26 Şubat 2018 Pazartesi

SAAT




12. yy’ dan bu yana su ve kum saati ile birlikte sarkaçlı, çarklı saatlerin kullanılmaya başlandığını biliyoruz. 18. yy’ da bile saat ancak katedraller, saraylar ve zengin konaklarında bulunan, krallar arası bir hediye vasıtasıydı. 
19. yy’ da masa ve cep saatine dönüşen bu araç ancak 20.yy’dan sonra boyutları küçülüp kola takılır hale gelmiş günümüzde ise kuvarslı saatlerin kullanıma girmesi ile pil fiyatına alınıp, bir kere kullanılıp atılabilen yaygın üretime kadar gelişmiştir.
Geçenlerde sünnet hediyesi olarak götürdüğüm saate (kaliteli bir saatti)      sünnet çocuğun tepkisi  “Eyvah gene saat” olmuştu. Kolunda ve yatağının üzerinde yirmiye yakın saat vardı. Oysa 1947 yılında sünnetimde bana saat hediye edildiğinde nadir insanların kolunda bulunurdu. Sınıfta başka kimsede de yoktu. Bütün sınıf belirli aralıklarla işaretle zile ne kadar kaldığını sorardı.
O yıllar Türkiye’sinde sarkaçlı duvar saatleri ancak zengin evlerinin ve camilerin aksesuarı idiler. Şehirlerde ve büyük kasabalarda 19. yy’ dan kalma saat kuleleri veya tren garlarının duvar saatleri ile vakit öğrenilirdi. Bursa’da Heykel önündeki İş Bankasının kumbara şeklindeki saati 90’lı yıllara kadar hizmet vermişti.
Evlerde daha çok masa saatleri kullanılırdı. Dikdörtgen prizma ön ve arka yüzü cam kapaklı, “kâtibim” melodisi çalan uyarıcı (münebbih) saatler veya yuvarlak, tepelerinde iki adet çan bulunan saatler... Bu kıymetli(!) nesne tenekecilere yaptırılan cam kutular içinde muhafaza edilirdi, evlerin raflarında veya üzerine mendil örtülürdü. 
Zaten o yıllarda radyolara üzerleri solanahtarı motifli, işlemeli kılıf giydirilirdi. Telefonların üzerine örtü örtme alışkanlıkları vardı. 
Gençler dışındaki erkekler genelde cep saati taşırdı. Bunlar biraz da sınıf ve servet göstergesi idiler, şimdilerin imaj markaları yerine. Bu altın, gümüş, kaplama, nikel saatler yeleğin sağ cebine yerleştirilir, ucuna bağlı yine altın, gümüş, köstekler veya ince zincirler göğsü kat edip sol cebe veya yelek düğmelerine tespit edilirdi. Şehirliler, zenginler, seçkinler daha çok değerli madenlerden yapılan ince zincirli bazen üç dört sıra köstekli saatler taşırlardı. Yelekler özel saat cepli dikilir, pantolonların kemerinde saat cebi olurdu. Bu alışkanlık, cep saatleri kalmasa hâlâ sürmektedir. Daha şık giyinenler de ceketin üst cebine koydukları saatlerin zarif zincirlerini yaka klapasına, rozet deliğine tuttururlardı, bazen taşlı tokaları ile. Kasaba zenginleri ve köy ağaları kadife veya güderi bir kese içine koydukları saatlerini kuşak içine sokar kösteğini kuşaktan dışarı sarkıtırlardı.
Rus malı Serkisof saatler orta kuşağın, DDY’larının lokomotif kabartmalı Şimendifer marka saatleri ise demir yolu personelinin aidiyet ve övünç göstergesi idiler, karayollarının öncelik kazanıp prestijlerini yitirmelerinden önce. 
