29 Ağustos 2017 Salı

MEKTUP


Bayrama iki gün kaldı. Tebrik kartlarınızı postaladınız mı?
Pardon, artık öyle bir şey yok değil mi?
Sahi, tebrik kartlarından başka bir de mektup diye bir şey vardı. Benim kuşağım hatırlayacaktır…
Bilmem ki ilk mektup kimler tarafından, ne zaman, kime yazılmış? Ama devlet başkanlarının komşu ülke idarecilerine cüluslarını veya savaş ilanlarını bildirdikleri bir gerçek. Eğer taş devrinde de bu yazışmalar oldu ise, vay geldi postacıların başına!
İslâmda ilk mektup, Topkapı Müzesinde bulunan ve Hz. Muhammet’in Kıpti (Mısır) kralına yazdığı ve altında mührü bulunan, ceylan derisi üzerine, kûfi harflerle kaleme alınmış İslâma davet mektubu’dur
Fatih’in babasına yazdığı “eğer sen sultan isen... Yok, ben sultan isem emir ediyorum...” içerikli namesi meşhurdur. Çok bilinmeyen ise;  Kanuni’nin isyan halindeki oğlu Beyazıt’la olan manzum yazışmalarıdır. Şehzadenin:
“Ey serâser âleme sultan Süleyman'ım baba.”
 Hitabı ile başlayarak af dileyen mektubuna Kanuni’nin:
“Ey demâdem mahzar -ı tuğyan-ı isyanım oğul.”
Mısraı ile başlayıp devam eden aynı vezin ve tertipte, ayını kelimeleri kullanarakcevapladığı ve fakat saray entrikaları neticesi, zavallı Beyazıt’ın sığındığı İran Şahı Tahmabs’ın yanında öldürtülmesi ile sonuçlanan ve de hânedânın Sarı Selim gibi bir yarı meczuba geçmesine vesile olan olaylar zincirinin hazin vesikasıdır.
Okuduğum ilk ciddi mektup, Alfreet Dode’nin Değirmenden Mektuplar’ı olmuştu.  Sonra Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları.  Daha sonra da İttihat-Terakki’nin ünlü Mâliye Nâzırı, Cavit Bey’in, Atatürk’e suikast iddiası ile mahpus bulunduğu İzmir Hapishanesinden eşine yazdığı mektupları. Evlendiği günden sonra (ikinci eşidir) karısından ayrı geçirdiği her gece ona bir mektup yazmayı itiyat edinmiş. İkbâl yıllarında Avrupa gezilerinde, lüks Paris otellerinde kaleme alınan mektuplar sonra yerini hapishane mektuplarının acıklı ve kasvetli tertibine bırakıyordu.  Daha acıklı olan ise olayın sonudur.  Cavit Bey, büyük ihtimâlle suçsuz olarak asıldı. Bütün mektupların son satırında “sevgi ile gözlerinden öpülen Osmancık”  ise yıllar sonra Türkçe uzmanı (Osman Şiar Yalçın) olarak çıktı karşımıza.
Ortaokul yıllarında aşk mektupları ile tanıştık.  Özellikle pembe, uçuk yeşil, mavi ve ipek kâğıt dediğimiz, kalın, hafif tırtıklı, pres kağıtlara yazılmış, mutlaka lûgat parçalayıp edebiyat yapılan ve başkalarından kopya edilerek kaleme alınan.  İçlerinde kurutulmuş gül yaprağı, saç demeti, dudak izi olan mektuplar.  Gerçekte suni ve duygudan yoksun shov’nameler;
Karanlık kalbimin parlak yıldızı, biricik sevgilim...”
“Aşk denizinin fırtınalı sularında talihsiz teknemin sıcak barınağı...”
