30 Kasım 2018 Cuma

LEBLEBİ





Leblebi sever misiniz? Ben sevmeyenine hiç rastlamadım. Şimdilerde market raflarında üzeri baskılı folyo paketlerde, ya da yemişçilerde cam yüzeyli çekmecelerde satılan, bazı yemişçi dükkânlarının önünde Butan gazlı ocaklar üzerinde ikinci kez kavrularak o mis gibi kokusu ile mideleri tahrik eden leblebi…
Geçen gün bir dostum Çorum’dan leblebi getirdi ve bu lezzetli nesne bana çocukluğumun leblebilerini, daha doğrusu leblebicilerini anımsatmaya vesile oldu. “Anılar yaşlıların bastonudur.”  Bastonuma(!) dayandım ve bakın neleri anımsadım.
Bugün Tavşanlı gibi Çorum’un da karakteristik ürünü olan leblebi her ilde ve ilçede üretilen bir kuru yemişti. Çarşı içlerinde genelde bir sokağa yayılmış leblebici//nohutçu dükkânlarından gün boyu sıcak leblebi/nohut kokuları yükselirdi. Tuğla ve sarı toprakla örülmüş yuvarlak fırınların alt katlarında odun ateşleri yakılır, üstündeki kızgın sacda ustalar çalı süpürgelerle kavurma işlemini yaparken çıraklar çeşitli kalibrelerdeki eleklerden ya çiğ nohut ya da leblebi elerlerdi. Ustanın boş zamanını yakaladığımızda sıcak sıcak satın alırdık. Öyle terazi, kantar hesaplarına girmeden. Tavaya veya çuvala daldırılan kürek direk olarak bir elimizle araladığımız cebimize boşaltılırdı, beş kuruş karşılığında. Hele genelde daha kavruk olan kırık leblebi alacaksanız miktar çok artardı.
Otuz yıl evvel sigarayı bıraktığımda teselliyi bu kırık leblebide bulmuştum. Zira bu yarım leblebi ön dişlerle bir kez daha ısırılarak çeyrek leblebi olur. Ve bir avucu saatlerce oyalar sigara isteğini.
Ya, şimdiki kuşağın hiç tanımadığı leblebi tozu (kavut). Okul duvarının parmaklıklarında, çıkış kapılarında defter yapraklarından bükülmüş kâğıt fişeklerde bir ilâ iki kuruşa satılan o doyumsuz lezzet... Usulüyle yemesini bilmiyorsanız; bütün ağız çeperlerinize yapışan, ceket yakalarından ancak fırçalamakla çıkarılabilen…  Kâğıttan kıvırdığınız bir boru marifeti ile arkadaşınızın ensesinden içeri üflenen ya da doğrudan ağızdan püskürtülen leblebi tozu.  Evde havanda döverek bu unu kendimiz de üretir ve içine toz şeker katarak yerdik.
Okul kapılarında genelde sarı leblebi değil de kabuğu alınmadan kavrulan beyaz leblebi (nohut) satılırdı. Lezzeti, “Sakız leblebisi” veya  “İstanbul leblebisi” diye yemişçilerde satılandan farklı ve daha hacimli olurdu.    Bununla teneffüslerde hâttâ sınıfta nohut savaşı da yapılabilirdi.
Nohut satıcılarının kenarları teneke profillerden oluşmuş, kola takılarak taşınan her tarafı camlı kutuları vardı. Üst kapakları sapın iki yanına açılır, bir tarafta nohut diğer tarafta çekirdek olurdu. Satış ölçüsü yine tenekeden yapılmış kahve fincanı boyutlarında bir maşrapa ve ondan daha küçük boyuttaki bir teneke huniydi ki adı “şeytan külâhı” idi.  Satıcı bir, iki külâh ölçtükten sonra bir tutam kadar daha “cabadan” koyardı üstüne.
600 yıllık bir geçmişi olduğu söylenen ve Ortadoğu’dan çıktığı düşünülen leblebi,  Asya kıtasında yaygın olarak tüketilmektedir. Diğer ülkeler ise hala leblebinin yabancısı. Ülkemizde yaygın olarak nişanlarda, düğünlerde, sinemalarda, misafir davetlerinde veya aparatif olarak tüketiliyor.
Nohudun ısıtılıp bekletilmesini, ''Leblebicilerin Piri'' diye anılan Şeyh Murat Gazi 1370’lerde keşfetmiş, kabri İstanbul'da. Buluşunu vefatından yaklaşık 180 yıl sonra bir Arnavut ustadan öğrenen Tavşanlılı ustalar, Tavşanlı'da üretmeye başlamış ve kısa sürede Anadolu'ya yayılmış,
“Leblebi, nohudun günler süren uğraş sonucu terbiyesiyle özel fırınlarda kavrulmasıyla elde ediliyor. Bu işlem sırasında nohut 3 ayrı günde 3 kez ''tavlama'' diye bilinen ısıtılma işlemine tabi tutuluyor. 3'üncü tavlamadan sonra bir alana serilerek dinlenmeye bırakılan nohut, bu aşamaya gelinceye kadar bir ay bekletiliyor. Leblebi yapılacağı günden bir gün önce akşam nohutlar ıslatılarak kabarması sağlanıyor. Ertesi gün nohutlar önce tavada ısıtılıyor, daha sonra ''mafrak'' denilen ahşap aletle hafifçe bastırılarak kabukları çıkarılıyor.
Bu işlem sırasında nohutların bir kısmı ikiye bölünüyor. İkiye ayrılanlar elekle bütünlerden ayrılıyor. Bölünenlere ''kırık leblebi'' denilerek, bundan leblebi unu yapmak için yararlanılıyor. Bütün olan leblebiler çeşitli şekillerde satışa sunuluyor. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrası sarı üstüne siyah benekli görünüm kazanıyor. Buna ''çifte kavrulmuş leblebi'' deniliyor.”
Nohut çok faydalı vitaminler ve mineraller içerir. A-C ve E vitamini içeren leblebi, ayrıca kalsiyum, demir, bakır, potasyum ve yüksek miktarda sodyum içermektedir. Bunun dışında sindirim sistemi için çok faydalı olan diyet lifleri de içermekte çok geniş bir yelpazede sağlığımıza hizmet etmektedir. İçerdiği zengin miktardaki besinler ayrıca sinir sistemi için çok faydalıdır, Cilt ve saç sağlığına, Kolesterole faydalıdır. Açlığı giderir,  kalp sağlığını, sinir sistemini, bağışıklık sistemini korur, uyku düzeni sağlar. Kadın hastalıklarına iyi gelir, enerji verir, diyabeti kontrol eder,  kan hücrelerini korur.   Böbrek taşlarına ve sarılığa, kanser hastalıklarına iyi gelir… 
Günümüzde leblebinin tuzlusu, acılısı,  meyvelisinden, çikolatalısına kadar çok türevleri var ama -küçük yerleşim birimlerini bilmem- betona gömülmüş şehirlerdeki apartman nesli leblebi tozunu tanımayacak. Sadece leblebi tozu mu? Keçiboynuzunu, iğdeyi, pestili de… Kaynatılmış mısır veya buğdayı da... Arkadaş cebinden ikram edilmiş, üzerine kum zerreleri ve cep havı yapışık erik, dut,  kayısı, vişne kurusunu da...
Onlar şekerci dükkânında mermere dökülmüş sıcak akîde şekerinden elle koparılıp yuvarlanılarak çubuk, baston haline getirilen ya da fiyonk yapılarak sunulan tadı hiç tanımayacaklar. Duvardaki iri demir çubuklarda katlanılarak ağartılan şekeri hiç göremeyecekler. Yan yana üç dört ustanın demir makaslarla akide şekeri keserken çıkardıkları ritmi hiç duyamayacak. Nedense hepsi de tombul ve kırmızı yanaklı helvacılardan kazandan çıkmış sıcak, yumuşacık tahin helvası satın alamayacaklar.  Bisküvi fırınlarından çok ucuza alınan, sıcacık, kırık bisküvi tadını hiç bilemeyecek, kavruk şekerli un ve vanilya kokusunu hiç anımsamayacaklar.  
Onların fabrikasyon üretime dönüşmüş dünyasına her gün bir yenisi katılan, gün boyu TV reklâmları ile beyinlerine kazınan, gösterişli ambalajların içindeki, mısır nişastalısıyla mamul gofretler, barlar, şekerlemeler var. Onların çocuklarına anlatacakları unutulmuş tatlar olmayacak. Çocuk beyinlerine yer etmiş görüntüler ve meslekler de…
“Leblebici Horhor Operetini”, Nazım Hikmet’in yönettiği Siyah-beyaz filmini, dillere yer etmiş müziğini de bilmeyecekler…
Sadece -şayet elde edebilirlerse- bazı ürünlere fiyat farkları ödeyerek  “ekolojik”  olduğuyla övünecekler. Ne yazık… 
  

“Leblebiyi kavuram,                    
Dumanını savuram,
Cici bici leblebici.
Taze kavrulmuş badem içi,
Eğlencelik nelerim var,
Yedireyim sana cici.”


