16 Haziran 2019 Pazar

BABALAR GÜNÜ TEKRAR



babalar günü tekrar

SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?



“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü.
Kör oldum.
Babamdan ummazdım bunu,
Kör oldum.”
Cemâl Süreya


    















                 Baba 1991                                                          Baba oğul 1958

“Sabah uyandım, seslendim, öyle yatıyordu” diyor annem. Yatağına doğru yöneliyorum. Sırt üstü yatıyor, hiç hareketsiz. Gözleri açık ve sabit. Dikkatle bakıyorum. Bir ifade arıyorum gözlerinde, ama yok. Zaten uzun zamandır yoktu. Bir süre evvel ölmüştü gözleri.
Yüz hatlarınıza sahip olabilirsiniz. Neşenizi, üzüntünüzü, telaşınızı mimiklerinizle kontrol edebilir, gerçeğin tam zıt bir ifadeyi bile resmedebilirsiniz çehrenize. Ama gözlere hüküm edemezsiniz. Gözler sahteciliği ve yalanı bilmezler. Riyayı da bilmezler. Gözler dürüsttürler. Sağ oldukları sürece...
Babacığımın gözleri son bir yıldır yavaş yavaş öldüler. Önce göz bebekleri küçüldü, matlaştı. Kirpikleri seyrelmiş, buruşuk göz kapakları ardında kahverengi gözleri de küçüldü, göz akları sarardı. Hiç bir mana yansıtmaz oldular. Yaşarken öldüler.
Dudakları hafif aralık. Dinliyorum, hiç nefes almıyor. Zayıflamış, elmacık kemikleri çıkmış, artık renksiz bir deri tabakasından ibaret yüzünde sakin, mutlu bir ifade sezinliyorum. Uzun süredir hiç bir mana algılayamadığımız yüzünde, bir huzur ifadesi. “Hastalığın klâsik tablosudur; maskface (maske yüz) ve kayıkçı karnı” diyordu müdavi hekimi.
İki ince kemiğin arasından nabzını arıyorum. Yok.
“Bitmiş” diyorum, anneme.
“Bitmiş.”
Annem yanıma dikilmiş, biraz şaşkın, biraz buruk, mütevekkil bir ruh haleti içeresinde, bilip kabullendiği gerçeğin dışında bir cevap alabilmek arzusu ile bir bana bakıyor, bir babama.
Bitmiş... Bu sözcüğü ne kadar kolay kullandım? Hayret ediyorum ve kendime esef ediyorum. Seksen yıllık bir ömrün sona erişini, akşam var olan birisinin şimdi yok oluşunu ifadede basit, ruhsuz, tek bir kelime ile mi yetinmeliydim?  Hayrettir, hiç bir şey hissetmiyorum. Acı da duymuyorum, üzüntü de. Yalnız bir boşluk. Bir şeyler düşünmek istiyorum. Bulamıyorum.
Ya kendinizi bir fikre motive edersiniz, beyninizi düşünmek istediğiniz yöne tevcih edersiniz ya da beyniniz gayri-irâdi olarak, bir düşünce zincirini art arda üretir.  Saptırmak isteseniz de başarılı olamazsınız.
Oysa babamın ölümünü ne kadar çok düşünmüş, ne kadar çok plânlamıştım hafızamda. Tahayyül ettiğim tablolarda çok farklı hisler yaşamıştım. Zaman zaman gözlerim dolmuş, ağlamanın rahatlatıcı sükunetine teslim etmiştim kendimi. Şimdi gerçekle karşı karşıya kalınca, çizdiğim sahnelerin tamamı, hisler âlemimdeki tüm duygular toptan yok olup gitmişler. Kendimi bu kayba alıştırdığım için mi böyle duygusuzum şu anda? Yoksa şok dedikleri mi bu?
Ellerini avuçlarıma alıyorum. Sıcaklığını kayıp etmişler.  Zaten uzun zamandır fazla sıcak olamıyorlardı. Her zaman ince ve zarif olan parmak kemikleri sanki daha da incelmiş, artık üzerileri kahverengi ölü pigment tabakaları ile benekli, ince derisi bu kemiklere iki beden büyük geldiklerinden büzülmüşler. Mavi kabarık damarları, dolaşımı durmuş hayat suyuna rağmen, sertliğini henüz koruyorlar.