Sonra asker mektuplarını okudum. Erlere gelen mektupların bölük komutanı tarafından okunması ve sakıncalı olanların alıkonulması talimatname gereğidir. Ne özlemler, ne sevgiler, ne kinler, nefretler ve ne duygu yüklü satırlar gelip geçti dağarcığımdan... Sonlarında imza yerine bazen çizilmiş çiçekler, yelkenli gemi resimleri, kalp şekilleri yer alırdı. İçlerinde kurutulmuş gül yaprağı, saç demeti, dudak izi olan mektuplar. En altta “Okuyan efendiye ve dinleyen cemaate selâm” veya “ bu mektubu yazan ben... de selâm ederim.” diye yazmak adetti. O zamanlar herkesin yazabilmesi ve okuyabilmesi mümkün değildi ki... Ve mutlaka bir bitiş mânisi.
Böyle kendi yazıp okuyamayan insanlar, özel duygularını,  başka nasıl yansıtma imkânı bulsunlar?  Hani çocuk evlenip askere gitmiş, gelen mektuplarda eşinin hâmile olup olmadığından hiç bilgi yok.  Yazıştığı babasına da açıkça sorması büyük ayıp.  Mektubun sonuna bir mâni düşmüş
Ey mektup, güzel mektup.
 Bizim köye var da gel.
 Bir idik iki olduk
 Üç olduk mu sor da gel.”
Bir süre sonra tutucu babadan cevap gelmiş ve sonunda bir mâni;
“Bir dalda iki kiraz.
  Her vakit böyle yaz
 Tarlan mahsul vermedi,
  Dönüşünde iyi kaz.”
Mektuplaşmanın en güzeli nişanlıya mektuplar idi. Bir de Allah vermesin ihbar mektubu, intihar mektubu gibi acıları, ticari mektuplar, niyet mektubu gibi his ve kişilik taşımayanları var.
Mektubun da bir kişiliği vardır. Tertibi ile kaligrafisi ile kâğıdı, kokusu, üzerine özel damlatılmış gözyaşı izleri ile yazan ile okuyan arasında duygu iletişimini de yüklenen kişilik;
Yine yakmış yar mektubun ucunu, askerlikte sevda çekmek zor diyor.”
“Kara gözlüm efkârlanma gül gayri, İbibikler öter ötmez ordayım.
 Mektubunda diyorsun ki gel gayri, sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.
Mektup yazabilecek birisine sahip olabilmek ne güzel bir duygudur.  Allah, insanları kendi kendisine mektup yazmaya mecbur bırakmasın.  Herhalde kendi kendine konuşmak gibi sonu pek de akıllıca olmayan neticelere varırdı...
Günümüzde mektup resmi ve ticari yazışmalar dışında hemen hiç kalmadı. Telefonlar, e-posta ve dijital iletişim yüklendi bu görevi. Ama ekrana dökülen, histen yoksun harfler dizisi insana neler anlatır?  Neler duyarsınız?
Zarftan çıkmış ve Anadolu’da her biri bir origami şaheseri olan, o çeşitli katlamalar, muskavari bükümler, nasıl açılacağını kestiremediğiniz şifreli katlamalar, renkler, kokular ekrana nasıl yansıyabilsin ki?
Bizim kuşak zorla da olsa yeniliği benimsiyor, seviyor da her gereçte ayrıca duygu ve kişilik arıyor. Bunun için mi adapte zorluğu çekiyoruz? Bu yüzden mi Nostalji son yılların vazgeçilmez sığınağı oldu?  Mekanikleşen, robotlaşan bir dünyada, yozlaşan, kirlenen çevrede bulamadığımız kişilik ve eşyada duygudan yoksun temaslar bizlerde eskiye özlemi ön plana çıkarıyor.  Belki de Nostalji denilen zaten bu...
FACE-BOOK ÜZERİNDEN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.