22 Kasım 2018 Perşembe

KAHVE


         KAHVE



“Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı” olduğu zamanlardı;  “ kahve Yemen’den”  gelmese de.
İstanbul’a gidenler mutlaka Hacı Bekir lokumu ve Kuru Kahveci Mehmet Efendi’den İstanbul Kahvesi getirirlerdi. Çift katlı özel yapısına rağmen kese kâğıdı hafif yağlanmış çıkar ve mis gibi kokardı. Bunun dışında çarşıdan kahve alınmazdı, mecbur olunmadıkça.  Birçok kimsenin yaptığı gibi, yeşil çekirdek olarak alınan kahve evde günlük veya birkaç günde bir kavrulurdu; maltız veya gaz ocağının üzerindeki tavada tahta bir kaşıkla karıştırılarak Ama iyi bir kahve tavada değil “Kahve Dolabı”nda kavrulandı...
      “Kahve olsam dolaplarda kavrulsam aman,
       Toz duman olsam dağ başında savrulsam.”
Bahçede veya çamaşır ocağına tahta parçalarından harlı bir ateş yakılır.   Bir ucunda baston gibi, ince sapı bulunan, konserve kutusundan biraz irice, sacdan yapılmış ve isli ateş üzerinde dönmekten her yanı kurum bağlanmış Kahve Dolabı’na bir iki avuç çiğ kahve konulurdu.  Evin hanımları, sol eli ile destek yaptıkları sapı, sağ elleri ile devamlı döndürerek dakikalarca ocak başında otururdular.  Sık sık açılan kapağından yükselen yağlı kahve buharı arasında çekirdeklerin rengini kontrol ederek.   Tavını biraz geçirirseniz, kahve kara ve acı olur.   Kavrulan çekirdekler bir peçete üzerine yayılarak soğumaya ve tavlanmaya terk edilirler.  Bu esnada taneler çıtır çıtır sesler çıkartarak ve kokusunu yayarak soğur, şişer.  Dolduruldukları kavanozdan her gün için taze taze çekilerek tüketilirdi.  Sıra ile hepimiz kahve çekerdik.   Sarı, pirinç değirmenin üst kapağını açıp küçük menteşesinden ikiye katlanmış döndürme sapını dişli bıçağı çeviren milin üzerine monte edersiniz.  Saptan boşalan hazneye doldurulan bir avuç tane, ilk başta çok zorlukla çevrilir.   Değirmeni yan yatırmazsanız, mümkünü yok dönmez.  Biraz sonra kahveler parçalanıp ufaldıkça dönüş kolaylaşır son turlarda ise hiç zahmetsiz zevkli bir dönüşe geçer. O zaman haznenin altındaki bir çay bardağı boyundaki kutu çıkartılır ortalığı nefis bir kahve kokusu kaplardı. Hemen bir iki pişirimlik kahve anında taze olarak tüketilir yeni pişirim seansları için yeni çekim yapılırdı.
Kahvehaneler ve satıcılarda bir ucuna oturduğunuz tahtaya monte edilen hamam tası şeklindeki haznesi ve üzerinde daha kuvvetli bir sapla döndürülen, altta çekilmiş kahvenin biriktiği küçük tahta çekmeceli değirmenler kullanılırdı.


Tiryakiler için Kahvenin tavı ve tazeliği çok önemlidir. Ama İkinci Dünya Harbi ve ardından 1958 ve 1974’lü mahrumiyet yıllarında aynı tiryakiler kerhen nohut kahvesi içmeye mecbur oldular. Ya da kavrulmuş nohuda yine kavrulmuş fındıkkabuğu katarak avundular.  Bu dönem Avrupa’dan getirilecek en makbul hediye yüz gram çekirdek kahve idi...
Sonra gün oldu devran döndü. Ne kahve dolabı kaldı evlerde ne kahve değirmeni. Ne de ocak başında kahve kavuracak ev hanımları. Kırsal yöreleri bilmem ama şehirlerde ev hanımları kahveyi gününe göre marka ve mekânı değişen ortamlarda kâğıt bardakta içer oldular. Evlerde yine kahve pişiriliyor ama marketten alınmış hazır öğütülmüş, paketlerde. Her markanın, tek düğmeye basmakla pişimi gerçekleştiren, bitiminde bip sesi ile uyaran makineler var. Kahve pişirmekte maruf olan tipler anılarda kaldılar… Soğuk suya, sıcak suya, önce şeker, sonra şeker,  yavaş ateşte, mangada, külde, köpük ayarı, piştikten sonra üzerine bir parça soğuk su ve benzeri sohbetler de anılarda kaldılar, türküler gibi….  
Her gün bir yenisi açılan ve trent olan Kafe’ler gün boyu her yaştan hanım müşterilerle dolu. Kocaları yolcu edip yaşamı “Toprak Bank”(!) kartına bağlamış orta yaş üzeri hanımlar her daim yoğunlukta.  Kahve falı bakılan profesyonel falcıları istihdam eden kafeler bile var.
Kahvenin kırk yıllık hatırına ise ne oldu? Bilmiyorum…