Saatin doğru çalışması bir iddia konusu idi her zaman. İki saat karşılıklı ayarlanıp bir yed i-emine teslim edilir, (saat kapatmaca) yirmi dört saat sonra şahitler huzurunda kontrol edilirdi.  Bazen saniye şaşanın bağışlanması neticesine kadar varan bu bahis günlerce konu olurdu çevresinde. 
Daha küçük boydaki altın kaplamalı, kapaklı. taşlı ve köstekli saatler varlıklı hanımlarda ziynet eşyası olma özelliklerini daha kayıp etmemişti. Bu gün bile nostalji programlarında dinlediğimiz:
“Odasına vardım şamdan elinde,
“Saatin kordonu ince belinde.”  Nağmeleri o ve evvelki dönemlerin esintisini yansıtır.
Çocukluğumda özellikle yaşlılar arasında alaturka saat alışkanlığı sürüyordu. Akşam ezanını 12 kabul eden bu sistemde günün uzama ve kısalmasına göre saatler her gün ileri, geri alınır, yeniden ayar edilirdi. Bu karmaşık sistemden rahatsız olanı görmediğim gibi Alafranga saatin zorluğundan şikâyetçi olanlara bile rastlamıştım.  Yaşlılığına yetiştiğim bir Hacı Ali Amca vardı.(Rahmetle anıyorum.) Ömrünce hiç saat kullanmamış.  Allah vergisi bir yetenekle saati hiç yanılmadan dakikası ile bilirdi. Sorarlardı;
“Hacı amca saat kaç?”
“Alaturka mı olsun, alafranga mı?” sonra gözlerini üç beş saniye kapatır, dakikası ile bildirirdi, ardından istek üzerine diğerinin de tam karşılığını vererek.

O yılların fıkrasında; kadın pazar yerinde küfesini taşıyan hamala sormuş:
“Oğlum saat kaç”
“Kırk.”
“Abe aptal adam, hiç saat kırk olur mu?”
“Be aptal kadın, hiç hamalda saat olur mu?”
Zengin evlerinin en gösterişli aksesuarı “guguklu” saatlerdi. Genelde bir çift ağır topuzunun bağlı olduğu zincirin harekete geçirmesi ile çalışır.  Ahşap yapılı ve zarif süslemelidir. İçindeki akıllı(!) “guguk kuşu” yarım saatlerde tek, saat başlarında belirttiği saat sayısı kadar ötüp yuvasının kapakçığını kapatır.
Doğadaki guguk kuşu da onun kadar akıllı ve fakat sahtekârdır. Çok güzel renkleri bulunan bu göçmen kuş katiyen yuva yapmaz. Başka bir kuşun yuvasındaki yeni çıkmış yavruları veya yumurtaları atar, yerine kendi yumurtasını bırakır. Yem aramaktan dönen yuva sahibi anne kuş bu yumurtaların üzerine yatar. Kuluçka dönemi sonunda, bazen kendisinden bile iri olan bu üvey yavruları hayretle sahiplenir, doyurur, büyütür uçurur…
Galiba Amerika’da “kim milyoner olacak”   benzeri bir TV yarışmasında yarışmacı son soruya kadar ulaşır. Son soru şöyledir; “guguk kuşu nerede yuva yapar?” Yarışmacı son joker hakkını kullanır, soru telefonla bir bilene iletilir. Cevap; “guguklu saatin içine yuva yapar.”  Yarışmacı çaresiz bu cevabı verir.