26 Ağustos 2017 Cumartesi

BAYRAM VE TATİLİ


Bayram tatili on güne çıkarılınca “bayram mı-tatil mi” tartışması yine gündeme geldi. Özellikle İslami kesimin tatil hakkı ciddi(!) bir şekilde tartışıyor olsa da halkımız çok eski yıllardan beri tatil yapmaktadır. Bu gün değişen sadece tatilin zamanlaması, şekli ve yerleridir.
Şöyle elli yıl evveline doğru gidersek; okulların kapanmasıyla birlikte İstanbullular, özellikle varlıklı kesim, Adalar’a, Anadolu yakasındaki yazlıklara göçerlerdi. Ta ki Eylül başında gelen Göçkaçıran fırtınasına kadar. Oysa ardındaki Eylül günleri enfes bir iklim sunar kalanlara. Diğer bir kesim çeşitli yerlerdeki kaplıcaları, içmeleri ve “Memleket”i yeğlerdi.          Anadolu ise;  topografyanın ve iklimin farklı özelliklerine göre yaylaya, kaplıcalara, çermiklere, çamura, bağlara, bahçelere ve köylere göçerdi. Bazen art arda ikisini üçünü gerçekleştirerek.  Hem periyodik tedavilerini sağlamak hem bu dönem toprakla uğraşmak, kışlık iaşenin bir kısmını sağlamak için.            Tarıma dayalı Anadolu’nun yaz ayları çiftçinin tarlasında, bahçesinde meşgul olduğu, besi hayvanlarını ve arılarını yaylalara, otlaklara çıkardığı dönemlerdir. Bu mevsimde kasaba ve şehirlerde köylü müşteri bulunmaz. Özel değimi ile “Zürra kırda” dır.  Bu yüzden çarşılar geç açılır, ikindiden biraz sonra da kapanır, şehir dışına çıkmamış esnaf kesimi evlerinin bahçelerinde veya sulanmış taş avlularında akşamı beklerdi.  Gündüzleri dükkânlar daha çok çıraklara kalırdı.
Anadolu’nun birçok yerleşimindeki esnaf gibi Kayserili Mehmet Ağa da her yaz bağa çıkarmış.  Sabah hanımını bağ evinde bırakır, emniyet için köpeği de salıverirmiş zincirinden. Eşeğine biner dükkânına gelir, akşam da yine eşeğine biner dönermiş bağına.  Yaz başı komşusu sormuş;
“Ağa bu yaz nörecen ?”
“Nörelim? Her yaz ki gibi; it ilen avrat sefada, eşeğinen ben cefadayız.”
Eşek o yıllar Türkiye’sinde özel taşıt aracıdır. Çok kullanışlı ve inadı tutmadığı zamanlar munis, çok yük ve kahır çeken, az gıda ile yetinen bir hayvandır. Bazen hakaret anlamında kullanılsa da bunu hak etmeyecek kadar rantabl bir taşıt aracıdır.
Bazı bölgelerde eşek değil merkep kelimesi kullanılır ki; işlevine en uygun olan isimlendirme de budur zaten. Arapçada;  markab =  binek, taşıt aracı,  rukūb =  ata veya bir vasıtaya binme, Akadça’da  markabtu = araba anlamlarını taşır.  Hatta eski Deniz Ticaret Kanununda gemi, sefine kelimeleri karşılığı olarak merkep kullanılmıştır.
Eşek çok güzel gözlere sahip, çok güzel yüzlü bir hayvandır.  Divan edebiyatı şairi Şeyhi . Sonunda canından olan, öküze özenen bir eşeğin hikâyesini anlatılır. (Harneme = eşekname) mesnevi türünde kaleme alınmış 126 beyitten oluşmaktadır. Türk edebiyatında ilk fabl örneği sayılabilir;
“Bir eşek var idi zâif ü nizâr
Yük elinde katı şikeste vü zâr
 Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi
 Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamışdı yağır
(…)” 
Günümüzde eşeğin yerini özel arabalar aldı. Ve her kesim merkebine bindi, avradı, çocukları da aldı yanlarına düştü yollara. İt, desen artık sadece hayvan sevgilisi bir azınlıkta veya sokaklarda.
Günümüz merkepleri eşeğe oranla çok daha masraflı ve kaprisli. Fransızların bir deyimi var; “Araba metres gibidir, para yedirdiğin süre sana sadık kalır”.  
Yolunuz açık olsun güle güle gidin, dönün. Lütfen azami dikkatle ve lütfen tekparça olarak dönün.
Tatiliniz keyifli, bayramınız kutlu olsun. 


         

22 Ağustos 2017 Salı

BAYRAM

BAYRAM
       Bu yazımı daha evvel de yayımlamıştım. Ama önümüz gene bayram ve gözlemlerimde
       büyük  bir değişim yok. Okumamış dostlarım varsa hem onlara takdim hem de tüm dostların               bayramını  kutlamaya vesile olsun istedim. 