17 Kasım 2018 Cumartesi

KAHVEHANE’DEN KAFE’YE


KAHVEHANE’DEN KAFE’YE


“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane.”
Ya sohbet konusu kahvehane ise? O zaman buyurunuz başlayalım.
Kahve keyif vericidir (eski deyimle mükeyyifattan), kahvehane alışkanlığı ise bir tiryakiliktir ve Türk sosyal hayatına büyük etkileri vardır.  Türk erkeği genelde evde oturmaz hele geceleri hiç. Anadolu’daki deyimle “sofranın üstünden atlayıp” soluğu kahvehanede alır.  O kadar ki; kız isteme seremonilerinde damat adayının meziyetleri sayılırken “içkisi sigarası, kahvesi yok” söylemi ile kahvehane alışkanlığının olmadığı kast edilmektedir. Zaten genelde de söyleniş kahve şeklindedir.
1960 ihtilalinden sonra yapılacak periyodik nüfus sayımı sistemini ıslah için İsviçre’den demografi uzmanları getirilmiş. Adamalar önincelemeler sırasında birkaç hususu tespit etmişler. Bunlardan bir tanesi; yıllık nüfus artış oranları her yıl yakın düzeylerde seyir ederken beş yılda bir anormal yükseliş göstermektedir. Bu artan doğumlar ise nüfus sayımını takip eden yıldadır. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı ülkede erkeğimiz evde oturmaya alışık değildir ki!
Kahvehaneler ister köylerde ister şehirde olsun küçük farklılar dışında yazılı olmayan kuralları ve unsurlarıyla değişiklik göstermezler.  Klasik bir kahvehane şu unsurlardan oluşur.
İşletmeci (patron), ocakçı, askıcılar (garson), şayet nargile varsa, lüle sarıcı, ateşçiler, müdavimler ve müşteriler.  Bu unsurlar bazen ayrı kişilerde bazen ikisi üçü bir kimsede olabilir. Ateşçiler genelde küçük çocuklardır, elde maşa ve ateş küreği ile çağrıldıkları masaya koşar, lüle üzerindeki koru tazelerler. Ocakçı ve askıcılar genelde çok değişmez, bunlar müdavimleri ve ara sıra da gelseler bazı müşterilerin özel zevklerini iyi bilir, ocağa sipariş isim telaffuz edilerek iletirler. Ocakçı da kahvenin şeker, kahve, köpük oranını, çayın demini duyduğu ve hafızasında kayıtlı isme göre tertipler. Bu müdavimlerin ocakta kişiye özel fincan ve bardakları da bulunur ve başkasının servisinde kullanılmazlar. Nargile tiryakilerinin özel marpuçları ve bilardo oyuncularının özel istikaları da bu cümledendir.  Askıcılar sipariş verirken ve servis yaparken shov da yaparlar. Servis kat'iyen tepsi ile yapılmaz mutlaka üç saplı askı ile yapılır ve bu askı hızla havada döndürülerek kahve dökülmeden masaya sunulur. Yeşil kahvesindeki askıcı Basri’nin sipariş nakaratları meşhurdu. Bu müdavimlerin masa sandalyeleri de önceliklidir. Evvelce buraya oturmuş olanlar ayrıcalıklıların gelişi ile yavaşça yerini terk eder veya askıcı tarafından nazikçe uyarılırlar.
Bursa’da klasik kahvehane tarzını ve kültürünü tüm unsurları ile yansıtan yer Mahfel’di; ki kelime anlamı olarak “toplanma yeri” anlamını taşır. Orduevi ve Askeri Gazino, dernek lokalleri de aynı isimle anılırlar.   Klasik unsurları dışında Mahfelin kendine özgü bir müşteri florası ve disiplin statüsü de vardı. Belki de 1913 yılında Türk Ocağı olarak hizmet verdiği günlerden kalan asalet ve disiplinin süregelen etkisiydi bu.
Müdavimler ve müşteriler genelde asker ve sivil emekliler, hâkimler, avukatlar, öğretmenler, memur ve tüccar kesimidir. Özellikle asker emeklileri işletmeci Rıdvan Bey’in (Akçaylı) masif ceviz yazıhanesi etrafında oturur, bıkmadan usanmadan muvazzaflık dönemi hatıraları ve memleket meselelerinin çözümü ile meşgul olurlardı.  Birbirine çok benzeyen sivil kıyafetleri yanında ortak özellikleri, üniforma taşıdıkları dönemlerin bir kalıntısı olarak on beş Mayıs günü başlarındaki fötr şapkaların o yılların vazgeçilmez ürünü hasır Panama şapkalarla değişir olmasıydı. Yirmi dokuz Ekim’de yeniden fötr şapkalara dönülmek üzere… Beyefendiler başı açık gezmezlerdi ki…
Benzer tüm mekânlarda domino oynanırken metal taşların mermer masalara hızla vurulması bir ritüelken burada bu hareket ayıp sayılır ve dikkat edilirdi. Keza kâğıt ve tavla oynayanların yüksek konuşması yazlı olamayan bir kuralla yasaklanmıştı.
Buranın müşteri sınıfında yaş hiyerarşisi hâkimdi. Büyük salondakiler orta yaş ve üzeridir. Gençler yandaki bilardo salonundadır. Yaz aylarında babalar, bazen anneler ile gelen çocuklar bahçede, demir ayaklı mermer masalarda olurlar. Gökdere’den tatlı esintilerin ve coşkulu akan derenin musikisiyle renklendirdiği bahçeyi yüksek, ulu çınarlar gölgeler ama üzerlerinde her zaman sizi nişanlayarak üzerinize uğur(!) konduran kargalar yaşarlar. Çınarın üst dalları arasına bağlanmış büyük çanın ucundaki ipi ara sıra bir zangoç edası ile çeken garson Osman’ın gayreti ise kanıksamış kargalara pek fayda etmez sadece ebeveyn yanında Uludağ Gazozunu içen çocukları eğlendirir. 
Bu aylarda müdavimler bahçeye bakan set üstünde, genç takım yine bilardo salonunun önündeki settedir. Üç bilardo masasını barındıran bu salon Rıdvan Bey’in damadı Hüseyin Bey’in (Oganer) denetimindedir.  Hüseyin Bey iyi bir bilardo kurucusudur. Bilardo oynamak ne kadar matematik, geometri ve denge becerisini gerektiriyorsa bilardo masasını kurmak ve çuhasını değiştirmek o kadar dikkat ve beceri gerektirir. Ağır masif ayaklar ve kalın mermer zeminde en ufak bir meyil ve pürüz, özel yün çuhadaki bolluk, büzülme ve pili, lastik bantlardaki sertlik ve nem bile topun yönünü saptırır.
Gençlerin toplanma yeri ise Mahfel’in tam karşısında, ahşap bir asma terasla Gökdere’nin üzerine sarkmış Ferah Kıraathanesi’dir. Kıraathane diye anıldığına bakmayın, burada kıraathane değil tipik kahvehane statüsü hâkimdi. Tahtakale Caddesi üzerinde Cumhuriyet Kıraathanesi de bu ismi taşırdı ama hele orasının kıraathane olma özelliği hiç yoktu. Bir zamanlar her ilde birkaç tane bulunan kıraathanelerde kâğıt ve tavla gibi oyun oynanmaz daha çok çay- kahve eşliğinde gazete ve kitap okunurdu. Her gün alınan günlük gazeteler iç sayfaları dağılmasın diye ince çıtalardan veya kamıştan yapılmış gazete boyundaki özel kıskaçlarla ortalarından sabitlenerek masalara dağıtılır veya bu orijinal kıskacın ucundaki bir çengel yardımı ile duvardaki yerlerine takılırdı. Bazen Mahfel’de de gördüğüm bu etkinlik yakın zamanlara kadar İstanbul’da Babıali yokuşundaki Meşrutiyet Kıraathanesinde ve Tepebaşı’ndaki Teşkilat-ı esasi Kıraathanesinde yaşamına devam etti.
Kahvehanenin bir köşesinde gazete okuma alışkanlığı her zaman her mekânda vardı. Diğer müşteriler bu kişilere saygı göstererek çok gürültü çıkarmamaya gayrete ederlerdi.  En sakin saatlerden birisi de Öğlen, akşam ve gece radyoda haber saatleridir. İşletmecinin masası arkasındaki rafta duran radyo bu saatlerde açılır ve herkes oyunu bırakarak “Ajans” dinlerdi. Hele sansasyon haberlerin olduğu günlerde…
Yaz ayları dereye bakan geniş, giyotin camlarının açılıp, renkli, çizgili branda tentelerinin indirilmesi ile sağlanan gölgelik ve Gökdere esintili Ferah Kıraathanesi bir anlamda Mahfel’de oturabilme aşamasının bir önceki basamağıydı. 1950’li yılların sonunda yıkılarak yerine belediyece bir pasaj inşa edildi. İnşaat tam bitmişti ki 24 Ağustos1958’de büyük Kapalıçarşı yangını vuku buldu. Yangınzede şekerciler cadde üzerine, ayakkabıcılar alt katlara yerleştirildiler. Üst kattaki salon ise küçük bölmeler halinde kuyumcu ve sarraf esnafına tahsis edildi. Daha sonraları bu bölüm nikâh dairesi, köfteci gibi çeşitli hizmet birimlerine ev sahipliği yaptı şimdilerde İl Kütüphanesi olarak hizmet vermekte.
Ferah’tan önceki basamak ise Mahfel’in aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın i Akınspor Kulübünün lokalidir. Çocukluktan gençliğe adım atanlar ilk kahvehane kültürünü burada edinirlerdi!
Bursa’nın isim yapmış kahvehanelerini sayarken Çakırhamam’daki Kadifeli Kahve’yi anmamak mümkün mü? Duvarında bir sıra kahverengi kadife kaplı sedirle döşenmiş bu mekân daha çok esnaf sınıfının kahvesiydi. Belirli meslek gruplarının toplandığı, bir anlamda o sınıfın değişmez adresi olan kahveler vardı. Atatürk Caddesi, Emlâk Kredi Bankasının (günümüzde Ziraat Bankası)aralığında (İnebey Caddesi) Usta Kahvesi vardı. Her türlü yapı ustası burada bulunurdu. Zaten hemen aşağısındaki çınarın dibinde Amele Pazarı kurulurdu. Tahtakale’deki hanlarda geceleyen gurbetçiler sabah erkenden burada toplanır, seyyar poğaçacıdan doyurucu “ayıboğan” poğaçasıyla, ilk doyumunu yapar, rızık beklerlerdi.  Gündelik işçiye ihtiyacı olanlar veya usta kahvesinden iş alarak elde zembili ile çıkan ustalar gerekli amelesini buradan alırlar, saat dokuz, onlara kadar iş bulamayan ertesi günü beklemek üzere buruk, Tahtakale hanlarının kahvelerine dönerlerdi.
Kuş besleyenler ve sevenler yine Tahtakale aralığındaki Kuşçular Kahvesi’nde  (kanarya sevenler Derneği) buluşur, pazar günleri burada Kuş Pazarı kurulurdu.   Benzer bir başka mekân Tuzpazarı manavlar çarşısının dibinde Âşıklar Kahvesi’ydi. Uludağ yolu üzerindeki Âşıklar Kahvesi ile karışmasın. Orası kahve adı taşımakla beraber Çekirge’deki Hüsnügüzel, Selvinaz gibi çay bahçesi tarzındaydı. Yeşil Kahvesi’ de kısmen bu havadadır. Tuzpazarı’ndaki Âşıklar Kahvesi saz şairlerinin ve gezici âşıkların buluşma yeridir. Günümüzde bile bu işlevi devam etmekte. Yakın zamana kadar Tahtakale Camii’nin köşesindeki kahvede mevlithanlarla kontak kurulurdu. Atpazarı’ndaki Çalgıcılar Kahvesi, Davulcular Kahvesi keza meslek kahveleriydi. İstanbul’da Yeşilçam Sokaktaki Figüranlar Kahvesi ise Türkiye çapında en tipik örnektir.