Bu ellerle ilk tanıştığım zamanı hatırlamıyorum. Bilinçsiz bir bebek iken, bana uzanan bu parmakları minicik ellerimle tutup, kavramaya çalışmış olmalıyım. Gözlerimi yumuyorum. Belleğimin derinlerinde, sisler içeresinde şekiller beliriyor.
Galiba bir kış günü. Karşımızdaki kafeste uzattığımız kestaneleri kabuğundan ayırıp iştahla yiyen bir maymun var. İlk defa gördüğüm bu sevimli yaratıktan hem hoşlanıyorum hem de galiba korkuyorum. Ellerimi yukarı kaldırıyorum, başımın hizasında babamın elleri ile buluşuyorlar. İnce, narin parmaklı sıcak eller. İki parmağını küçücük avuçlarımla kavrıyorum.  Parmaklarını bükerek avucumun tamamını hapis ediyor, avuçlarında. Sıcak ellerinden bütün vücuduma bir güven ve sevgi akımının yayıldığını anımsıyorum. Her halde iki buçuk üç yaşlarımda olmalıyım.
Sonraları bu akımı yıllar boyu hissettim. Pazar gezmelerine giderken, nedense ben babamın, ablam annemin ellerini tutarak yürürdük.  Halk evi Sinemasının orta locasından çıkıp evimize yürüdüğümüz karanlık Afyon gecelerinde, yapıştığım bu eller hep güven duygusu aşılardı bana. Yine ellerimden tutup İsmet Paşa Mektebine kayıt yapılmaya götürüldüğüm günü hatırlıyorum”.
Acaba onunla o zaman mı arkadaş olmuştuk? 
Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım.  Ne zaman başladığını bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel arkadaşım öldü. Şimdi de babam.
Belki bu sebebe, ölümünü bu kadar tabii ve tepkisiz karşıladım.  Ama gözlerimin önünde gün be gün tükenen iletişimimiz ile arkadaşımın ölümü benden çok şeyler götürdü. Özellikle son üç aydır o benim babam değil. Karyolasında sakin, duygusuz yatan evimizin bir cüz-i tam’ı[1]. Bizim küçük bebeğimiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki ızdırabı yok.
Yarı bitkisel-hayat gibi, yatağa mahkum, beş yıldır süren Demans’ın bilinen son tablosu.
Elli beş yıldır aynı yatağı paylaştıkları annemden ayrı olarak, kendi odasındaki hasta karyolasında, kolu serum hortumuna bağlı, somya altına gizlenmiş idrar torbası, geceleri belinden hava sirkülasyonlu yatağına emniyet kuşağı ile bağlı  evimizin bebeği oldu.
Ayaklarını yokluyorum, soğumuşlar. Öleli bir iki saat geçmiş olmalı. Dolaşım bozukluğundan olsa gerek, ayakları hep üşürdü. Bir ömür boyu her sabah bacaklarını havaya dikip giydiği varis çorapları, kışın çifte çoraba rağmen, üşürdü ayakları. Bu yüzden uzun mevsimler kalın, yüksek, kauçuk tabanlı ayakkabılar giyerdi hep…
1958 Kapalıçarşı yangınında varlığımızı, dükkânımızı, işimizi, çok şeylerimizi kaybettik ama mutluluğumuz hep korundu. Tevekkülü, kanâati, şükrü, ondan öğrendim. Var olan her şeye şükretti. Kayba da hiç isyan etmedi. Yirmi beş yaşında bir trafik kazasında yitirdiğimiz, kardeşim Ömer’in tabutu arkasından beraber yürüdük. Bir yıl sonra, on beş yaşında, lösemiden vefat eden ilk torununun tabutunu birlikte taşıdık. O bunlara bile rıza ve teslimiyet gösterebilen, tam bir mutekit idi.