Sonuç; cevap, esprili bir şekilde doğru kabul edilerek milyon ödenir…




20 Şubat 2018 Salı

KÖMÜR



Dün de, bugün de kömür denilince çağrışım yapan; mangal kömürüdür. Isınma maksatlı kullanılan, sobalarda yakılan kömürün adı cinsine göre; antrasit, linyit, kok veya taş kömürü adları ile söylenirdi. Bu gün köftecilerde, kebapçılarda ve piknikte kullanılan mangal kömürünün kullanım alanı daha genişti bir zamanlar. Gündüzleri elektriğin, elektrikli ev aletlerinin olmadığı, doğal gazın ne olduğunu bilmediğimiz, gaz ocaklarının yaygın kullanıma girmediği dönemler ister evlerde ister lokantalarda olsun yemekler mangal kömürü üzerinde pişerdi. Maltızlar veya mangallar üzerinde uzun saatler, tıkırdayarak…
Genç okurlarımın “mangalı biliyoruz ama maltız da ne?” dediğini duyar gibi oluyorum. Bir gaz tenekesini yüksekliği istikametinde ortadan bölün. Bir cephesinden hemen tabanın üstünden 10x10 cm.lik bir delik açın. İçini kiremit kırıkları ve çamur yardımı ile duvarlayın.  Üstüne demirden bir ızgara oturtun. Taşınabilir bu gerecin adı Maltız’dır. Beton mutfak tezgâhlarında sabit şeklini de yapabilirsiniz. Bizim kuşağın anneleri, tabii aşçıları da yemeklerini, bunun üzerinde pişirirdi. Sabah erkenden açık havada yakılıp övdürülen mangal kömürü maltıza alınır, çay demlenmesinden başlayarak günün yemekleri üzerine konulan bakır tencerelerde bu ateşte saatlerce pişirilirdi. Ve bütün Gurmet’lerin ittifakla kabul ettiğine göre; en lezzetli pişirim şekli de budur. Kış günleri odalardaki sobalar veya mutfaklardaki kuzineler yardımcı olsa da yaz sabahları hanımların ilk işi maltızda kömür yakıp övdürmekti. İşin bitimi ile kalan kor parçaları sönme denilen, saçtan yapılmış, üç bacaklı, sıkı kapaklı kaplara alınır, burada hava ile temas etmeden sönmesi sağlanırdı. Sobadan çıkarılan odun ateşleri de eğer mangala alınmayacak ise bu kaplara aktarılırdı. Ertesi günkü kömür yakımında çabuk tutuşan sönme kömürü kolaylık sağladığı gibi, bir tasarruf yolu idi de. Ekmek fırınlarında da kalan ateşler böyle büyük sönmelere aktarılır, kıt gelirlilere ucuz yakıt olarak satılır veya fırıncılar tarafından hayır olarak dağıtılırdı.
Çarşılarda dükkânlar mangal ile ısıtılırdı.  Kış günleri çırakların ilk işi; dükkân önlerinde mangalları çatmak, karton yelpazeler veya süpürge marifeti ile bunları övdürmekti. Onlarca mangalın sıralanmış olduğu çarşı sokaklarında, ustalar gelmeden,  sabah muhabbetlerinin ve şakaların yapıldığı bu seremoni ayrı bir renk katardı yaşamlarına. Çoğunun önleri açık dükkânlarda mangal başında sadece el ısıtmakla yetinilirdi gün boyu.
Çarşı kahvelerinin, otellerin kahve ocakları olurdu, yine mangal kömürü yakılan. Üstünde sıcak su haznesinin bulunduğu, yana toplanmış sıcak külüne cezvelerin sürüldüğü. Türk kahvesinin en iyi pişirim şekli; böyle yavaş yavaş kaynatılan kül kahvesidir.  Kır gezilerinde, çayhanelerde, kalabalık misafirli ev toplantılarında, iftar yemeklerinde kömürlü semaverler çıkardı ortaya.
Ütü kömürle yapılırdı. Ya neyle yapılsaydı ki? Demir döküm, üstten kapaklı, tahta saplı kömür ütülerinin içine övdürülmüş kömür doldurulur. Arka yüzündeki kapakçık aralanıp kapatılarak yanış hızı ve ısı ayarlanmaya çalışılırdı. Tabii her an kül ve ateş parçacıkları düşmesi riskini bilerek. Terzi ütüleri daha büyük, ağır ve üstü bacalı olurdu; yaz günleri dükkân içine yaydıkları, hiç kesilmeyen ilâve ısısı ile.