Ulucami köşesinde Çınarlı Kahve vardı, bir başka Çınarlı Kahve de Vilayet binasının ve Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunun (o zamanlar Halkevi idi) karşı köşesindeydi. Celâl Bayar cumhurbaşkanı seçilip ilk Bursa ziyaretinde, valilikten çıktıktan sonra bu kahvede oturup eski arkadaşları ile bir süre sohbet etmiş diye anlatılırdı. 
Bir de ismi ile müsemma semt kahveleri vardı.    Devlet Hastanesi altında Yıldız Kahve, Meydancık Kahveleri, kabadayıları ile ünlü Kuzgunluk Kahveleri, Çekirge’de Kemal Efe’nin kahvesi. Santral Garajın yapımından sonra Garaj Kahvesi de eklendi bu listeye.
Garaj Kahvesi’nin bir başka özelliği de Sabahçı Kahvesi olmasıdır. Sabahçı kahveleri genelde tren istasyonları, iskeleler ve daha sonraları otobüs terminalleri civarında oluşurlar. Gece geç saatlerde kente gelen yolcular ve yatacak yeri olamayan bi-mekân takımı, garibanlar buralarda gün ağarana kadar barınırlar. Özellikle kış geceleri çok gerekli bir hizmettir bu… Kolunu masaya dayayarak uyuklayan ve bir bardak çayla sabahı etmek isteyen bu güruha garsonların sık sık demli çay getirerek dürtüp önlerine sürdükleri, hiç olmazsa böylece üç beş kuruş bırakmaları yolundaki ya da uyuklarken kolunun altına sürdükleri çay bardağının kırılması ile bardak parası talep ettikleri hikâyeleri anlatılagelir.
Oysa söylemlerimizde “daha fincanın soğumadı kardeş” deyimi vardır. Daha lonca döneminden kalma bir kuraldan kaynaklanır bu söz. O kurala göre; garson fincan veya bardak soğuyana kadar boşu kaldırmakla yükümlüdür. Bu süre içinde müşteri kazayla bardağı kırarsa bedelini öder. Bu süre geçtikten sonra kırılanlar için ise bir şey ödemek zorunda değildir, bu garsona fatura edilir.  
Köylü hanlarının kahveleri dışında Yeniyol ve Atatürk Caddesindeki otellerin altında da kahveler olurdu. Örneğin, Lucapalas, Bosna Oteli kahveleri gibi…
Köylerde, her mahallede bir veya daha ziyade kahve vardı.  Particilik bölünmelerin yaşadığı dönemlerde bu kahveler sadece aynı parti mensuplarının toplandığı yerler oldular. 1960 İhtilâli sonrasında yüksek tahsilde bulunduğum İzmir civarında birçok köy dolaşmıştık. Anayasa ve ihlâlinin ne olduğunu anlatmak gayesiyle yaptığımız bu ziyaretlerde hangi partinin kahvesine misafir olacağımız seçiminde çok sıkıntılar çekmiştik. Hangi kahveye girsek karşı partinin mensupları oraya gelmezdi.
Köy ve mahalle kahvelerinde samimiyet hâkimdir. Küçük büyük herkes ya akraba ya çok samimi arkadaştır. Ortak bir özellik olarak buralarda ve han kahvelerinin bir köşesinde berber de bulunur.  Çekirge’de yıkılıp yerine Anatolya Oteli yapılana değin o köşedeki kahvenin bir köşesinde berber hizmeti vardı. Akşam saatlerinde önündeki sandalyelere oturarak Havuzlupark’taki seans saatini bekleyen devrin meşhur saz üstatlarını anımsıyorum.
Klasik kahvehane olmanın, otel kahveleri, dernek ve kulüp lokalleri, çay bahçeleri, nargile kahvelerinden, kumarhane, batakhane, bitirimhane ve benzerlerinden farkı kahvehanede içki içilmediği ve kumar oynanmadığıdır.
Tavla, domino, dama (o zamanlar okey yoktu) ve iskambil oyunları için oyun araçları ile birlikte bir çay tabağı içinde iki adet bayat lokum, daha sonraları paketli bisküvi gelirdi. Bunlar yenilmezler, oyun seansı bitince geri alınırlar. Adına kesme denilen bu yiyecek için belirli bir para ödenir ve bunu oyunda yenilen öder. Oyun devam ederse her seans için yediden kesme gelir. Bu kesme karşılığında isterseniz hemen, isterseniz cebinize alarak başka bir zamanda para ödemeden çay, kahve ve meşrubat içebilirsiniz. Bazı kahvehanelerde oyun araçlarına belirli bir saat ücreti alındığı da olurdu. İskambil kâğıtları ile oynanan oyunlarda beraberinde bir de Taştahta ve sünger gelir. Bu defter sayfası boyunda, tahta bir çerçeveye alınmış, kayrak taşından yapılmış, kara bir levhadır. Özel kalemi ile çizilerek bu taş üzerine yazılan skor, ıslak süngerle, bazen tükürülenmiş parmakla silinerek temizlenir.
Prafa oyunda skor, taştahta üçe bölünerek ve nedendir bilmem, mutlaka eski Türkçe rakamlarla tutulurdu. Zaten prafa 32 kartla oynandığından istenirken “ver bir otuz iki” denilerek sipariş edilir veya başka oyunlar için 52 talep edilirdi…
Kumarhanelerde masada dönen paradan bir kısmı (mano) işletmeciye ayrılır. Bu kanunen yasak olmasına karşın hiçbir zaman tam önlenememiştir.
Tavla istendiğinde yanında bir küçük tebeşir parçası ile birlikte gelirdi. Sayı yapanın tarafına, tavla kutusu kenarına bir çizik atılarak skordaki anlaşmazlık böylece garantiye anılırdı. Zar tuttuğu bilinen kişiler tavla ile birlikte fincan da talep ederlerdi. Böylece zar bir fincanın içinde çalkalanarak atılır…
İddialı kişiler arasında paraya, kolundaki saate, tarlaya, arsaya, hâttâ kata karşılık tavla partileri bu anlatımın dışındadır. Onlar için farklı bir mekâna gerek yoktur ki…
Sabahçı kahvesi ruhsatlılar dışında kahvehaneler belediye nizamları ile gece belli bir saatte kapanırlar.  Kapanma saatine yakın oyunu uzatan bir iki masanın etrafında dolaşan garsonlar sandalyeleri toplayarak, yerleri süpürerek,  ikaza çalışırlar bu inatçıları. Mahalle kahveleri ve köy ve han kahvelerinde bu iş daha kolaydır. İşletme sahibi yakından tanıdığı, nazı geçen müşterilerini nazikçe kovabilir.  Genelde oranın temizliği karşılığı kahvede yatan bir gariban her zaman vardır. Kahve sahibi için yüksek sesle “Hadi gari Memet yatcek” savı her zaman geçerlidir.
Bölgesel ve yöresel adetler, örfler her zaman farklıdır. Mahalle ve köy kahvelerinde oraya gelen misafirlerden ve yabancılardan kesinlikle çay kahve parası alınmaz. Bazı Anadolu köy kahvelerinde kahveye ilk gelen kendisinden sonra gelenlerin çay kahve ücretlerini gece boyu karşılar.
Halkevi orta avlusundaki, belediye binası önündeki dağcılık kulübü, Tophane bahçesi, üst Çekirge’deki çay bahçeleri, daha sonraları Kültürpark içindeki çay bahçeleri özellikle, karakteristik Recep Özgen çay bahçesi kahvehane tarzının ve konumuzun dışında kalırlar.
Ülkemizde ilk kahvehane 1554 yılında Kanuni Sultan Süleyman döneminde açılmış. Zaman içinde olumlu olumsuz safhalar geçirmiş. Üçüncü ve Dördüncü Murat dönemlerinde yasaklara uğramış.
Size naklettiklerim bekârlığa ve kahvehaneye veda ettiğim nerede ise altmış yıl evveline dayanan tespitlerim. O günden bu yana bir kahvehanede oturmadım. Şimdilerde tarzlar, usuller, ritüeller ne haldedir bilemem ama televizyonun kahvelere de girmesinden sonra özellikle maç olduğu geceler arttık onun hâkimiyetin sürdüğünden eminim. Her yönden cep telefonlarının çeşit melodilerle çaldığından da…
Bir Çin bedduası; “Dilerim değişimlerin olduğu zamanda yaşarsın” der. Bizim kuşağımız değişimlerin yoğun ve hızlı olduğu zamana rastladı. 
“Önce ekmekler küçüldü”, sonra aşevleri lokanta, restoran oldular, bakkallar market, oteller hotel, dükkânlar butik oldular. Kahvehaneler kafe...
“Uykum geldi esnerim.
Kafeste bülbül beslerim.
Kahvem size afiyet olsun,
Ben fincanımı isterim.”



