarayan sistemlermiş. Gayri, ikinci Dünya Savaşı şartları kalmamıştı ama bu birlikler yerini muhafaza eder, muhtemelen eğitim yaparlardı. Sanırım radar ağları kurulmamıştı henüz. Tıpkı uçaklarla telsiz bağlantılarını sağlayan metrelerce yükseklikteki ve onlarca adetlik anten direkleri tarlaları gibi… Yeşilköy Hava Alanının bitişiğindeki böyle bir direk (pilon) arazisinin yıllarca semte “telsiz” ismini verdiği gibi... Belki hala daha aynı adla anılıyordur oralar.
En hoşlandığım yer Galata Köprüsü idi. Orta noktaya gelince çok kimsenin yaptığı gibi, parmaklıklara dayanıp limanı seyir ederdim. Köprü üzerindeki iskelelere yanaşıp kalkan, arada bir “fire-up” yapıp bol isli kara dumanlar çıkaran yolcu vapurları. Tophane istikametinde sıra sıra demirlemiş büyük gemiler. Küçücük boylarına bakmadan, arkasına bir dizi mavnalar, şatlar bağlamış, köprü altından geçerken uzun bacasını kırarak yatıran çatanalar.  Hem yelken basmış hem de bordasından sular akıtarak motorlarını çalıştıran hantal gövdeli yük motorları. Nerede ise soktuğunuz parmağınıza yapışıp gelecek kadar bol balığın bulunduğu Haliç ağzına yayılmış yüzlerce balıkçı kayığı. Gemilerin beyaz köpüklerle yırttığı mavi-yeşil çarpıntılı deniz. Ardında Sarayburnu ve daha gerilerde yeşil tepeleri ile Üsküdar.  Birbirileri ile melodili konuşan vapur düdükleri, aradan çatanaların incecik sesleri ile fırlayan çığlıkları, motorların mutannan  pa-ta-pa-ta-ları, martı haykırışı, korna sesi, tramvay çanı, polis düdüğü, satıcı bağırtılarının eklendiği bir senfoni ve arada is tadı da getiren yosun ve deniz kokusu ağırlıklı bir tatlı meltem. Köprüyü kat eden, aralarında sırtları bina boyu hamule yüklü hamalların da bulunduğu yoğun insan kalabalığı, İstanbul’a ilk gelenlerin şaşkın bakışları… Kınalı Ada’daki Ruhban Okulunun özel kıyafetli papaz namzetleri. Yüksek kaldırımdaki okullardan çıkıp karşı yakaya geçme telâşındaki, tombul, beyaz bacaklarını siyah muslin çorapların boğduğu, tüy bıyıklı, sıhhatli, şakrak Ermeni kızları. Tahta bavullu askerler, bahriyeli mi gemici mi olduğunu bir türlü ayıramadığım beyaz üniformalı adamlar. Köprüye yanaşmış kayıklardan çiftini elli kuruşa aldıkları, ağızlarından küçük iple biri birine bağlanıp bir tahta çubuğa asılarak ancak taşınabilen torik balıklarını evlerine götürme telaşındaki insanlar. Her kılıktan, her milletten ve nerede ise il nüfusunun dörtte birini oluşturan azınlıklardan müteşekkil bir mozaik.
Köprü altındaki küçücük dükkânına katlanarak giren, ülkenin en uzun boylu adamı Uzun Ömer’in Milli Piyango Gişesi. İkindiyi geçen saatlerde ise, Bab-ı âli yönünden koşarak ve ana manşetleri bağırarak gelen gazete satıcısı çocuklar.  Koltuk altlarında, dizilmiş gazetelerin baskı kalıbını oluşturan mukavva matrisler arasına yerleştirdikleri akşam baskısı gazeteler.


“Hadeyyy Şehremini cinayetini yazıyorrrrr.”
“Yazıyooo, Meclisteki kavgayı yazıyoo.” Günlük gazetelerin dışında Akşam Gazeteleri çıkardı.  Günün taze haberleri ve biraz da sansasyonel asparagaslarla yüklü olarak; Son Posta, Son Havadis, Son Telgraf, Ekspres gibi. Ya da Rumca, Ermenice, Eski İspanyolca (Ladino) gazete satıcılarının haykırışları yankılanırdı;
“Appoyematini.... Appoyematini.”
“Jamanak geeldi.”
İstanbul’da her gün birkaç dilden gazete yayınlanırdı. Cumhuriyet bile akşamları, ayrı bir tap olarak Fransızca Repoblik, ve Akşam Gazetesi La’Akşam Fransa adı ile piyasaya çıkardı. Vapurla evlerine giden insanların çoğu gazete okuyarak geçirirdi yol süresini. Son zamanlara kadar dayanan Suvat, Dilnişin, Tarzınevin, Kaptan Ziya isimli Şirket-i Hayriye vapurları yanında yandan çarklı vapurlar da çalışırdı. Moda ve Adalara sefer yapan Moda Vapuru yandan çarklı idi.  Her iki yan ortasında güverte yüksekliğine kadar çıkan, su kesiminden yukarı tarafı yarım daire sac muhafazaya alınmış, yaklaşık bir metre eninde kanatlardan oluşan bir değirmen çarkı, dönerek hareket sağlardı bu gemilere. Yanaşmaları ve manevraları biraz zor olurdu ama sallı tekneler olduklarından dalgadan çok etkilenmezlerdi.
Bir akşam mutlaka Emirgân’a pazar gün ise Sarıyer’e giderdik,  ya vapur ya da Taksimden binilen dolmuşlar ile. Emirgân iskelesinin karşısındaki ulu çınarın altındaki, yuvarlak demir masalar ve yine yuvarlak demir sandalyelerin döşediği çay bahçesinde tiryakiler, nargile ve her masaya özel getirilen kömür ateşli semaverler ve porselen demliklerde demlenmiş çay içerlerdi. Çocuklar ise Kireçburnu Fırınının bol ballı kâğıt helvası ile Fertek Gazozu. Önce parke, sonra Arnavut kaldırımı dar yol ile Koru’ ya kadar küçük bir gezinti yapar, her dönemin şairlerine ilhâm kaynağı olmuş, gurubun “karşı camlarda” alev alev tutuşturduğu tablo bitip de akşamın karanlığı Boğaz’a çökünceye değin deniz kenarında kalırdık.
Bir başka Pazar, kıyı boyunca aralarındaki yeşil alanlarla parçalanmış, her biri ayrı yerleşim merkezi köyleri kat edip, Sarıyer’e ulaşırdık. Küçük çarşı içeresinde birbirini taklit ederek oluşmuş üç dört börekçiden en eskisi olanı tercihlerdik. Üst üste üç dört asma kat ilâve edilerek büyütülmüş küçük dükkânın taa terasına tırmanır, deniz serinliği ve yosun kokusu refakatinde, zavallı garsonun günde binlerce basamak tırmanarak servis yaptığı bol yağlı kol böreği, ardından da tatlı lokma ile öğlen yemeğini alırdık. Unutuyordum dönemin ve yerin favori içeceği limonata yandaşlığında.
Bir akşam Moda’ya Teyzeme, Eniştelere gidilir, benim tek başıma bir hafta kadar misafir kaldığımda olurdu. Eniştemle vapura bindiğimizde alt katta çarkçının kamarası yanındaki enlemesine,  tek sıralı bölmede otururduk. Bütün vapurda olduğu gibi burada da yolcular, gişe memurları, biletçiler birbirlerini tanır, herkesin belli oturma yerleri olurdu. Devamlı yolcular bilet almaz, evvelce toplu satın aldıkları, küçük defter yaprağı abonmandan bir sayfa kopararak biletçiye verirlerdi. Beyaz, keten şilteler yayılı olurdu kanepelerde. Moda Vapurunun müşterisi kaliteli olurdu. Tıpkı Maçka tramvayında olduğu gibi. Seçkin ve kültürlü bir sınıf otururdu Moda’da. Akşam 5.15 vapuru, uzun rıhtımın ucunda zarif yapılı, iki katlı bekleme salonu olan iskeleye yanaşırken rıhtımın üzeri babalarını, eşlerini karşılamaya gelmiş, kadın ve çocuk kalabalığı ile dolu olurdu.  Bu, akşam vapurunu karşılamak için şık kıyafetler giyilir, iskele üzerinde piyasa yapılırdı, bekleme süresince. Babaların ellerindeki fileler çocuklar tarafından kapılır, anneler kolda birçok kimse ile selâmlaşılarak, yavaş yavaş evlere yürünürdü.
İskelenin bitiminde, sol tarafta, geniş terası ve ağaçların kuytusunda kalan binası ile Moda Kulübü vardı; geceleri caz seslerinin yükseldiği, aristokratlar kulübü. Sağ tarafta ise Salih Efendi ve kardeşlerinin kayıkhanesi. Üst katı ve terası birahane olan yüksek tavanlı hangarda devamlı tekne bakımı yapılır, küçük yelkenli ve kotralar kışın buraya alınır, sırt üstü çevrilmiş, kürekleri dizi dizi duvara dayanmış sandallara sülyen ve macun çekilir, kıyı kokusuna bezir yağlı boya kokusu karışırdı. Önündeki çakıl taşlı küçük koyda denize uzanan tahta iskeleye bir dizi kayık bağlı olurdu. Buradan saati 60 kuruşa kayık kiralayanlar koyda dolaşır, açıklarda denize girer, karşı burundaki Şifa’ya ev gezmesine giden kadınlar tepeyi yürümek yerine kürek çekerek ulaşımı yeğlerlerdi.
Kayıkhanenin sağındaki dik yardan sonra Moda Deniz Hamamı başlar. Kazıklar üzerine bina edilmiş, ahşap, dört köşe platformun etrafını tahta kabinler çevrelemiştir. Ortası kare bir havuz gibi boş bırakılmış delikten denize girilir, yalnız kadınlara mahsus olan bu plaja yaklaşmak isteyen kayıklı röntgencileri yine sandallı görevliler kovalarlardı.
Eniştemin biraz da kolladığı bu kayıkhaneden ben ücret ödemeden dilediğim süre ile sandal alır, dolaşırdım. En büyük zevk, rıhtımın altındaki bir metre yükseklikteki dehlizden sandalla geçmekti.
İskelenin bitimi ile yokuş başlar, elli metre sonrada önünü bir putrelin tıkadığı tramvay hattı. Yüksek çınar ağacının yanındaki yeşil boyalı, oymalı elektrik direğinin üzerinde kırmızı emaye levhada “Son Durak” yazar. Buradan sola, iki yandaki çınar ağaçlarının artık tepesini de örttüğü ve Moda Burnuna uzanan sokağa girersiniz. “Beşbıyık sokak”. Bahçeler içeresinde iki katlı köşklerin yer aldığı, serin ve ıssız sokağın yedi numarasında teyzemler oturur. Kahverengi, yarım daire tahta merdivenleri çıkınca, bahçeye bakan odada yatırırlardı beni. Gecenin sessizliğinde, açıktan geçen yük motorlarının pa-ta-pa-talardan başka ses duyulmazdı. Sabah gugucuk kuşlarının ve ne dedikleri tam anlaşılamayan ama her biri bir ayrı melodi içeren, sokak satıcılarının sesleri ile uyanırdım. “Rikkicçii” nin neden sora eskici olduğunu keşfedebildim. Yoğurucu, çan çalardı. Bir de sokağın ilerisinde “Mano’nun pansiyonunda” yemek vakitlerini bildiren kampana. Gündüzleri çok sıkılırdım. Alt kattaki erkek aşçı ile yarenlik eder, eniştemin tıpkı kayıkhane gibi beziryağı kokan, hobi odasındaki boya kutuları ile ve marangoz aletleri ile oyalanırdım. Sokağın sonundaki Moda Koyuna veya yan sokaktan Deniz Kulübünün üzerindeki yara kadar gidip saatlerce açıkları seyreder, hayâl kurardım.  Kürek çekmek de olmasa burada gün katiyen bitmezdi. Birkaç ev ilerde, balkonda duran papağanı konuşturabilmek şansına ise hiç ulaşamadım.
Bir yıl Kabotaj Bayramında burada idim. İskelenin damına çıkmış bir deniz eri elindeki flâma ile açıklardaki harp gemilerine mesaj gönderip almıştı.  Yanımızda bu dili anlayan amcalar vardı. Ne büyük bir meziyetti. Yavuz Zırhlısı bile geçmişti.  Ama ertesi gün bir matem yaşandı Modada; gece tam hızla dönüş yapan donanmanın yarattığı dalgalar koyda ve Kurbağalıdere’de birçok tekneyi kıyıya vurup parçalamıştı. 
O zamanlar Kurbağalıdere, şimdiki Fenerbahçe Stadının bulunduğu yerlere kadar iki kenarı bahçeli evlerin iskelelerine bağlı yüzlerce sandalın barındığı bir sayfiye semti idi. Yanılmıyorsam, büyük gürültülerden sonra devlet bir miktar tazminat ödemişti.
Her şey gibi sayılı gün de biterdi. Bir akşamüzeri Haydarpaşa Garından Kurtalan Ekspresi’ne binerdik. Her zaman diliminde ve her yerde görebileceğiniz, hemen aynı sahnelerin yaşandığı ayrılış... Gardan ayrılıp Söğütlüçeşmeyi geçince, tren yolunun iki yanında teraslarında veya çamlarla örtülü bahçelerinde akşam yemeğine oturmuş, müreffeh insanların iskânındaki köşkleri, bahçeli, evleri geçmeye başlardık. Demiryolunu kesen caddelerde, kapalı bariyerlerin arkasında bekleyen faytonlar veya beyaz şortlu ayaklarını yere dayamış, kızlı erkekli bisikletli gençlere el sallardım. Gittikçe evler seyrekleşir, sadece Bostancıda duran katar, daha sonra bir yanını denize verip kıyıyı takiben hızla yol alırdı. Tarlaların, bostanların, muntazam tarhlanmış marul bahçelerinin arasından geçerek, akşamın mor ışıkları ile artık koyulaşmış denize ve uzaklarda kalan İstanbul’a veda ederdik. Evini özleyen her insanın aceleciliği ve ayrılığın burukluğunu içimde duyarak…
Terkedilmiş bir eski sevgili gibi, hasretle ve fakat artık sevmediğim, sadece şarkılarda kalmış İstanbul’a...
“Ahhh. Güzel İstanbul...”
Bursa Eylül 1995 

