22 Aralık 2019 Pazar

HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK



  
HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK
Okuduğum gazetenin köşe yazarı Ege Cansen,  “hela temizleme skandalı” başlıklı yazısında Konya’da bir teknik lisede öğrencilere rutin hela temizliği görevi verilişini savunuyordu. Kendisi ile aynı fikirdeyim. Öğrencilerin, kullandıkları mahalleri ve özellikle tuvaletleri temizlemek zorunda olurlarsa buraları temiz bırakmak gereğini de öğreneceklerini savunuyordu yazısında.
Aslında bu terbiyenin daha öğrenci lise seviyesine gelmeden önce evinde sonra yuvada, ilkokulda almış olmalı idi.   Bugün bekçisi olmayan umumi helalara bir bakınız lütfen… Rahmetli Emekli General Sadık Aldoğan’ın Millet Partisi mitingindeki bir konuşmasını anımsıyorum. Herkese oy eşitliğinden bahsediyordu. Şöyle diyordu; “hangi millete oy eşitliği? Daha helada dışkısını deliğe denk getirmeyi bilemeyenlere mi? istetseniz istasyon helasına kadar gidip bir bakın.”
Umumi hela duvarlarında  “şakule dikkat” uyarısı vardır. Tabii başka metinler de. Han duvarlarınki, mescit duvarlarındaki, kaplıca soğukluklarındaki, türbe duvarlarında, mezar taşlarında olduğu gibi hela duvarlarında da yazılar, aslında bir edebiyat dünyası vardır… Özellikle hela edebiyatı çok zengin ve renklidir ki bir adı da “tosun edebiyatıdır.”  Bunun en esprili örneğini bir arkadaşım Milano Operasının tuvalet duvarında görmüş. “Bendeniz Tosun, burada da emrinizdeyim!”
Asker ocağında çavuş kursunu bitirenlerin koluna terfiyesini takan kumandanı bir de tokat atarmış ve  “Ulan dikkat et topuğuna yapma.”   Çünkü yeni çavuş bütün gün kafası sağa dönük kolundaki işareti seyredermiş. Tabii tuvalet esnasında da… O zaman dışkı haliyle topuğuna denk gelir!
Bazı hallerde tokat ve dayak o kadar doğaldı ki bizim kuşağımızda…
Babalar çıraklığa verdikleri oğullarını ustaya teslim ederken serbest iradeleri ile “Eti senin kemiği benim” ahdi ile sunarlardı. Daha evvel mahalle mektebine götürülen çocuklar da hocalarına böyle teslim edilirmiş. Seksen yıllık yaşamımda bu teslimden kemik olarak geri alınmış ne bir talebe gördüm ne de çırak. Tam tersine icabında gerekli dayağı yiyerek eğitilmiş bu adamlardan âlimler,  becerikli ustalar, başarılı fabrikatörler, varlık sahibi olmuş iş adamları ile çok karşılaştım. İstisnasız hepsinin de hocasını, ustasını hürmet, hayır duası ve rahmet ile andıklarına şahit oldum.
Bizim okula başladığımız yıllarda bu seremoni kalmamıştı ama kuşağımızdan öğretmen dayağı yememiş, kulağı çekilmemiş kimse olabileceğini hiç sanmıyorum. Üstelik hiç de kişiliksiz, ezik, sapık bir toplum olmadık. Şahsen ortaokul sıralarında yere attığım kalemi bahane ederek bacaklarını seyrederken yakalandığım matematik hocamdan tebeşirle kara tahtaya daire çiziminde kullanılan ağaç pergel ile yediğim dayağı hiç unutmadım. Hocamı hiç haksız bulmadım, kırılmadım, sonraları kendisinden çok iyi notlar aldım. Çocukluk içgüdüsü ile yaptığım yaramazlığa verdiği cezadan hiç şikâyetçi olmadım.  Suç işledim, terbiye dışı davrandım, cezamı çektim, dersimi aldım ve bitti. Disiplin Kuruluna verilerek, afişe edilerek geleceğimle oynanmadı. Rahmetle anıyorum. 