9 Kasım 2018 Cuma

ÜTOPİK BURSA*


ÜTOPİK BURSA*



Sevgili Çocuk.
Üç gündür Bursa’dayım. Osmangazi Belediyesinin davetlisi bir grubuz. Bu üç günde gördüklerim ve yaşadıklarımdan o kadar etkilendim, o kadar kıvandım ki, sıcağı sıcağına paylaşmak istedim seninle.
İstanbul’dan Mudanya’ya deniz otobüsü ile rahat bir yolculuk yaptık. Uzun iskeleyi yürüyerek kat edince birden meydanın bitişiğindeki biblo gibi iki katlı bir yapı ile karşılaştık. Tuğla işlemeli. Kesme taş kemerli pencereler, Marsilya kiremidi kaplı dik çatı, üzerindeki küçük pencereli çatıçkatı ile masal dünyasından kalma bir dekor gibi duruyordu, çevresindeki modern binalar arasına. Ya da eski Avrupa kartpostallarından bir Alp kasabası peyzajı. Burası bir gar binası. Malta taşı döşeli kaldırımından dolanınca masalın devamı ile karşılaştık. Sekiz on vagonluk bir tren katarı. Önde metal aksamı parlatılmış, teker üstlerinden beyaz buharlar saçan kömürlü bir küçük lokomotif. Eski yüzyıllardan kalmış gibi. Gibi değil öyle. Bu dar hat 1892’ de bir Belçika şirketi tarafından yapılmış. Uzun yıllar Bursa Mudanya arasındaki tek bağlantı imiş. Simdi turistik amaçlı ve bir tarih sembo1ü olarak kullanılıyor. Biz tavanı kapalı, yanları ferforje parmaklıklı yazlık vagonları tercih ettik. Biraz sonra sarı döküm kampana üç kere vurdu. Kırmızı şapkalı hareket memuru elindeki feneri kaldırdı. Lokomotifin melodili çığlıkları ile hareket ettik. Cilalı eski ahşap direkler ve tavan kaplamaları titreşimlerle uydular tekerlerin sarsıntılı ritmine. Bir süre sağ paralelimizdeki geniş asfaltı ve yamaçtaki apartmanları izledik. Sonra katar, yolun altından geçip yamaçlara doğru tırmanmaya başladı, Güzel bir Mayıs günü. Sanki yazın müjdecisi, Özenle budanmış zeytinliklerin zeminleri taze yeşillerle örtülü, aralarda papatyalar„ ballıbabalar. Yolun şevlerini sarıçiçekleri ile katırtırnakları kaplarmış. Sol tarafımızda aşağılarda kıyı boyu uzanan binalar ve koyu mavi bir deniz. Körfezin karsı kıyıları. Yine yeşil... Yavaş yavaş tırmanıyoruz. Bol virajlı ve rampalı bir yol. Kızılçam korularının pembe beyaz çiçek açmış badem ve şeftali bahçelerini, bağlar arasına yayılmış köyleri geçiyoruz. Hat boyunda taze yaprakları açık yeşil dut ağaçları sıralı. Bir zamanlar buraları bütün dutlukmuş. Bursa’nın koza ürettiği, ipek şehri olduğu dönemler... Bir saate yakın bir süre tırmanıp tepeye ulaştık... Birden manzara değişti, Nihayetsiz bir ova... Karşıda bütün görkemi, taze yeşil yamaçları ve öğlen güneşi ile parıldayan karlı dorukları ile Uludağ... Bahçeli evler ve villaların arasında bulduk kendimizi. Geniş bir otoyola ve hafif raylı sisteme paralel yol almaya başladık. Yanımızdan modern elektrikli vagonlar hızla geçiyor. Makinist onları buhar çığlıkları ile selamlıyor. O da acaba bu makine gibi yüz küsur yaşında mı? İnince bakacağım. Bize el sallıyorlar, çocukluk günlerimizin Lunapark coşkusu ve sevinci ile cevap veriyoruz. Garip bir duygu; sanki oturduğumuz eski deri kanepe ile özdeşleşmiş, tarih olmuşuz, Yüzyıllar ilerisine el sallar gibiyiz.
Zaman tünelindeki yolculuğumuz geniş Sanayi Bölgesini, modern fabrika binalarını, çok katlı yerleşim birimleri ile Yeni Bursa’nın uydu kentlerini izleyerek sürüyor. Kırk kilometrelik bu eski güzergâhı nostaljik duygular altında bir buçuk saatte bitirebildik. Oysa yeni otoyol ve raylı sistemle bu mesafe sadece yirmi dakika. Ama şikâyetçi değiliz.
Trenimiz çok katlı bir istasyonun birinci zemin katına yanaştı. Yürüyen merdivenlerden inen çıkan insan kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Burası Yeni Bursa’nın kent merkezindeki ana metro istasyonu. Bir alt katımızdan batı yönündeki Mudanya’yı doğudaki yerleşim bölgeleri ve Kestel’e bağlayan yeşil hat geçiyor. Onun altından ise Yalova yolu üzerindeki şehirlerarası otobüs terminali ve bitişiğindeki Demiryolu istasyonunu Eski Bursa merkezine ve Uludağ teleferiğine bağlayan kuzey­ güney eksenli kırmızı hat.
Yürüyen merdivenlerle çok geniş bir meydana çıktık. Tramvay ve otobüs durakları, oturma alanları, yeşil alanlar, Çınarlar, Palmiyeler, çiçeklikler, havuzlar ve fıskiyelerle donatılmış. O kadar çok fıskiye var ki: bu çok hareketli araç trafiği ve insan kalabalığının gürültüsü su sesleri arasında maskeleniyor. Zaten Bursa’nın her yöresinde, meydanlarda, sokak, mahalle aralarında havuzlar, çeşmelerle karşılaştık.  Cami içlerinde, han avlularında, eski Bursa evlerinin salon ve bahçelerinde mermer şadırvanlar karşıladı bizi. Velhasıl “Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’ye hak vermemek elde değil. Hatta bir eklentide bulunmak lazım Çelebi’ye; “Bursa sudan çiçekten ve Erguvanlardan ibarettir.”
Meydanın bir yönünde valilik, beleye hizmet binası. Resmi Daireler, diğer yönünde çok katlı iş hanları ve alışveriş merkezleri, öbür tarafta oteller bölgesi var. Otelimiz yürüme mesafesinde. Odalarımıza yerleştik, Bavullarımız gelmiş bile… Pencereye yaslandım. Sekizinci katta ve güneye bakıyorum. Önümde geniş meydan, yukarı doğru tırmanan palmiyeli bir bulvar, sağlı sollu iş merkezleri ve bir amfiteatr gibi yükselen: ulu servilerin, yaşlı çınarların, gümüşlü kubbelerin, beyaz minarelerin bezediği Eski Bursa... Ardında Uludağ’ın yeni yeşermiş genç tepeleri...
Biraz dinlenmenin ardından tramvay bizi Atatürk Caddesine taşıdı. Bu cadde Eski Şehrin ana arteri.  Eski Şehre motorlu araç girmesi yasak. Buradaki ulaşımı tramvay ile çözmüşler. Adı da çok Şirin; “İpek Böceği” Geniş caddenin bir yakası Ulucami, Orhan Camii, Kozahan gibi ilk dönem Osmanlı eserlerini barındırıyor. Diğer yakası 19. yüzyıl Osmanlı ve Ermeni mimarisinin iki üç katlı yarı ahşap evleri, konakları sıralanmış; yüksek tavanlı, büyük giyotin pencereli, üst katları çıkmalı Bursa Evleri. Yüzyıldan bu yana dış yüzleri aynen korunmuş. Bugün birçoğu butik otel. Zemin katları ise şık mağazalar ve kafelere dönüşmüş.
