26 Eylül 2020 Cumartesi

 


                                                                    CEMİL  BUBİK

                                                                    1914-26.09.1994


SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?

                                                                             “Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim bir kere öldü.

Kör oldum.

Babamdan ummazdım bunu,

Kör oldum.”

Cemâl Süreya

 

“Sabah uyandım, seslendim, öyle yatıyordu” diyor annem. Yatağına doğru yöneliyorum. Sırt üstü yatıyor, hiç hareketsiz. Gözleri açık ve sabit. Dikkatle bakıyorum. Bir ifade arıyorum gözlerinde, ama yok. Zaten uzun zamandır yoktu.

Gözler sahteciliği ve yalanı bilmezler. Riyayı da bilmezler. Gözler dürüsttürler. Sağ oldukları sürece...

Bir süre evvel ölmüştü gözleri. Babacığımın gözleri son bir yıldır yavaş yavaş öldüler. Önce göz bebekleri küçüldü, matlaştı. Kirpikleri seyrelmiş, buruşuk göz kapakları ardında kahverengi gözleri de küçüldü, göz akları sarardı. Hiç bir mana yansıtmaz oldular. Yaşarken öldüler.

Dudakları hafif aralık. Dinliyorum, hiç nefes almıyor. Zayıflamış, elmacık kemikleri çıkmış, artık renksiz bir deri tabakasından ibaret yüzünde sakin, mutlu bir ifade sezinliyorum. Uzun süredir hiç bir mana algılayamadığımız yüzünde; bir huzur ifadesi. “Hastalığın klâsik tablosudur mask face (maske yüz) ve kayıkçı karnı” diyordu, doktorumuz.

İki ince kemiğin arasından nabzını arıyorum. Yok.

“Bitmiş” diyorum, anneme. “Bitmiş.”

Annem yanıma dikilmiş, biraz şaşkın, biraz buruk, teslimiyetçi bir ruh haleti içeresinde, bilip kabullendiği gerçeğin dışında bir cevap alabilmek arzusu ile bir bana bakıyor, bir babama.

Bitmiş... Bu sözcüğü ne kadar kolay kullandım? Hayret ediyorum.  Ve kendime esef ediyorum. Seksen yıllık bir ömrün sona erişini, akşam var olan birisinin şimdi yok oluşunu ifadede basit, ruhsuz, tek bir kelime ile mi yetinmeliydim?  Hayrettir, hiç bir şey hissetmiyorum. Acı da duymuyorum, üzüntü de. Yalnız bir boşluk… Bir şeyler düşünmek istiyorum... Bulamıyorum…

Oysa babamın ölümünü ne kadar çok düşünmüş, ne kadar çok planlamıştım hafızamda. Hayal ettiğim tablolarda çok farklı hisler yaşamıştım. Zaman zaman gözlerim dolmuş, ağlamanın rahatlatıcı sükûnetine teslim etmiştim kendimi. Şimdi gerçekle karşı karşıya kalınca, çizdiğim sahnelerin tamamı, hisler dünyamdaki tüm duygular toptan yok olup gitmişler. Kendimi bu kayba alıştırdığım için mi böyle duygusuzum şu anda? Yoksa şok dedikleri mi bu?

Ellerini avuçlarıma alıyorum. Sıcaklığını kayıp etmişler.  Zaten uzun zamandır fazla sıcak olamıyorlardı. Her zaman ince ve zarif olan parmak kemikleri sanki daha da incelmiş, artık üzerleri kahverengi ölü pigment tabakaları ile benekli, ince derisi bu kemiklere iki beden büyük geldiklerinden büzülmüşler. Mavi kabarık damarları, dolaşımı durmuş hayat suyuna rağmen, sertliğini henüz koruyorlar.

Bu ellerle ilk tanıştığım zamanı hatırlamıyorum. Bilinçsiz bir bebek iken, bana uzanan bu parmakları minicik ellerimle tutup, kavramaya çalışmış olmalıyım. Acaba onunla o zaman mı arkadaş olmuştuk? Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım. Onun bir erkek kardeşi yoktu, benim ağabeyim. O on yaş küçülürdü, ben on yaş büyürdüm… Ne zaman başladığını bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel arkadaşım öldü. Şimdi de babam.

Belki bu sebebe, ölümünü bu kadar tabii ve tepkisiz karşıladım.  Ama gözlerimin önünde gün be gün tükenen iletişimimiz ile arkadaşımın ölümü benden çok şeyler götürdü. Özellikle son üç aydır o benim babam değil. Karyolasında sakin, duygusuz yatan evimizin bir parçası. Bizim küçük bebeğimiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki ıstırabı yok.

Bir an geçtiğimiz günlere dönüyorum; kısa süre evveline kadar “Bunlarla köylü, gibi oluyorum.” diyerek,  ret ettiği eşofmanlı kıyafeti kabullenmiş, kanepede veya balkonda oturup annemin ellerini tutuyor, ifadesiz, öyle oturuyor. İçirmeğe çalıştığımız ilaçları-doktorunun söylediğine göre- bilinçli olarak reddedip tükürüyor. Bir kaç lokma reçelli ekmeği veya yarım çanak muhallebiyi zorlukla yutturuyoruz.

“Babacığım nasılsın?”

“İyiyim” diyor.  O kadar.

“Dünden beri bir lokma yemedi” diyor, annem. Biraz endişeli, biraz şikâyetçi.  Hepsi uğraşmışlar, zaten yetersiz olan, o bir iki lokmayı da yemiyor, ağzını açmıyor veya aldığını tükürüyor.

Doktorunu arıyorum;

“Serumla beslemeye geçeceğiz” diyor. “Serum-glikoze. İçine vitaminler ilâve edilecek.” O anda beklediğim veya beklemediğim bir açmazla karşı karşıya geliyorum. Yıllardır ilk defa, artık küs olduğum sigara aklıma eliyor. Nikotinin acı lezzetinden,  karbon monoksitin beyni uyuşturup baş döndüren keyif verici toksik etkisinden medet umuyorum. Fakat hayır. Annem, eniştem, kardeşimi toplayıp bir müzakere açıyorum.

Serumla beslemek; yarı bitkisel-hayat gibi. Yatağa mahkûm, ne kadar süreceğini bilemediğimiz, neticesi belli bir akıbet. Belki de çok uzun süre, yıllar boyu… Hareketsiz yatmaktan kireçlenmiş eklemler, tutulan adaleler, açılmış sırt ve bacak yaraları, uzun yatmanın getireceği akciğer amfizemi, böbrek yetersizliği, üreminin oluşturacağı zor tablo... Beş yıldır süren Demans’ın bilinen son tablosu...  Melek gibi sabırlı annemin bile tahammül sınırlarını ve yaşlı sinirlerini hırpalayabilecek, çaresizliğin devamlı hâkim olduğu, aciz ve isyan sahneleri…

Böyle bırakmak; her gün daha fazla eridiğini, güçsüzleştiğini görerek ölüme terk etmek. Yakınları olarak, velev onun rahatı için olsun, tıbbi yaklaşımları ret edecek bir yolun tercihindeki, mesuliyet ve vicdan muhasebesi. Sonunda serum kazandı.

 Bir süredir İstanbul’da kız kardeşimden Bursa’ya evimize döndük.  Hayrettir; kucakta getirildiği odasında, mucize bir gayretle ayağa kalkıp bütün evi ilgi ile dolaştı.  Duvarlara baktı. Balkona çıktı. Hatta bir kaç lokma yemeği kabullendi. Bizleri yeni bir ümit ve beklentilere yönelten bu tablo çabuk bitti. Elli beş yıldır aynı yatağı paylaştıkları annemden ayrı olarak, kendi odasındaki hasta karyolasında, kolu serum hortumuna bağlı, somya altına gizlenmiş idrar torbası, geceleri belinden hava sirkülasyonlu yatağına emniyet kuşağı ile emniyete alınmış, evimizin bebeği oldu.

Yine geri dönüyorum; Babam yakışıklı bir adam. Tanıdığımdan beri hep güzel giyinir. Her gün traşlıdır ve hep naziktir.

Korkunç bir Ağustos sıcağı, günlerden pazar, evde balkondayız. “Kapalıçarşı yanıyor” diyorlar. Bir taksiye atlayıp ulaşıyoruz. Yarım saat içeresinde bütün çarşı yanıp bitmiş bile. Dükkânımızı, işimizi, çok şeylerimizi kaybettik ama mutluluğumuz duruyor. Tevekkülü, kanâati, şükrü, ondan öğrendim. Var olan her şeye şükretti. Kayba da hiç isyan etmedi. Yirmi beş yaşında bir trafik kazasında yitirdiğimiz, kardeşim Ömer’in tabutu arkasından beraber yürüdük. Bir yıl sonra, on beş yaşında, lösemiden vefat eden ilk torununun tabutunu birlikte taşıdık. O bunlara bile rıza ve teslimiyet gösterebilen, bir inanç sahibi idi.

Kandiller ve cumalar dışında, pek namazı niyazı yoktu ama hiç bir tarikata meyilli olmadan, tasavvufu çok iyi bilen, Allah nidasını gönülden söyleyebilen, “İnni ene Rabbike” ayetini tekrar tekrar okurken samimi göz yaşı dökebilen, hakka ve hukuka saygılı, sevgi dolu, gerçek bir Müslümandı. Vefa’yı ondan öğrendim. Sevgiyi, sadakati da. Âşık olduğu anneme bir kere bile ihanet etmediğine yemin edebilirim. O ailesine sevgi verdi, Cenab-ı hak’da ona insanüstü bir eş, hayırlı evlât, çok sevdiği gelin ve damat, dağıttığı sevgiyi derlebileceği torunlar verdi.

Bir ömrü hoşgörü, şaka ve espri çerçevesi içinde değerlendirmeği bildi. Felaket ve acılı günlerin bile, ilk yakıcı tesirlerini atlattığında, geri döndüğü nokta hep ölçülü espri yeteneği olmuştur. Yaşlılık ve rahatsızlığın etkisi ile birçok melekesini kayıp ettiği, beslenme içgüdüsünü bile yitirdiği dönemlerde, ayakta kalan, espri yapma ve algılama yeteneği idi. Bir de nezaketi.

Baş ve işaret parmaklarımla göz kapaklarını kapatıyorum.. Pikesini yüzüne çekiyorum. Ağlamak geliyor içimden. Boğazımda bir düğüm var. Ne aşağı gidiyor yutkununca ne yukarı.

Annem yanımda halâ dikili.

Annemin yanında ağlayamam ki. Ağladığımı ona gösteremem,  bu benim tarzım değil. Annemin de tarzı değil. 

Bizler acımızı gösteremeyiz. Sevincimizi de, sevgimizi de. Oysa babamın üzerine kapanıp doyasıya ağlayabilsem… Ya da anneme sarılsam beraberce ağlayabilsek…

Şimdi yapılması gereken birçok işlem var. Sonra ağlarım. Yalnızken, yalnız kalınca...

 

 

 

 

21 Haziran 2020 Pazar

BABALAR GÜNÜ

BABALAR GÜNÜ

 

ADAM O GÜN KOCA TARLAYI SÜRECEKTİ. KÜÇÜK ÇOCUĞUNU DA ALDI KUCAĞINA, ONU KOCA TARLANIN KÖŞESİNDEKİ TOPAĞACIN ALTINA OTURTTU. SIRTINI YASLADI AĞACA.

SARI ÖKÜZÜ KOŞTU SABANINA. ÖKÜZ ÖNDE, SABAN, ARDINDA ADAM YÜRÜDÜLER.  DERİN BİR ÇİZGİ YARILDI TAVLI TOPRAKTA.  VE BİR LEYLEK PEYDAHLANDI ARTLARI SIRA. ANINDA KAPTI SÜRÜLMÜŞ TOPRAKTAN ÇIKAN SOLUCANI.