PS (hamiş);
“Unutulmuş isimlerde, 
Bilinmez ki nasıl nerde, 
Şimdi yalnız resimlerde 
Eski dostlar, eski dostlar…”
Üçe bölerek sunduğum yazı yaklaşık yirmi beş yıl önce kaleme alındı. O günden bu yana çok sular geçti köprülerin altından.  Bugün artık İstanbul olmayan İstanbul’un hal-i pürmelalini hepiniz görüyor ve biliyorsunuz. Rengi, estetiği, esprisi, cazibesi kalmamış, beton yığını, Arapça tabelalı, Arabi kıyafetli İstanbul’a ne şiir yazan var ne beste yapan. Heyhat, artık şarkılarda da yok…
“Zaman olur ki anın hacle-i visalinde,
bir inziva ve o cananı bi-vefa bulurum.
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde,
hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum.”
(Zaman olur ki kavuştuğumuz odada o sevgiliyi vefasız bulurum. Ve dünyadan eli eteğimi çekesim gelir. Bazen de gözümden kaçan hayalinde hayatım ve ruhum için şefkat dolu bir tanıdık sevgi bulurum.)


20 Temmuz 2018 Cuma

AH GÜZEL İSTANBUL –II-






AH GÜZEL İSTANBUL –II-
(…) Sabahları karşıki dolmuşlardan biri ile piyasaya inerdik. Piyasa dediğim Sultanhamam, oralarda fazla değişen bir şey olmadı. Sadece Azınlık firmalarının yerini daha çok sayıda Anadolu tüccarları aldı. Bir de her sahada olduğu gibi, ticari ahlâk telâkkilerinde artılar azaldı.
Öğle yemeklerini yediğimiz Konyalı fast-food’cu oldu. Borsa Lokantası ise başka semtlerde. Büyük Postanenin karşısındaki İzmirli Şerbetçi ve biraz çaprazındaki rakibinin önü açık dükkânlarında sıra, sıra, cam damacanalarda, en az on çeşit, rengârenk meyve şerbetleri ve yaz aylarında önünde uzayan kuyruklar oluşurdu. Çilek, vişne, elma, karadut, demirhindi, şeftali, erik, limon, turunç, vb. Güzelim rayihalar Koka-kola olup kara şişelere girdiler. Şerbetçi dükkânları önce tostçu oldu sonra da zamanın derinliklerinde buharlaşıp gittiler.
Akşamdan evvel işi tatil ederdik. Lahmacuncuların işgalinden evvel baharatçı ve hasır masa sandalye satıcılarının yoğun olduğu Mısırçarşısı’ndan geçip Eminönü Meydanına çıkardık. Bugün bile vefa ve sebat örneği göstererek oralarda olan güvercinleri yemler, artık kalmayan su satıcılarının bir virtüöz mahareti ile seslendirdiği tabak-bardak ikilisinin nağmeleri eşliğinde, o zamanlar küçük olan, meydanı kat ederdik. Köprü’nün Haliç yakasındaki, belki de Ceneviz’lerden kalma köhne, taş binaların çevrelediği dar sokaklardan, sıkışık insan ve hamal trafiği arasından Yemiş İskelesi’ne ulaşırdık.  Yan yana denize uzanan, daracık, iskelelere yanaşmış rengârenk boyalı, beyaz patiska şiltelerle döşeli, bazılarının üzeri tenteneli beyaz güneşlikler gerili dolmuş kayıklarına binerek karşıya, Perşembepazarı önündeki Balıkpazarı İskelesine yanaşırdık. Galata köprüsünü hele sıcak günlerde çok kişi yaya kat etmez, gariptir hepsi de sahil kenti olmayan Kastamonuluların tekelindeki, sandalları tercih ederdi.
Aynı sandallardan bir gurup ta Kadıköy vapur iskelesinin yanındaki taş basamaklardan aldıkları yolcuları Haydarpaşa İskelesine taşırlardı.  Şimdi Et Balık Kurumunun olduğu geniş saha yoktu. Sonraları denizi doldurup kazandılar. Rıhtım Caddesi daralarak demir yoluna paralel bir parke ile Haydarpaşa’ya varır ve son bulurdu. Gar binasının mermer merdivenleri önündeki plâtformda taksiler park ederdi ve çeçen arabaları; tek atlı tenteli.
Karaköy Meydanı, köprünün çıkışında küçük bir alandı. Solda ahşap, enteresan minaresi ve mimarisi ile Kara Mustafa Paşa Camii, hemen yanında Karaköy Börekçisi. Balık pazarı, Perşembe pazarı, Rıhtım caddesi, Necati Bey Caddesi, Şişhane, Domuz Sokağı’nın açıldığı daracık alanda İstanbul’un en ciddi trafik sıkışıklığı yaşanırdı. Ortadaki yuvarlak saçtan, bir bidon gibi, üstü plaj şemsiyeli noktadaki polis memuru bir uğultu halindeki korna seslerine, şarkı söyler gibi konuşturduğu düdüğü ile katılır, bir Hint dansörünün kıvraklığı ile el kol hareketleri yapar, bu düğümü çözerdi gün boyu. Trafik lâmbaları yoktu. Bu noktada görev alan Otomatik Mustafa, kaldırım kenarına dizilmiş yayaların ilgi ile seyir ettikleri derecede mahir idi işinde. Siyah akordeon çizmeleri, gri külot pantolonlarının üzerine yazları beyaz ceket giyen beyaz eldivenli bu polisler, belediye zabıtası görevi de yapar ve trafik polisi değil, Altıncı Şube Memurları diye anılırdı. Sirkeci, Karaköy, Şişhane, Taksim, Galatasaray gibi belirli kavşaklarda nokta görevi yaparlar ya da sıkışık caddelerde devamlı düdük çalarak o günün sorunlarını çözmeğe yeterli olurdular. Otomobillerin plâkalarında aracın cinsi yazılı olur, “İstanbul hususi 26”, “İstanbul Kamyon 135” gibi ifadeler yer alırdı.