Çocukluğumun bayramları yaz aylarına gelirdi. Artık bayramlar o bayramlar değil. Bir yaz, iki kışı daha idrak ettim. Bir dahaki yaza yetişmem zor, bir daha ki kış ise olası değil. Ama o günün bayramları da şimdiki bayramlar olmayacak bunu kesinlikle söyleyebilirim.
Önce ekmekler küçüldü”  Sonra, bazı değerler, bazı objeler birer birer yok oldular...
Bayramla özdeşleşmiş Bekçi yok oldu. Bahşişi, eti özenle ayrılan hepimizin tanıdığı ve mahallede herkesi tanıyan bekçi. Sırtı kalın abalı, saat başı ucu demirli asasını köşe başında yere vuran bekçi, Ahmet Rasim`in Şehir Mektuplarında kaldı.  Benim dediğim bekçi, Cumhuriyetten sonra çarşı ve mahallât bekçileri teşkilatı ismi ile yeniden yapılandırılan, özel tahsildarlarının yılda iki defa kapı kapı dolaşıp topladıkları muayyen paranın aralarında taksimi ve bahşiş himmeti ile kıt kanaat geçinen bekçiler. Uzun yıllar aynı mahallede görev yapıp, mahallenin bir bireyi gibi kabul edilen, sevilen, sayılan, kahve renkli üniformalı bekçiler... İmajı değişsin diye defalarca yenilenen polis üniformalarına karşı hep o BEKÇİ yazılı sarı tokalı palaskasını taşıyan.  27 Mayıs ihtilali ardından, gençlikle polisi barıştırmak için tertiplenen el ele mangalarında yer alamayan bekçiler... Onlara kimse küsmemişti ki... Akşam ezanı ile çıkıp gün ağarımına kadar sokak sokak dolaşan, dükkân kepenklerinin asma kilitlerini bir bir yoklayan, gece hastalananlara araba, doktor temin eden, acil doğumlar için gece yarısı celp edilen ebelere refakat eden aşinalar. Sık sık öttürdüğü düdüğü ile hırsıza uğursuza korku, bizlere güven aşılayan, namusu mücessem bekçiler... Polislerle buluşup, kontrol defterlerini imzalatmak için, Polislerin fırıldak, onların kesintisiz sedalı düdükleri ile bütün gece karşılıklı görüşerek uykusuz gecelerimi renklendiren, çocuk şarkılarına konu olmuş bekçiler. Yok oldular.
“Bekçi baba,
bekçi baba neredesin?
Bayram geldi, davula.
Bayram geldi, davula.
Din-den-don.
Din- den- don-  
Ardından postacılar gittiler. Önce sırtlarında taşıdıkları, kalın meşinden, pirinç PTT amblemli çantaları, bez torbalarla değişti. Sonra da ciddi görünüşlü, gri kıyafetleri, rahat ama kişiliksiz, bez giysilere dönüştüler. Onlar da uzun yıllar boyu aynı mahalleye servis yaparlardı. İsim isim, kapı kapı herkesi tanımanın dışında, mektubun kimden geldiğini, ne içerdiğini, nerede ise satır satır bilirlerdi. Ağır yükleri dışında, ihmalci oğulların, aksayan seyrüseferin sorumluluk ve suçluluğunu ezilen omuzlarında taşıdılar. Kendileri ile paylaşılan müjdelere, doğumlara, düğünlere sevindiler, acılara ölümlere, hasretlere, yokluklara ortak oldular. Karşılığında, kısıtlı maaşları dışında ufak bahşişler, ikram edilen tatlılar ve bayram sabahı hediye edilen çorap, mendil, gömlekle, kurban eti ile yetindiler.
Posta servisi şimdi de var. Hep olacak da, ama onlar artık sık sık değişen, tanımadığımız, ortak hiç bir yanımız olmayan, toplu sözleşmeli posta dağıtıcıları. Ve eskisi kadar tebrik kartı getirmiyorlar.  Bayramın ilk günü telefonlar kilitleniyor, E-mailler taşıyorlar bu yükü. 