İki yüz metre ileride Cumhuriyet’in ilk yılları yaşıyor. 1926’ da mimar Ekrem Hakkı Ayverdi Bey’in yapmış olduğu aynı stildeki üç bina (Vilayet, Adliye ve Defterdarlık), aralarında heykeltıraş Nejat Sirel’in eseri Atatürk Heykeli. Caddenin her iki yakasında, kaldırımlarda Erguvan ağaçları sıralı zaten tüm caddeler böyle. Bir anlamda Bursa, Erguvan kenti…
Eski Şehir sanki devasa bir film platosu. Bir köşeyi dönüyorsunuz, bir han kapısından geçiyorsunuz. Yapılar sizi bir anda, elli yıl, yüz yıl, altı yüz yıl gerilere götürüyor.  Burada “zaman içinde zaman mekân içinde mekân var.”
“Bursa’da en çok ne gördün?” diye sorsalar “Su, park, çiçek ve müze” diyeceğim. O kadar çok müze var ki... Heykel arkasındaki binaları şehir müzesi yapmışlar. Karşısında eski Halkevi ve Ahmet Vefik Paşa Tiyatro binası tiyatro müzesi olmuş. Yine 1930;lu yıllarda Tayyare Cemiyetince yaptırılan sinema binası Kültür Sarayı, bitişiğindeki araları tuğla örmeli ahşap karkas, 1800’1ü yıllardan kalma zarif Belediye Binası ise Belediye Müzesi. Az ilerisinde eski Osmanlı Bankası binası Bankacılık Müzesi... Gezimiz sırasında gördük ki; eski bir ipek fabrikası Anadolu Arabaları ve Otomobil Müzesi olmuş. El sanatları, halı kilim, bıçakçılık, bakır eşyalar, çini. Orman müzesi, Karagöz-Hacivat müzesi… O kadar çoklar ki... Buralarda her milletten insanla karşılaştık. Bursa plaj şehirleri dışında İstanbul’dan sonra en çok turist çeken yer. Yoğun otomotiv, yedek parça, tekstil, mobilya, ev gereçleri, gıda sanayileri, art arda kurulan fuarlar nedeni ile yurdun her yöresinden iş adamlarını taşıyan uçaklarda yer bulma sıkıntısı yaşanıyor. Kışın kayak, diğer mevsimler alternatif sporların merkezi Uludağ, ünlü Arap ve İngiliz atlarının yetiştirildiği haralar, binicilik ve golf kulüplerinin, kaplıca ve rehabilitasyon merkezlerinin çektiği yerli ve yabancı turist sayısı başlı başına bir rakam oluşturuyor.
“Cumhuriyet Bursa’sında” yine o yılların dekorasyonu taşıyan kebapçıda tonet sandalyelerimizi mermer masalara yanaştırdık, uzun beklemenin ardından nefis İskender Kebabını yedik. Kahveler iki yüz metre ileride başka bir zamanda, başka bir mekânda içildi. Uludağ eteklerinden doğup şehri güney kuzey doğrultusunda kat eden Gökdere var. Kış ayları derinden ve hırçın akıyor. Üzerinde sıra sıra köprüler. Bir tanesi yüksek taş kemer üzerinde kesme taş duvarlı, kirpi saçaklı sıra dükkânları taşıyor. Restore edilmiş, yenilenmiş, küçük hediyelik eşya dükkânları...  Bunun kadar popüler olan bir diğeri Setbaşı Köprüsü. Köprünün bitiminde derenin dik yamacında ahşap, tek katlı, yüksek bir yapı. İttihat Terakki binası imiş, sonralar Türk Ocağı. Cumhuriyetin ilk yıllarından, bu yana da Bursa’nın aydın kesiminin kıraathanesi olmuş; Mahfel Bahçesi’ndeki yaşlı akasya ağaçlarının altındaki demir ayaklı, yuvarlak mermer masalara dağıldık. Taze çekilmiş kahve, çiçekteki akasyanın rayihası, aşağıdan derenin dinlendirici musikisi, bıraksalar buradan hiç kımıldamayacağım. Ama programımız o kadar yoğun ki…
Yürüyerek beş yüz metre kadar gittik, sağımızda solumuzda yine klasik Bursa mimarisi iki katlı üç katlı binalar. Hepsinden büyük bir ahşap yapı, eskiden kozaklık imiş. Simdi ünlü markaların satıldığı bir alışveriş merkezi. Geçince eski bir Medrese binası: İslậm Eserleri Müzesi olmuş. Caddenin sonunda turkuaz renkli çini kaplı, sekizgen, sivri kubbeli, Selçuklu türbelerini andıran bir üslupta ünlü Yeşil Türbe. Burada Fetret Devri ardından dağılan imparatorluğu yeniden kuran Çelebi Mehmet ve ahfadı yatıyor. İç duvarlarımdaki işlemeli İznik çinileri şaheser. Hemen karsısında Yeşil Camii. Bu da 1400’lü yıların başında Yeşil Medrese ve Türbeyi de inşa eden mimar Hacı İvaz Beyin zarif bir yapısı. Cami ortasında mermer bir şadırvan bulunan kubbeli kare bir alan ve her iki yanında iki basamakla çıkılan yine kubbeli dört mahfil, kıble yönünde daha fazla basamakla çıkılan ikinci büyük kubbeli mekândan oluşuyor. Bu mimari tarzı ile Ulucami hariç Bursa’nın diğer selatin camilerinde de karşılaştık. Pay­i taht, Edirne’ ye taşınıncaya kadar Osmanlı idari yapısında saray alışkanlığı yok. Camiler aynı zamanda devlet dairesi. Caminin sağlı sollu bölümlerinde adliye, maliye, tapu işleri görülüyor. Hatta çok kere padişah bile  vezirleri ile birlikte bu kısımda bulunuyor. Ezan okununca devlet ricali ortadaki şadırvanda abdest alıp yüksekteki asıl cami bö1ümüne geçiyor diğer cemaatle birlikte.
Mermer kaplı kuzey cephesinin ve görkemli Taç Kapısının baktığı kırmızı damlı panoramanın ve yeşil ovanın izlendiği avlusunda asırlık çınarlar var. Hafif rüzgârla melodileşen yaprak hışıltıları ve üzeri oymalı ahşap şadırvandan su şakırtısı yayılıyor etrafa. Mistik çağrışımlar içinde kalıyor insan. Osmanlılar suya çok önem vermişler, Hatta bir sonraki durağımızda, Yıldırım Beyazıt Külliyesindeki Darüşşifa’ da (Hasta hane) su sesi ile tedavi uygulaması yapılırmış. Yıldırım Külliyesi eski şehrin doğu varoşlarımda. 13. yüzyıl Bursa üslubu camii, aşhanesi, misafirhanesi, darüşşifası ile bir bütün. Etrafı açılmış. Eserler biblo gibi yükseliyor. Zaten bütün tarihi eserlerin etrafları açılmış, düzenlenmiş ve yeşertilmiş, İklim elverişli, kazık soksanız seneye ağaç; oluyor. Biraz ilgi ve özenle her yer park olmuş, binalar arasındaki en küçük bir alan bile parklarla, çeşmelerle, havuzlarla süslenirmiş. Şehir bütünü ile bir huzur kenti...