Daracık Domuz Sokağını geçip, Tünel’e girerdik. Tünel parasını ödemek istemeyenler, dik Yüksekkaldırım’ı tırmanarak, Pera’ya varırdı. Tünel’de büyük değişme yok. Ahşap vagonları yenilendi bir de Metro Han'ın karşısındaki tuğla binada güç üreten buhar kazanlarının yerini elektrik aldı, o kadar.
Akşamüzerleri bir kaç tur atılırdı İstiklâl Caddesi’nde. Konsolosluklar, özellikle Tünel civarına toplanmış kitapevleri, nezih pasta salonları, sinemalar, tiyatrolar, zengin mağaza ve bonmarşe’lerin sıralandığı cadde, nezih bir kültür, eğlence ve alışveriş merkezi idi. Ahşap doğrama, büyük camlı vitrinlerin tavanlarını birer karış aralıkla dizili, uçları oymalı buzlu camlarla tezyin etmek moda idi o yıllar. Vitrin arası sütunları da parlak, siyah fayans ile cam arası bir maddeden levhalarla kaplamak.
Tezgâhtarlar asgari iki üç dili konuşur, pastanelerde, sinema gişelerinde, mağaza kasalarında hemen tamamı gayrimüslim, kadın görevliler çalışırdı. Ve biz taşralılar çok yadırgardık bu çalışan kadınları. İyi giyimli, şık erkekler, rahibeler, siyah elbiseli yaşlı madamlar, yürüdükçe parfüm kokuları yayan, ipek elbiselerinin korseli kalçalarında titreştiği, alımlı kadınlar dolaşırdı kaldırımlarda.
İstanbul, büyük bir köy olmamıştı. Yolda yürüyen her kadının, kendisini görünce, donunu indirivereceğini sanan (ayılar!) henüz kendi köylerinde idiler.
Endülüs mimarili, küçük, süslü salonunda, nerede ise berjer boyu deri koltukları ile Elhamra Sineması, üç balkonlu Atlas Sineması, -Pasajındaki Küçüksahne’de Haldun Dormen o yıllar başlamıştı- Alkazar, Lâle, Sümer, Saray, Melek sinemaları. -Yeni Melek henüz inşa edilmemişti.- Markiz, Lebon, İnci, Kervan Pastaneleri, Atlantik, Ekspres, Atomik Birahaneleri, Saray, Özsüt Muhallebicisi, Süruri’lerin Ses Opereti, ağırbaşlı aristokrat havası ile Abdullah Efendi Lokantası, Bursa sokağındaki Hacı Salih Lokantası, İtalyanca, İspanyolca, Rumca, Ermenice, Türkçe dillerinin iç içe konuşulduğu İmparatorluk mozaiğinden oluşmuş, görgülü bir kalabalığı ağırlardı. Tokatlayan Oteli ve hemen bitişiğindeki Degustasyon Lokantası ise monokl gözlüklü, diplomat eskileri ile zarif bastonlu yaşlı beyefendilerin barındığı, yarıya kadar çekili tül perdelerin ardında gümüş takımlar ile beş çayı içtikleri daha entel mekânlardı. Dar paça pantolonlarının altındaki rugan iskarpinlerini beyaz, kolalı tozluklar ile örten, “Tanzimat Zamparası” bakiyelerine bile rastlamak mümkündü buralarda.
Daha genç nesil Çiçek Pasajına takılırdı. Kapı önünden alınan buzlu badem refakatinde daha çok sifon bira içilirdi, tahta fıçıların masa olarak kullanıldığı dar mekânda. Şimdi patron olan Entelektüel Cavit Seviç Birahanesinde garsondu. Her cins oyuncağın satıldığı Japon Mağazası, hemen karşısında rakibi İstanbul Bonmarşesi, bitişiğinde üst katı kadınlara ait, Kuaför Vili, Yanında Hasan Hassen Itriyat deposu -Sanırım Arap kökenli idi- Cevahirci Franguli, Mefruşatçı Bohor Franko, Rekor, Dekor, Onnik Aksel’in Liondor’u ve daha birçok manifatura mağazası. Her cins malın satıldığı Mayer, Lion, Bakara, Ekselsiyor Bonmarşe’leri. Yürüdükçe Tahta zeminleri gıcırdayan, içleri kumaş, parfüm, biraz da gâvur kokan büyük mağazalar. Çoğu gayrimüslimlerin hâkimiyetinde idiler. Türk Olarak hatırlayabildiklerim; Hacı Resul, Necmi Rıza, Hacı Bekir Şekercisi, bir de CKM  - Cevdet Kâmil Mağazası- Vakko henüz Beyoğlu’na gelmemişti. Yenicami Caddesindeki Şen Şapka Mağazasında, yeni yeni emprimeciliğe başlıyordu. Foto Sabah, Rebul Eczanesi, Tanca Ayakkabıcısı hatırımda kalanlar.
Sokakta bir şeyler yemek ayıp olduğundan, büfe ve sandviççiler yoktu. Bankalar yüksek kiralar ödeyerek işgâl etmemişti dükkânları. Ağa Camii’nin karşısındaki Lostra Salonu bile yıllarca direnebilmişti. Yan yana beş altı kişinin oturduğu iki basamaklı yüksek sedirin önünde, sarı pirinç tabanlıklara ayağınızı koyarak önünüzdeki küçük, hasır taburelere sıralanmış ayakkabı boyacılarının çalıştığı önü camekânlı dükkânlardı lostralar. Alıştığı berberini bekler gibi, devamlı boyacısının boşalmasını bekleyen müşteriler görürdünüz kapı önünde.
Demokrasi daha tam gelmediğinden(!) dilenci ve serseriler polisten çekinir, caddeye yaklaşamazdı.  Polisin müsamaha gösterdiği tek, tük istisna; sırtındaki küçük küfesinin üzerini hava yolları etiketleri ile süslemiş, elindeki tahtadan pervane ile kendisini tayyare sanan, çıplak ayakla koşarak ve hiç kimseye rahatsızlık vermeden, Taksim-Tünel arasında servis yapan Caddenin delisi idi.  O zaman tayyarelerinin pervaneli olduğunu hatırlatmama gerek var mı, bilmem? Bir de Ağa Camii sokağından girilince camekânlı tezgâhında bir hamur tatlısı (Kerhane tatlısı) satan satıcıya müsamaha gösterilirdi diye anımsıyorum. 
Köşelerde seyyar satıcılar olmazdı. Gezerek, küçük şişelerde sattığı sabunlu suyu, telden aparatı ile üfleyerek havaya baloncuklar dağıtan biri ile Japon Mağazasının yanında, Balo Sokağının köşesinde, boyunlarına kırmızı kurdeleler bağlanmış, beyaz fino yavrularını satan birisini anımsıyorum. Bu şirin köpekçiklerden yüzlerce mi vardı, yoksa hiç büyümeden ve satılmadan yıllarca o köşede mi beklerlerdi? Bilemeyeceğim.
Ağa Camii sokağından girilip sola sapılınca “Abanoz”  diye adlandırılan bir yerin olduğunu biliyordum ama buralar benim yaşım için ayıp işlemlerin uygulandığı (! ) mahallerdi. Sonraki yıllarda, iki başına duvar örülüp, araç trafiğine kapatılana değin Taksim-Aksaray dolmuşları ile bu sokaktan çok geçtim. Demir kapıları önüne yığılı, bir delikten içerisini gözleyen her yaştan insan kalabalığının neyin peşinde koştuğunu da öğrendim! Bir benzerinin Karaköy’de Yüksek Kaldırırım yanında olduğunu da…    
Taksime ulaşılan köşenin Fransız Konsolosluğu tarafını şipşak fotoğrafçılar tutmuştu.  Bizim kuşaktan hemen herkesin o köşede çekilmiş bir resmi vardır. Karşı kaldırımı ise işkembeci ile köşedeki Elefterios Kıraathanesinin önünü devrin pezevenkleri kullanırdı. Sanırım, halâ da öyle.  Bu pezevenkler, toy Anadolu müşterilerini önce Lâle Sinemasının karşısındaki küçük fotoğrafçıya götürürmüş. O stüdyo kolej talebelerinin kepli resimlerini çeker ve devamlı teşhir ederdi. Bu resimleri gösterip; “Beğen ağabey. Hangisini istiyorsan yarım saat içinde emrinde, sen kahvede otur” diyerek.  Tabii akşam karanlığında getirdikleri, ellerinde ne varsa o. Ama toy hovarda namzetleri dakikalarca vitrin önünde kız seçme kararsızlığı yaşarlarmış; babam öyle derdi...
Kararan akşamla renk renk neon lâmbalarının atraksiyonu başlardı cadde boyu. Yanıp sönen, zikzaklar çizen kımızı, yeşil, sarı bir renk cümbüşü oluşurdu.  Hele yağmurlu günlerde ıslak parkede yakamozlar yapan reklam levhaları. En enteresanları; Mulenruj’un devasa yel değirmeni ile Yapı Kredi’nin koca beyaz kanatlarını sabaha kadar, yorulmadan çırpan pembe gagalı leyleği idi.
Bir ara sakinleşen cadde, sinema ve tiyatroların dağılma saati, gece yarısında yeniden hareketlenir, trafik artar, bir süre sonra da potansiyelini arka sokakların işret âlemine devir ederek bütün İstanbul’dan daha geç faaliyete geçmek üzere sabahı beklerdi.
Karne tatili dolayısı ile gittiğimiz o yıllar İstanbul caddelerini kar kapatabilir, buzlanma olurdu. Kazancı, Bayıldım, Çakmakçılar, Serencebey Yokuşları gibi belirli yerler geçit vermezdi. Esasen sayısı çok olmayan tenezzüh arabaları ve taksiler caddelerden çekilir, bütün kentin ulaşımını emektar tramvaylar ve az sayıdaki belediye otobüsleri karşılamaya yeterdi.
Sanırım, Şükrü Balcı’nın emniyet müdürü olduğu dönemlerde bir jeep, kış ayları, yüklediği pekmez güğümleri ile devamlı dolaşır, sık aralıklarla birer bardak pekmez servisi yapardı onlara. Şişhane’de şimdi kaymakamlık binası olan yer Altıncı Şube binası olduğundan tramvay durağı ile birlikte semte de adını verirdi. Vedat Sokullu adlı amirlerinin emrindeki pehlivan yapılı sivil polis gücü sadece Beyoğlu değil tüm kentin asayişini temine yeterdi.  
1954 de talihsiz 6-7 Eylül olayları oldu. Selânik’te Atatürk’ün evine bomba konulmasını protesto için devlet tarafından organize edilen hareket kontrolden çıktı. Demokrat Partinin bindirilmiş militan ve çapulcu kıt'aları Rum mahallelerini bu meyanda ayırım yapılamayıp, diğer gayrimüslimlerin binalarını yaktı, yıktı, yağmaladı. En büyük payı Beyoğlu aldı. Ertesi günün siyah-beyaz baskılı gazetelerinde deprem sonrası gibi acıklı resimler gördük. Caddeler parçalanmış malların enkazı ile geçilemeyecek haldeydi. Mağazalar aylarca kara oyuklar halinde kaldılar. Ve de önce Rumlardan başlayarak azınlıklar işlerini bu arada büyük kısmı da ülkeyi terk ettiler. Bir kısım zararlar devletçe tazmin edildi. Birleşmiş Milletlerce alınan bir karar; İzmir Fuarında tahrip edilip yakılmış Yunanistan pavyonunun yakılan bayrağını Başbakanın çekerek tarziye vermesini öngörüyordu. Menderes’in rapor almak sureti ile geçiştirdiği, bu aşağılayıcı jesti, yerine yanılmıyorsam Ticaret Bakanı Muammer Çavuşoğlu ifa etti.
Ama bu arada da “Amirâl yara aldı.” Bu sonun başlangıcı oldu. İstiklâl Caddesi yavaş yavaş eski hüviyetini kayıp etti. Hemen ardından gelen ekonomik sıkıntı ve döviz kıtlığı, tramvayların arkasına bağlanarak tahrip edilmiş ithâl malların, nadide kumaşların yerine yenisini koyamadı. Osmanbey ve Şişli’nin cazibe kazanması da eklenince başlayan çöküş, değişen insan florası ile birlikte yerini lahmacunculara, büfelere, kabalığa ve saygısızlığa terk edip, bu günkü tabloya gelindi.
Son bir iki yıldır Sn. Vitali Hakko’nun öncülüğünde “Beyoğlu’nu kurtarma kampanyası” ile bir şeyler yapıldı, ama nereye kadar? Hani; kazada parçalanmış bir yüzü, çok iyi estetik cerrahlarının elinde yeniden yaratırsınız da mimiklerde bir mâna eksikliği, ruhsuzluk olur, onu bir türlü başaramazsınız…
( DEVAM EDECEK)