BİRİNCİ TURDA TOPAĞACIN ÖNÜNDEN GEÇTİLER. ÇOCUK MERAKLI BAKIŞLARLA SÜZDÜ, TOMBİK ELLERİNİN PEMBE BEYAZ İŞARET PARMAĞINI UZATTI.

“BABA, BU NEYDÜR?

“OĞUL, O  LEYLEKDÜR.”

İKİNCİ TURDA YİNE GELDİLER TOPAĞACIN ÖNÜNE;

“BABA, BU NEYDÜR?”

“OĞUL, O LEYLEKDÜR.”

ÜÇÜNCÜ TUR, ON ÜÇÜNCÜ TUR, YİRMİ ÜÇÜNCÜ TUR, AYNI TABLO AYNI NAKARAT;

“BABA, BU NEYDÜR?”

“OĞUL, O LEYLEKDÜR.”

YILLAR GEÇTİ ARADAN. ÇOCUK BÜYÜDÜ ADAM OLDU.  BABA YAŞLANDI, ÇÖKTÜ. ADAM O GÜN KOCA TARLAYI SÜRECEKTİ.  BABAYI ALDI SIRTINA TARLAYA GÖTÜRDÜ. TOPAĞACIN ALTINA YERLEŞTİRDİ MİNDERİNİ, SIRTINI DAYADI AĞACA. TRAKTÖRE BAĞLADI PULLUĞU GEÇTİ DİREKSİYONA SÜRDÜ. PULLUK DERİN BİR YARIK AÇTI TAVLI TOPRAKTA.  VE BİR LEYLEK BELİRDİ ARTLARI SIRA, ANINDA KAPTI SÜRLMÜŞ TOPRAKTAN ÇIKAN SOLUCANI.

BİRİNCİ TURDA TOPAĞACIN ÖNÜNDEN GEÇTİLER. YAŞLI ADAM NİKOTİNDEN SARARMIŞ, BİR KEMİK BİR DERİ İŞARET PARMAĞINI UZATTI;

“OĞUL BU NEYDÜR?”

“BABA, O LEYLEKDÜR.”

İKİCİ TURDA YİNE GELDİLER TOPAĞACIN ÖNÜNE;

“OĞUL BU NEYDÜR?”

“BABA, SANA O LEYLEKDÜR DEDİK YA!”

BABALAR, GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.

 

 

 


25 Aralık 2019 Çarşamba

YILBAŞI


YILBAŞI
Bu hafta sonu yılbaşı. Hristiyan dünyası yılbaşını Noel etkinlikleri içinde bir gece olarak kutlarlar. Biz Türkler için ise 31 Aralık gecesi bir yılın bitimi yeni bir yılın başlangıcı vesilesi ile kutlanılan bir gecedir.
Yeni yıl kutlamaları ve eğlenceleri yıllar içinde çok değişikliklere uğradı. Benim çocukluğumda akraba veya komşuların toplandıkları bazen bir yemekle başlayan bazen akşam yemeği sonrası bir araya gelinen bir etkinlikti. Genellikle evi en müsait olanın evinde toplanılır, meyve, yemiş, kestane kebap yenilir, tel helva çekilir, salep içilir,  tombala çekilir yeni yılın girişi heyecanla beklenirdi. 
Geceye hâkim olan radyo idi. Zaten yaşamımıza yön veren radyo idi.1950’li yıllardan sonra enterkonnekte sistem devreye girinceye kadar bir kaç büyük şehrimiz dışında Anadolu illeri ve ilçelerinde gündüzleri elektrik yoktu. Her yerleşim yerinin kendi belediyesine bağlı kömürle çalışan elektrik santralları veya lokomobilleri akşamla birlikte çalışmaya başlardı. Sadece öğlen üzerleri bir saat kadar ajans (haber bülteni) süresince çalışırdı sistem.
Radyonuz açık ise önce kasanın üst noktalarından bir yerde madeni para büyüklüğünde bulunan “göz lambası” kızarır bir süre sonra yeşile dönerdi. Önce bir cızırtı yükselir. Belki yarım saat süreyle piyano tuşlarından bir melodi sürerdi, otuz saniyelik aralarla; “Ankara, Ankara, güzel Ankara” ardından üç beş defa aralıklı gonk sesi duyulur ve İstiklal Marşı çalardı.  Burası uzun dalga 1948 metre 182 kilo saykıl Ankara radyosu”  günün tarihi, günün yayın programı bildirilir ve program akışı başlardı.
Akşam saat 17.- de elektrik gelir. Radyolar açık ise Anadolu Ajansının tüm ülke gazetelerine yazdırma programı başlardı. Satır satır, noktalama işaretlerine kadar…
Saat 18.-de genelde ilk program klasik Türk musikisi fasıl heyeti olurdu. Saat 19.- da “Burası Ankara radyosu, gonga Saat tam 19.-‘da vuracaktır.”  Zaten tüm dinleyicilerin saatleri elde ayarlanmak için hazırdır. Bir dakika sonra “GONKKKK”   Bütün ülke için tam saat ayarıdır bu. Ayarları tam olanlar mutlu bakışlarla ceplerine koyarlar saatlerini… Ve “haber bülteni” ( ajans) ardından Feridun Fazıl Tülbentçi’nin sunduğu beş dakikalık “Tarihten Bir Yaprak” ve Nurettin Artam’dan sonraki yıllarda Burhan Belge’den günün yorumu; “radyo gazetesi…”
Bu, evin büyükleri erkeklerin dikkatle dinledikleri bir saatlik süredir. Zira dünya ahvali karışık, ufukta savaş tehlikesi vardır. Ya da sürmekte olan İkinci Dünya Harbi’ne ait bilgiler… Bu illere İstanbul gazeteleri ancak bir hatta iki gün sonra ulaşacaktır. Tek ve net bilgi kaynağı varsa radyonuz.
Haftada bir gün mutlaka “Radyo tiyatrosu = temsil” saati olacaktır.  Efektör; Tahsin Temren.  Dönemin ünlü ses ve saz sanatçılarının canlı yayın programları… Halk ozanlarından ünlü orkestralara kadar geniş bir yelpazede müzik yayını. Kore Harbi yıllarında oradaki askerlerimizin kendi seslerinden ailelerine seslenişleri, Kore’ye ait günün besteleri ve marşlar…    Gece saat 24.- de elektrikler sönecektir. Saat 24.-e gelirken beş dakika evvel her dakikada bir lambalar yanıp söner, sinyal verirdi.
Cumartesi günleri öğleden sonra ve Pazar tam gün elektrik olduğundan daha zengin programları dinleme şansımız olurdu.  Cumartesi akşam, 18.45’de ; “Koşun koşun radyo başına, her cumartesi günü geliyor iş başına radyo çocuk kulübü.” Ayşe Abla sunardı bu programı. Geleceğin ünlü radyo, sahne, ses ve saz sanatçılarını biz bu programlarda tanıdık ilk kez.
Pazar günleri daha sabahtan mutlaka tarihi bir temsil… Öğlen haberlerinden sonra, Yine ses sanatçıları; Erdoğan Çaplı’dan piyano dinletisi, Ankara Gazinolarında sahne almış yabancı truplar veya solistler; Angelina Velaskes, Niko Degastino…
Tabii yılbaşı gecesinin özel programı; solistler, konserler ve gece saat 24.- de vuran gonk ile yeni yıla giriş. “Milli Piyango Çekimi canlı yayını”; önce amortiler, sırası ile gittikçe büyüyen ikramiye ve en sonunda büyük ikramiyeyi kazanan numara…  Odada bütün sesler kesilmiş, herkes nefesini tutmuştur. Elde biletler, heyecan, üzüntü, bazen sevinç. Zira hiç olmazsa amorti tutmuştur.  Bu geceye özel elektrik ve tabii radyo yayını sabaha yakın saatlere kadar sürecek gene İstiklal Marşı çalımı ile son bulacaktır.
Genelde üç tarafı seki ile çevrelenmiş,  sandalye ile takviye edilmiş, çocukların yerlerde kümelendiği odada nerede oturduğunuzun önemi yoktu. Radyoyu görmek zorunda değildiniz, sadece kulağa hitap eden bir araçtı ve bazen konsolun üzerinde olsa da genelde duvara monte edilmiş bir rafın üstünde yükseklerde dururdu.
Yılbaşı toplantısı yemekli ise hindi yeni yeni giriyordu menümüze ama zaten hindi evlerde sıklıkla pişen, bahçelerimizde tavuklarla birlikte beslenen hemen her kesimin ulaşabildiği bir gıda idi.
Yılbaşı için hediye almak, hediyeleşmek âdeti girmemişti yaşantımıza, bunları televizyon ve tabii reklamlar soktu dünyamıza.  Aslında hediye vardı.  Çocukluktan gençliğe geçme evresindeki çocuklar toplantıda bulunacaklara hediye listeleri hazırlar bir ara sesli okurdu bunları. Örneğin beyaz saçlı Amcaya, saç boyası, Filan Ağabeye, pipo tütünü, Filane Ablaya nişan yüzüğü… Alkışlar karşısında Filane Abla kulaklarına kadar kızarır ama gözlerinden mutlu ışıltılar saçarak kaçardı odadan.
Tüketilecek meyve ve yemişler ortak hesaptan alınırdı. Yılbaşı gecesinin olmazsa olmazı tombala için çinko ve tombala yapanlara verilecek, genelde ev ve mutfak gereçlerinden oluşan kazanımlar da… Tombala biletleri para karşılığı alınırdı. Bu geceye has paralı oyunlar hoş görülürdü. Gündüzden satın alınmış  “At Yarışı Kartları” kenarındaki beyaz boyayı ıslatarak sildiğinizde altından pembe boya ile basılmış ikramiye rakamına sahip olurdunuz. Tabii bu kartlar da para karşılığı satılırdı. Bir de rulet… Bu iki üç santim boyunda konik silindir şeklinde sarı pirinçten dökme bir ucu sivri altı yüzeyi olan bir aparattır. Masa etrafında oturan altı kişi belirli bir para limiti tespit eder. Fırıldak döndürülür ve bir yüzeyi üste gelecek şekilde yatar. Burada bir ifade kazılmıştır, “ bir koy, iki al, üç koy, hepsini al”  gibi.  Bu fırıldağı döndürme sırası kimde ise onun kazancı veya kaybıdır.
En büyük etkinlik “keten helva tel helva”   çekmektir. Bu işin erbabı kişi yeterli miktarda şeker ağdası kaynatır mutfakta. Sonra soğuk bahçeye çıkılır, karşılıklı iki kişi ellerini sık sık limonlayarak bu ağdayı bir birine aktarır ve sündürürler.  Kıvama gelen ağda odaya alınır. İçine bolca tere yağda un meyanesi kavrulmuş büyük bir tepsiye meyane üzerine yatırılır. Tepsi etrafında yeteri kadar kişi halka teşkil edecek şekilde oturmuştur. Ağda ortadan tepsi kenarına ulaşıncaya kadar unlanarak ve bir yanındakinin yönüne kaydırılarak her iki elle çekilir. Usta beceri ile bu unlu halkayı sekiz gibi yaparak ikiye katlayıp tekrar ortaya getirir. Bu işlem defalarca yapılır, bıkmadan, usanmadan. Sonunda kitle meyaneye doymuş, lif lif olmuş, artık katlanıp sekiz olma imkânı kalmadığından parçalanmıştır.  İşte o zaman ev sahibinin ikramı olan dilimlenmiş kuru sucuk, turşu, tulum peyniri gibi tuzlular ortaya çıkar. Pişmaniye benzeri bu tatlı, yanındaki tuzlular refakatinde bolca tüketilince ağırlık çöker.
Zaten vakit bir hayli ilerlemiş, en küçükler evin kedisi misali sobaya en yakın yerde kıvrılıp uyumuştur bile. Her toplantı mahallinde aynı duruma gelinmiş olmalı ki; sokaklar hareketlenmiştir.  Kış kışlığını yapardı. Dışarısı soğuktur. Paltolara atkılara bürünülür, küçükler sırtlanır, yeni yılda hayırlar dileyerek veda edilir. Dışarıda ya lapa lapa kar yağmaktadır, ya da gündüzlerden kalan kar kum kum olmuş her adımda gıcırdamaktadır. Yürünür yeni bir yılda yeni umutlarla… “Evi olan evine evi olmayan sıçan deliğine!”
Mertliği televizyonun evler girmesi bozdu. Bu toplantılarda önce ön plana geçti. Sonra batının Noel ritüellerini etkinliklerimize taşıdı bizlere. Bir hediyeleşme trafiği ve alışverişi başladı. Balolara, bu güne has içkili yemeklere,  salon toplantılarına alıştık. En mutaassıp yaşlıların bile yaşamda olduğu evlerde çam ağaçları, camlarında Noel baba figürleri görür olduk. Yurtiçi yılbaşı seyahatleri derken, yurt dışı Noel pazarları turları girdi yaşantımıza.
Bugün geldiğimiz tablo zaten hepimizin malumu. Ben şöyle ucundan köşesinden o günlere yetişenler varsa ve yaşıtlarımla eski günleri bir analım dedim…
Yeni yılınız kutlu olsun…