Kolacıların ütüsü farklı bir aparattı. Altı veya sekizgen prizma, bacalı bir soba. İçinde yakılan odun ateşi veya doldurulmuş kömür. Küçük boyda demir döküm, içi dolu ütüler dik olarak soba duvarlarına yaslanır, sustalı tahta sapı yardımı ile soğuyan yerine bırakılır, bir başkası alınırdıKış ayları sobalar, kor çıkarılan mangallar ve Şporet, Kuzine veya Maşinga denilen hem ısıtıcı hem pişirici, fevkalâde kullanışlı bir soba şekli vardı. Veya sacdan yapılmış daha küçük ebatlı Muhacir Sobaları. Kızartmalar ve hamur işleri bahçede veya alt kat mutfak ocaklarında harlı tahta ateşinde yapılırdı; sacayağı denilen üç bacaklı demir sehpalar üzerine konulan sac veya demirden kara tavalarda.    Harlı ateşe tencere veya kazan konulması halinde kalayının korunması için dış yüzleri çamurla sıvanırdı.Elektrik olan yerleşimlerde elektrikli ocaklar vardı, ama en pahalı enerji kaynağı elektriği kullanacak babayiğit yoktu.Nadir evlerde bulunan Kamento veya Kaminato denilen pompalı benzin ocakları;  patlayarak ciddi kazalara sebep oldukları için tercih edilmezlerdi. Kahve pişirmek için ise mangal dışında küçük ispirto ocakları kullanılırdı. 1950’li yıllarda bir devrim gibi Talisman marka alev kovanlı gaz ocakları, ortası delik, cam kapaklı kek tencereleri ve düdüklü tencereler yaşantımıza girdiler. Sonra da cam gaz hazneleri ile iki üçlü Hot gaz ocakları.İstanbul, Ankara ve İzmir dışında Hava gazı yoktu. 1955’lerde buralara yakın illere çelik tüpler içeresinde hava gazı sevkiyatı başlamıştı. 1960’larda doğal gazın gelişi ile en ücra yerlere kadar fırından piknik tüplü ocaklara çok çeşitli pişirim araçları ve bunların hayata sunduğu kolaylıklarla tanıştık.Hem elektrikli hem doğal gazlı, turbolu kombine fırınlar ardından mikro dalga pişiriciler dönemi geldi.Mutfak gereçleri ise, alüminyumdan Teflona, çeliğe,   ısıya dayanıklı porselen ve camlara geniş bir yelpaze oluşturdu. 1974 Kıbrıs harekâtından sonra hanımların Kıbrıs gezileri Payreks tabak- Teflon tava eksenine oturmuştu.Artık büyük yerleşim birimlerinde ne maltız var ne sac. Bakır kaplar ise salon dekoru için nostaljik aksesuar oldular.Kuaförlerde, evlerde ondüle masuraları, saç maşaları hep mangal üzerinde kızdırılarak kullanılırdı. Kurşun döken yaşlı teyzeler kurşun parçalarını özel kepçesi içeresinde mangal veya maltızda eritirdi. Gittiği evlerde yanan ateş bulamaması gibi bir sorunları yoktu ki hiç bir zaman.Bu kadar yoğun kullanılan kömürden kapalı mekânlarda karbon monoksit zehirlenmeleri de olurdu elbet.  Ama bu tehlikenin olumlu bir kullanış şeklini de anımsıyorum; çabuk kuruması düşünülen yeni inşaatlarda henüz tam övmemiş mangallar yakılır, camlar kapatılırdı. Bir süre sonra duvarlardan yağmur gibi su akardı.  Mekâna verilen karbon gazının kalsiyumla birleşip hızla taşlaşması, sönmüş kireç içindeki hidrojenin oksijenle birleşip suyun açığa çıkması reaksiyonu ile olurdu, dışarıdan hayretle izlediğimiz bu işlem.Doğaldır, teknoloji birçok kullanım gerecini çıkardı yaşantımızdan. Temiz, pratik ve rahat cihazlar girdi yerlerine.Neyse ki; kebap ve piknik kültürümüz sürdükçe bu eski dostun bütünü ile yaşantımızdan çıkması olası değil...


