16 Temmuz 2018 Pazartesi

AH GÜZEL İSTANBUL -I-




AH GÜZEL İSTANBUL  -I-
"Gülcemal ile gelir İstanbul'a çocukluğum, Gülcemal ile gider." BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Bazen bir ses duyarım, bir süre ayıramam, yeni mi algılıyorum, yoksa belleğimin derinlerinden bir yerlerden mi yankılanıyor? Kokular duyarım, kaynağını tam kestiremediğim, çok uzaklardan gelen kokular... Seslerin kokusu ile kokuların melodisi bir senfoni oluşturur, martı çığlığına yosun kokusu, vapur düdüklerine is karışır. Anason kokusuna Hamiyet’in gazelleri, dalgaların şırıltısına bezir yağlı boya kokusu. Tramvay zili sesine yağmur rayihası, polis düdüklerine parfüm kokusu siner, sokak satıcılarının melodik şiirinden çingene kadının lâvanta sepetine bir yol oluşur, beni alıp çocukluğumun İstanbul’una götürürler.
“Bakmıyor çeşm-i siyah feryade.”
Yaz akşamları en son sahne alırdı Hamiyet Yüceses, Tepebaşı Bahçesi’nde. Ve biz, babamla ben, Yenişehirpalas Oteli’nin caddeye bakan odasında onun gazeli ile uykuya dalardık İstanbul’da olduğumuz geceler. On, on bir yaşlarımı koştuğum yıllardı. Okul tatillerinde, bir haftalık iş seyahatlerine beni de yanına alırdı rahmetli babam.
Anadolu tüccarları genelde Sirkeci’deki otellerde konaklarlardı. Daha seçkin olan pek azı da Tepebaşı’nda. İstanbul’un başka semtinde otel de pek yoktu zaten. Kadıköy Rıhtım Caddesi’ndeki bir iki tanenin dışında. Otele yerleşir yerleşmez ilk işim pencereyi açıp, İstanbul’u koklamak olurdu. Yanmış benzin kokusuna hemen karşı tepenin altında kalan ve o zamanlar tertemiz olan Haliç’in deniz kokusu, henüz binaların işgaline uğramamış tepelerden yeşil rüzgârlarla ulaşan kır kokusuna biraz aşağıdaki Tünel’in buhar merkezinden gelen kömür kokusu karışır, motor gürültüsü, korna sesine, polis düdükleri tramvay cızırtısına… Biletçinin pencereler üzerinden uzanarak giden deriden ipi çekerek vatmanın hemen tepesinde çınlattığı küçük çanın sesi -bir vuruş yürü, iki vuruş inecek var demekti- vatmanın ayakla harekete getirdiği dan-dan-da-dan-dan ritimli kampananın vuruşu, martı çığlıklarına güvercin nakaratları, kalabalık insan trafiğinin uğultusu katılır. Caddede gördüğüm hareket ve canlılıktan, alışmadığım ses cümbüşünden keyiflenir, dakikalarca bu sarhoşluğa bırakırdım kendimi.
Hemen otelin önünde, yol ortasındaki refüj ’de tramvaylar durur. Önde birinci mevkii kırmızı, ardında yeşil ikinci mevkii vagonun oluşturduğu dizi.  Bankalar Yokuşunu çıkan tramvay Şişhane bitiminde, Altıncı Daire (İstanbul’daki ilk belediye binası) önünden kıvrılarak Tepebaşı üzerinden İstiklal Caddesi- Taksim ve taa Şişli’ye kadar gider.

Karşı kaldırımda sıralanmış pek çoğu siyah boyalı, sarı damalı taksiler.  Sağ çamurluk üzerine monte edilmiş hantal yapılı, elektrik sayacından biraz büyük, gövdeye ulaşan su borusu gibi, kalın bağlantısı kuşun mühür ile mühürlenmiş, kibrit kutusundan biraz büyük, kırmızı metal kurgusunu ters çevirince üzerindeki “serbest” yazısı da baş aşağı dönen taksimetreleri. Kaputa dirseği ile dayanmış, bir örnek şapkalı ve hemen hepsi orta yaşlı, efendi sürücüler. Biraz arkada aynı arabaların dolmuşa çalışanları. Orta direğinden ön kapısı sağa, arka kapısı sola açılıp bırakılmış, ön kapıyı sağ eli ile tutmuş, tıknaz, kısa boylu, pos bıyıklı, metalik kalın sesi ile devamlı haykıran dolmuş kâhyası.
“Karaköy- Eminönü, Karaköy- Sirkeci...”
1950 de seçimi kazanan Demokrat Partinin ilân ettiği genel af ile birden ortalara dökülen bu eski, bıçkın mahkûmları, vali ve belediye reisi -O zamanlar büyük illerde aynı kişinin uhdesinde olurdu- Fahrettin Kerim Gökay dolmuş kâhyası olarak görevlendirerek cemiyete kazandırmıştı. Şehrin belli yerlerindeki durakları bu adamlar zapt-ı rapta alır, gereğinde yolcuları sıraya sokar, sıkışık saatlerde geçen bir taksiyi çevirerek dolmuş yolcusu almağa zorlar, bu hizmetler karşılığında da doldurduğu arabanın şoföründen yirmi beş kuruş -yaklaşık yarım dolmuş parası- ücret alırdı.
Akasya ağaçlarının gölgelediği kaldırımın arkasında Şehir Tiyatroları’nın kiremit rengi boyalı duvarları yükselmekte. Yaz olduğundan tatildeler. Kışları Komedi ve Dram kısmı diye iki ayrı sahnede oyun icra eder ve mutlaka Shekespire’nin bir oyunu ile mevsimi açarlar.
Geçince köşede, İngiliz stili tuğla mimarisi ile iki katlı Citruen acentesi.  Camlı alt kat mağazada iki üç yeni otomobil teşhirde. Dar yolu devam edince, yüksek duvarların mahremiyetinde uzanan İngiliz Sarayı. (Konsolosluk) Karşısında tramvay yolunun küçük bir (S) çizerek Galatasaray’a yöneldiği köşede Kanuni-esasi Kıraathanesi. Geriye doğru gidilirse, Lonra Bar, Bristol Hotel, Londra Otel ve otelimizin sol tarafında Asmalı Mescit Sokağı istikametinde Karlman Pasajı. Tepebaşı’nı yüksek apartmanların altından rutubetli bir dehliz ile İstiklal Caddesi’ne bağlayan geçit. Geceleri her iki tarafındaki demir kapılarının kapatıldığı, hafif yokuşlu, yazın tatlı bir serinlik ve asırlık küf kokusu neşreden, sağlı sollu duvarlarına gözlükçülerin, oyuncakçıların tezgâhâh kurduğu, tahta askılarda sıralanmış pullu kırmızı kadife terliklerin, siyah kadife üzerine yağlıboya ile resmedilmiş mehtap manzaralı yuvarlak yastıkların, sarı dökümden Bayazıt işi kül tablalarının, bibloların renklendirdiği bir alışveriş yolu. (Şimdi üzerinde Odakule yükseliyor.)
Biraz aşağıda, Şişhane’ye ayrılan yolun köşesinde görkemli, tarihi yapısı ile Perapalas Otelli. Klâsik, kaliteli takımlar satan mobilyacı dükkânları ve Amerikan Konsolosluğu. Otelimizin tam karşısında alçak taş duvarların üzerindeki demir parmaklıklarına çadır bezi gerilerek kapatılmış, üç dört basamakla inilen kapısının önünde, şimdiden tezgâhlarını açmış, kaynamış mısır arabaları dizili, ben akran çocukların büyük cam kavanozlarda taze ceviz içi ve gazla şişirilmiş uçan balon sattıkları Tepebaşı Bahçesi…

Bir döneme ve Türk Müziğine damgasını vurmuş, bugün radyoların nostalji programlarında 28 devirli taş plaklarını hasret ve zevk ile dinlediğimiz, bir kısmı ömrünün uzatmalarını oynayan, bir çoğu başka iklimlerde meşhur ses sanatçıları ve sazendelerin, bestekârların gelip geçtiği, sanat ile eğlenceyi, içki ile efendiliği, işret ile asaleti hep belli bir sınırda korumayı bilmiş, ünlü Tepebaşı Bahçesi…
Akşam, havanın kararması ile beraber hareketlenmeğe başlar. Kapının önünden bir uçan balon alarak girerdik. Caddeye paralel dikdörtgen büyük bahçenin sol tarafında büyük sahne yer alır. Bez zemine resmedilmiş tropik bir manzaranın önünde sandalyelerine sıralanmış, sağ ayakları küçük tahta sandıklara dayanmış, ellerinde enstrümanları ile devrin popüler saz sanatçıları; Yorgo Bacanos, Aleko Bacanos, Nubar Tekyay, Sadi Işılay, Selâhattin pınar, Şükrü Tunar’lar. Halâ Harika Çocuk diye lânse edilen genç Ercüment Batanay ve birçokları. Önlerinde bir sıra sandalyeye dizilmiş, devamlı ellerindeki mendilleri ile oynayan, beyaz tuvaletli “Sıra Kızlarının” oluşturduğu ve sağ başta elinde tefi ile ayakta duran Kemâl Gürses yönetimindeki fasıl heyeti yerini almış ve saatler sürecek fasıllarına başlamış bile. Sahneye yakın olanların üzerlerine meyve tabakları ve buz kovaları konularak, sandalyeleri masa yönüne yatırılarak hatırlı müşteriler için rezerve edilmiş masalar. Yine sahnenin yanından geriye doğru uzanan bir metre yükseklikteki, beyaz boyalı tahta parmaklıklar ile ayrılmış Setüstü masaları, daha çok ailelere tefrik edilmiş. Arka tarafta kalanlar ise, sadece bira ve meşrubat ile oturulabilinen yerler. Fiyatlar büyük bir kesimin ulaşabileceği düzeyde idi. Esasen pahalı eğlenmek, aşikâre hovardalık etmek, para saçmak ayıptı. İkinci Dünya Harbi zenginleri, servetlerini hazmetmiş, sınıf atlayarak kendi kapalı muhitlerine çekilmiş, Anadolu yakasındaki köşklerine kapanmış idiler. Demokrat Partinin hazımsız zenginleri henüz ortada yoktu. Gazinolar sanatçılara çok büyük ücretler ödemediğinden müşteriye çıkarılacak faturalar da makul düzeyde kalırdı. Bir gecenin masrafını bir kaç masadan karşılayacak anlayış daha gelmemişti gazino âlemine. Tabii bu tip müşteri de henüz gelmemişti piyasaya. Buraya genelde daha seçkin bir sınıf gelirdi. Baskı çemberini kırabilmiş asri aileler, azınlıklar, tüccarlar ve onların taşralı müşterileri, Anadolu’dan iş için gelmiş esnaf takımı.  Bu sınıf, kışın Taksim Abidesi’nin tam karşısında, Cumhuriyet Caddesi’nin başlangıç noktasındaki büyük acentenin üst katındaki Kristâl Gazinosu’na ya da Taksim Belediye’ye taşınırdı. Bir alt tabaka ise, İstiklal Caddesi’ndeki Şen Saz veya Gül Saz’a gider, vestiyere ücret ödememek için kasketlerini ceket içlerine saklayarak girerdi içeri. Fötr şapka giyenlerin böyle bir şansı yoktu. Başı açık gezenler mi? Erkekler yaz kış baş açık gezme ayıbını(!) işlemezlerdi.
Fötr kullananlar, yaz sıcağı ile beraber açık renk hasır şapkaya geçerdi. Yaz günleri bile ceketsiz dolaşan pek nadirdi.  Hele kısa kollu gömlekle hiç. Beyefendiler, tersine katladıkları ceketlerini sol kol üzerine yatırarak tiril tiril, beyaz ipek gömlekleri ile dolaşırdı. Yaka ve kol kapakları hafif kolalanmış, sol göğüs nahiyesine koyu renk ibrişim ile isimlerinin baş harfleri markalanmış ipek gömleklerle. Karikatürlere konu olan Hacıağa sınıfı, daha çok Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki saz salonları veya barlarda ütülürdü.  Ki, benim yaşım buraları tanımaya uygun değildi. Cumhuriyet Caddesindeki lüks gece kulüpleri (Kervansaray gibi) de aşardı benim yaş seviyemi. Buralarda  program yapan çıplak göğüsleri ve kalçasında dört ayrı püskül döndürerek dans eden bir meşhur sanatçı, “dört motorlu”    Pamela’yı ancak gazete havadislerinden öğrenirdik. 
Giriş kapısının basamaklarından sonra görüşü dışarıdan seyre kapatan paravanı geçip yemeksiz kısma yönelirdik. Babamın tanıdığı garsonlardan birinin masasına oturur, bir şişe bira isterdik köylü peyniri ile bana da gazoz. Balonumun ipi birçok masada olduğu gibi gazoz şişesinin tepesine bağlanıp havaya salınıverirdi.  Siyah papyonlu garsonların telaşlı koşuşturmaları arasında masalar dolmaya başlardı birer ikişer.  Buranın garsonları yerli olsun taşralı olsun genelde müşterinin büyük kısmını tanırlardı. Uzayan fasıllı sıkılarak dinlerdim. Beni en çok ilgilendiren yabancı revü trupları,  parlak, krome takımlarını süratle sahneye taşıyan yabancı akrobatlar ve illüzyonistlerdir. Karlo Kapoçelli orkestrası ve Jak Biçaçi dans topluluğu, Angelina Velaskes, Niko Degastino gini yabancı sanatçılar anımsadıklarım.  Gecenin ilerleyen saatlerinde art arda meşhur hanendeler gelirdi sahneye; Muallâ Mukadder, Perihan Altındağ, Semahat İçtenses, Radife Ertem, Müzehher Güyer, Muallâ Akçay, Rıza Rit, Lütfü Güneri, Ahmet Üstün ve daha niceleri. En son olarak ta Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses.
O zamanlar Assolist deyimi yoktu. Zeki Müren de yoktu. Erkekler erkek gibi idiler, kadınlar da kadın. Benim favorim Hamiyet Hanımdı. O sahneye çıkacağı zaman fondaki manzara resminin önüne kırmızı kadifeden, parıltılı yeni bir perde çekilir, dinlenen saz heyeti yerini alırdı.  Bir hane peşrevden sonra dekoltesi bir hayli açık, kloş etekli, siyah saten tuvaleti, aynı kumaştan Lui-kenz topuklu ayakkabıları ile kulis ağzında görünürdü.  Bütün bahçenin coşkulu alkışları eşliğinde sahnenin en önündeki uzun borulu mikrofona yönelir, iri göğüslerinin derin çizgisini biraz daha ortaya çıkaran bir reveransla eğilirdi ve başlardı okumaya, genizden gelen, nağmeli, yanık, perdeli boğuk sesi ile
“Gitti de gelmeyiverdi. Ahh. Gözlerim yollarda kaldı.” Elde dolaşılan mikrofonlar henüz yoktu. Kablosuz mikrofonu ise hayal etmek ancak Julles Verne’ye yakışırdı. Hamiyet Hanım yorulmadan onlarca şarkı icra ederdi art-arda. Kadehler yenilenir, “şerefe” tokuşturmalar artar, bazen gerilerden cezbe gelmiş bir hayranın “Allaaahhh.” nidâsı patlar, biraz da ayıplayan bakışlarla bütün başlar o yöne dönerdi.
“Bakmıyor Çeşm-i siyah feryade.” Bu gazel sona yaklaşmanın işareti idi. Kemâninin uzun taksiminden sonra sahneye yönelen bir iki spot dışında bütün ışıklar söner ve artık sükûnete erişmiş İstanbul semalarına doygun sesi perde perde, dalga dalga yayılırdı.
“Her yer karanlık pür nur o mevkii.” İşte o zaman, gazoz şişelerine bağlı uçan balonlar çözülür, ipin ucuna küçük bir kâğıt bağlanır, ateşlenerek havaya salınıverilirdi. Altında alev, yükselen balonlar ısıya yenilerek tutuşur, patlar, içindeki gazın yanması ile küçücük, renkli yıldızlar saçılırdı gökyüzüne birbiri ardınca. 
“Magrip mi, yoksa makber mi ya Râb?” Işıklar yeniden yanardı. Saz heyeti çekilir, ortalık hareketlenir, bütün kalabalık kapı önüne birikirdi. Korna seslerine taksi kapılarının darbeleri, dolmuş kâhyasının haykırışları eklenir, son tramvaya yetişme telâşındaki uzak semt sakinlerinin koşuşturmalarına karşı biz gayet sakin tam karşıdaki otelimize erişmenin mutluluğu ile yatar uyurduk, musikiye doymuş olarak.