22 Aralık 2019 Pazar

HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK



  
HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK
Okuduğum gazetenin köşe yazarı Ege Cansen,  “hela temizleme skandalı” başlıklı yazısında Konya’da bir teknik lisede öğrencilere rutin hela temizliği görevi verilişini savunuyordu. Kendisi ile aynı fikirdeyim. Öğrencilerin, kullandıkları mahalleri ve özellikle tuvaletleri temizlemek zorunda olurlarsa buraları temiz bırakmak gereğini de öğreneceklerini savunuyordu yazısında.
Aslında bu terbiyenin daha öğrenci lise seviyesine gelmeden önce evinde sonra yuvada, ilkokulda almış olmalı idi.   Bugün bekçisi olmayan umumi helalara bir bakınız lütfen… Rahmetli Emekli General Sadık Aldoğan’ın Millet Partisi mitingindeki bir konuşmasını anımsıyorum. Herkese oy eşitliğinden bahsediyordu. Şöyle diyordu; “hangi millete oy eşitliği? Daha helada dışkısını deliğe denk getirmeyi bilemeyenlere mi? istetseniz istasyon helasına kadar gidip bir bakın.”
Umumi hela duvarlarında  “şakule dikkat” uyarısı vardır. Tabii başka metinler de. Han duvarlarınki, mescit duvarlarındaki, kaplıca soğukluklarındaki, türbe duvarlarında, mezar taşlarında olduğu gibi hela duvarlarında da yazılar, aslında bir edebiyat dünyası vardır… Özellikle hela edebiyatı çok zengin ve renklidir ki bir adı da “tosun edebiyatıdır.”  Bunun en esprili örneğini bir arkadaşım Milano Operasının tuvalet duvarında görmüş. “Bendeniz Tosun, burada da emrinizdeyim!”
Asker ocağında çavuş kursunu bitirenlerin koluna terfiyesini takan kumandanı bir de tokat atarmış ve  “Ulan dikkat et topuğuna yapma.”   Çünkü yeni çavuş bütün gün kafası sağa dönük kolundaki işareti seyredermiş. Tabii tuvalet esnasında da… O zaman dışkı haliyle topuğuna denk gelir!
Bazı hallerde tokat ve dayak o kadar doğaldı ki bizim kuşağımızda…
Babalar çıraklığa verdikleri oğullarını ustaya teslim ederken serbest iradeleri ile “Eti senin kemiği benim” ahdi ile sunarlardı. Daha evvel mahalle mektebine götürülen çocuklar da hocalarına böyle teslim edilirmiş. Seksen yıllık yaşamımda bu teslimden kemik olarak geri alınmış ne bir talebe gördüm ne de çırak. Tam tersine icabında gerekli dayağı yiyerek eğitilmiş bu adamlardan âlimler,  becerikli ustalar, başarılı fabrikatörler, varlık sahibi olmuş iş adamları ile çok karşılaştım. İstisnasız hepsinin de hocasını, ustasını hürmet, hayır duası ve rahmet ile andıklarına şahit oldum.
Bizim okula başladığımız yıllarda bu seremoni kalmamıştı ama kuşağımızdan öğretmen dayağı yememiş, kulağı çekilmemiş kimse olabileceğini hiç sanmıyorum. Üstelik hiç de kişiliksiz, ezik, sapık bir toplum olmadık. Şahsen ortaokul sıralarında yere attığım kalemi bahane ederek bacaklarını seyrederken yakalandığım matematik hocamdan tebeşirle kara tahtaya daire çiziminde kullanılan ağaç pergel ile yediğim dayağı hiç unutmadım. Hocamı hiç haksız bulmadım, kırılmadım, sonraları kendisinden çok iyi notlar aldım. Çocukluk içgüdüsü ile yaptığım yaramazlığa verdiği cezadan hiç şikâyetçi olmadım.  Suç işledim, terbiye dışı davrandım, cezamı çektim, dersimi aldım ve bitti. Disiplin Kuruluna verilerek, afişe edilerek geleceğimle oynanmadı. Rahmetle anıyorum. 
1950 evveli bulunduğum Anadolu ilinde bir Sami Çavuş vardı. Uzatmalı Jandarma gediklisi. Kırsal alanın asayiş ve namusu ondan sorulurdu. Elinde sığır organından, saç örgüsü copu ile görüntüsü bile yeterdi. Ortakçımız dul kadın, Sami çavuşa rüşvet olarak kaymak, yoğurt getirir, haşarılığı ile baş edemediği oğlunu dövdürürdü. Sonraki yıllarda falakası ile meşhur İzmir’deki Kantar karakolunu hatırlıyorum. Suçluların en büyük korkusu bu karakola düşmekti. Kabadayılar ve mafya babalarının en çekindiği şey mahkûm olmak, hapse düşmek değil polis dayağı yüzünden karizmalarının çizilmesi idi yakın zamana kadar.
Kültürümüzde çocuğunu terbiye ve cezalandırma için makul ölçülerde dayak vardır. “Ananın vurduğu yerde gül biter.” “Kızını dövmeyen dizini döver.” Aşırı dayakçılar, kadın dövenler ise ruh hastaları, sadistler ve alkolikler olup asıl dayak ile cezalandırılması gereken kimselerdir.
İngiltere’de çok yakın zamana kadar okullarda alenî dayak cezası vardı. Aristokrat ve kraliyet ailesi çocukları da bu cezadan muaf tutulamazdı. Bugün ki uygulamayı bilemiyorum. 
İslâm fıkhında zinâ ve dört şahit ile ispatı gereken zinâ isnadı suçlarına dayak cezası vardır. Ve sopa adedi Nur suresinde tayin edilmiştir. “Dayak cennetten çıkmadır” deyimi bir inanç haline gelmiştir. Ki; Tevrat’ta cennetten çıktığı söylenen dayak aslında “Tayak” olup çubuk, sopa, ậsậ anlamındadır. Yani Musa’nın ậsậ’sıdır. Ama zamanla dayak’a ve dayak atmaya dönüştürülmüş.  Hatta Yazarını bilemediğim bir beyitte: 
         “Gökten indi dört kitâb,
         Beşincisi tedib-i-darb.[1]
         Olmayaydı darb,
    Hüküm edemezdi dört kitâb.” Şeklinde yazılıma girmiştir.
“Bugün ülkemizde bir gerçek var. Gazete başlıklarını TV. Haberlerini inceleyiniz; guruplar halinde dolaşan, saldıran, tinerciler, gaspçılar, serkeşler, travestilerden hakaret gören, geri çekilmek zorunda kalan, tabancası elinden alınan, otomobilleri tahrip edilen, sarhoşların oyuncağı haline getirilen polisler, sokaklarda sürüklenen yaşlı kadınlar, bir çanta için bıçaklanan genç kızlar, darp edilen doktorlar, sağlık görevlileri, devamlı şiddet gören eşler, hunharca öldürülen komando yüzbaşıları, tahrip edilen, yağmalanan işyerleri rutin haberler haline geldi.
Üç beş yıl evveline kadar görmediğimiz, en azından ender karşılaştığımız bu tablonun oluşumunda; gereksiz aflar, infaz yasaları, “Cumuk’lar”, sadece suçluları kollayan İnsan Hakları kuruluşları(!), fanatik sivil toplum örgütleri, sorumsuz medya mensupları kadar polisin elinin bağlanmasının da etkisi yok mu? Kanun Koyucu kolluk kuvvetlerinin sopasına müsamahayı kaldırırken maalesef yerine bir müeyyide bir çözüm koyamamıştır. Polis kimi döveceğini (talihsiz istisnalar dışında) çok iyi bilirdi. Tabii toplu gösterilerdeki aşırı ve oransız güç kullanımını kast etmiyorum.
Artık hapishanelerde ilk girişteki kapı altı seremonisi(!) , Beyoğlu Polis Merkezinde, Hortum Süleyman nam Komiser yok ama İstanbul’un göbeği Taksim’de asayiş de yok.
Babamdan hiç dayak yemedim,  dövmekte tehdit ettim ama çocuklarımı hiç dövmedim. Yedek Subay iken erlerimi de. Okurlarım beni çağ dışı bulmasınlar.  Sakın ola işkenceyi savunduğum sanılmasın. Dayaktan yana olduğum da.
 Önce dayağın benim kuşağımdaki kabul şeklini nakil ettim sonra da farklı bir pencereden bir yorum getirdim önünüze.
Diyorum ki; acaba olaylara hep aynı açıdan bakmak çok mu doğru? Lafontain hikâyeyi farklı sonla bitirse idi; Ağustos Böceği “Bütün yaz sevgilime serenat yaptım, mevsimi aşk, müzik ve doğayı duyarak geçirdim. Şimdi açım ama mutluyum. Ya sen? Yaşamdan hiç zevk almadan kolonin için sadece çalıştın, hamallık etin de ne oldu?”
Dese idi...






[1] Vurarak terbiye, cezalandırma.