1950 evveli bulunduğum Anadolu ilinde bir Sami Çavuş vardı. Uzatmalı Jandarma gediklisi. Kırsal alanın asayiş ve namusu ondan sorulurdu. Elinde sığır organından, saç örgüsü copu ile görüntüsü bile yeterdi. Ortakçımız dul kadın, Sami çavuşa rüşvet olarak kaymak, yoğurt getirir, haşarılığı ile baş edemediği oğlunu dövdürürdü. Sonraki yıllarda falakası ile meşhur İzmir’deki Kantar karakolunu hatırlıyorum. Suçluların en büyük korkusu bu karakola düşmekti. Kabadayılar ve mafya babalarının en çekindiği şey mahkûm olmak, hapse düşmek değil polis dayağı yüzünden karizmalarının çizilmesi idi yakın zamana kadar.
Kültürümüzde çocuğunu terbiye ve cezalandırma için makul ölçülerde dayak vardır. “Ananın vurduğu yerde gül biter.” “Kızını dövmeyen dizini döver.” Aşırı dayakçılar, kadın dövenler ise ruh hastaları, sadistler ve alkolikler olup asıl dayak ile cezalandırılması gereken kimselerdir.
İngiltere’de çok yakın zamana kadar okullarda alenî dayak cezası vardı. Aristokrat ve kraliyet ailesi çocukları da bu cezadan muaf tutulamazdı. Bugün ki uygulamayı bilemiyorum. 
İslâm fıkhında zinâ ve dört şahit ile ispatı gereken zinâ isnadı suçlarına dayak cezası vardır. Ve sopa adedi Nur suresinde tayin edilmiştir. “Dayak cennetten çıkmadır” deyimi bir inanç haline gelmiştir. Ki; Tevrat’ta cennetten çıktığı söylenen dayak aslında “Tayak” olup çubuk, sopa, ậsậ anlamındadır. Yani Musa’nın ậsậ’sıdır. Ama zamanla dayak’a ve dayak atmaya dönüştürülmüş.  Hatta Yazarını bilemediğim bir beyitte: 
         “Gökten indi dört kitâb,
         Beşincisi tedib-i-darb.[1]
         Olmayaydı darb,
    Hüküm edemezdi dört kitâb.” Şeklinde yazılıma girmiştir.
“Bugün ülkemizde bir gerçek var. Gazete başlıklarını TV. Haberlerini inceleyiniz; guruplar halinde dolaşan, saldıran, tinerciler, gaspçılar, serkeşler, travestilerden hakaret gören, geri çekilmek zorunda kalan, tabancası elinden alınan, otomobilleri tahrip edilen, sarhoşların oyuncağı haline getirilen polisler, sokaklarda sürüklenen yaşlı kadınlar, bir çanta için bıçaklanan genç kızlar, darp edilen doktorlar, sağlık görevlileri, devamlı şiddet gören eşler, hunharca öldürülen komando yüzbaşıları, tahrip edilen, yağmalanan işyerleri rutin haberler haline geldi.
Üç beş yıl evveline kadar görmediğimiz, en azından ender karşılaştığımız bu tablonun oluşumunda; gereksiz aflar, infaz yasaları, “Cumuk’lar”, sadece suçluları kollayan İnsan Hakları kuruluşları(!), fanatik sivil toplum örgütleri, sorumsuz medya mensupları kadar polisin elinin bağlanmasının da etkisi yok mu? Kanun Koyucu kolluk kuvvetlerinin sopasına müsamahayı kaldırırken maalesef yerine bir müeyyide bir çözüm koyamamıştır. Polis kimi döveceğini (talihsiz istisnalar dışında) çok iyi bilirdi. Tabii toplu gösterilerdeki aşırı ve oransız güç kullanımını kast etmiyorum.
Artık hapishanelerde ilk girişteki kapı altı seremonisi(!) , Beyoğlu Polis Merkezinde, Hortum Süleyman nam Komiser yok ama İstanbul’un göbeği Taksim’de asayiş de yok.
Babamdan hiç dayak yemedim,  dövmekte tehdit ettim ama çocuklarımı hiç dövmedim. Yedek Subay iken erlerimi de. Okurlarım beni çağ dışı bulmasınlar.  Sakın ola işkenceyi savunduğum sanılmasın. Dayaktan yana olduğum da.
 Önce dayağın benim kuşağımdaki kabul şeklini nakil ettim sonra da farklı bir pencereden bir yorum getirdim önünüze.
Diyorum ki; acaba olaylara hep aynı açıdan bakmak çok mu doğru? Lafontain hikâyeyi farklı sonla bitirse idi; Ağustos Böceği “Bütün yaz sevgilime serenat yaptım, mevsimi aşk, müzik ve doğayı duyarak geçirdim. Şimdi açım ama mutluyum. Ya sen? Yaşamdan hiç zevk almadan kolonin için sadece çalıştın, hamallık etin de ne oldu?”
Dese idi...






[1] Vurarak terbiye, cezalandırma.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...