13 Şubat 2018 Salı

CEMRE


                                               TEK CEMRE RESMİ BU!

Önümüzdeki hafta 19-20 Şubat ilk cemre havaya düşecek. Haftaya ikincisi suya ve bir hafta sonra da üçüncüsü toprağa düşecek.
Çocukluk yıllarımda, günlük yapraklarının kopartılması yaşlıların tekelinde olan Saatli Maarif Takvimlerinde, ilk cemrenin düşüşünü okumak aktüel bir olaydı. Günlük gazetelerin birinci sayfasında cemre konu edilir, bununla ilgili bir makale yazılır, baharın yaklaşımı müjdelenirdi. Bu görev genelde gazetenin en yaşlı muharririnindi.  Çarşılarda, okullarda hanımların ev gezmelerinde bu haftalar hep o görüşülürdü. Bazıları bu düşen nesneyi görebilmek için geceleri uykusuz geçirir ama mübalağacı çocukların yeminli iddiaları dışında bu düşüşü gören olmazdı. Osmanlılarda bu günlerde baharı müjdelemeyi vesile ederek önemli kimselere divan şairlerince “cemreviye” adı verilen övgüler yazılırmış.
Günümüzde gündemi değiştiren o kadar çok şey düşüyor ki; bırakınız cemreyi enflasyonun düşüşü bile haber olma özelliğini kısa sürede yitirir.  Güney illerimize her gün birkaç füze düşüyor. Dolar ve buna bağlı olarak diğer konvertibl paralar her gün bir düşüyor bir yükseliyor. Borsalar keza…  Yetmiş yıldır biliyorum Türk parası her gün düşüyor.  Futbolda, siyasette, TV dizilerinde, magazin, tele-vole programlarında düşenler kalkanlar toplumumuzu en çok ilgilendiren konular haline gelmişken cemre de ne ola ki?
Yine de ilgilenenler olabilir düşüncesi ve eski yılların gazetecilik geleneklerine bir “cemile” olması için nakledeyim.  Halkımız arasında baharın müjdecisi olarak sıcaklığın artması olayına cemre (bazı yörelerde cemile) denilir.  Kelime anlamı kor halindeki ateştir.  Birer hafta ara ile havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılır. Her cemre ile sıcaklık belirgin olarak artar. Cemreler arasındaki günlerde ise ısının düştüğü tespit edilmiştir. İstanbul’da 60 yıllık dönem için yapılan bir araştırmaya göre; cemrelerin kıştan bahara geçilirken ortalama sıcaklık eğrilerinin yükselmeye başladığı dönemin başlangıcını belirledikleri görülmüştür. Bu dönemde mevsim normallerinin üzerindeki az ya da çok bir sıcaklık artışı olduğu bir gerçektir.  Bir, iki günlük farklarla bu tarihlerde %42 olasılıkla, iki cemre dikkate alındığındaysa %74 olasılıkla belirgin bir ısınma gerçekleşmiştir.
Eski takvimler yılı “Kasım” ve “Hızır” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Kasım 180, Hızır ise 186 gündür. Kasımın kırk altısında kırk gün anlamındaki “erbain”, seksen altısında elli gün anlamında “hamsin” girer. Böylece kışın en soğuk günleri geçmiş olur. Halk arasında kasımın yüzüncü günü için “geldik yüze, çıktık düze.” yüz ellinci günü için ise “yüz elli, yaz belli” , “o gün padişahın atları çayıra çakılır.” söylemleri yaygındır.   İşte kasımın yüz beşinde ilk cemrenin düşüşü ile havalarla beraber gönüller de ısınır.