18 Aralık 2019 Çarşamba

BURSA’LI OLMAK


BURSA’LI OLMAK

Geçtiğimiz Pazartesi gecesi Uğur Mumcu salonlarında bir etkinlikte bulundum. Sivil Gündem Platformu- Fark yaratanlar 2019 yılı ödül törenini izledik.
Gecenin tertibine, evvelindeki çalışmalarına ilgi duyanlar detaylarını Sivil Gündem Platform ve sevgili Canan Ekinci Yılmaz’ın bol resimli internet sayfasından izleyebilirler. 
Ben bu muhteşem organizasyondan bahis etmeyeceğim. Salon nerede ise tamimiyle Bursalılarla doluydu.    Bursalı olmak Bursa’da doğmakla mümkün değildir. Bursalı olmak;  Bursalı olmayı benimsemek ve kenti sevmekle olur.
 Günümüzde nüfusu üç milyonu aşan Bursa, daha Osmanlılar döneminde göç alan ketlerden bir tanesidir. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi ardından Balkanlar ve Kafkasya’dan toplu göçmenlerin Bursa’ya iskânı ve takip eden yıllarda ayni yörelerden parçalanmış aile guruplarının Bursa’yı tercihleriyle başlayan süreç o günden bu yana periyotlarla süregelmiştir. 1950 ve 1980’li yıllardaki toplu Bulgaristan göçmenleri 1960’lı yıllardaki sanayi atılımları sonucu Anadolu illerinden gelen yeni yerleşikler, Bursa’nın kasaba ve köylerinden büyük şehre olan yönlenme ile kent nüfusu çok hızlı arttı. Artık eski cazibesini yitirmiş olsa da Cumhuriyetin ilk yıllarından yakın zamana kadar, havası, suyu, tabiat güzelliği ve huzur ortamı ile Bursa bir emekliler cennetiydi. Onları da ekleyiniz bu rakama ve son yıllarda güney ve güney-doğudan göçenleri...
Eskiden babalar kızını gelin ederken nasihat da bulunur; Gittiğin evin bir gözü     körse, sen de bir gözünü yum” derlerdi.  Eski göçmenler de geldikleri yeni şehrin kültürüne ve yaşam tarzına uyum gösterme gayretinde bulunurdu. Umursamaz davranışlardan, kıyafeti, hareketleri, tavırları ile sırıtmaktan kaçınırdı.   Kendi yöresinin kültür ve alışkanlıklarını empoze etme ısrarları olmazdı. Hemşerilik duygularını ve ilişkilerini korumakla birlikte “Doğduğu değil, doyduğu şehirli” olma önceliğine önem verilirdi.
Bu gün üzülerek görüyoruz ki üç milyonluk kitlede  “Bursalı olma” nosyonu yok denecek kadar az. Bursa’yı sevmek, Bursa’ya sahip çıkmak, bu kentte yaşamakla övünmek, gurur duymak o kadar unutulmuş ki... Bursa için bir şeyler yapmak şuurunu yeniden uyandırma projesini alkışlamak ve katkıda bulunmak,  kentin nimetlerini kullanan herkesin görevi olmalı.
Kente sahip olma, yerel yönetimlerin öncülüğünde başlar ve gelişir. Günümüzde şehir sınırların çok genişlemiş olması, yerel yönetimler ve devletten daha fazla hizmet bekleme doymazlığı büyük zorluk. Şehriler küçükken bazı şeyler daha basit ve kolaydı. Çocukluğumdan hatırlıyorum;  Belediye Başkanları ve üst düzey yardımcıları kenti adım adım dolaşır, küçük sorunlarla bile ilgilenmek şansına sahip olurlardı.  Zabıta memurları (o zamanlar adı Belediye Çavuşuydu) bakım, tamir isteyen sokak ve kaldırımları, temizliği ihmale uğramış yerleri her gün tespit edip ilgili birime ulaştırırdı. Bir görevli gece bütün sokakları dolaşır, yanmayan sokak lambalarını belirlerdi. Bu görevle mahalle ve çarşı bekçileri de yükümlüydü.
 Bugün kaldırımlarda, yollarda bozulmuş veya başka hizmet birimleri tarafından kazılıp öylece kaderine terk edilmiş o kadar çok yer var ki... Pahalı araçlar ve şoför marifetiyle dolaşan müdürlerin, şeflerin bunları görme şansı yok.  Hepsi telsizli kalabalık ekiplerde ise iş emri almadığı noktalara müdahale inisiyatifi… Asfalt tamir aracının park ettiği noktadan bir metre ilerisindeki çukura -içindeki görevliden ricama rağmen-  bir kürek asfalt atıvermek zahmetinde bulunmaması da bir başka gerçek. Yerel yönetimlerin hizmet birimlerine telefon veya e-posta ile yapılan başvurulara ne derece cevap alınabildiği tartışılır. Hizmetin yoğunluğu buna bahane olamaz. Tüm kademelerde çalışanlarda “KENTE SAHİP OLMA” düsturunun yerleştirilmesi çok önemli. Eskiden, o yılların anlayışıyla, ruhsatsız yapılaşmalar ve proje ihlâlleri ciddi takibe uğrardı. Prost’un şehir planına göre; Çekirge asfaltının kuzeyinde yapılacak binaların çatı yüksekliği asfalt kotunu geçemez kuralı vardı.  Mimar mühendis olan rahmetli dayım 1953 yılında, İntamlar’ın tam karşısında, Kükürtlü bahçesinin bitişiğinde -yakın zamanda yıkıldı.-  bir bina yapmıştı. Bina yüksekliği ön görülen kotu bir metre geçtiği için iki yıl meslekten men cezası almıştı ve bu süreyi askerlik görevini yaparak değerlendirmişti.
Şehirler küçükken yerel basın kentin küçük sorunları ve kentlilikle daha çok ilgilenirdi. Bu gün bir iki gazetemizdeki  “Dert Babası” esprili köşelerle yetiniyor olmak dışında yazılı ve görsel medyaya bu yeni projede çok görev düşüyor.
“BURSA’LI OLMAK”  bir imtiyaz. 
Bu eksikliğin en büyük nedeni ilin hızlı ve sürekli göç alması, yeni yerleşiklerin kendi kültürleri ve çevreleri kapsamında, hemşerilik bağlarını daha ön planda tutarak bir birleri ile kaynaşma arzuları ve alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Kişilerin doğdukları, büyüdükleri, ata mezarlarının, aile toprakları ve mülklerinin bulunduğu yöreleri unutmaması tabii ki çok önemli ve doğal haklarıdır. Oraların kültürünü, folklorunu, örflerini ve bağlılıklarını koruması da. Ama “doğduğu yer değil, doyduğu yer” inde üzerinde hakkı vardır. Bunu sahiplenmek “Bursalı” olmaktır. Allah’ın her türlü doğal ve fiziki imkânı cömertçe sunduğu bu il benimsenmek ve savunulmağa fazlasıyla lâyıktır.
Bugün nüfusu üç milyona yaklaşan kentimizde kendisini bırakınız ana-babasının, nine- dedesinin Bursa doğumlu olduğu kişi sayısı her halde çok azdır. Ben bu kente 1956’da yerleştim. O zamanlar şehrin nüfus ancak yüz bin civarındaydı. Ve yerleşiklerin neredeyse tamamı bir birini tanırdı, aşinaydı. Atatürk Caddesinde gezerken o günün modası olan fötr şapkamızı başımızda tutmak olanaksızdı. Şapka çıkartarak selâmlaşma gereği yüzünden her adım başında iner kalkardı kolumuz. Şimdi aynı caddeyi bir baştan öbürüne kat ettiğimde bir tek kişi ile selâmlaşmıyorum. Cadde üzerindeki işyeri sahip veya çalışanlarından hiç birini tanımıyorum. Bu ilde neşredilen magazin içerikli dergiler veya günlük yerel gazetelerin magazin eklerinde yüzlerce fotoğrafın altındaki isimlere bakıyorum; tanıdığım birkaç soyadı var ama ismiyle tanıdığım hemen hiç kimse yok.
Benim tanıdıklarım ile karşılaşmak bir eski Bursalının cenaze töreniyle sınırlanmış. Tabii ki bunda benim konservatif, sosyal etkinliklerden uzak bir yaşam sürme tercihim var. Ama karşılaştığım eski dostların birçoğundan benzer tespitleri dinliyorum.
Kabul etmek gerekir ki; bu biraz da yaşlılığın gereğidir ve yaşlılıkta en zor şey akransız kalmaktır. Önce büyükler, bazen sırasız olarak küçükler, ardından yaşıtlar birer birer eksilirler. Yaşayanlar ya sağlık sorunları ile uğraşmaktadır ya da iletişim fonksiyonları günden güne zayıflar. Karşılaşmalarda müşterek mevzularınızın artık tükenmiş olduğunu üzülerek görürsünüz. Sokaklarda selâm verecek kimseler hızla azalır.  Sizi tanıyıp selâmlayan gençler olsa da siz onları bilemezsiniz. Caddeler, binalar, insanlar değişir, anıları aplike edeceğiniz mekânlar yok olurlar.
Eski kentlerde değişimin en az olduğu yerler mezarlıklardır. Yaşlı ağaçlar ve yaşlı mezar taşları kendilerini inanılmaz bir direnişle korurlar. Aralara eklenen yeni hece taşları hep bildiğiniz, tanıdığınız isimlerdir. Yaşamdaki aşinalar hızla azalırken buradaki aşinalar aynı hızda artarlar.  Ataların, babaların yanlarına eklenen çocukların, torunların isimleri ile aile hatta mahalle kolonileri oluşur. Oralarda bildiklerinin nüfus hareketlerini bile takip etme olanağı vardır.
Gönül Bursa’yı ve Bursalılığı mezarlarda değil yaşamda bulmak ve görmek istiyor. Bunu başaracak birileri olmalı bu koca kentte.
Birçok Osmanlı ilinde kadılık görevinde bulunmuş olan Nazik Abdullah Efendi, henüz on iki yaşındayken babasıyla İstanbul’a giderler. Rumeli kazaskeri, Bursalı Kara Çelebizâde Mahmud Efendi ile görüşürken Mahmud Efendi çocuğa lâtife ederek İstanbul’u fazla metih edince, Abdullah eline kalemi alarak: “Gerçi dersiz dehr (dünya- cihan)   içinde yoktur İstanbul’umuz  Dursun İstanbul’unuz, Bursa bizim makbulumuz “beytini irticalen yazmıştır.
İşte “Bursalı olmak dediğim budur.” Geçen akşamki etkinlik ve buradaki bağlılık, zaafa uğrayan umutlarımı tazeledi. Sırf bunun için teşekkürler Sayın Sivil Gündem Platformu mensupları.  