Gençliğinde Kandiller, cumalar, sabah namazları dışında pek namaz niyaz düşkünlüğü yoktu ama hiç bir tarikatın müntesibi olmadan, tasavvufu çok iyi bilen, Allah nidasını gönülden söyleyebilen, “İnni ene Rabbike” ayetini tekrar tekrar okurken samimi gözyaşı dökebilen, hakka ve hukuka saygılı, sevgi dolu, gerçek bir Müslümandı. Vefa’yı ondan öğrendim. Sevgiyi, sadakati de. Âşık olduğu anneme bir kere bile ihanet etmediğine yemin edebilirim. O ailesine sevgi verdi, Cenab-ı hak’da ona insanüstü bir eş, hayırlı evlât, dağıttığı sevgiyi derleyebileceği torunlar ve çok iyi dünürler…
Bir ömrü hoşgörü, şaka ve espri çerçevesi içinde değerlendirmeyi bildi. Felâket ve acılı günlerin bile, ilk yakıcı tesirlerini atlattığında, geri döndüğü nokta hep ölçülü espri yeteneği olmuştur. Yaşlılık ve rahatsızlığın etkisi ile birçok melekesini kayıp ettiği, beslenme içgüdüsünü bile yitirdiği dönemlerde, ayakta kalan, espri yapma ve algılama yeteneği idi. Bir de nezaketi.
Yakın zamana kadar da dükkândan dönüşümü beklerdi,  artık her gün birlikte çarşıya gidemiyoruz. Evde yine muntazam giyimli, yine tıraşlı, kitapları ile oyalanıyor. Umre ’den beri beş vakit kıldığı namazını eda ediyor. Kur’an okuyor. Kur’an tercümesinin kenarlarına notlar düşüyor. Albümleri eski vesikaları, hayranı olduğu Avrupa gezilerinden kalmış broşürleri defalarca aktarıp birkaç albüme sığabilmiş, bir ömrün muhasebesi ile hatıralar dünyasında geçiriyor günlerini.
Gelişimle canlanıyor, anlatıyorum, gülüyor, mutlu oluyor. Bazen bana eski Türkçeden roman sayfaları okuyor. Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi; Çalıkuşu’ndan, Pervin Abla’dan...
Baş ve işaret parmaklarımla göz kapaklarını kapatıyorum. Pikesini yüzüne çekiyorum. Ağlamak geliyor içimden. Boğazımda bir düğüm var. Ne aşağı gidiyor yutkununca ne yukarı.
Annem yanımda halâ dikili. Annemin yanında ağlayamam ki. Ağladığımı ona gösteremem,  bu benim tarzım değil. Annemin de tarzı değil. 
Bizler acımızı gösteremeyiz. Sevincimizi de, sevgimizi de. Oysa babamın üzerine kapanıp doyasıya ağlayabilsem. Ya da anneme sarılsam beraberce ağlayabilsek.
Şimdi yapılması gereken birçok işlem var. Sonra ağlarım. Yalnızken, yalnız kalınca...
(26 Eylül 1994)
Ben “anneler günü, babalar günü, St.  Valentin günü”  gibi empoze edilmiş belli günlerin kutlanılmasını ve bu günlere has sevgi gösterilerini sevmem. Sevgi ve saygıyı mümkünse bir rutin yaşam felsefesi olarak kabulleniniz.  Uzmanlar; “Bitkilerinize sevgi dolu sözler söyleyiniz, anlayacaklardır.” Diyorlar.
Anadolu’da hâlâ yaygın bir deyim vardır, “Karı döşekte, çocuk beşikte sevilir.” Benim çocukluğumda sevgi gösterilmezdi, şimdilerde gösteriliyor.
Ne yazık ki; ben hayatta iken özellikle babalarından sevgisiz hatta nefretle bahis eden ama öldükten sonra kıymet göstererek ağlayan kimseler bile gördüm.
“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim.” Ben babamdan aldığım terbiye ve görgü gereği çocuklarımla arkadaşlık kurmuş ve bunun hazzını tatmış bir olarak diyorum ki…
Her yaştan babalar; lütfen çocuklarınıza gösterin sevginizi. Onlarla arkadaş olunuz.
Gençler lütfen babalarınızla (tabii annelerle de) sevgi dolu bir arkadaşlığa izin veriniz.  Bir demet çiçek alıp gitmekle sevgi gösterilmez. Bu sadece özenti ve gösteriştir.
Gene de “babalar günü” kutlu olsun.