(DEVAM EDECEK)


10 Temmuz 2018 Salı

FOTOĞRAFLARLA SOHBET


FOTOĞRAFLARLA SOHBET*
Fotoğrafta Setbaşı Polis Karakolu: Cumhuriyetin XV. Yıldönümünde çekilmiş. Ben buraları on yıl sonrasında 1947’ler ve ilerisinden tanıyorum.
Fotoğraflarla sohbetin zor bir yanı vardır. Sohbet belleğinizdeki yeni kareleri çağrıştırdıkça kareler her zaman tam gerçekle uyuşmazlar. Belleğinizdeki karelerin yıllarını, mevsimlerini tam zamanlayamazsınız. Onların arkalarında yazılı tarihler, mekânlar veya yukarıdaki gibi net zaman göstergeleri yoktur. Kişilerin isimleri, mesleklerinde de yanılmalar ve sapmalara maruz kalırsınız.  Ne belleğinize hüküm edebilirsiniz ne de fotoğraf karelerine söz geçirebilirsiniz.    Sohbetin bir noktasında inisiyatifi tümüyle ele geçirirler. Size sadece kabullenmek ve teslimiyet kalır. Hele bu sohbeti yazıya dökmek gerekiyorsa daha da zordur durumunuz.
Yaz tatillerinde halama gelirdik. Evleri Setbaşı Meydanındaydı Meydan dediysem bu günkü haliyle kıyaslanmayacak kadar küçük bir dört yol kavşağıydı. Üççatal kolları dört yöne uzanan devasa çınar ağacı gölgelerdi bu alanı. Halamın evi de bu çınar ağacının arkasında, ahşap tek katlı polis karakolu ile Namazgâh Caddesi arasındaki daracık sokakta. Namazgâh Caddesine bakan üst kat köşe penceresinden Köprü, Mavi Köşe ve ilerileri görünürdü.
İşte benim kendi başıma uzanabilme iznim olan küçük dünyam; köprü dâhil tamamı granit parke döşeli caddeleri, Arnavut Kaldırımı ara sokaklarıyla Heykelönü ve Yeşil Camisi ile sınırlıydı. Bu sınırların içinde bana değişik gelen beni kendine çeken o kadar çok şey vardı ki: Belki de bendeki Bursa aşkının ilk kıvılcımları o zaman ateşlenmişti…
Bu kıvılcımların birisi tabii ki Setbaşı Köprüsüydü. Çocuk boyumla bile korkuluklarının üzerinden aşağılara bakarak yuvarlanmış iri taşlar arasından, köpüklerle coşkun akan berrak suları dakikalarca izlediğimi anımsıyorum. Yaşadığım Anadolu kentinde dere yoktu ki. Çok uzaklara giderek ulaştığımız dereler ise çamurlu ve durgun akardı ve hemen toprak seviyesinde. Oysa burada dinlediğim anlatımlarda daha bu kış bir genç korkuluklara çıkıp aşağı atlayarak canına kıymıştı. Bir de bir hamal biraz dinlenmek için sırtındaki un çuvalını korkuluklara yaslamış ama çuval ağır çekince beraberce aşağı düşmüşler. İri taşların üzerine önce çuval üzerine de hamal. Adama hiç bir şey olmamış yürüyerek çıkmış yukarı.
O yıllarda sırtı un çuvallı hamallara çok sık rastlanırdı. Bakkallarda paketle un satılmazdı. Elinizdeki patiska torba ile uncudan veya bakkaldan kilo ile satın alırdınız ya da çuvalla gelirdi evlere. Evlerin kilerindeki tahta ambarlara boşaltılır, anneler boş kaldıkça buradan eledikleri unu bir başka yere aktarır, lâzım oldukça kullanırlardı.
Köprü bugünkü halinden çok dardı. 1950’li yılların sonunda bir kaç ay trafik Irgandı Köprüsünden yönlendirilerek köprünün sağ ve sol kanatlarına konsol beton çıkmalarla bir katı kadar genişletilmişti. Özellikle kaldırımlar çok rahatlamıştı. Benim ilk anılarımda korkuluklar demirdendi ve daha alçaktılar. Sonradan ilavelerle biraz daha yükseltildiler, son yıllarda da yenilendiler. Güney korkuluklarından bakınca aşağıda Mahfel duvarının bitişiğinde Akınspor’lu gençlerin voleybol sahası vardı.  Kulüp başkanı İsmail Hakkı Tuğbay mahkûmlara yaptırmıştı bu sahayı. Parmaksız Süleyman’ın işletmesindeki,  Mahfel aralığındaki lokale her gelişinde Sporcuların saygı ile ayakta karşıladığı kalın kaşlı bu adamdan ben de çok korkardım nedense.
Köprünün hemen bitiminde Ferah Kıraathanesi vardı; köprü seviyesi üzerinde tek katlı, ahşap. Her iki cephesindeki büyük giyotin camları açılınca tatlı bir serinlik oluşurdu içeride.     Üzeri tenteli terası kalın kalastan desteklerle derenin üzerine uzanırdı. Terasın tahta korkuluklarına kollarımı kavuşturup çok derinlerdeki dereyi sıkılmadan izlerdim. Masaya gelmiş küçük tabaktaki lokumu, bazen bayat bisküviyi yedikten sonra benim için buradaki tek cazip şey buydu.
Buraya Akın Spor lokaline olduğu gibi Turhan Ağabeyimle gelirdim. Onlar saatlerce tavla veya sarı metal domino taşlarını mermer masaya hızla vurarak domino oynarlar bense belirli aralıklarla garsonun getirdiği yeni lokumu beklerdim. Bu lokumu Uludağ gazozu ile değiştirmek de mümkündü.
1950’li yıllarda yıkıldı Ferah Kıraathanesi, yerine cadde üstüne iki altına iki buçuk kat olarak Belediye Pasajı yapılmıştı ki; 1958 Kapalıçarşı yangını geldi. Çarşı esnafı için Ulucami Meydanında, belediye binası altında geçici dükkânlar yapılırken bir kısım yangınzede de bu pasaja yerleştirildiler. Cadde üzerindeki bir kaç dükkâna şekerciler, pasajın iki katına ayakkabıcılar, üst kattaki büyük salonu küçük parçalara bölünerek sarraf ve kuyumcular yerleştirildi. Çarşı inşaatının bitiminden sonra bu kat uzun yıllar Nikâh Salonu olarak hizmet verdi. Sonraları düğün salonu, galiba bir ara köfteci bile oldu. Günümüzde ise kütüphane. Yalnız köprü ve dereler miydi hayretle izlediğim? Bu kentte kadın dükkâncılar vardı; yaşadığım kentte olmayan. Kadın tezgâhtarları sadece İstanbul’a gittiğimde görürdüm. Bir de orada sinema gişelerinde bilet satan hanımları… Oysa burada Kuru Kahveci Nermin Hanım vardı. Üstelik tabelasında ismi yazılı olarak ve tuhafiyeci Süreyya Hanım.
Kıraathaneden çıkınca sola sapılan sokakta Devrengeç suyu çeşmesi vardı.  Üzerleri hasır örülmüş cam damacanalarını dolduran at veya eşek arabalı sakalar ve ellerinde galvaniz kaplar, bakır güğümler, hatta testilerle bekleşen bir kalabalık olurdu çevresinde. Naylon ve plastik henüz girmemişti yaşantımıza. Bursa’nın çoğu evlerinde akarsu olmasına karşın birçok kimse yumuşak içimli bu suyu yeğlerdi.  Simitçilerin çağrılarına bile girmişti adı;
“Eskişehir unundan,/  Devrengecin suyundan,/  Yeni çıktı fırından,/  Taze simit…”
Sokağı geçince cami ile karşılaşamazdınız. İlk zamanlar, Caminin önünde bir sıra dükkânlar vardı. İşte Kuru Kahveci Nermin Hanım Burada idi, Karlıova Kitapevinin bitişiğinde. Sonraki yıllarda burada bir Oyuncakçı Adnan peyda olmuştu. Bir gün bakardınız, dükkânı ve önünde sadece ve yüzlerce çocuk bisikleti. Birkaç gün sonra bunlar yok olur, yine sadece yüzlerce kutu bebeği veya binlerce lastik top. Bir başka gün sandıklar dolusu erkek kasketi. Bu gösteri sanırım bir yıl kadar devam etti. Sonra geldiği gibi birden yok oldu gitti.
Sola, Yeşil Caddesine saparken üçgen dükkânında sigara bayii ve köşegen kapısı, alana bakan iki basamaklı mermer merdivenli köşe dükkânında Yoğurtçu Şaban; koyun sütünden enfes dondurması, aynı nefaset ve kalitede süt mamulleri, kışın ise mermer çanaklar içeresinde sunduğu bozası.
Köprünün batı ucunda, Hoca Alizade sokağının köşesinde kaldırımına üç dört basamakla çıkılan bir set vardı. Burada iki katlı ahşap evin altında aynı mamulleri satan bir Şaban daha vardı; Şaban Sirkeci. Bilmem akrabalıkları var mıydı?  Bitişiğinde de yine set üzerinde Ahmet Tevfik Bey’in eczanesi. 1955’de buralar yıkılıp yerine apartmanlar yapılınca bu set de kayboldu. Acaba Setbaşı ismi buradan mı gelirdi? Şaban Sirkeci yeni yapılan Lakşe Apartmanının altında yakın zamana kadar sürdürdü aynı lezzeti.
Yoğurtçu Şaban’dan sonra Tuhafiyeci Suavi ve yanında Süreyya Hanım dışında başka dükkân yoktu. Yeşil’e kadar bir kaç istisna dışında kendine has o Bursa mimarisi tarzlarıyla karşılıklı, ahşap evler sıralanırdı. İstisnanın bir tanesi sol tarafta sanırım Mehmet Kaya’nın tütün deposu olarak kullanılan büyük bir konak, belki de böceklik (günümüzde AVM) ve karşısında Tevfik İpekman’ın kâgir, cephesi buzlucamla pencereli, içeriden devamlı mekik ve taka vurguları yükselen dokuma fabrikası. Bir de yine solda küçük köprünün başında, bakımlı küçük bahçesi içeresinde iki katlı, yuvarlak hatları ile erken dönem Cumhuriyet mimarisinin tipik hatlarını taşıyan sevimli bir yapı. Sonra, bahçesi mermer kalıtlarla dolu müze binası. Binanın doğu bahçesinde küçük yuvarlak havuz, alçak duvarına basarak demir parmaklıklar arasından dakikalar boyu izlediğim fıskiyesi…  Yuvarlak tel kefesinin ortasındaki pinpon topu suyun itimiyle metrelerce yükselip geri düşer,  fıskiyeye yakalanarak yorulmadan yeniden yükselirdi defalarca…
Müzeden sonra aşağılara inen yokuşun başında yine iki katlı bir Bursa evi vardı. Demir pencere parmaklıkları arkasından yüzünü hiç bir zaman göremediğim hastalıklı bir kadının devamlı haykırışları duyulurdu. Bitişiğinde Belediye Bandosunun çalışma binasından yükselen bando sesleri ve önünde BOİ’nin kırmızı boyalı, demir otobüs durağı, bitişiğindeki camlı barakasında hareket memurluğu. Bundan bir tane de Çekirge’de vardı ve ne anlama gelirdi bilmem, plantorluk denilirdi buralara. 
Yeşil Camii’nin bahçe kapısı önünde kaynamış mısır satan İslam Ağabey; yanılmıyorsam türbedar “Tahir Efendi Amca”nın oğluydu.