18 Kasım 2019 Pazartesi

GEZİ NOTLARI –IV-




8 Ekim Cuma;

Yine erkenden kahvaltı ve güverte. Zenith, Hayfa’ya yanaşıyor.  Şehir limanın gerisinde yeşil bir tepeye yaslanmış. 
Önceden çıkardığım notlara göre; İsrail'de yoğun olarak Arap nüfus barındıran bir kent. İbraniler, Romalılar, Araplar, Haçlılar, Osmanlılar Hayfa'yı yönetimlerinde tutmuş. Kutsal Kitaplarda adı geçen Kermil Dağında Hıristiyanlık, Müslümanlık -ve son olarak Bahailik- için kutsal  olan İlyas Peygamberin mağarası var. Ayrıca bu dağ yamaçlarında Bahai Dininin güzelliğiyle tanınmış bahçeleri ve terasları bulunur.   II. Dünya Savaşı'ndan sonraki Arap-İsrail çatışmasının en şiddetli bölümü burada geçmiş.
Karmel Dağı'ndan bakınca muazzam görünen ova Lübnan sınırına kadar uzanıyor. Hayfa'nın en turistik caddesi Alman Kolonisi Caddesi. Sağlı sollu eski taş binaların restore edildiği bu cadde, 1850'lerde Hayfa'ya gelip yerleşen Almanların yaşadığı bölge. Bugün Alman Kolonisinin olduğu cadde şık ve kaliteli restoranlarla dolu, şehrin ortasından geçerek bir ucunda İngilizlerin limanıyla diğer uçta Bahaî Bahçelerini birleştiriyor.
Bahaîler için en kutsal şehir. 19 terastan oluşan bahçenin tam ortasında bir ibadethane var. Bahai dininin peygamberi Mírzá Husayn-Alí (1817–1892) kendine daha sonra Tanrı'nın Zaferi anlamına gelen Bahaullah adını koymuş bir İranlı. Yeni bir dinin taşıyıcısı olacağını iddia ettiği için hapis yatan Bahaullah daha sonra Bağdat'a sürülmüş sonra da peygamber olduğunu ilan etmiş. Sürgünlüğü Bağdat'tan İstanbul'a, İstanbul'dan Edirne'ye ve sonunda da Akka'ya ve Hayfa'ya kadar getirmiş onu. Takipçisi Abdul-Baha da Bahaullah'ınkine benzer bir yaşam sürmüş ve 40 yıl süren hapis hayatı boyunca baktığı tepeden bugünkü Bahaî Bahçeleri'nin olduğu tepeyi görmüş. Bu nedenle Bahaîler buraya son derece bakımlı Bahaî Bahçeleri'ni yapmışlar. Dünyanın dört bir yanında toplam 5 milyona yakın inananı olan bu dinin mensupları sadece bu çok özenli bahçenin bakımını yapmaya geliyor ve bir yıldan fazla kalmıyor burada. Parlamentoları ve kütüphaneleri de bu bahçenin içinde. Alman Kolonisi'nin ana caddesinin arkasında Hayfa'nın kaynayan kazanı Wadi Nisnas var. Burası çoğunlukla Arapların oturduğu mahalleler ve eski evlerle dolu. İsrail'in Wadi Nisnas'ı Yahudileştirme, Arapları yavaş yavaş bu bölgeden uzaklaştırma amaçlı kentsel çalışmaları var.
Tur otobüslerimiz hazır. Biniyoruz,  yine bizim karma küçük gurubumuz.  Otobanda fevkalade bakımlı, sulamalı, ekili tarlaları, meyve bahçelerini, aralarda modern yapılı küçük yerleşimleri izleyerek bir saat kadar yol alıyoruz.
Geldiğimiz kent yine Arap mimarisi ve karmaşasını taşıyan Hazareth. (İncil’de İsa’nın doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği yer olarak Nasara geçer ve Nasara’lı İsa olarak anılmasına rağmen Doğum yeri Kudüs-Betlehem olduğuna inanılır.)  Çarşı içindeki bir meydana park ederek dik yokuşu tırmanıyoruz. Sağımızda içinden kapısındaki hoparlörden Kur’an yayını yapılan bir cami ve hemen bitişiğinde Avlu içinde yeni yapılmış (1969), modern mimari tarzlı bir kilise. Avlu duvarları ve revaklar büyük boy mozaik panolarla süslenmiş. İncil’den kıssaları ve Hristiyanlık tarihi resimlerini taşıyan bu panolar dünyanın her yöresindeki şehirlerden armağan edilmiş. Meryem’e babasız bir çocuk doğuracağı müjdesi Cebrail tarafından burada verilmiş. O yüzden Müjde (Annuncation) Kilisesi olarak anılıyor.  Giriyoruz, ahşap görünümü verilmeye çalışılmış çatı kasnak ve hatılları ile yükseltilmiş bir çatı. İkinci kata çıkan merdivenler. Binanın ortasında MS 4. yüzyılda Bizans İmparatoru Kostantin’in annesi Kutsal Helen tarafından yaptırılan ilk kilisenin antik kalıntısı.
Bizans resmen Hıristiyanlığı din olarak kabul eder ve Kostantin 325 yılında annesi Helen’i Yahudilik ve Hristiyanlığın kutsal kalıntılarını bulması göreviyle ve çok geniş yetkilerle Kutsal Topraklara yollar. Kıyamet Kilisesi dâhil birçok kutsal mekânın, yerleri Helen tarafından tespit edilerek Üzerlerine ilk binalar inşa ettirilir.
  Helen, ayrıca çarmıha gerilmede kullanılan çivileri bulmuştur. Kudüs ve doğu vilayetlerini terk edip Roma'ya dönmüştür. Kutsal Haç'ın büyük parçaları ile diğer kutsal emanetleri yanında getirmiş ve bugün hala görülebilen saraydaki özel şapelinde muhafaza etmiştir. Bu yüzden azize ilân edilmiştir.  Sarayı daha sonra “Kudüs'ün Kutsal Haçı” Bazilika'sına çevrilmiştir.
Ben üst kata çıkmadım ama gurup üst kat kapısından çıkarak kilisenin biraz ilerisindeki bir başka kiliseye gittiler. Burası da yine Helen tarafından bulunup, Meryem’in kocası Yusuf’un marangoz dükkânı veya evi üzerine inşa dilmiş eski kilise harabelerinin üzerine yapılmış.  Evvelce bu mekân Yahudiler tarafından vaftiz törenleri için kullanılırmış. Yahudi kızların ilk adetleri ve evlilik öncesi adetlerinde burada yağmur suyu ile vaftiz edilmeleri şartıyla evlenmelerine izin verilirmiş.
Yeniden otobüs, Kuzeye doğru yol alıyoruz. Yine bakımlı ziraat arazileri, köyler, çiftlikler. İsrail’in birçok yerinde yol kenarları Begonvillerle kaplı ama bu yöredekiler kadar büyük ve güzellerin ilk kez görüyoruz. Rubi,  kırmızı, oranj, sarı ve beyaz renkleri ile yan yama geniş kümeler. Buralar İsrail’in 6 gün savaşları sonrası Ürdün’ den ele geçirdiği Galille (Celile) toprakları. İsa’nın ilk vaazlarını verdiği, mucizelerini gösterdiği yerler.
İlk durağımız, korumalı kapısından girdiğimiz botanik parkı gibi çok güzel bir sahanın ortasındaki otel. Acıkmış karınlarımızla yemeğe geldiğimizi sanıyoruz. Ama yanıldık. Bu çiş molası. Üzerinde olduğumuz tepeden bakınca görüntü nefis; aşağılarda Galille (Celile= Taberiye) gölü ardında Ürdün Vadisi ve Golan Tepeleri.   Bahçede diğer turist guruplarının yürüdüğü yöne yöneliyoruz. Küçük bir platform. Üstteki otele çıkan merdivenler ve karşımızda sekizgen yapılı modern mimarili bir şapel.  İçeri giriyoruz. Sekiz sütunun arası cam duvarlar, mekân ortaya doğru birkaç basamak alçalıyor, çepçevre cilalı tahta sıralar. Ortada şık bir altar. Genç bir rahibin idaresinde genç bir ziyaretçi cemaat gurubu ilahiler söylüyor. Bina İsa’nın ilk vaazlarını verdiği yere yapılmış.  Hristiyanlığın sekiz umdesini de ilk kez burada açıklamış. Bu sebeple bina sekizgen.  Rehberler cep boyu İncillerden bu sekiz umdeyi okuyor guruplarına.  Celile’deki diğer noktalar gibi burası da Helen tarafından belirlenmiş.
Yeniden tırmandığımız tepelerden sonra ikici ziyaret; Tabgha. Burası İsa’nın aşağıdaki gölde balık tutmaya çabalayan iki kişiye balık tutmayı öğrettiği ve mucize göstererek 2adet balık, bir parça ekmeği 5000 kişiyi doyuracak çokluğa eriştirdiği yer. Antik kiliseden sadece yerdeki mozaik kaplama kalmış. Üzerindeki şapel de yeni yapı Yarım daire bir mihrabı ve önünde mermer, dört bacaklı masa gibi bir atlar var. Altında yine antik bir kalıntı. Duvarlar tek sıra oturma düzeni ile çevrili. İçerisi çok sıcak, ortasında balık havuzu olan küçük iç avlu ve hediyelik eşya dükkânı da öyle.
Üçüncü mekân dördüncü yüzyıldan kalma bir sinagog ve bitişiğinde altıncı yüzyıldan kalma kilise harabeleri Daha doğrusu temel duvarları kalıntısı. Ören yeri tel örgüyle çevrelenmiş, İki katlı bir yönetim binası ve bilet gişesi, tuvalet var. Kazıdan çıkan kırık sütunlar, sütün başlıkları, tavan alınlıkları bahçede sıralanmış. Rehber bu taşların üzerindeki kabartmalar hakkına uzun anlatımlarda. Bilirsin bu teferruatı hiç sevmem, lodoslu hava, kırk derecenin üzerindeki sıcak dayanılır gibi değil. Otoparka kadar zor yürüyüp kendimi otobüse attım. Birazdan Belma da kaçmış geldi. Anlatımlardan aklında kalan; taş kabartmalardaki Davut yıldızı ve nar motifleri. Bir narda değişmez 613 tane bulunduğu ve 613’ün Tevrat’ta Yahudilerin yapması ve yapmaması gereken, zorunlu 613 emirlerin sayısı olduğu.
Gurubumuz toplandı, artık geciken yemek zamanı ve beklediğimiz yağmur geldi.  Galille gölü kenarına iniyoruz. Yine Kudüs’te yemek yediğimiz oteller zincirinin buradaki kompleksine geliyoruz. Turist guruplarının doldurduğu büyük salon, masalarımız ayrılmış, açık büfe, yemekler güzel.
Yemek sonrası göl kenarını takiben Tiberias Şehrine geldik. Yol boyu ve kentte çok yıldızlı oteller, plajlar göl kenarına sıralanmış.
Galille (celile gölü) gene İsrail işgalindeki bir bölge. Göl deniz seviyesinin altında dünyanın derindeki ve en büyük tatlı su gölü. 53 km. kıyı şeridi var, eksi 209 metre derinliğinde. Doğusu Ürdün. Kuzey doğusu Golan tepeleri. Buralardan inen Ürdün (Şeria-Jordan) nehri gölü besliyor, güneyinden devam ederek sularını Ölü Deniz’e (Lût gölü) boşaltıyor. Buranın aksine yine deniz seviyesi altındaki Ölü Deniz çok tuzlu, tuz oranı %30
İsrail, nehrin Ölü Deniz’e çıkışını kapatmış. Göldeki tatlı suyu arıtarak bütün ülkeye içme suyu sağlıyor, sulamada kullanıyor.  Tiberias’ta yine Kapris firmasının satış ve teşhir merkezine götürülüyoruz.  Yerel Tur şirketleri ve rehberlerin dünyanın her yerindeki komisyon tezgâhı…
Celile’deki son durağımız Ürdün nehri kıyısındaki Babtism (Vaftiz) Yardenit Sitesi. Düzenli ve yeşillik içesindeki otoparktan kontrollü girilen tek katlı büyük bir yapı. Girişte koltukların yerleştirilmiş olduğu soğutulmuş bir lobi. Karşıdaki kapıdan nehir kenarına çıkılıyor. İnce uzun bir teras, ağaçlıklı, çiçekli. Nehir yatağı üç-dört metre kadar aşağıda. Merdivenle inilen ikinci bir terasta kırk elli kişilik, karışık yaşlardan bir gurup, kahverengi harmaniyeli, genç bir rahibin çaldığı gitar ve el çırpmaları eşliğinde bazen ilahiler, bazen pop söylüyor ve dans ediyor.  Nehirde ve merdivenlerde yalınayak, Üzerlerinde sadece, yakasız, beyaz elbiseler olan kadınlı erkekli kalabalıklar.  Bunlar merdivenlerden nehre iniyor, kollarına giren kendileri gibi iki kişi ile birlikte bir takım dualar ediyorlar. Bu yardımcılar elleriyle göğüs ve karın bölgelerini ovuşturuyorlar. Sonra kişi bir eliyle burnunu kapatıyor, yardımcılar omuzlarından tutup sırt üstü bütünüyle suya daldırıyorlar. Bence çok hisli bir ritüel. Vaftiz  olan kişilerden birçoğu bu anı bir vecd içinde idrak ediyor, cezbe geliyor, hıçkırıklarla ağlıyor kısa fenalıklar geçiriyorlar. Sahne karşısında biz de duygulandık, gözlerimiz doldu. Kâbe’de his etiğimiz duygular tazelendi. İsa, peygamberliğinden sonra 27 yaşında iken Vaftizci Yahya tarafından burada vaftiz edilmiş. Otobüsümüzden bir İtalyan ve bir Yunanlı genç Hamım da vaftiz oldular. Kutladık onları, Belma da bu suya hiç değilse ayaklarını soktu.  
Sitede bir de büyük bir market var. Hediyelik eşyalar, yörenin bal, hurma pekmezi ve benzeri ürünleri, Galille menşeli krem ve güzellik müstahzarları satılıyor. Meğer kadın milleti bunu bilirmiş zaten. Tören kıyafeti elbiseler de buradan alınıyor veya kiralanıyor ve özel kabinlerde giyiliyor. Islanınca şeffaflaşması nedeniyle bazı hanımlar hazırlıklı olarak içlerinde mayo ile gelmişler.
Ancak hava karardıktan sonra Hayfa’ya gelebildik ve şehri görmek mümkün olmadı. Sadece Alman Caddesinden bir tur alarak gemiye döndük. Bahaî Bahçelerinin ise sadece güverteden ışıklarını görebildik. Tura katılmayan Muğla’lı arkadaşlarımız alışveriş umuduyla şehre çıkmışlar hiç bir şey bulamamışlar, yakın zannıyla limana kadar yürüyerek dönmüş ve perişan olmuşlar. Böylece gün bitti.

