26 Eylül 2020 Cumartesi

 


                                                                    CEMİL  BUBİK

                                                                    1914-26.09.1994


SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?

                                                                             “Sizin hiç babanız öldü mü?

Benim bir kere öldü.

Kör oldum.

Babamdan ummazdım bunu,

Kör oldum.”

Cemâl Süreya

 

“Sabah uyandım, seslendim, öyle yatıyordu” diyor annem. Yatağına doğru yöneliyorum. Sırt üstü yatıyor, hiç hareketsiz. Gözleri açık ve sabit. Dikkatle bakıyorum. Bir ifade arıyorum gözlerinde, ama yok. Zaten uzun zamandır yoktu.

Gözler sahteciliği ve yalanı bilmezler. Riyayı da bilmezler. Gözler dürüsttürler. Sağ oldukları sürece...

Bir süre evvel ölmüştü gözleri. Babacığımın gözleri son bir yıldır yavaş yavaş öldüler. Önce göz bebekleri küçüldü, matlaştı. Kirpikleri seyrelmiş, buruşuk göz kapakları ardında kahverengi gözleri de küçüldü, göz akları sarardı. Hiç bir mana yansıtmaz oldular. Yaşarken öldüler.

Dudakları hafif aralık. Dinliyorum, hiç nefes almıyor. Zayıflamış, elmacık kemikleri çıkmış, artık renksiz bir deri tabakasından ibaret yüzünde sakin, mutlu bir ifade sezinliyorum. Uzun süredir hiç bir mana algılayamadığımız yüzünde; bir huzur ifadesi. “Hastalığın klâsik tablosudur mask face (maske yüz) ve kayıkçı karnı” diyordu, doktorumuz.

İki ince kemiğin arasından nabzını arıyorum. Yok.

“Bitmiş” diyorum, anneme. “Bitmiş.”

Annem yanıma dikilmiş, biraz şaşkın, biraz buruk, teslimiyetçi bir ruh haleti içeresinde, bilip kabullendiği gerçeğin dışında bir cevap alabilmek arzusu ile bir bana bakıyor, bir babama.

Bitmiş... Bu sözcüğü ne kadar kolay kullandım? Hayret ediyorum.  Ve kendime esef ediyorum. Seksen yıllık bir ömrün sona erişini, akşam var olan birisinin şimdi yok oluşunu ifadede basit, ruhsuz, tek bir kelime ile mi yetinmeliydim?  Hayrettir, hiç bir şey hissetmiyorum. Acı da duymuyorum, üzüntü de. Yalnız bir boşluk… Bir şeyler düşünmek istiyorum... Bulamıyorum…

Oysa babamın ölümünü ne kadar çok düşünmüş, ne kadar çok planlamıştım hafızamda. Hayal ettiğim tablolarda çok farklı hisler yaşamıştım. Zaman zaman gözlerim dolmuş, ağlamanın rahatlatıcı sükûnetine teslim etmiştim kendimi. Şimdi gerçekle karşı karşıya kalınca, çizdiğim sahnelerin tamamı, hisler dünyamdaki tüm duygular toptan yok olup gitmişler. Kendimi bu kayba alıştırdığım için mi böyle duygusuzum şu anda? Yoksa şok dedikleri mi bu?

Ellerini avuçlarıma alıyorum. Sıcaklığını kayıp etmişler.  Zaten uzun zamandır fazla sıcak olamıyorlardı. Her zaman ince ve zarif olan parmak kemikleri sanki daha da incelmiş, artık üzerleri kahverengi ölü pigment tabakaları ile benekli, ince derisi bu kemiklere iki beden büyük geldiklerinden büzülmüşler. Mavi kabarık damarları, dolaşımı durmuş hayat suyuna rağmen, sertliğini henüz koruyorlar.

Bu ellerle ilk tanıştığım zamanı hatırlamıyorum. Bilinçsiz bir bebek iken, bana uzanan bu parmakları minicik ellerimle tutup, kavramaya çalışmış olmalıyım. Acaba onunla o zaman mı arkadaş olmuştuk? Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım. Onun bir erkek kardeşi yoktu, benim ağabeyim. O on yaş küçülürdü, ben on yaş büyürdüm… Ne zaman başladığını bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel arkadaşım öldü. Şimdi de babam.

Belki bu sebebe, ölümünü bu kadar tabii ve tepkisiz karşıladım.  Ama gözlerimin önünde gün be gün tükenen iletişimimiz ile arkadaşımın ölümü benden çok şeyler götürdü. Özellikle son üç aydır o benim babam değil. Karyolasında sakin, duygusuz yatan evimizin bir parçası. Bizim küçük bebeğimiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki ıstırabı yok.