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğünde cemre ve dönemleri hakkındaki üç rivayetten bahsediliyor:
1) Arapların bir kısmı çok soğuk dönemlerde mağaralara girerler ve kendileriyle birlikte koyun, inek, öküz ve sair hayvanları da yanlarına alıp ateş yakarlardı. Soğuğun azaldığını hissettikleri zaman sıra ile bu ateşleri söndürürlerdi. İşte böylece her bir söndürmeye “sukut-u cemre”(düşen ateş) dediler.
2) Çin zenginlerinden bazıları soğuğun şiddetli zamanlarında evlerinde üç soba ve ocak yakarlar, soğuk kırıldıkça sobaları birer birer söndürürlerdi. Buna da sukutu cemerat denilirmiş. Cemerat tabiri bir Arap tabiri olup Çinlilerin adetleri o dönemlerde Araplar arasında bilinmiyordu.
3) Bazı eserlerde belirtildiği üzere; cemre üç yıldızdan ibarettir. Bunlara cemre denilmesinin sebebi parlak ve bir çeşit kırmızılığa sahip olmalarıydı. Düştü denilmesi de batı ufkuna yaklaşmaları anlamında kullanılıyordu. Şöyle ki; Şubatın yirmi birinci günü, güneşin doğumundan öğleye kadar olan vakitte batıya yaklaşınca suda ısınma meydana gelir. Şubatın yirmi sekizi sabahında batım başlayınca havada ısınma belirtileri görülür. Mart yedide ise burç vakti toprakta ısınma meydana gelirmiş.
Şiirlere şarkılara da girmiş cemre düşüşü;
“Kış günümde cemre düştü başıma
Cemre düştü hasret çeken yaşıma
Cemre düştü toprağıma taşıma
Cemre düştü yüreğime aşkıma”
Günümüzde dijital verilerle gök olayları ve iklime etki edecek değişimler yıllar evvelinden, üstelik dünyanın her bir koordinatı için saniyeden daha küçük birimlerle tespit ve ilan edilmekte. Yine de çocukluğumuz etkinliklerinin ve ritüellerinin yeni kuşaklara aktarılmasını bir kültür ve folklor korunması olarak görmekteyim. Rahmetli dedem yaşıtı dostlarından edindiği bazı bilgileri önem vererek nakil ederdi. Mesela; “dün Yörük belediyeye gelmiş, bu sene kış çok olacakmış” önemli (!) bir havadis idi.   O yıllarda da meteorolojinin gelişmiş olmasına rağmen dağlarda yaşayan Yörüklerin veya İstanbul’da balıkçı Salih Reis’in uzun yıllar tecrübesine dayalı tahminleri önemini koruyordu.  Bu tespitlerde “Yörük” veya dağ köylüleri önemli bir dayanak noktasıdır.
Osmanlılar döneminde Ramazan ayının başlaması ciddi bir seremoniyi gerektirirmiş. Bu ayın başlaması yeni hilalin görünmesi ve ilanına dayanır. Anadolu illerinde yüksek dağ köylerinde yaşayanlar veya yüksek yaylalardaki Yörükler gözetim altında tuttukları yeni hilali görür görmez ilin kadısına koşar ve hilali gördüklerini müjdelermiş. Bahşişlerini alır giderlermiş ama yetmiyor. Bir de olayın karara geçirilip ilanı gerekiyor. Hemen bir dava dosyası açılırmış. Önceden tertiplenmiş iki kişi kadıya müracaat eder, davacı dermiş ki; “bu adamın bana bir altın borcu vardı. Ramazan hilali göründüğünde borcunu ödeyecekti. Şimdi hilal göründüğüne göre ben alacağımı isterim” Kadı, hemen iki şahit ile hilalin göründüğü gerçeğini karara bağlar ve bu keyfiyet minarelerde kandil yakılması, top atılması, davullarla kentin dolaşılması şekilleri ile ahaliye duyurulurmuş.    Aynı seremoni Bayram (Şevval ayı) hilalinin görülmesi durumunda da ramazan bayramı ilanı için geçerliymiş. Böylece gün ortasında dahi oruca başlandığı veya bozulup bayramın başladığı gerçekleri ile çok karşılaşılmış. İstanbul’da hilalin görünmesi olayı çok farklı ve renkli merasimlere tabiymiş.