9 Ekim Cumartesi;
Bugün son destinasyon, Limasol. Güney Kıbrıs daha geceden puştluğunu yaptı. Gemiye gelen bir faks yeşil pasaportlularda Shengen vizesi olmayanların karaya çıkamayacağını bildiriyormuş. İkinci puştlukla daha limana girerken karşılaştık.  Sadece bizimkiler değil, hiçbir ülkenin cep teflonunun Türküye ile iletişim kurması olanaksız, hatlar bloke edilmiş.14 kişinin sekizi yeşil pasaportlu, iki kişi istemedi sadece Belma ve ben karaya çıktık. Rehberimiz Semih beyle birlikte limandan bindiğimiz bir şehir otobüsüyle deniz kıyısından Limasol’un ucuna kadar gidip döndük, Kıyıda oteller, tatil köyleri, İngilizlere satılmış, villalar ve siteler, plajlar var. Hava çok rüzgârlı, deniz dalgalı, cazip hiçbir yanı yok. Dönüşte eski limanda inip çarşıyı şöyle bir dolaştık. Birer kahve içtik. Limasol bu kadar. Gördüğümüz tek enteresan yer büyük bir deniz mahsulleri mağazası oldu. Çok sayıda, her cinsten deniz hayvanları kabukları, denizatı, denizyıldızı ve benzerleri. Bir taksiye atlayıp gemiye döndük.
Öğleden sonrayı biraz yatarak, biraz bavullarımızı toparlayarak geçirdik. Gece yarısı bavullarımızı kamara kapısına çıkarmamız gerekli.  Bu gece 12’den sonra gemi aşçılarının hazırladığı, meyve, sebze ve ekmeklerden oluşan “Muhteşem Büfe” var ama çok güzelini Fantazya gemisinde gördüğümden “ben almayayım”.  Erkenden yatıp uyudum: Belma beklemiş ve resimlemiş.
10 Ekim Pazar;

Marmaris; sabah, pasaportlarımızı teslim aldık,  08’de yanaşıp, biraz sonra karaya çıktık. Bitti, Allah’a şükür kazasız, belâsız, sorunsuz bitti.  Hiç tahmin etmediğim halde her yere yürüyebildim, tırmanabildim.  Volteren sağ olsun.  Türkiye’de hava çok soğumuş, kaloriferler yanmış, Uludağ’da kar kalınlığı 55 santime ulaşmış. Bu durumda birkaç gün daha Marmaris'te kalma programı yatar. Otelden Yaris’i aldık,  münavebeli kullanarak ver elini Bursa.
Sevgili Şart;
Hepsi bu kadar, bir daha nereye kısmet olur, ne zaman olur bilemem, sana yazabilir miyim? Onu da bilemem.
Kal sağlıcakla. 