Bir an geçtiğimiz günlere dönüyorum; kısa süre evveline kadar “Bunlarla köylü, gibi oluyorum.” diyerek,  ret ettiği eşofmanlı kıyafeti kabullenmiş, kanepede veya balkonda oturup annemin ellerini tutuyor, ifadesiz, öyle oturuyor. İçirmeğe çalıştığımız ilaçları-doktorunun söylediğine göre- bilinçli olarak reddedip tükürüyor. Bir kaç lokma reçelli ekmeği veya yarım çanak muhallebiyi zorlukla yutturuyoruz.

“Babacığım nasılsın?”

“İyiyim” diyor.  O kadar.

“Dünden beri bir lokma yemedi” diyor, annem. Biraz endişeli, biraz şikâyetçi.  Hepsi uğraşmışlar, zaten yetersiz olan, o bir iki lokmayı da yemiyor, ağzını açmıyor veya aldığını tükürüyor.

Doktorunu arıyorum;

“Serumla beslemeye geçeceğiz” diyor. “Serum-glikoze. İçine vitaminler ilâve edilecek.” O anda beklediğim veya beklemediğim bir açmazla karşı karşıya geliyorum. Yıllardır ilk defa, artık küs olduğum sigara aklıma eliyor. Nikotinin acı lezzetinden,  karbon monoksitin beyni uyuşturup baş döndüren keyif verici toksik etkisinden medet umuyorum. Fakat hayır. Annem, eniştem, kardeşimi toplayıp bir müzakere açıyorum.

Serumla beslemek; yarı bitkisel-hayat gibi. Yatağa mahkûm, ne kadar süreceğini bilemediğimiz, neticesi belli bir akıbet. Belki de çok uzun süre, yıllar boyu… Hareketsiz yatmaktan kireçlenmiş eklemler, tutulan adaleler, açılmış sırt ve bacak yaraları, uzun yatmanın getireceği akciğer amfizemi, böbrek yetersizliği, üreminin oluşturacağı zor tablo... Beş yıldır süren Demans’ın bilinen son tablosu...  Melek gibi sabırlı annemin bile tahammül sınırlarını ve yaşlı sinirlerini hırpalayabilecek, çaresizliğin devamlı hâkim olduğu, aciz ve isyan sahneleri…

Böyle bırakmak; her gün daha fazla eridiğini, güçsüzleştiğini görerek ölüme terk etmek. Yakınları olarak, velev onun rahatı için olsun, tıbbi yaklaşımları ret edecek bir yolun tercihindeki, mesuliyet ve vicdan muhasebesi. Sonunda serum kazandı.

 Bir süredir İstanbul’da kız kardeşimden Bursa’ya evimize döndük.  Hayrettir; kucakta getirildiği odasında, mucize bir gayretle ayağa kalkıp bütün evi ilgi ile dolaştı.  Duvarlara baktı. Balkona çıktı. Hatta bir kaç lokma yemeği kabullendi. Bizleri yeni bir ümit ve beklentilere yönelten bu tablo çabuk bitti. Elli beş yıldır aynı yatağı paylaştıkları annemden ayrı olarak, kendi odasındaki hasta karyolasında, kolu serum hortumuna bağlı, somya altına gizlenmiş idrar torbası, geceleri belinden hava sirkülasyonlu yatağına emniyet kuşağı ile emniyete alınmış, evimizin bebeği oldu.

Yine geri dönüyorum; Babam yakışıklı bir adam. Tanıdığımdan beri hep güzel giyinir. Her gün traşlıdır ve hep naziktir.

Korkunç bir Ağustos sıcağı, günlerden pazar, evde balkondayız. “Kapalıçarşı yanıyor” diyorlar. Bir taksiye atlayıp ulaşıyoruz. Yarım saat içeresinde bütün çarşı yanıp bitmiş bile. Dükkânımızı, işimizi, çok şeylerimizi kaybettik ama mutluluğumuz duruyor. Tevekkülü, kanâati, şükrü, ondan öğrendim. Var olan her şeye şükretti. Kayba da hiç isyan etmedi. Yirmi beş yaşında bir trafik kazasında yitirdiğimiz, kardeşim Ömer’in tabutu arkasından beraber yürüdük. Bir yıl sonra, on beş yaşında, lösemiden vefat eden ilk torununun tabutunu birlikte taşıdık. O bunlara bile rıza ve teslimiyet gösterebilen, bir inanç sahibi idi.

Kandiller ve cumalar dışında, pek namazı niyazı yoktu ama hiç bir tarikata meyilli olmadan, tasavvufu çok iyi bilen, Allah nidasını gönülden söyleyebilen, “İnni ene Rabbike” ayetini tekrar tekrar okurken samimi göz yaşı dökebilen, hakka ve hukuka saygılı, sevgi dolu, gerçek bir Müslümandı. Vefa’yı ondan öğrendim. Sevgiyi, sadakati da. Âşık olduğu anneme bir kere bile ihanet etmediğine yemin edebilirim. O ailesine sevgi verdi, Cenab-ı hak’da ona insanüstü bir eş, hayırlı evlât, çok sevdiği gelin ve damat, dağıttığı sevgiyi derlebileceği torunlar verdi.