Karşıda hamamın aralığından yukarı doğru hafif bayırı çıkarsanız önce Türkünler ’in dokuma fabrikasına sonra Maksudumakremevi Mahallesi’ne gelirdiniz. Burada dayımlar otururdu. Mahallenin ortasındaki küçük meydanlıkta ateş tuğlaları ile örülmüş, sıvasız bir simitçi fırını vardı; aynı tadı bir daha hiç bulamadığım tahinli pideleri yapan. Bilmem şimdi de Kırmızı Fırın adıyla satılan tahinli pideler onların devamı mıdır?
Bazen dayımlardan halama mahalle içinden, Yeşil Caddesine paralel sokaklarla ulaşırdık. Bahçe aralarından ve küçük dereyi uzatılmış iki kalastan ibaret köprüden geçerek. Sonraları ne o ara sokakları bulabildim ne basit köprüyü. Irgandı Köprüsü civarında çocukların top oynadığı çukur bir alan vardı, oralara Kurtoğlu denildiğini anımsıyorum. Buralarda Gökdere’ye katılan o küçük dere bile (galiba adı Setbaşı Deresiydi) Yeşil Caddesi üzerindeki köprüsüyle birlikte yok oldu gitti…
Güneyde meydan ile köprü arasında iki tane ekmek fırınını, köşede Hafız Mustafa’nın şekerci dükkânını, galiba bir bakkal ve Mahfel’in aralığı köşesinde kasap dükkânını anımsıyorum. Bu kasabın önünde de bir çınar ağacı vardı. 1970’li yıllardı Cumhuriyet Gazetesinin okur mektupları köşesinde bir yazı ile karşılaşmıştım. Amerika’da yaşayan bir okur, çocukluğunun Bursa’da geçtiğini, bahsettiğim kasap dükkânı önündeki çınarın lodoslarda sallanırken kasap dükkânını da salladığını, hâlâ durup durmadıklarını soruyordu.  O yıllarda her ikisi de sağdılar günümüzde çınar yok oldu, kasap da.
Mahfelin önünde de, demir parmaklıklı bahçe kapısının her iki yönünde küçük dükkânlar sıralıydı. Kapının önünde bir âmâ gazete satıcısı vardı. Bekli de bir göçmen olmalı “gazmeteci, gazmete”  nidasıyla seslenirdi.
Köprünün kuzey batı ucunda ise hâlâ var olan binasıyla Şafak Sineması. Yer gösteren bir siyahî genç vardı. Ona “Arap abi” diye seslendiğimi sonra da çok utandığımı hatırlıyorum. Sinemanın önünde Paşa isimli bir seyyar tatlıcı vardı. Katlanabilir tahta sehpası üzerinde, dikdörtgen bakır tepsisinde üzerlerine yan yana yarım yerfıstığı dizilmiş Şam Tatlısı satardı. Beş kuruşluk porsiyon elindeki boyacı spatulünün boyu kadardı. Müşteri çocukların; “paşa nolur, biraz daha büyük kes” talepleriyle spatulü biraz ilerletir ama kesim esnasında el çabukluğu ile eski yerinden kesip küçük kâğıt arasında sunardı bu nefis tatlıyı. Sinemanın alt katındaki büyük spor salonunda bir boks maçı fotoğrafı da var bellek karelerimde.
Unutmadığım bir başka lezzet de şimdiki Maliye binasının karşısında Turan Pastanesinde yediğim frigo’lardı.  Maliye binası var mıydı anımsamıyorum. Köprü ile Cumhuriyet Meydanı arasında sağlı sollu üç katlı, altları dükkânlı yeni yapılmış apartmanlar ve Bursa mimarili büyük ahşap evler vardı. Sonraları yerlerine, Yenal Pasajı, Ali Haydar Apartmanı ve Dilek Sineması yapıldı.
Ali Haydar’ın kitapçı dükkânı Kumbaralı Saatin karşısında, Yeni yolun başında, İnegöl Köftecisinin bitişiğindeydi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurunun getirdiği İstanbul gazetelerini almak için burada beklediğimiz de anılarımın arasında. İnegöl Köftecisi daha sonraları Vilâyet Binasının karşısına Çınarlı Kahve yanındaki kendi binasına taşındı.
Yeniyol, otel ve şehirlerarası otobüs garajlarına dönüşmüş köylü hanları, aşevleri ve oto yedek parçacıları ile yoğundu. Bir de yolun başlangıcındaki şapkacılarla. Başı açık gezmek ayıptı. Köylüler ve halk tabakası kasket giyerken beyefendi ve memurlar, tabii emekliler de fötr şapka giyerlerdi. Fötr şapkanın tepe çukurunu sınırlayan kenarları çöker. Hele selâmlamak niyetiyle günde onlarca defa baş ve işaret parmakları arasında tutularak baştan çıkarılıp konulan ön bombesi çok çabuk deforme olur. Siperi gövde ile çevreleyen bazısı küçük fiyonklu saten kurdele kirlenir, yağlanır. Şapkacılar bu fötrleri benzinle, kuru temizleme ile temizler baş ölçülerine göre ayarlanabilen yarım küre şimşir kalıplarda buhar ve sıcak ütü yardımıyla yeniden kalıplar, kurdelesini değiştirir, yenilerdi.
Cumhuriyet Meydanında şipşak fotoğrafçıların çektiği kareler hemen tüm Bursalıların albümlerinde ve anılarında yer alır. Ama meydanın doğusundaki iki katlı ahşap binaların tepesinde Yeşil Camii ve Yeşil Türbenin nadide bir biblo gibi göründüğünü hatırlayan kaç kişi kaldı? Önce Sönmez İş Sarayı yapıldı. Yıkılıp tek katlı yapısıyla Ege Otobüslerinin terminali olarak hizmet veren yere yapılan binanın birinci katına Halk Bankası, çekme kata ve terasına Yusuf Restoran yerleşti. Yeşil Türbe yine de görüntü alanındaydı. Sonraları burası da çok katlı olup o güzelim tabloyu kapattılar. Ünlü Cadde ve Atatürk Caddesi de çok katlı imar furyasına hızla katıldılar.
Yazılı ve görsel kaynaklarda her dönemdeki yapılaşma değişiklikleri kolayca görülür. Ama benim bellek karelerimde bir başka aktivite canlanıyor şimdi. Galiba 1949 senesiydi. Haşim İşcan Bursa Valisiydi. Cumhuriyet Meydanını asfaltlanıyordu.  Meydan gibi ben de asfalt yapımı ile ilk kez tanışıyordum. Kaldırımlarda öbek öbek yanan odun ateşleri üzerinde, kaynayan zift varilleri, büyük sac teknelerde ateş üzerinde tavlanan kum yığınları ve odun ateşiyle ileri geri çalışan kara silindirler, elleri kürekli, terli ameleler. Bu çalışmadan sonra asfalt sınırında kalan Setbaşı, Yeniyol ve Ünlü Cadde tarafından gelen bisikletli sürücüler (belki bir yaş gurubunun altı) Zabıta Memurlarının (O zamanlar Belediye Çavuşu denilirdi) düdüklü uyarıları ile meydana sokulmazdı. Bursa’nın ünlü fayton atlarının ayaklarına lastik nal çakılması gereği büyüklerin sohbet konuları arasında yerini almıştı.
Cumhuriyet Alanında daha sonra çok uzun yıllar hizmet veren kumbara saatin ise bizim kuşakta farklı bir yeri vardır. Kumbara İkinci Dünya Harbi dönemi biz çocuklar için çok önemli bir araçtı. Hemen her çocuğun, gençlerin hatta annelerin kumbaraları olurdu, bununla para biriktirmek bir yarıştı. Yerli Malı ve Tutum Haftalarında okula kumbaralarımızla gelir, öğretmenimizin gözetiminde ellerde kumbara topluca bankaya götürülürdük. Sabırlı veznedar sıra ile küçücük anahtarlarla altındaki kapağı açar, içeriğini bankoya boşaltır, sayar, hesabımıza alırdı. Kumbara şarkıları söyler, şiirleri ezberlerdik; “Al eline bir kumbara,/At içine az az para,/Paranı evde saklama,/Ver bankaya dizi dizi,/O işlesin al faizi.”   
Kumbara denilince Ankara ve bazı illerde olduğu gibi Bursa’da Cumhuriyet Alanında saat olmuş İş Bankasının o klasik kumbarası gelirdi akıllara. Bir yanında rulo yapılmış kâğıt para atım deliği, diğer yanında madeni paraları atmak için bir yarık. Buradan atılan madeni paraların geri çıkışı yaylı bir dil ile önlenirdi. Ben dâhil hiç bir çocuk bıçak vs. aletlerle bu kapanı açma becerisini gösterememiştir. En büyük zevk de salladığınız zaman içeriden gelen şakırtı idi.  Şairin “Para sesi, su sesi, kadın sesi” dediği bu olsa gerek.
O yıllarda banka sayısı çok sınırlıydı, dolayısıyla kumbara çeşitleri de. İş Bankası dışında Ziraat Bankasının kitap şeklinde bir kumbarası vardı.  Sonraları birçok banka bu kitap kumbarayı taklit ettiler.  Yeni kurulmuş olan Yapı Kredi bankası da krem rengi bakalitten (plastik hâlâ yok)  tek katlı ev şeklinde bir kumbara yapmış ve bu ev dizaynını uzun yıllar reklâmlarında kullanmıştı.
Küçük dünyamın sınırlarında ilgi ve zevkle izlediğim bir başka olay belediye bandosunun cumartesi günleri hafta tatilinin başlangıcı ve bayrak çekimi töreni ile pazar akşamı bayrak indiriminde marşlar gösterisiydi. Hele hafta sonları tatile çıkan lacivert üniformalı Işıklar Askeri Lisesi öğrencilerinin birbirlerini selâmlamaları…
Sonra çok sular aktı köprülerin altından, tabii Setbaşı Köprüsü’nün altından da.  O sularla birlikte zaman da aktı. Parlak kâğıda basılmış fotoğraflar biraz sararsalar da gümüş nitrat üzerindeki izler öylece kaldılar ama belleğimdeki kareler benimle beraber yaşlandılar. Caddeler, meydanlar, binalar, kişiler değiştiler, yok oldular. Bir tarihte İslâm Ağabeyi albay üniforması içinde gördüm. O Işıklar öğrencileri sürekli yenileriyle değişti. Kader bana Bursa’ya yerleşme şansını sundu. Küçük dünyamın sınırlarının çok ötelerinde turlar attım. Bursa’da geçirdiğim yedek subaylık dönemimde Askeri Lise öğrencileri beni selâmladılar.  O Belediye Bandosuyla, şef Tatar Halil ve trampetçi Mikro Niyazi ile bayram geçitleri, fener alayları, şehit cenazesi törenleri yaptım.  Yaşantımızdan çıkan kumbarayla birlikte kumbara saat da yok oldu. Yerine arabesk bir saat kulesi yapıldı.
Çocukluğumun huzur kenti Yeşil Bursa gri metropol oldu. Ama yine de güzel; hüzün ve özlemle anılan gençlik aşkları gibi…
Fotoğraflarla sohbetin zor tarafını söylemiştim. Masamda onlarca eski Bursa fotoğrafları duruyor ama…  “Gayri vuslat bir başka bahara.”  