GEZİ NOTLARI –III-



7 Ekim Perşembe;
Sabahları çok erken uyanıyoruz. 06 gibi güneş doğuyor, 07’de limanlara giriş yapılıyor. Bu sabah da öyle oldu. Limanda tur otobüsleri hazır. Çıkışı bekliyoruz. İsrail'e hiçbir şekilde yiyecek içecek sokmamız gereği için uyarıldık. Tabii en çok Vildan Hanım üzüldü. Dışarılarda sadece yanında taşıdığı zeytin ve ekmeği yiyor.
Gemi çıkışında İsrail görevlileri pasaport ve bazılarının el çantalarında arama yaptılar. Pullmantur’la mahalli tura çıkanların otobüsleri art arda hareket etti. Biz 14 Türkü alması gereken minibüs ortalarda yok. Semih bey elde telefon oradan oraya koşturuyor. Müslüman olmayanlar Mescidi aksa alanına giremiyor. Bu yüzden bizler için yerel bir şirketten özel tur ayarlanmış ama bu şirketin araçları deklare olamadığından limana giremiyor, bizlerin de yaya olarak liman sahası dışına çıkmamıza izin verilmiyor. Sonunda çözüm limana giriş serbestîsi olan taksilerle bir hayli de uzak olan liman dışına çıktık. Bu sefer minibüsü bir süre beklemek zorunda kaldık. Çok sıcak bir gün.
Nihayet hareket edebildik.  Yollar güzel, etraf yeşil ve bakımlı. Ekili tarlalarda sulama sistemleri göze çarpıyor.  Yerel rehber bir Arap, uzun uzun Filistin İsrail ve tarihini anlatıyor, Semih Bey tercüme ediyor. Turun adı “Kutsal Topraklar” Konu İsrail ve hedef üç dinîn koordinatlarının kesiştiği Kudüs olunca bu bölgenin geçmişini ve semavi dinler tarihi hakkındaki bilgilerimizi tazelemek gerekli zaten.
Eski Musevi yazımları ve Ahdi Atik’deki (Tevrat) bilgilerin değişime uğramış ve esatirlerden etkilenmiş olduğu dikkate alınarak ve Kuran’a göre özetle şöyle ki:
Babil’de doğan ve yaşayan Hz. İbrahim Nuh’un oğlu Sam neslinden gelir. Babası Azer veya Taruh’dur. Peygamberlikle şereflendirildikten sonra halkı tek Allah’a secdeye davet etmesi ile devrin kralı Nemrut’la ters düşer. Nemrut tarafından ateşe atılarak cezalandırılmak istendi ise de Allah’ın takdiriyle ateş İbrahim’i yakmaz. Yoğun ateş gül bahçesine döner. Günümüzde Urfa’da Halil-ül Rahman gölü ve içindeki balık şekline dönüşmüş odunların bu ateşin olduğu yer olduğuna inanılır. 38 yaşındaki İbrahim Babil’i terk ederek eşi Sara ile birlikte önce Şam veya Filistin’e sonra Mısır’a hicret eder. Çocukları olmamaktadır. Bu yüzden Fravun’un azatlı kölesi Hacer ile evlenir. Hacer’den oğlu İsmail doğar. Allah Hacer ve küçül İsmail’i uzak bir yere bırakmasını emreder. İbrahim onları Mekke’ye getirerek terk eder. Burada Zemzem kuyusunun bulunuş ve ardından 12 yaşındaki İsmail’in Allah’a kurban edilmesi hikâyeleri girer semavi kitaplara. Mısır’a geri dönen İbrahim 120 Sara 99 yaşlarında iken Allah’ın takdiri ile ikinci oğulları İshak doğar. Bu yıllarda İbrahim’in tekrar Mekke’ye gelerek İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmeleri olayı anlatılır semavi kitaplarda.
    Arap kavimleri İsmail’den, Yahudi nesli İshak’tan gelir. İshak’ın oğlu Yâkûb’a yaşadığı Kenan diyarında (Finike, Sayda, Sur şehirleri) Allah tarafından peygamberlik tevcih edilir. Yâkûb babasının ölümü üzerine Harran’da bulunan dayısının yanına gider ve onun kızı Leyâ ile sonra da onun küçük kardeşi ile evlenir. Yeniden Kenan diyarına yerleşir. Çeşitli evliliklerden 12 çocuk sahibi olur.  Bu on iki çocuklardan en küçükleri, anneleri ölmüş Bünyemin ve Yusuf, babaları tarafından en çok sevilmekte ve durum diğer kardeşler tarafından kıskanılmaktadır.  Özellikle Yusuf’tan kurtulmak isteyen ağabeyleri onu çölde bir kuyuya atarlar. Fakat kervancılar tarafından kurtarılıp Mısır’a getirilir. Burada devrin maliye nazırına köle olarak satılır. Sarayda özenle büyütülen Yusuf, babalığının ölümünden sonra Mısır’a maliye nazırı olur. Ağabeylerini af ederek onları ve Yusuf acısı yüzünden gözlerini kayıp etmiş olan babasını Mısır’a getirtir.
Tevrat’a göre göç esnasında Tanrı Yâkûb’a görünerek adını İsrail olarak değiştirir. Ardından Mısır’a göç eden halkına ve Yâkûb’un soyuna İsrail Oğulları denilir.  Bu on iki oğuldan bir olan Yehuda kabilesinin adı sonraları tüm İsrail Oğulları için kullanılır olmuştur. Batı dillerinde Jue, juie, jude gibi yaklaşık söylemlerde kullanılır
MÖ. Bininci yıllarda Mısır ve civarında hâkimiyet kuran bu kavimleri Davut bir araya toplayarak Kudüs merkezli, bağımsız Yahudi krallığını kurar. Ölümünden sonra oğlu Süleyman başa geçer MÖ 931’de Süleyman’ın ölümü üzerine Yahudi krallığı ikiye ayrılır. Kudüs Yehuda krallığı tarafında kalır. MÖ 588’de Babilli’ler Yahudi krallığını işgal ve Yahudileri sürgün ederler. MÖ 537’de Babili yenen Pers kralı Yahudilere özerklik verir. Çeşitli devletlerin işgalleri ardından nihayet MS 135’de Roma imparatorluğu Mısır ve bu arada Kudüs’ü de işgal eder, Yahudileri esir ve köle olarak dünyanın çeşitli yerlerine ve özellikle Avrupa ülkelerine dağıtır.
 Bu arada Mısır’da kalan İsrail Oğulları köle olarak Firavunların zulmü altında yaşamaktadır. Gittikçe artan nüfusları yerli halk Kıptiler tarafından hoş karşılanmamaktadır. Bir gün bir kâhin Firavun Kabus’a İsrail Oğullarından gelecek bir çocuğun Mısır devletinin batmasına sebep olacağını bildirir. Paniğe kapılan Kâbus doğan bütün İsrail Oğullarının öldürülmesini buyurur. Bu sırada doğan İmran oğlu Musa annesi tarafından bir sepete konularak Nil nehrine bırakılır. Sepet Firavunun eşi Asiye tarafından bulunarak çocuk evlat edinilir. Sarayda büyüyen Musa Meyden şehrinde Şuayip peygamberin kızı Safura ile evlenir. Eşi ile birlikte Mısır’a dönerken Tur Dağında Allah ona görünür ve kendisine Peygamberlik tevcih edilir. Firavun’u ve Kıptileri Hak dinine davet eder, bu meyanda bir takım mucizeler gösterir ki en önemlisi Firavunun büyücülerine karşı gösterdiği “asa mucizesi”dir.
Musa, İsrail Oğullarını alarak Mısır’dan çıkma teşebbüsünde bulunur. Onları takip eden Firavun ve ordusu yarılan “Kızıl Deniz mucizesi” ile yok olurlar. Musa, İsrail Oğullarını tekrar özgürlüğüne kavuşturur ve Tur dağı civarına yerleştir.  Burada kendisine Tevrat vahiy edilir. Kavmiyle beraber Lût gölü güneyine ve Şeria nehrine kadar ilerler ve 120 yaşında Kenan diyarı yakınlarında vefat eder. Bu yıl Âdem Peygamberden 3868 ve Mısırdan çıkışından 40 yıl sonradır.
İsrail Oğulları Musa’dan sonra yeniden Hak yolundan çıkarlar. Allah onlara İsa Peygamber'i gönderir İsa’nın doğum, yaşam peygamberlik ve çarmıha gerilmesi, dirilip göğe yükselmesi olaylarını, onun ölümünden 70 yıl sonra havarileri tarafından yazılan, İnciller çok farklı anlatırlar. O kadar ki olayların gerçekliği şüphe bile yaratır.  Kabul gören kanıya göre annesi Meryem bakire olduğu halde önceden Cebrail tarafından kendisine babasız bir çocuk doğuracağı müjdelendiği üzere hamile kalır. Dedikodular üzerine gene Cebrail’in marangoz Yusuf’a görünerek onu ikna etmesi neticesi Yusuf ile evlenir Bugün Batı Şeria’da kalan Kudüs’e 9 km. uzaklıktaki Beytüllahim (Bethlehem) kentinde bir mağarada kendi başına doğurur. İsa’ya Romalılardan, Tiberrus’un iktidarı döneminde 30 yaşındayken peygamberlik gelir ve İncil indirilir. Önce Celıle'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet eder. Mucizeler gösterir. Yahudiler Hz. Hazret-i İsa'ya inanmazlar ve çok eziyet ederler.  İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pılatus'a şikâyet ederler. Havarilerin içinden Yahuda, birlikte yedikleri son akşam yemeğinin ardından ihanet ederek yerini bildirince yakalanır.
 Muhakeme edilir ve çarmıha gerilerek öldürülür.   Allahütealâ tarafından Hazret-i İsa'nın göğe çıkarılmasından sonra Romalılar Kudüs üzerine hücum ederek Yahudileri dağıtırlar. Bir kısmını esir edip, bir kısmını da öldürdüler. Kudüs'ü yağma ve tahrip ederler. Bu suretle dağılan Yahudiler bir yerde toplanıp bir daha devlet kuramazlar, dünya üzerindeki lânetli sürgün yaşamlarına devam eder.
Yahudi diasporasının yüz yıllar süren bağımsız devlet kurma idealleri, hatta Abdülhamit tarafından reddedilen, Osmanlı devletinin bütün dış borçlarının ödenmesi karşılığı Filistin’de yurt edinme teklifleri dâhil mücadeleleri ve kutsal topraklara (Filistin’e) toplu göç hamleleri nihayet 1948 yılında sonuç verir.
İkinci Dünya Savaşının müttefiklerin galibiyetiyle bitmesinden sonra, İngiltere Amerika'nın da yardımını sağlayarak 1920 yılından beri elindeki Filistin meselesini Birleşmiş Milletlere götürür. Birleşmiş Milletler 1947 Kasımında Filistin'in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verir. Kudüs şehrine ise Birleşmiş Milletler denetiminde milletler arası bir bölge statüsü tanınır. 1948 yılı 14 Mayısında İngiliz mandasının sona ermesi üzerine David Ben Gurion, bağımsız İsrail Devletinin kurulduğunu açıklar. Bu çözüm Arapları tatmin etmez.  Filistin iç savaşı başlar. İsrail Devleti kurulur kurulmaz; Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail üzerine saldırıya başlalar. Bu savaş bir yıl kadar sürer. İsrail yetmiş beş bin kişilik bir ordusu olmasına rağmen beş Arap devletini yener. Birleşmiş Milletlerin çabasıyla yapılan anlaşma sonunda, İsrail toprakları çok genişler. Daha sonraki yıllarda Mısır, Suriye ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı Ordusunun her savaş teşebbüsü  -1973’de Mısırın Süveyş’e saldırısındaki başarısı dışında- İsrail’in galebesi ve İsrail’in Kudüs'ün tamamını, Sina Yarımadasını ve Suriye'nin güneybatı kesimini ele geçirmesiyle sonuçlanır Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki gerginlik hâlâ devem etmektedir
“Filistinliler Ülkesi" olarak da adlandırılan Filistin (Paletsin) toprakları, Güneyde, Akabe Körfezi'nden başlamak üzere Akdeniz ile Şeria Nehri'nin batısı arasında kalan,  en eski yerleşimlerinden birdir. Eski Yunanlıların kıyı bölgeleri için kullandıkları bu isim. Yahudiler tardından Yahudiye veya Kenan olarak adlandırılır.  Bilinen ilk yerleşikleri MÖ. 2000’de Sicilyalılar, Makedonlar, Araplar daha sonraları Hitit’li ve Mısırlılar dır. Musa öncülüğündeki İsrail Oğulları da buraya yerleşirler. Bölge MÖ 64’te Roma hâkimiyetine girer. İşgal ve sürgünlerle geçen yüz yıllar boyunca Yahudiler bu toprakları yurt edinmek hayallerinden vazgeçmezler.
BM’lerce İsrail’e verilen toprakların büyük kısmı Necef Çölündedir.  Savaş ve işgallerle Çölün büyük bölümünü ele geçiren İsrail, çöl topraklarını verimli duruma getirmek için 500 km uzunluğunda beton boruyla su getirerek sulamaya başladı. Hızlı bir ağaçlandırma çalışmalarına başlandı.  Bugün burada tahıl tarımı ve meyvecilik yapılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bilinen bakır, petrol, fosfat ve manganez yatakları bulunup işletilmeye başlandı. Necef Çölü ekonomik yönden İsrail için önemli bir kaynaktır
Uzun ve dar bir şekle sahip olan İsrail, 470 km uzunluğunda, en geniş bölgesi yaklaşık 135 km'dir. Sınırları ve ateşkes hatları içerisinde kalan toplam yüz ölçümü 27.817 km²'dir. İsrail, yaklaşık 7.282.000'luk nüfusuyla eşitli din, kültür ve sosyal geleneklere sahip insanları bir araya getirmiştir. Para birimi Yeni İsrail Şekeli'dir.    Bir Dolar yaklaşık 3–3,5 şekel değerindedir. Teknoloji alanında İsrail ekonomisi dünyanın en hızlı gelişen ülkesidir, yüksek teknolojik araç gereç üretimi, tarım, sanayi, elmas işlemeciliği ve turizme dayalıdır. Sanayi sektörlerinin başlıcaları; ilaç, optik, elektrik malzemesi, elmas işletmeciliği, silah sanayiidir.
Kişi başına düşen milli gelir, Avrupa ortalamasına yakındır. Kibutz adı verilen kommünal tarım çiftlikleri gıda üretiminin tamamına yakınını gerçekleştirerek ülkenin gıdada kendi kendine yetmesini sağlar. İsrail’de sulama şebekesi çok gelişmiştir. 400.000 hektardan büyük bir alan sulanabilmektedir. Ana tarım bölgesi Eşdraelon, sahil ovaları vadiler kadar verimlidir. Yetiştirilen başlıca tarım ürünleri; tahıllar, turunçgiller, şekerpancarı, muz, kivi, şeftali, üzüm ve vişnedir. Otlakların az olması sebebiyle hayvancılık gelişmemiştir. İsrail’de sığır ve koyun yetiştirilir, kümes hayvanları çoktur. Hayvanlardan elde ettiği ürünler kendi ihtiyacını karşılar. Balıkçılık çok gelişmiş olup, Atlas Hint ve Okyanusu'na çıkardığı gemilerle yapılan avcılık ile yılda 25.000 tondan fazla balık avlanır.
Devlette Yahudi nüfus için kast sistemi geçerlidir. Yahudi ırkı geldiği göç bölgelerine göre sosyal sınıflara ayrılır. En imtiyazlı sınıf Amerika ve Avrupa Yahudileri, sonrakiler Rusya’dan göçenler, üçüncü olarak Arap kökenliler ve en alt sınıf, nerede ise köle muamelesi gören birçok yere, hatta hastanelere bile sokulmayan Afrika kökenlilerdir.