Bir ömrü hoşgörü, şaka ve espri çerçevesi içinde değerlendirmeği bildi. Felaket ve acılı günlerin bile, ilk yakıcı tesirlerini atlattığında, geri döndüğü nokta hep ölçülü espri yeteneği olmuştur. Yaşlılık ve rahatsızlığın etkisi ile birçok melekesini kayıp ettiği, beslenme içgüdüsünü bile yitirdiği dönemlerde, ayakta kalan, espri yapma ve algılama yeteneği idi. Bir de nezaketi.

Baş ve işaret parmaklarımla göz kapaklarını kapatıyorum.. Pikesini yüzüne çekiyorum. Ağlamak geliyor içimden. Boğazımda bir düğüm var. Ne aşağı gidiyor yutkununca ne yukarı.

Annem yanımda halâ dikili.

Annemin yanında ağlayamam ki. Ağladığımı ona gösteremem,  bu benim tarzım değil. Annemin de tarzı değil. 

Bizler acımızı gösteremeyiz. Sevincimizi de, sevgimizi de. Oysa babamın üzerine kapanıp doyasıya ağlayabilsem… Ya da anneme sarılsam beraberce ağlayabilsek…

Şimdi yapılması gereken birçok işlem var. Sonra ağlarım. Yalnızken, yalnız kalınca...

 

 

 

 

21 Haziran 2020 Pazar

BABALAR GÜNÜ

BABALAR GÜNÜ

 

ADAM O GÜN KOCA TARLAYI SÜRECEKTİ. KÜÇÜK ÇOCUĞUNU DA ALDI KUCAĞINA, ONU KOCA TARLANIN KÖŞESİNDEKİ TOPAĞACIN ALTINA OTURTTU. SIRTINI YASLADI AĞACA.

SARI ÖKÜZÜ KOŞTU SABANINA. ÖKÜZ ÖNDE, SABAN, ARDINDA ADAM YÜRÜDÜLER.  DERİN BİR ÇİZGİ YARILDI TAVLI TOPRAKTA.  VE BİR LEYLEK PEYDAHLANDI ARTLARI SIRA. ANINDA KAPTI SÜRÜLMÜŞ TOPRAKTAN ÇIKAN SOLUCANI.

BİRİNCİ TURDA TOPAĞACIN ÖNÜNDEN GEÇTİLER. ÇOCUK MERAKLI BAKIŞLARLA SÜZDÜ, TOMBİK ELLERİNİN PEMBE BEYAZ İŞARET PARMAĞINI UZATTI.

“BABA, BU NEYDÜR?

“OĞUL, O  LEYLEKDÜR.”

İKİNCİ TURDA YİNE GELDİLER TOPAĞACIN ÖNÜNE;

“BABA, BU NEYDÜR?”

“OĞUL, O LEYLEKDÜR.”

ÜÇÜNCÜ TUR, ON ÜÇÜNCÜ TUR, YİRMİ ÜÇÜNCÜ TUR, AYNI TABLO AYNI NAKARAT;

“BABA, BU NEYDÜR?”

“OĞUL, O LEYLEKDÜR.”

YILLAR GEÇTİ ARADAN. ÇOCUK BÜYÜDÜ ADAM OLDU.  BABA YAŞLANDI, ÇÖKTÜ. ADAM O GÜN KOCA TARLAYI SÜRECEKTİ.  BABAYI ALDI SIRTINA TARLAYA GÖTÜRDÜ. TOPAĞACIN ALTINA YERLEŞTİRDİ MİNDERİNİ, SIRTINI DAYADI AĞACA. TRAKTÖRE BAĞLADI PULLUĞU GEÇTİ DİREKSİYONA SÜRDÜ. PULLUK DERİN BİR YARIK AÇTI TAVLI TOPRAKTA.  VE BİR LEYLEK BELİRDİ ARTLARI SIRA, ANINDA KAPTI SÜRLMÜŞ TOPRAKTAN ÇIKAN SOLUCANI.

BİRİNCİ TURDA TOPAĞACIN ÖNÜNDEN GEÇTİLER. YAŞLI ADAM NİKOTİNDEN SARARMIŞ, BİR KEMİK BİR DERİ İŞARET PARMAĞINI UZATTI;

“OĞUL BU NEYDÜR?”

“BABA, O LEYLEKDÜR.”

İKİCİ TURDA YİNE GELDİLER TOPAĞACIN ÖNÜNE;

“OĞUL BU NEYDÜR?”

“BABA, SANA O LEYLEKDÜR DEDİK YA!”

BABALAR, GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN.

 

 

 


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...