[1] Bir bütünün parçası



3 Haziran 2019 Pazartesi

YAŞLILAR İHTİYARLAR





YAŞLILAR İHTİYARLAR


Tıp ve sağlıklı yaşam koşulları her gün yeni bir keşifle boy gösteriyor, gazetelerde TV’lerde. Yeni keşifler,  neler yememiz, neler yemememiz hakkında o kadar çok ve farklı tavsiyeler var ki… Zeytin tanesinin üzerine zeytinyağı dökmemekten her sabah bir bardak zeytinyağı içme önerilerine kadar…
Ama ortada bir gerçek de var; tüm ileri ülkelerde olduğu gibi bizde de de yaşlı nüfus hızla artıyor. 60 yaş üzerindekilerin şu anda yüzde 7 civarında olan oranı 2030’da yüzde 16’larda 2050’de yüzde 23 olacakmış. Keza günümüzde 70 olan ortalama yaşam süresi on yıl sonra 80 yaşın üzerinde hesaplanıyor.
Kısacası 2030’lara gelebilenler etraflarında daha çok yaşlı görecekler, 2050’ye ulaşanlar çok daha fazlasını. Gönül istiyor ki civarlarında ihtiyarlar değil, yaşlılar daha çok olsun.  
Söylemlerimizde yaşlanmak ile ihtiyarlamak eş anlamlı kullanılıyor olsa da farklı mefhumlar. İhtiyarlamak, eski deyimiyle kocamak tüm canlılar gibi insanlar için de fiziki ve kaçınılması imkânsız bir olay.  Altmışından sonra hücre yapımındaki bariz yavaşlamaya karşılık yıkımdaki aşırı artış. Organlardaki temel elemanların yerini bağ dokusunun alması, deride kırışıklık, eklemlerde esnekliğin kaybolması, kemiklerin kolay kırılır hale gelmesi, gözde ve duymada zayıflık, genel halsizlik, güçsüzlük ve bunların meydana getirdiği çöküntü, hafıza ve intikal kaybı... Belki de bunların sonucu aksi, huysuz, kaprisli, hatta çekilmez olmak. Geri dönüş yok, pişmanlığın faydası da. Teselliyi şarkılarda aramanın dışında yapacak bir şey kalmıyor. Şükrü Tunar’ın Hüseyni bestesindeki gibi;
“Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün.
  Ak pak olmuş saçlarımla, bî-karar oldum bugün.”
Oysa yaşlanmak, bu fizyolojik değişime rağmen yaşama arzusunu ve hayata bağlılığı yitirmemek, üretkenliği elden bırakmamak, kocamamak ve geçmiş yıllara meydan okuyabilmek gibi psikolojik bir olgu, bir moral değer.
Bir de “ anılar yaşlıların bastonudur” diye biz söylem var. Hem anılara hem mekanik bastonlara dayanarak yola devamda fayda var.  
İhtiyarlamadan yaşlanmak ne güzel. Nâdir de olsalar bu erdeme erişebilmiş kimseler var. Yakınlarda yitirdiğimiz Cemal Kutay buna bir örnekti. İsmet Paşanın kırk yaşında ve erişebileceği en yüksek makamlara geldiğinde bile İngilizce ’sini ilerletme gayretini biliyoruz. Geç saatlere kadar buna çalışmasına kıyamayan annesine cevabını da; “Anne, benim daha istikbalim var.”
Celâl Bayar yüz yaşını aştığında bile hafızası yerinde ve belagati düzgündü. Mehmet Barlas’ın bir yazısını hatırlıyorum, o günlerde onunla bir söyleşi yapmış. Bayar ona Demokrat Partiyi kurma günlerindeki bir anısını nakletmiş. Cumhurbaşkanı İnönü’ye yeni parti karşısında ne tavır takınacağını sormuş, İnönü dinî, orduyu, üniversiteyi siyaseti karıştırmaması kaydı ile karşı çıkmayacağını söylemiş. Mehmet Barlas’ın “Bunu yazabilir miyim?” sorusuna Bayar’ın cevabı şöyle;
“Olmaz, ileride bir kitap yazmayı düşünüyorum, orada kendim kullanacağım.”
Kişinin biyolojik yaşı ile gerçek yaşı çok farklı şeyler. İnsan çevresinde kırk yaşında çocuklar görebildiği gibi, on beşindeki olgun kişilerle de karşılaşıyor. Çağı değiştiren, “doğunun ve batının imparatoru”  II. Mehmet (Fatih) İstanbul’u aldığında 21 yaşındaydı.
Yılları durduramayacağımıza göre yaşlanmak ya da ihtiyarlamak; ikisi de mukadder. Sadece hanımlar yaşlanmada, erkeklerden daha şanslı. Onların en uzun yaşı; otuz dokuz ile kırk arasındaki on yılmış! En tehlikeli yaşı ise gözyaşı!

Genç, yaşlı (ihtiyar değil) tüm dostlarıma  mutlu ve huzurlu bayramlar diliyorum.


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...