Bugün cemre düşüşünün hiç aktüel ve ilginç bir yönü yok ama ben yaşlı bir yazar olarak görevimi yerine getireyim de… 
Gününüz ve gönlünüz hep cemre sıcaklığı ile dolu olsun…


6 Şubat 2018 Salı

TAHTA BAVUL



Bir dönem Türk yazarlarının roman veya hikâyelerini açarsanız; kahraman tahta bavulu alır, yollara vurur.  Niçin bavulunu değil de tahta bavulu? Tahta bavul Cumhuriyet Türkiye’sinin; heybeden ve torbadan bavula geçişinin aşamasıdır ama gurbet sembolüdür, yokluk, zorluk sembolüdür de.   O dönem bavul deriden ya da fiber denilen sıkıştırılmış mukavvadan olurdu ve her ikisi de ithal malı olup ancak kısıtlı bir kitlenin ulaşabileceği gereçlerdi. At arabasından trene, otobüse terfi edilmişti ama otobüs tekerlerinin şose yollarda kaldırdığı toz bulutu o deri bavullara göre değildi. Her ne kadar şoför muavini otobüsün damına yaydığı kalın branda bezinin diğer yarısını bavulların üzerine sarmalayıp sıkıca bağlasa da sarsıntıdan toz zımparası arasında biri birilerine yol boyu sürtünen bavullarda hayır kalmazdı. Bagajlar şimdiki gibi, konforlu otobüslerin alt katında, beş yıldızlı(!) seyahat etmezdi ki...  Bekâr odalarında, öğrenci yurtlarının karyola altlarında, asker ocağının bavul hanelerinde, tren koridorlarında sürünen bavullar ancak tahta olurlarsa dayanabilirdi bu tahribata. Vapur güvertelerinde, tren koridorlarında, kamyon kasalarında seyahat ederken, iskelelerde, istasyonlarda, uzun saatler beklerken oturak görevi de yaparlardı. Tahta bavulların da cilâsını korumak için deri ve fiber bavullara yapıldığı gibi bezden bir kılıf dikilerek üzerlerine giydirilirdi.
1950’li yılarda Winilex ve Pandizot diye markalandırılan sentetik deriler çıktı. Birçok şey gibi bavullar da bununla yapılır oldu.  Bir sınıfın rahatlıkla ulaşabileceği fiyatlarda ve şıktı. Bazen düşünürüm de; Pandizot denen mucize(!) gerçekleşmese idi, bir çift deri ayakkabıyı kaça giyerdik?   Bütün kara ve deniz araçlarının kanepeleri, bekleme salonlarının, ofislerin,   sinemaların koltukları hep deri idiler o zamana değin.
1950 sonrası yıllar daha geniş bir kesimin turist olarak, öğrenim maksadı ile yurt dışına çıkmaya başladığı yıllardır.  Yabancı bir ülkede trenden veya vapurdan iner inmez ilk işimiz büvetten o ilin çıkartma amblemini satın almak ve bavulumuza yapıştırmak olurdu. Ne kadar çok amblem, o kadar imaj... Uçak şirketleri de kendi amblemlerini bavullara yapıştırırdı. O dönemin siyah-beyaz Türk filmlerinde para babası(!) Hulusi Kentmen veya Küçük Hanımefendi Belgin Doruk böyle bol etiketli valizlerle inerler uçaktan.  İstanbul İstiklâl caddesinde çıplak ayakla Tünel Taksim arasında bütün gün koşarak sefer yapan(!) caddenin delisi vardı. Elinde tahtadan, küçük bir uçak pervanesi, sırtında küfe ve küfenin üstünde bütün uçak şirketlerinin etiketleri...