Bir başka sınıf da Ortodoks Yahudilerdir. Siyah fötr şapka, siyah takım elbise veya pardösü giyip, saç ve sakallarını tıraş etmeyen, Favorilerini lüle yaparak dikkat çeken bu kitle; hiçbir işte çalışmaz, askere gitmez, başıboş dolaşır, günlerinin çoğunu Ağlama Duvarında geçirir, sadece yapabildiği kadar fazla çocuk yapmakla meşgul olurlar. Geçim kaynakları Amerikan dinî fonlarının kişi başına her ay verdikleri 1200 dolar maaştır.
İsrail’de hafta sonu tatili Cuma öğlede başlıyor. Zira Müslümanlar için tatil günü, Cumartesi Yahudilerin Şabat Günü. Resmi tatil olması bir yana o gün hiçbir mağaza iş yeri açılmaz, toplu taşım araçları bile çalışmaz. Buna karşın Pazar tatil değil ama o da Hıristiyanlar için ibadet günü.
Şart, bu kadar tarih yeter.  Bir saatlik yolculuk sonunda nihayet Kudüs’e vasıl olduk. Yeruşalayim, Jerusalem, Uruşelim, Yerusalim, Makdis, Beyt-ül-Mukaddes, Beytül-Makdis, İlya ve Eyliya isimleriyle de anılan Kudüs dünyanın eski şehirlerindendir. Bugün Kentin doğu yakası Arapların batı yakası İsraillerin kontrolünde. Arada bir sınır yok. Bizim şehre giriş yaptığımız kuzey doğu kesimi mimarisi, yerleşikleri ve pisliğiyle hemen kendini belli ediyor. Sur dibinde yarı çöplük bir otoparka park ederek Müslüman mezarlıkları arasından dik bir yokuştan inerek Kuzey kapısından Mescid-i Aksa alanına girdik.
 Duvarla çevrili çok büyük avlunun bu kapısında Müslüman görevliler oturmakta ve Müslüman olmayanların avluya dahi girmelerine izin vermemektedir. Pasaport ibraz etmek ve Kelime i şahadet getirmek suretiyle imtihana tabi tutuluyorsunuz.  Gurubumuzdaki kadınların bir gün evvelden uyarılmış olmalarına rağmen Belma ve bir emekli vali ve hanımı dışında hiçbiri bu kapıyı geçemediler. Kapı dışındaki bir dükkandan beyaz, desenli bir nevi çarşaf satın almak zorunda kaldılar. Biz Belma ile avluda onları ve kocalarını bir saat kadar beklemek zorunda kaldık. Girişteki bu bölümde eski yapı bir okul, daha doğusu avluya açılan gözlerden oluşan bir medrese var. Teneffüs zamanı olmalı ki; öğrenciler bahçede voleybol oynamakta. Ağaçların arasından önümüzdeki tepedeki Kubbet-üs Sahra ve pırıl pırıl parlayan, altın olduğu iddia edilen büyük kubbesini görüyoruz. Ağır adımlarla kırk kadar basamak tırmanarak tepeye ulaşıyoruz.
Bulunduğumuz büyük saha İsrail Oğulları’nı monarşik bir yapıda toplayan ilk İsrail Kralı Davut tarafından MÖ. 1000 yıllarında inşasına başlanan ve Oğlu Hz. Süleyman tarafından bitirilen Yahudilerin ilk tapınağı Süleyman mabedinin yeri. Süleyman’a bu muhteşem tapınağı inşa eden Hiram Abiff isimli bir mimar veya taşçı ustasıdır ki masonluğun kurucusu olarak bilinir. Tapınak Mö. 588 yılında Kudüs’ü işgal eden Babilli’ler tarafından yıkılır Ardından Persler Kudüs’ işgal eder, tapınağın yediden inşasına izim verir ki; bu ikinci tapınak olarak adlandırılır. Bu tapınak da MÖ. 70’de Romalılarca yıkılır.
Arapçada Cami yerine mescit kelimesi kullanılıyor, secde edilen yer anlamında. İslam’da üç kutsal mescit var. Mescidi Haremeyn yani Mekke’de Kâbe etrafı ve Medine’de Peygamber mescidi. Üçüncüsü burası, Arapçada “en uzaktaki mescit” anlamına geliyor. Hicret'in ikinci yılına kadar Müslümanların kıblesi iken Kâbe’nin kıble olarak kabul edilmesiyle, tüm Müslümanlar namazlarını Mescid-i Aksa yerine Kâbe’ye dönerek kılmaya başlamışlardır. Ki bu vahiy bir ikindi namazının ortasında gelmiş ve Peygamber ve cemaat namaz esnasında kıble değiştirmiştir.  Ve bu olayın yaşandığı Medine’deki cami Kıbleteyn  (iki kıbleli ) olarak isimlendirilmiştir.
Kefeki taşı kaplı geniş bir platform. Yaklaşık 150 dönüm kadarmış. Ortasında İslâm mimarisinde bilinen ilk kubbeli yapı olan, sekizgen Mescid-i Aksa=(Kubbet-üs Sahra). Emevi Halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiş. Bir dönem Haçlılar tarafından ele geçirilerek kilise olarak kullanılmış, Selâhaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethi ile yeniden cami olarak ibadete açılmış. Tadilat dolayısı ile sadece batı kapısı açık.  Belma burada ikinci bir sınava tabi tutuluyor, kelime-i şahadet yerine ezberden Yasin okuyarak ve fakat verilen eşarbı pantolonun beline sarması şartıyla bina içine girebiliyor. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur'an sureleri ve çeşitli arabesk motiflerle süslü. Tarih boyunca bölgeye hâkim olan Müslüman hükümdarlar Kubbet-üs Sahra'ya büyük saygı göstermiş, binanın bakımı ve tamiri ile yakından ilgilenmişler.  Bölge Yavuz Sultan Selim devrinde Osmanlı topraklarına katılmış. Kanuni Sultan Süleyman Kubbet-üs Sahra'yı köklü biçimde tamir ettirmiş, binanın dış cephesini çinilerle kaplatmış.  Sonraki bütün Osmanlı padişahları da bakım ve tamire devam etmiş. Tavandaki muhteşem avize ve yerdeki İran halıları  II. Abdülhamid’in hediyesi. 
 Binanın ortasında dünyanın temeli olduğuna, Müslümanlar tarafından havada durduğuna inanılan. Muallâk Kayası bulunuyor.
Bu kayanın en geniş yeri 18 metre, en dar yeri ise 13,5 metre imiş.  Hz. Muhammet de Miraca çıkarken bunun üzerinden hareket etmiş. Bakım dolayısıyla etrafı tahta perdeyle çevrili. Bir kenarında içinde Peygamberin saçı olduğuna inanılan metal bir kafesin altına el sokularak buna temas etme ritüeli var. Muallâk kayasının altındaki mağaraya on basamakla iniliyor.  Küçük bir mekân, tavanda bahis mevzu kayanın altı görünüyor. Ortası delikmiş ve yukarıyı görmek mümkünmüş. Ama orasını bir aydınlatma globu kapatıyor. Yahudi inanışına göre (İsmail yok sayılarak) İbrahim, oğlunu bu kaya üzerinde kurban ederken Cebrail tarafından koyun getirilir. Ve kesilen koyunun kanı bu delikten akar. Yerde yekpare halı seccade yayılı. Birkaç kişi namaz kılıyor. Günümüzde onlar için de kutsal olan bu mekâna Yahudilerin  girmesine izin verilmemesi ağlama nedenlerinden birisi imiş. Sadece senede bir gün dini bir bayramlarında bir Haham’ın tüm kavim adına burasını ziyaretine izin veriliyormuş.
Platformdan merdivenlerle inilen gene çok geniş alanın ucunda iki minareli, bir cami var ki asıl ibadete açık olan yer burası. Abdülmelik’in oğlu tarafından yaptırılmış. Öğle ezanı vakti olduğundan bir girip çıktık. Ama uzun süre Arap rehberin cemaatle namazının bitmesini bekledik dışarıda. Cami'in güney duvarı yüksek kale duvarları üzerinde son buluyor.
Topluca, Mescid-i Aksa avlusunun batı kapısından çıkarak Kudüs’ün dar sokaklı,  çarşısına girdik. Hemen 300-400 metre ilerisi Yahudilerin kutsal mekânı Ağlama Duvarı.
Yüksek bir noktadan aşağıdaki Ağlama duvarını izliyor ve resim çekiyoruz. Bulunduğumuz yerin altında tahta perdeler ve iskelelerle çevrili bir kazı alanı var. Burada Yahudi, Hristiyan çeşitli kuruşların arkeolojik kazı adı altında Yahudilerin, Lâhit Sandığını veya İsa’nın son yemeği kaplarını aradıkları iddia ediliyor.  Taş kaplı büyük bir alandan sonra tam karşımızda ağlama duvarı.   Büyük bir kalabalık, bir kısmı normal kıyafetli, bir kısmı Yahudi Kippa’lı, büyük çoğunluğu özel kıyafetleri ile Ortodoks Yahudiler. Sallanarak ve hızlı sesle dua etmekte, duvara el sürmekte. Sağ tarafta tahta bir köprü- platformla sınırlandırılmış bölge Kadınlara ait. Buradan tempolu alkışlar ve şen çığlıklar yükseliyor zaman zaman.  Sonradan öğreniyoruz ki Yahudilerin nişan, evlilik, doğum, özellikle Bar Mitzvah (dini görev yüklenebileceği 13 yaşına giren, Yahudi erkek çocuklarının ergenlik veya kızların bir nevi sosyeteye takdim törenleri)  olduğunu öğreniyoruz.  Belma bir nevi nişan sepetinin alkışlarla açılışını izledi ve ikram edilen keki yedi. İsrail askerlerinin X-Rey cihazlı kontrolünden geçerek kırk basamak aşağıdaki alana iniyoruz. Sol tarafta yamaca oyularak kemerli bir yapılaşmayla tuvaletler ve kafe-restoran yapılmış. Devamında iç içe yine toprak altına oyulmuş, tünel gibi mekanlar. İçerisi özgün ibadetlerini yapan Ortodoks Yahudilerle dolu. Gerçekte bu oyuklar hemen üzerindeki, içine giremedikleri Kubbet üs Sahranın altına bari girip, eski tapınaklarına ve Muallâk kayasına yaklaşabilmek için açılmışlar.
Alanın kuzey güney doğusu Süleyman mabedinden kaldığına inanılan Duvar. Ansiklopedik bilgiye göre; Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m olup 6 metresi mabet alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. Hemen üzeri, Kubbet üs sahra’nın avlusu, bir anlamda onun istinat duvarı gibi.
Sol tarafımız otopark ve bariyerli çıkış kapısı.  Buradan çıkıyoruz. Çıktığımız noktanın altı dik bir yar ve bu yara tırmanan asfalt yol. Kaldırımlarda Duvardaki törenlerden çıkmış her yaştan ve fevkalade şık Yahudi kalabalığı. Sıkışık trafikte kendilerini almaya gelecek araçlarını beklemekte, biz de bu kalabalığa katılıyor, yarım saatten fazla sürecek beklememiz süresini arkamızdaki parkın duvarına oturarak bekliyoruz.
Nihayet minibüsümüz geldi. Kudüs’ün batı kesiminde yola alıyoruz. Buralar bambaşka bir kent, ağaçlıklı asfalt yollar,  bakımlı,  çeşit süs bitkileriyle donatılmış bahçeler içinde çoğu kesme taş köşkler, malikaneler. Varlıklı Yahudilerin ikametgahları, bazıları evvelce Araplarınmış. Böyle yarım saat kadar yol alarak adeta bir botanik bahçesi içindeki lüks bir otele geldik. Otoparkında onlarca tur otobüsü. Öğle yemeğimizi burada aldık. Büyük bir yemek salonu, self servis açık büfe, yemekler lezzetli.
Yemek sonrası Kapris isimli bir firmanın Show-room’una götürüldük. Burada pırlanta işlenmesi ve satışı yapılıyor. Çok güzel ve çok pahalı takılar. Tüm dünyada elmas madenleri, üretimi, işlenmesi, satışı tamamen Yahudilerin tekeli ve kontrolünde. Her türlü kredi kartı geçerli,  bir şey alırsanız ister burada ister İstanbul’da teslimi mümkün, bedelini malı teslim aldıktan sonra ve beğenirseniz ödemeniz de olası. Ama bizlerden alıcı yok, çıkıyoruz.
Hedefimiz yine Doğu Kudüs.  Şehri çevreleyen sur dibine park ederek, tepedeki Yemen Kapısından kente, daha doğrusu çarşıya girdik. Dar sokaklı, kemerli yapıların oluşturduğu, lâbirent gibi klâsik Arap çarşısı. Dükkan önleri, saçakları, yöresel hediyelik eşya ve her şeyle salkım saçak. İniyoruz, çıkıyoruz, dönüyoruz ve Sağımızda ikindi ezanının yükseldiği Hz. Ömer camii; onun Kudüs’ü işgali zamanında yapılmış. Girmiyor, duvarı dibinden basamakları iniyoruz. Solumuzda taş kaplı, çukur bir avlu. Arkasında Kabir Kilisesi (Kıyam=Kıyamet Kilisesi) yükseliyor. İki katlı, kubbeli bir yapı: Hristiyanlar için çok önemli bir kutsal mekân. İsa’nın yalın ayak, sırtında çarmıhı, işkence ve hakaretler altında tırmandığı yokuş (acı yolu)’nun olduğu yere yapılmış.  Avlu ve içine girdiğimiz loş kilise her milletten ve tabii Hristiyanlardan olan bir kalabalıkla mahşer gibi. İçeriyi yanan binlerce adak ve şükran  mumunun  kokusu ve insan kalabalığının ter, nefes kokusu, günlük kokuları doldurmuş. Ayakları sağlam olar üst katına tırmandı. Ben aşağıları dolaştım.  Duvarlara oymuş çok sayıda, karanlık labirent ve şapeller, içleri altın, gümüş, İkonlar ve şamdanlarla süslü. Girişin hemen karşısındaki duvarda İsa’nın çarmıhtan indirilişi tasvir eden çok büyük ebatlı bir tablo ve hemen altında tabloda İsa’nın üzerine yatırılmış olduğu mermer blokun (herhalde) kendisi. Kadınlı erkekli onlarca kişi üzerine kapanmış ağlayarak bu taşı öpmekte…
Büyük kubbenin altında İsa’nın mezarı; dört köşesinde altın şamdanların yandığı, duvarları altın ve gümüş motiflerle kaplı,  yaklaşık üç metre yüksekliğinde, üçe üç kare bir türbe. Yüksek kemer altındaki alçak giriş kapısı doğuya bakıyor ve uzun kuyruktaki yüzlerce turist bu kapıdan türbenin içine girmek için sabırla dikiliyor. İnanışa göre İsa çarmıhtan indirilip buraya gömülmüş, ertesi gün bakıldığında mezarında yokmuş,  Allah onu bedeniyle göğe yükseltmiş. Bu yüzden kilisenin adı; Kabir, Kıyamet veya Kıyam Kilisesi. Malûm kıyam Arapça ayağa kalkma anlamında. Kıpti, Ortodoks, Katolik, Ermeni Kiliseleri Yüz yıllardır Kilisenin farklı bölümlerinden sorumlu imiş ve aralarında bir türlü anlaşamıyormuş Bu yüzden 800 yıldır -ve günümüzde de- Kilisenin anahtarı Müslüman bir ailenin elinde ve kapıyı o açıp kapatıyormuş.
Kilisenin alt tarafı gene çarşı. Bir saatlik serbest zaman da alacak hiçbir şey yok. Çarşı ortasındaki küçük meydandaki kahvede çay içerek oyalandık. Uzun bir süre de Arap rehberimizi bekledikten sonra yine karanlık, manavlar, sakatatçılar, ayakkabı tamircileri, önü açık lokantalar ve her şeycilerin doldurduğu kemerli, kapalı çarşıyı kat ederek kuzeydeki Şam kapısından çıkıp arabamıza bindik. Hava kararmış, akşam dönüşü başlamış, trafik yoğun.   Kudüs’ün tamamının göründüğü bir tepede birkaç fotoğraflık süreden sonra Ashdod’a, gemimize vasıl olduk şükür. Bir hayli yorulmuşuz, yemek gene açık büfede…


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...