Arap harfleri ile İd-i said-i adhâ,[1] İd-İ said-i fıtr[2] yazılı tebrik kartlarına yetişmedim. Çocukluğumun tebrik kartları, postane civarlarında günlerce önce kurulan portatif sergilerde sunulurdu.  Ya mahalli fotoğrafçıların negatifi üzerine el ile “Bayramınız mübarek olsun” yazarak çoğaltıp sattıkları cami veya meydan kartpostalları olurdu.  Ya da renkli basılmış, Avrupalı Aktris resimleri. Veya yaldızlı bir elips ile çerçevelenmiş biri birileri ile tokalaşan, biri narin kadın, diğeri erkek elleri, çiçek buketleri... Pek beğenilen bir kaç tanesi veya kıymet verilen bir kişiden gelenler, uzun süre konsol aynalarının çerçevesine sıkıştırılarak teşhir edilirdiler. Kendi boyu zarfları ile servis edilen, arkaları kişiye özel ve el yazılı kartvizitler kullanılırdı. Sahibinin kimlere postalandığından habersiz olduğu iki, üç, dört yapraklı, pahalı basılmış, abartılı boyutlu, içine sekreter mesaisi ile zımbalanmış kartvizitler marifeti ile yapılan kâğıt israfına alet olunmazdı.
Çöpçüler, özel şirketlerin her gün değişen elemanları. Yakında Romanyalı veya Moldovyalılar gelirse hiç şaşırmam. Bayram sahnesinin birinci gün perdesinden bir tek davulcu kaldı değişmeyen. Ondan da ben şikâyetçiyim. Ramazanda davul sesi folklor değil zulüm oldu artık.
Yalnızca gazeteciler cemiyetinin yayınladığı Bayram Gazetesine esir olduğumuz yıllar geride kaldı. İyi de oldu. İlk sayfasında elle çizilmiş bir koç resmi, gerisi iki bayat haber, sayfalar dolusu tebrik ilanları ve duble fiyat...
Ordu geleneklere her zaman sahiptir. Sanıyorum şimdi de bayramlardan önce Genelkurmay Başkanının kıtalara bayram mesajı geliyordur.
“Bütün subay, astsubay ve eratın bayramını kutlayan, yakın illerdeki erata 1/3 oranında bayram izni verilmesini, diğer 1/3 ün şehir iznine çıkarılmasını, garnizonlarda kalanlara, eğlenceler tertiplenmesini ve bayram süresince yemeklerin altı numaralı cetvelden çıkarılmasını” içeren emirnamesi.
Levazımın 6 numaralı cetveli, et yemeği ve hamur tatlılı zengin bir menüdür. Halk arasında ziyafetlerin ardından kullanılan “yemekler altıdandı” deyimi buradan gelir.
Kurbanlık koyunlar birkaç gün evvelinden satın alınırdı. Evlerin Bahçelerinde, odunluklarında, ahırlarında beslenir, evin kadınları özellikle yaşlı hanımları tarafından okşanırdı. “Sırat köprüsünde kendisini taşıyacak” bu hayvanlara biraz da buruk bir şefkat gösterilerek...
Nişanlı kızlara bayramdan evvel iri ve gösterişli bir koç gönderilirdi. Boynuzları yaldızlanır, sırtı boyalanır, alnına bir ayna bağlanır, kurdelelerle süslenirdi. Hayvanın iriliği, özellikle taşıyamayacağı kadar kuyruğu, kız evine gösterilen itibarın ve oğlan evinin zenginliğinin ölçüşü de sayılırdı.
Bazı yörelerde koyunların sırtına kına yakılır. Türk kültüründe Kına’nın ayrı bir yeri ve kutsiyeti vardır. Koyuna kına yakılır, Allah’a kurban. Askere kına yakılır, vatana kurban. Geline kına yakılır, kocaya kurban.  
Arife günü ikindi ezanı ile toplar atılmaya başlar ve bayram süresince her namaz vakti tekrarlanır, son gün ikindiye kadar ve bu namazlarda fazladan tekbir getirilir.
“Nice bayramların sabah erken,