Büyük oteller de isimlerini taşıyan etiketler yapıştırırdı bavullara.  Yıllar sonra öğrendim ki; konsiyersler bu etiketlerin bir yerine koydukları şifreli işaretlerle müşterinin bahşiş cömertliğini bildirirlermiş, daha sonraki otellere. Hani cimrilikleri ile ünlü bir İskoçya'lı,  otelden ayrılırken, kapıda kendisini uğurlayan kapı Amiraline(!) gayet ciddi bir pozda “Al şununla bir çay içersin” demiş. Bir çift kesme şekeri avucuna sıkıştırarak.
Tahta bavulun bir küçük boyu tahta okul çantalarıydı. Onların da çok yararlı olduğu sahalar vardı. Mesela; okul çıkışı mahalle meydanlığında bir süre oyuna takınıldığında bir duvar dibine üst üste yığılan çantaların arasında ezilme riski olmazdı. Futbol oynarken kale direği görevi gördükleri de olurdu.  Oyuna katılmazsanız bir tabure gibi üzerine oturabilirdiniz. En önemlisi de çanta dövüştürme yarışlarında her zaman, kazanma şansı olurdu, deri ve fiber çantalar arasında. Genç kardeşlerim, “çanta dövüşü nedir?” diyecekler. İki kişi karşılıklı geçer, üçüncü kişinin komutu ile çantaları kafa kafaya tokuştururlar. Hasar görmeyen çantanın sahibi döğüşün galibidir. 1950’li yıllardan sonra hızla köylere giren traktörler arasında bile böyle traktör dövüşü tertiplendiğini duyardık. Deri çantaların sırta bağlanan kayışlı tiplerine de az sayıda rastlamak olasıydı.   Ortaokula başlandığı zaman ise eğer aile yoksul değilse deri çantaya geçilirdi. Ama kapaklı ilkokul çantası tipinde değil. Körüklü ve sapı altındaki kısımdan dilli kilidi açılan, küçücük anahtarı ile kilitlenebilen,  üstten kapaklı çantaya. Bunlar orta kısmındaki sustalı kilit dışında iki yan tarafında küçük kayışlı klipslerce veya iki yandan çift kilit taşıyarak daha sağlam kapak düzenine sahiptiler. Avukatlar, memurlar ve öğretmenlerin çantaları da böyle olurdu. Lisede gene değişirdi tarz, artık sapsız fermuarlı koltukaltı çantaya geçebilirdiniz. Daha havalısı ise, hiç çanta taşımamak; o gün için gerekli olan birkaç kitabı elinizle kolunuz arasında taşımak…    
Her şey gibi bavullar, çantalar da çok çeşitli oldular zamanımızda, moda takip eder oldular. Üstten iki klipsli, körüklü doktor veya ebe çantaları, daha büyük boylu hamam çantaları çoktan tarih oldular. Kıbrıs’a “Teflon tava, Payreks tabak turlarının” düzenlendiği yıllarda dar tabanlı yüksek gövdeli tabak çantaları moda olmuştu. Bir dönem torba biçimi spor çantaları, bir dönem yumuşak gövdeli, fermuarlı tipler… James Bond filmlerinden sonra Bond tipi evrak çantaları.. Şimdilerde boy boy tekerlekli, çekçekli setler “in”… Eski varlıklı ve aristokrat kesimin sandık bavulları ve deri valizlerinin yerini ise imaj markalı sert uçak bavulları aldı. Sonunda uzaktan kumanda marifeti ile sadık bir köpek gibi sahibini izleyen valizi de gördük ya…
Bilmem hâlâ tahta bavul yapanlar, satanlar var mı?



                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...