*OLAY GAZETESİ BURSA'DA YAŞAM EKİ MAYIS 2012 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

3 Temmuz 2018 Salı

MUDANYA’YA DENİZE





Çok değil 1960’lı yıllar; bütün Marmara kıyıları denize girilebilir, tertemiz sahillerdi. İstanbul, daha çok eskilerden plâj kenti idi. 1800’lü yıllarda erkekler için deniz hamamları olduğunu biliyoruz.  Sovyet ihtilâli ile İstanbul’a gelen Beyaz Rusların ve İngiliz askerlerinin Florya sahillerinden kadınlı erkekli denize girmeleri ile başlamış plâj anlayışı. 1960’lı yıllarda Florya, yanında Menekşe, Suadiye, Caddebostan, Bostancı, Süreyya plâjları en popüler dönemini yaşıyordu. Yaz günleri, özellikle hafta sonları bu istasyonlarda boşalıverirdi banliyö trenleri. Caddebostan plâjında plâj güzeli yarışmaları yapılır, burada dereceye girenler Yeşilçam’a transfer olurlardı. Tutucu hanımlar Deniz Hamamlarını yeğlerdi. En meşhur olanları; Moda, Caddebostan, Bostancı, Salacak idiler.  Kıyıdan dar bir tahta iskele ile yeterli derinliğe ulaşıldığında tahta platformlar üzerinde çepeçevre tahta kabinler. Ön yüzlerinin açıldığı yine tahtadan bir koridor ve ortada bir yüzme havuzundan daha büyükçe bir boşluk.  Denize burada girilir, sadece dış bakışlardan korumalı bu kapalı alanda güneşlenirlerdi. Hamamı taşıyan direklerin dışında sandalla devriye görevi yapan plâj görevlileri olurdu, yüzerek yaklaşmaya çalışan röntgencileri(!) kovalamak üzere.
Plâjlar bakımlı idi. İçilebilir nitelikte bir deniz, tertemiz kumsallar, bol duş,  yan yana- bazen iki kat üzerinde- sıralanmış onlarca beton kabin. Kilitlenebilir tahta kapıları yerden bir karış yukarıdan başlardı.  Bu aralıktan hizmetliler deniz dönüşü bir leğen su sürerlerdi içeri. Kumlu ayaklarınızı yıkayabilmeniz için.  Mayosu olmayanlar için ön bürodan mayo kiralanırdı. Genelde yünden olurdu bu mayolar ve bordo veya lacivert renkli.  Başkalarının kullandığı bu mayoları giymek sakıncalı bulunmazdı, nedense.  Belki mantar tehlikesi tam bilinmediği için.  Yakından tanınan tek mantar şişe mantarı idi ve sadece mantar tabancasında tehlike yaratabilirdi!
Güneşin de tehlikesi yoktu o zamanlar. Ozon tabakasını daha delmemişti insanoğlu, medeniyet adına,  hoyratça kullanımlarla. Tabii koruma faktörlü kremleri de bilmiyorduk. Yüze 20 faktör, vücuda 12, ardından yumuşatıcılar!  Bronzlaşmış, kayış gibi ten moda olmuştu 1940’lı yılların süt beyazı bedenlerine nispet yaparcasına. Hızlı yanma için losyonları kulaktan dolma reçetelerle kendimiz geliştirirdik. Gliserin içine bir kaç damla tentürdiyot. Ceviz yağlı, ceviz kabuklu preparatlar, kakao yağlı terkipler... Eczanede satılan Ambrasoler ve Negrita isimli hazır likitlere para vermek ters gelirdi o yılların anlayışı ile.  Bir kere satın alınıp boş şişeleri kendi üretimlerimizle doldurularak hava atmak için kullanılırdı daha çok. 
Sonra sahillere sıra sıra yazlıklar dizme dönemi geldi. Bu binaların kanalizasyonları hemen önlerinden deşarj edildiler. “Tuvaleti kullan, sifonu çek, ardından denize gir, … ile birlikte.”
Sanayi atıkları, deterjanlar, kimyeviler, sintine atıkları, mazot, ham petrol taşkınları, doymak bilmez bir tempo ile doldurdu Marmara’yı, öldürdü. Binlerce yıldan bizlere miras bırakılmış güzellikleri kırk elli yıl içeresinde insafsızca harcadık. Sonraki kuşaklara bir ölü deniz devir ediyoruz. İçinde bırakınız ıstakozu birkaç cins dışında balık yaşamayan, kıyıları plânsız, zevksiz bina duvarları ile çevrelenmiş... 
                                          ARNAVUTKÖY
Bursa için deniz Mudanya veya Burgaz’dı.   Siği, Trilye, Kumla ve öteleri zeytinliklerin arasında şirin sahil köyleri idiler. Ben bu kıyıları 1950’li yıllarda başlayarak hatırlıyorum. O günler Mudanya’sı nüfusu beş binleri geçemeyen bir sahil kasabası. Halkın çoğunluğu mübadelede yerleştirilmiş Yunanistan göçmenleri. Farklı Ege Adalarından olmalarına karşın ortak adları Giritli. Bazen Rumca söylemiyle “Gırtikos”. Taşıyıp getirdikleri kültür gereği hanımların çok soğuk kış günleri hariç sokakta, kapı önlerinde oturup sohbet etme, elişi yapma,  sebze ayıklama alışkanlıkları devam etmekte…    Tüm Ege ve Marmara kıyı kasabalarında da bu böyle zaten.  
Mudanya o gün de Bursa’nın hatta Marmara bölgesi içlerinin limanı. Yaz ve kış tarifelerinde saatleri değişmekle beraber her gün İstanbul’a yolcu vapuru seferleri vardı. Genelde sabah 09.- gibi Tophaneden hareket eden Marakaz veya Sus vapurları üç buçuk dört saatlik bir yolculukla ulaşırlardı Mudanya’ya. Haftada iki Armutlu bir gün İmralı Adasına uğrardı, hem gidiş hem dönüşte. Bu günler yolculuk daha da uzar bazen beş saate bile yaklaştığı olurdu.  Armutluda iskele olmadığından açıkta demirleyen gemiye yolcular balıkçı motorları ile taşınır, yükler mavnalardan alınıp verilirdi.  Geminin kapıları önünde onlarca sandal dolaşır sazdan örülmüş küçük tabaklar içeresinde taze balık satmaya çalışırlardı. Balık satın alacaksanız geminin ayrılış düdüğünü beklemeniz gerekirdi. Zira o anda fiyatlar çok aşağılara düşerdi. Havanın fırtınalı olduğu günler Armutluya uğramadan geçilir, kaptan açıklardan düdükle selâmlardı iskelede umutla bekleyenleri. Bilmem bu bir özür beyanı mıydı? 
Pazar akşamları İstanbul’da tahsilde olanların dönüşü sebebiyle çok kalabalık olurdu. Bir iki gün evvelinden Atatürk Caddesinde Belediye Otobüslerinin hareket amirliği binasının bir köşesindeki Deniz Yolları İşletmesinin küçük bürosundan numaralı biletlerimizi temin ederdik. Orada küçük masasının ardında emekli memur olduğunu sandığım, bir hayli kilolu bir beyefendi otururdu. Birinci mevki öğrenci beş, tam on lira.  Alt güverte ikinci mevki öğrenci üç liraydı. Bursa’ya otobüs yüz elli kuruş, kaptıkaçtı üç, dolmuş taksi beş lira.
Vapurun hareketinden bir saat kadar önce bizleri evlerimizden toplayan dolmuşlar, “isterepenteli” diye adlandırılan üç sıralı kaptıkaçtılar, otobüsler art arda Mudanya İskelesine ulaşırdı. İskelede Marakaz veya Sus’u yanaşmış, buharlı calaskarları ile ön ambarına mal yüklerken bulurduk; bazen sapan filesinden bir bacağı dışarıda kalmış, sallanan büyükbaş hayvan görüntüleriyle...
1938 Almanya Kiel yapımı, Krupp marka bu vapurlar üç kardeştiler. Diğer kardeşleri Trak II. Dünya Harbi yıllarında Kapıdağ açıklarında batmıştı. Harp öncesi Avrupa’sının lüks ve aristokrat hatlarını taşırlardı.
Uzatılmış tahta rampadan 1. mevkie girdiğimizde kapıda gemi kâtibi tarafından karşılanırdık. Valizlerimiz makbuz karşılığı bagaj bankosuna teslim edilirdi. Ahşap tırabzanlı geniş merdivenle deri kaplı, numaralı, rahat kanepelerin sıralandığı salonlara girilirdi. Harekete on dakika kala yolcu olmayanların gemiyi terk etmeleri uyarısı gelirdi hoparlörlerden. Uğurlayıcılar iner yolcular pencere, filika güvertesi veya kıç küpeştelerden el sallar, iskeledeki uğurlayıcılar da mendil sallayarak cevaplarlardı bu vedayı.  O yıllar iskele, gar veya otobüs garajlarından uğurlamada mendil sallama ritüeli vardı.  
Geminin hareketinden biraz sonra elindeki gonga keçe tokmakla vurarak dolaşan bir kamarot öğlen veya akşam yemeği için kayıt toplar, yemek saatinde ikinci bir gonk daveti ile baştaki görkemli salona alınırdık. Denizcilik Bankası’nın lezzeti dünyaca ünlü mutfağından zengin bir tabldot, kolalı örtülerde, temiz giyimli garsonlarca sunulurdu. Hiç de yüksek olmayan rakamlarla. Arka gezinti salonunda bar vardı; amblemli fincanlarla çay, kahve servis edilen ve kıç güvertede basma şilteli hasır koltuklar. Seyir güvertesinde birkaç tane yataklı kamara vardı, ek bir bedel ödeyerek seyahat edebileceğiniz.