15. yüzyılda Bursa’ya iskân edilmiş büyük bir Sefarad Yahudi’si nüfusu varmış. Bugün sayıları çok azalmakla beraber Altıparmak semti halk diline hâlâ Yahudilik diye anılıyor. Faal haldeki Sinagogları da burada. Akşam bu mahalledeki bir sokakta (Arap Şükrü Sokağı) idik. Parke döşeli dar sokağın iki yakasımdaki iki katlı eski Yahudi evleri restoran, kafe ve barlara dönüşmüş. Sokağa dizilmiş masalar, her milletten insan kalabalığı, balık, ızgara rakı kokusuna sokak çalgıcılarının oynak alaturka nağmeleri eşlik ediyor. Bir neşe, bir şamata ki...
Dün sabaha Hanlar Bölgesi ile başladık, Ulu Cami’nin kuzeyinde bir eksen üzerinde önce Ulu Caminin sonraları diğer Osmanlı eserlerinin vakfı olarak inşa edilmiş hanlar ve kervansaraylar var. Kapanhan, Arabacılar Hanı, İpekhan, Pirinç Hanı, Emirhan, Geyvehan Fidanhan.. Yanlarındaki hamamlar, medreseler, bedesten ve Kapalıçarşı ile bir bütün.  Buralar Osmanlılardan bu yana Bursa’nın alışveriş merkezi. Bugün kentin farklı bölgelerindeki çok katlı iş yerlerine rağmen hem turistler hem yerli halk Kapalıçarşı alışkanlığını sürdürüyor.   
Hanlar, kesme taştan, tuğla hatıllı, tuğla saçaklı, kurşun kaplı kubbeli yapılar. İlk bakışta birbirilerine benzese de taç kapıları ve taş oyma işlemeleri farklılıklar gösteriyor.
Koza Han ve Fidan Hanın avlularında altı şadırvan üstü mescit olan enteresan yapılar var. Kare bir avluyu iki kat olarak çevreleyen odalar, gözler şimdi şık mağazalara dönüşmüş.  Genelde tekstil, ipek ve otantik üretimler satılıyor.  Avluları devasa çınar ağaçları gölgeliyor, altları bambu, hazeran, tonet iskemleli, alçak masalı kahvehaneler, çayhaneler...
Hanları dolaşırken çeşitli etkenliklerle karşılaştık.   Bu otantik mekânlarda kâh tek kişilik sokak gösterileri izledik, kâh otuz kişilik senfoni orkestralarını dinledik.
Hanların ve çarşıların arasta düzeni zamanlarındaki, günümüzde unutulmuş iş kollarından bir dükkậnlık örnekler faaliyette. Bakır dövülen bir dükkân, tipik bir yemenici, kıl eğiren bir mutaf… Ama öyle karnaval kıyafetleri (!) ile değil. Turistlerden yoğun ilgi görüyor, satış da yapıyorlar. Bu etkinliği Esnaf Odaları üstlenmiş. Hemen her fabrikanın bir sosyal kulübü, dans, folklor, müzik, tiyatro toplulukları var. Aralarında kültür rekabeti yerleşmiş. Belediyelerin, Üniversitenin, sivil toplum kuruluşlarının benzer etkinlikleri için salonlar değil, meydan ve sokaklar sahne olmuşlar…
Osmanlı tarihi kokan bir platformda Macar Rapsodisi veya bir istasyonun cam piramit çatısı altında tasavvuf müziği dinlemek o kadar olağan ki…
Çarşılı köprü (Irgandı Köprüsü)   enstrümantal sanatçıların, burçların altı ressamların, eski Pazaryeri el becerisi satan kadınların belirli adresi. Bursa sanatı, kültürü ve tarihi turizme o kadar güzel endekslemiş ki... Bölge çeşitli tarihlerde ve en son 1958’ de ki yangınlarda birkaç kere yanmış. Hanlar ve diğer eski yapılar aslına uygun restore edilmiş. Kapalıçarşı yeniden yapılmış, Çevresindeki mimari ile uyum sağlayan modern bir tarz kullanılmış. Üzerini örten camlı kemer ve kubbelerde alçı­cam özellikli Osmanlı vitray sanatı çok güzel uygulanmış. Bol ışıklar altındaki altın bolluğu göz kamaştırıyor.
Çarsıdan topluca çıkıp bir caddeyi kat edince güneyde, adeta duvar gibi, kayalık dik bir yamaçla karşılaştık, Yamacın altındaki şık platformdan yirmişer kişilik bir çift çam kabinli asansör sizi 25-­30 metre yukarı yamacın üzerine çıkarıyor. Bursa’ da böyle sürprizlerle o kadar çok karşılaştık ki. Çıktığımız nokta yine asırlar evveli… Kubbeleri, Uludağ yamaçlarını ve şehri tepeden gören büyük bir park. Ortasında yedi katlı 19. asır yapısı Saat Kulesi, biraz ileride bir tanesi kubbe yapısı Bizans tarzını çağrıştıran iki kare türbe. İmparatorluğun kurucusu Osman ve oğlu Orhan Bey aileleri ile birlikte bu burada yatıyorlar. Osman Gazi’nin sedef kakmalı sanduka parmaklıkları ve üzerindeki kristal avize, not etmeye değer ihtişam ve güzellikte.
Parkın çıkışında akülü bir aracın çektiği tenteli vagonetlerden oluşmuş bir katara bindirildik. Karşımızda restore edilmiş Bursa surları; birisi yuvarlak, biri kare zeminli iki burç, Aralarındaki Hisar Kapısından en Eski Bursa’ya (Sur içi) girdik. Daracık labirent gibi sokaklar. Birden önümüz kapanıyor, Yol bitti sanırken anlaşılmaz bir açı ile başka yöne dönüyoruz. Aralarda Arnavut kaldırımı veya kayrak taşı kaplı meydancıklar, avlular. Üzerlerine yerli kiremit dizilmiş bahçe duvarları. Asma yaprakları, çiçekteki erik ve  elma dalları, dışarı uzanmış. Meydan köşelerinde veya bahçe duvarlarında ecdat yadigârı, her biri hat sanatı şaheseri kitabeler taşıyan mermer, çini, tuğla örmeli, lüle musluklu sokak çeşmeleri… Yüz yıllık, iki yüz yıllık ahşap saçaklı evler; tertemiz boyanıp, rengârenk badanalanmış.  Sundurmaların altında tahtadan basit bahçe ve oymalı, işlemeli, cilalı hane kapıları… Üstlerinde irili ufaklı hanımeli biçimindeki bronz kapı tokmakları, desenli halkalar. Evler dış yüzlerine dokunulmadan ikili, üçlü birleştirilip otel veya pansiyona dönüştürülmüş. Yerel yemekler yapan küçük lokantalar, pide fırınları, simit evleri, pastaneneler; tahta masa ve sandalyelerini meydancıklara taşırmışlar. Evler arasında küçük mescitlerle karşılaşıyoruz. Yanlarında servi ağaçlı hazireleri…  Kavuklu, fesli, sarıklı mezar taşları; eğilseler de asırlardır ayakta kalmayı tevekkülle başarmışlar. Beyaz mermer ile Selvi ağacının mimari uyumunu bu kadar güzel aksettirebilen başka bir yer görmedim.
Mucizevi bir parselasyonla güneş ışığı alan bu dar sokaklarda süslü Bursa faytonları ile karşılaşıyoruz. Yana çekilip bize yol veriyorlar. Hisar içi ve çevresi de motorlu araç trafiğine kapalı. Bu sebeple aynı geziyi faytonlarla yapan Avrupalı, Uzak Doğulu turistler, kapitone koltuklara kurulmuşlar başlarında sokak satıcılarından satın aldıkları fesler, kavuklar.  Hanımlar işlemeli yaşmaklara beceriksiz sarınmışlar. El sallayarak selamlaşıyoruz. Bu atmosfer içeresinde kendilerini Osmanlı hanedanı sandıklarından eminim…