Buharlı gemi bazen islim tutamaz, üç buçuk saat olan varış süresinin dört hatta daha fazlasına uzadığı olurdu. Hemen aynı söylenti dolaşırdı dudaklarda. “Çapkın kaptan bir bayanı kaptan köşküne davet etmişti ve yolculuğu uzatma çabasında! ”idi.
Daha sonraları 1952 Hollanda yapımı Ayvalık ve Gemlik girdiler seferlere.  Bu motorlu vapurlar daha hızlıydı ama fırtınalı havalarda Mudanya’ya yanaşmakta zorlanır, bir kaç denemeden sonra Gemlik’e yönelirdi. Beyazdılar, ters rüzgârda kurum atmıyorlardı, yeniydiler ama yaylı, deri koltuklar sentetik malzemeye dönüşmüş, maun duvar kaplamaları Formika ile yer değiştirmişti. Eski ihtişam ve aristokrasi kalmamıştı. Bir süre daha eskiler ile yeniler değişimli çalıştılar. Sonra onların da devri kapandı. Jilet olup yittiler.  Arşivlerde birkaç soluk resimleri kaldı ve belleklerde anıları…
Mudanya, Marmara’nın limanı olma dışında Bursa’nın da sayfiyesiydi. Denizle güneyindeki tepeler arasında uzanan dar, uzun bir kasaba, doğu ve batısında en yakın iki plaj var; doğusunda İnciraltı, Güzelyalı (şimdi kablo fabrikası ve ilerisi) burada yıllarca Hava Motorlu Araçlar Komutanlığının ve İstihkâm Taburunun yazlık kampı kurulurdu.  Ve Burgaz, uzun plaj şeridinin sonunda henüz üç beş yeni evin oluştuğu bir köy. Köyün merkezindeki kumsalda bir kır kahvesi var ve yan yana üç dört ilkel kabinin sıralandığı halk plâjı. Biraz daha düzgün bir benzeri de Arnavutköy’de. Buralarını daha çok bekâr gençler tercih ederdi.
Kasabanın batısı Arnavutköy adı taşısa da gerçekte ne Arnavut vardı ne de bir köydü burası. Küçük yerleşkenin doğuda kasaba ile birleştiği bölgede bir askeri birliğin konuşlanmış olduğunu, bazı akşam saatlerinde topluca denize sokulan askerleri anımsıyorum. Önce kıyıda beyaz donlar ardından su yüzeyinde üç numara tıraşlı kafalar tarlası! Anadolu çocukları yüzmeyi bilmezdi ki.  
Sivil liselerdeki askerlik derslerinin devamı olarak son sınıf talebelerinin on beş günlük uygulama kampı da bu kıyılarda kurulurmuş. Hatırladığım yıllarda ise köyün (!) yanındaki tepede Millet Partisinin Ülkücü Gençlik kampı kurulurdu. Rahmetli Kamil Koç’a ait olan bu arsada daha sonraları ilk apartmanlar inşa edilmişti.
Mudanya’da Varlıklı Bursalıların yazlık evleri vardı, kıyısında üstü tenteli sandalları. Aileler sandallarla açılır veya bâkir koylara kürek çekerler, ya da Mudanya yalılarının önünden denize girerlerdi. Daha tenha plajı yeğleyen bazı hanımları ise yerli kayıkçılar üzeri tenteli daha büyük sandalları, kıçtan takma motorlu kayıkları ile daha ilerilere Uzun Yalı’ya bırakır, birkaç saat sonra alırlardı. Zaten buraya Siği yolundan dik patikalarla inmek imkânsız gibiydi.
Burada “koca karı” veya “ağlayan kaya” diye anılan bir doğal kaya heykeli(!) vardır. Mitolojik anlatımıyla balıktan dönmeyen eşi veya çocukları için açıkları gözlerken taş olmuş ve gözyaşı dökermiş. Hâlâ oradadır ama sanırım gözyaşları artık beton yığınlarına dönen kıyılar için olmalı...
Hanımlar kürek çekerdi ama gençlerin kıçtan takma motorlu sandalları vardı. Onlar da bazen aileleri, bazen arkadaşları ile bu kıyılara kadar gezinti yaparlardı. 60’lı yıllara gelindiğinde yine kıçtan takmalı sürat tekneleri beyaz köpükleriyle deniz yüzünü çizmeye başladılar. E. Akbay, C. Akınöz, S. Kiracıbaşı ve M. Gökçen’i bu teknelerin direksiyonunda anımsıyorum. Okul arkadaşım Mehmet Hancıoğlu’nun böyle bir tekneyle talihsiz bir kaza yaparak bir çocuğun ölümüne sebep olduğunu da. Rahmetli Ural Duraner’i de yelkenli teknesiyle…
Pazar günleri hanımlar buralarda görünmezdi. Zira otobüslerle gelmiş gençler veya zeytinlikler altına kurulmuş yatak çarşafı çergelerle piknikçi aileler doldururdu kıyıyı.
Kış şartlarının oluşumuna göre kıyı şeridi bazen genişler bazen çok daralırdı. Kaç kez yapılan istinat duvarlarının denizce alındığını hatırlıyorum. Sonunda 60’lı yıllarda zeytinliklerin yerine önce tek katlı köşkler yapıldı ardından buralar çok katlı apartmanlara dönüştüler.
Mudanya’dan Siği, Trilye’ye kadar sahilde başkaca yerleşim de yoktu zaten. Trilye yolu virajlı, dar ve stabilize olarak uçkur gibi devam eder giderdi.  Oysa Mudanya Bursa yolu o yıllarda bile asfalttı ve o kadar vasıflıydı ki çok uzun yıllar daha hiç tamir görmeden hizmet verdi.  1937 yılında yapılan bu yolun Türkiye’de yapılan ilk asfalt yol olduğunu duyardık. Müteahhit Rahmetli Rıza İlova’nın Hat-Has Şirketi tarafından Tepedevrent’ten Bademli’ye inerken yolun iki tarafına meyve veren dut ağaçları dikilmiş. Baharda at arabaları,  otomobiller yol boyuna sıralanır dakikalarca bu meyveden yenilirdi. Laf lafı açtı. Bu konuda dinlediğim bir anekdot geliverdi önüme. Bir işçi, müteahhit firmanın Fransız mühendisine annesini anarak küfür etmiş. Fransız’ın ısrarı üzerine aynen tercüme etmişler. Fransız gayet sakin; “Annem sandığından yaşlıdır. Sonra bilmem kendisi ister mi ki?”
Kış geldi mi o yıllardaki bütün sahil kasaba hatta şehirleri gibi Mudanya’ya sessizlik ve gariplik çökerdi. Zeytinlikler ve balıkçılık dışında iş sahası olmayan, limandaki tahmil tahliye işlerinin de kışın azalmasıyla,  esasen çalışmaya çok da hevesli olamayan erkekler günlerini ve gecelerini, keskin poyraz çığlıkları eşliğinde kahvehanelerin titrek sarı ışığı altında geçirirlerdi.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi” deyimi ve Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız kalmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
Mudanya treni sabah çok erken saatlerde Demirtaş İstasyonundan alırmış yolcularını.  Yolculuğun yaklaşık yarısı olan Bademli Köyüne gelindikte bu hitapla uyandırılırmış, uyuklayan yolcular.
1970’li yıllara kadar yaz günlerini yaylada, dağda, bağda, ılıcalarda geçiren tüm ülke denize yöneldi. Özellikle suya hasret Ankara ve Eskişehirliler Marmara kıyılarında yazlık edinmeye başladılar. Yazı Uludağ’da kamplarda geçiren Bursalılar da bu akıma kapılınca Burgaz, Gemlik-Kumla ve uzantıları hızla yapılaştılar, betonlaştılar. O yıllar yerli arabaların piyasaya arzı ile özel otomobilliler hızla çoğaldı. Bursa’ya otuz kilometre yakınlıktaki kıyılara yazlık göç başladı. Önceleri evlerdeki eşyaların mevsimlik taşınması ile başlayan geçici yerleşim yerli beyaz eşya üretiminin artması ve ucuzlaması ile başka bir şekle dönüştü. Evlere yeni beyaz eşya düzüldü eskiler yazlıklara nakledildiler. Sonraları bunlar da yenilerine ve yeni mobilyalara terk ettiler yerlerini.
Özellikle pazar günleri Mudanya yolu günübirlikçi özel arabalarla yoğun olurdu. Yiğitali Köyü sapağını geçince, bayırda, dik virajda bir bağ evi vardı. Ev sahibi viraja hâkim bahçe duvarının ardına bir kameriye yaptırmış, akşam saatlerine geçen her arabaya kadeh kaldırır, araba sahipleri de korna çalarak bu selâmı cevaplardı. O kişi sayısı yüzlerce olan otomobil kervanına kaldırdığı her kadehi içti ise her pazar bir tanker dolusu alkol tüketmiş olmalı!   
Yazlıkçı babalar her sabah Bursa’ya gelip akşam dönmek zorundaydı. Yeni Mudanya yolu yapılınca bu ulaşım daha da kolaylaştı. Hani Kayserili her yıl yazı bağında geçirir, sabah akşam eşeği ile dükkânına gider gelirmiş. Köpeği de bağ evinin ve ailesinin bekçiliğini üslenirmiş. O bahar komşusu sormuş;
“Ağa bu yaz nöricez?”
“Nörelim? Her seneki gibi.  İt ilen avrat sefada eşeğinen ben cefadayız.”
·         OLAY GAZETESİ – BURSA’DA YAŞAM EKİNİN MAYIS 2012 SAYISINDAKİ YAZIMDAN ALINTILAR VARDIR.      


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...