Katarımız belirli yerlerde duruyor, inenler, binenler o1uyor. Biletler veya otel müşterilerinin kartları bütün gün geçerli. İlgi duyduğunuz yerleri ve müzeleri tetkik şansınız var.  Sonunda Zindan kapıdan çıkarak surları solumuza aldık.  Yaklaşık 2500 yıla dayanan tarihiyle Bitinya döneminde yapılan bu surlar 4 bin metreyi buluyor. Zindan kapı enteresan bir yer. Burada  ‘kanlı kuyu’, ‘işkence odası’ ve ‘kule bağlantılı koridorlar’, ‘zindanlar’ ve Uludağ’ın altına doğru uzanan tüneller varmış. Restore ve renüve edilmiş.  Çok zaman alacağı için biz dolaşmadık ama turistlerin çok ilgisini çekiyormuş. 
Dik bir dere yamacına paralel aşağılara iniyoruz. Burada bir sur kapısı daha var; Kaplıca Kapı. Solumuzda Uludağ etekleri.  Yanımızdaki  eski ipek ve dokuma fabrikası Koza ve İpek Müzesi. Bitişiğinde bir dönemlerin Fabrika-i Hümayunu yükseliyor; şimdi Tekstil Müzesi. Yol biraz genişledi. Yüksek bahçe duvarlı eski konakları geçiyoruz, Katarın dönüş yaptığı son durak.
İndik. Burası Muradiye (II. Murat) Külliyesi. Ahşap tavan ve dolap kapakları isçiliğine hayran kaldığım XVII. asır Osmanlı evi, imaret, hamam, evvelce gördüklerimiz tarzında II. Murat Camii, Medresesi… Cami ile medrese arasındaki dar geçitten bir parka girdik. Bizi önce şimşir ve her renkten gül kokuları karşıladı. Hayır, bir parka değil, bir başka zamana da değil, bu defa başka bir iklime, bir başka âleme geçtik... Etrafımızda ulu ağaçlar ve çiçek tarhları, tabii Erguvanlar arasına dağılmış on on beş kadar çeşitli büyüklükte kare zeminli, kesme taş duvarlı, kubbeli türbe binaları ve eski mezarlar var. Bunlarda şehzadeler, kadın efendiler, yakınlar gömülü. Ama onun dışında anlaşılması güç, garip, uhrevi bir elektrik var... Buradaki rüzgâr beni 1400’lü yılların Bursa’sına: imparatorluğun mütevazı fakat zafer dolu dünyasına taşıdı. II. Murat’ın sade türbesini muhteşem ahşap kapı sundurması süslüyor. Kubbenin ortasında bir açıklık var. Bu padişahın vasiyeti gereğiymiş. Kabrinin Allah’ın rahmetinden mahrum bırakılmamasını istemiş.
Türbelerin önündeki caddenin adı Kaplıca Caddesi. Eskiden kenti kaplıcalar bölgesi Çekirgeye bağlayan tek yolmuş. Bugün diğer tarihi eserlerin civarı gibi araç trafiğine kapalı. Çekirge ’ye tramvayla götürüldük. Üzeri atkestaneleri ile örtülü kıvrımlı yolun güney cephesinde Atatürk Köşkü (Müzesi), Çelikpalas Otelleri, Ormancılık Müzesi ve bahçe içeresinde köşkler var. Kuzeyde Bursa ovasını izliyoruz. Çok değil, 1960’lı yıllarda yolun alt tarafından ovanın sonuna kadar köyler ve Çelikpalas’ın karsısındaki kaplıcalar dışında hiç bina yokmuş. Sanayinin patlaması ve iç göçler sonucu imarsız yapılaşma ovayı işgal edip yok etme seviyesine getirmiş. Şehir müzesinde bu dönemlerin pano boyu mukayeseli resimlerini izledik. 90’lı yıllarda çözüme yönelmişler. Bu yapıların büyük kısmını yıkarak çok katlı sitelere dönüştürülmüşler. Mal sahiplerine buralardan arsaları oranında daireler verilmiş. Boşalan alanlar da yeşil saha ve parklarla değerlendirilmiş. Böylece yeşilin büyük bölümünü tarım arazisi olmasa da ağaçlık alanlar olarak geri kazanmışlar. Bu çalışma hâlâ yoğun olarak sürüyor. Tarihi eserlerle dolu Eski Şehre yeni yollar açılması zorluğu karsısında da yapılanmayı Uludağ yamaçları dışında şehrin üç yönündeki uydu kentlere yönlendirmişler. Yüzeysel yayılma yerine dikey büyümeyi hedefleyen imar planlan uygulanmış, teşvik edilmiş, çok da başarılı olmuş.
Çekirge eski merkeze beş kilometre mesafede tabii simdi kentin ortasında. Romalılardan beri şifalı sulan ile ünlü bir terapi bölgesi. O dönemlerden kalma şimdi bile hizmet veren havuzlu hamamları var. Sultan I. Murat (Hüdavendigar) yüksek yamaca bir cami yaptırmış
Caminin çok farklı mimari özellikleri var. Dış görünümü kilise çağrışımı yapıyor. Selçuklu
Medreselerini andırıyor, içerden merdivenli ikinci katında sıra odaları ve savunma mazgalları var. İç düzeni çok bölümlü ilk dönem Osmanlı camileri ne benziyor.
Altıdaki meydandan camiye kadar olan bütün binaları yıkmışlar. Bu enteresan yapı ve yanındaki türbe amfiteatr gibi yükselen tepenin üzerinde bir yüzük taşı gibi ortaya çıkmış. Daha Mudanya’dan gelirken bu Akropol görünümü dikkatimizi çekmişti. Caminin arkasındaki düzlük park haline getirilmiş. Araç trafiğine kapalı bu parka dağılmış köşk görünümlü, beyaz yağlı boyalı, ahşap birçok küçük banyolu otel var. İsimleri de çok sevimli; Hüsnügüzel, Gönlüferah, Boyugüzel, Selvinaz... Parkın ovaya hâkim manzarası ve akşam saatlerinde gün batımı çok güzel. Çok katlı yeni yapı otelleri yamacın altında toplarmışlar.
Akşamüzeri gene en Eski Bursa’da hemen surların dışında geniş eski mezarlıklar karşısındaki Mevlevihane’de bir Mevlevi Ayini izlemenin ardından golf arabalarının bizi götürdüğü iki yüz yıllık bir konakta Osmanlı Mutfağı ile tanıştık!
Üçüncü gün; kayak sezonu bitmiş, Apollon kelebekleri görebilmek için zaman erken olsa da Uludağ, Mudanya ve hâlâ ilk günkü özelliklerini koruyan Osmanlı köyleri ile geçti. Ardından Yenişehir uluslararası Havaalanı ve yirmi dakika sonra İstanbul.
Sevgili çocuk,
Doğa bu şehre tüm nimetlerini sunmuş. Yarım saat ara İle 2500 metrede kayak, deniz ve ortasında şifalı sıcak sular. Tarih, eski eserler, verimli topraklar... Çok güzel planlanmış ve uygulanmış şehircilik, yerleşim, her şey, her şey...
BİR RÜYA İDİ BU ÜÇ GÜN.
Sevgi ile gözlerinden öpüyorum.


·         2003 YILINDA OSMANGAZİ BELEDİYESİNİN AÇTIĞI YARIŞMADA YAYINLANMIŞTIR.
·          

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...