Göğü top sesleri ile inlerken

Söylemiş saltanatlı tekbiri.”[3]
Bayram namazı cemaatinde mahalleden olmadıkları hemen anlaşılan kasaplar namazı kılıp farz olan hutbeyi bile beklemeden ayaklanırlardı. Duvar dibine bıraktıkları zembili kapar evvelden söz verilen eve koşarlardı. Bu bereketli günde olabildiğince fazla sayıda kesim yapıp nafakayı doğrultmak için.  Sabahtan tuz yalatılan hayvanlar ailenin en yaşlısından başlayarak sıra ile kesilir, en yakın komşudan başlanarak da et dağıtımı yapılırdı. Kurban sahipleri kendi hayvanı kesilip de böbreği ızgara yapılıp getirilene kadar başka bir şey yiyip içmez, oruçlu olurlardı. Kesim bitince artıklar derin bir çukura gömülür, kelleler daha sonra sıcak demirci dükkânına götürülüp kızgın körükte kılları yakılarak “kafaları ütülenmek” üzere mahalle kedilerinden muhafazaya alınırdı.
Devamlı empoze edilen, Siyonist ve Amerikan kökenli hediye teatisi günlerinin rekabetine rağmen, bayramlar Türk piyasa ekonomisinin starter’ı olma özelliğini koruyorlar. Ülkede bir yılda kesilen hayvan sayısının ¼ ünün kurban bayramına tesadüfü bile yeter. Baklava ve tatlı üretimi ev hanımlarından ve mahallenin bu gereksinimi karşılığı geçimini sağlayan yetenekli hanımlardan baklava siparişi alan, sanayileşmiş tatlıcı dükkânlarına ve süper market reyonlarına kaydı. Gelir seviyesi ortanın üzerindeki sınıflarda giyecek gereksinimleri büyük mağazaların tenzilatlı satışlar dönemlerine endekslendi. Ama büyük bir kitle özellikle çocuklarının kıyafet ihtiyacını hâlâ bayram öncesi sağlamaktadır. Çocuklara Bahriye kıyafeti alma devri çok gerilerde kaldı. Bilmem şimdilerde, arife gecesi sabah saatlerine kadar elle döndürülen Sınger makinesinin başında çocuklarına yeni bir şeyler yetiştiren analar var mı?
Sabah erkenden yeni kıyafetini giymiş çocuklar cami önlerinde toplanıp babalarının namazdan çıkışını bekleyecek. Sair vakitler tek saf toplayabilen camiler ve önündeki caddeler bayramdan bayrama ve farklı şekilde kılınan namazın acemi cemaati ile dolup taşacaklar. Mezarlıklar her yaştan insanın doldurduğu ziyaret mahalleri olacaklar. Kısık sesle kıraat edilen Kur’an ayetleri birbirlerine karışacaklar. Belki hâlâ bir yerlerde muhtarlık önlerinde gün boyu davullar dövülecek, halaylar çekilecek. Ama semtin sempatik Tip’i Fahrettin yorgun düşene kadar oynayamayacak. Oda yaşlandı gayrı... Otobüsler, trenler, özel arabalar kalabalıkları ilden ile köyden köye, semtten semte taşıyacaklar. Artık kumbarası olmayan çocuklar bayram harçlıklarını dövize yatıracaklar. Ama bir şeyler sürerken bir şeyler değişecek.
İki üç gün önce başlayan ev temizliği, baklava yapımı, zeytinyağlı hazır yemek stoku.  Yatılı geleceklere oda, yatak hazırlığı, bayramlık giysilerin temizliği, ütüsü, çocukların yıkanması. Erkenden kalkış, kurban kesimi, kanlı bahçenin paklanması, etlerin taksimi, dağıtımı, öğlen yemeğine kavurma yetiştirme telâşı, kalan etlerin muhafazaya alınması. Kapıya gelen çocuk güruhuna şeker servisi, misafirlere hizmet, sofra kur, sofra kaldır. Giyin süslen ziyaretlerde bulun. Gene sofra, gene yatak, bir sele dolusu yıkanacak çarşaf, masa örtüleri, yeniden temizlik...
Yıl boyu her sabah tıraş, kravat, sıkıntılı trafikte saatler süren gidiş dönüşler... Bayram öncesi çarşı pazar, bilmem kaç kutu çikolata, şeker. Yoğun trafikte ziyaretler, vasıta sıkıntısı, park zorluğu, sık aranmadığı iddiasındaki yaşlı akrabaların sitemleri, hiç tanımadığın kimselerle ortak konu bulma çabası...
Bunlara karşılık yazlık evin terasında uzanıp yatmak veya tatil köyünün ısıtılmış havuzunda keyif, açık büfe, ulaşım ücretsiz ve dört taksit ya da dünyanın her yöresine ucuz turlar...
Yorgun ve bitkin insanlar. Özellikle çalışan hanımlar için bulunacak makul sebepler o kadar çok ki… Yaşlılar mı? Onlarda televizyonda bayram programlarını izleyip eski bayramlarını yâd ederek avunsunlar.
Bahçeli evler bir bir yıkılıp bloklara döndükçe semtlerin insan halitası da değişti Mahalleler daha homojen gelir guruplarından oluşur oldular. Kurban ibadetinin gerekçesi olan, et yedirilmesi ve gönüllerinin alınması gereken yoksullar dağıldılar, uzaklaştılar. Kurban sahiplerinin bunlara ulaşımı zorlaştı. O kişilerin et alma gerekçeli ziyaretleri ise şansa kaldı. Üç araç değiştirerek geldikleri “Bilmem ne beylerin seyahat da” olmayacağını kim garanti edebilir? Eli boş dönüş masrafını da katınca, maliyeti bile kurtarmaz.
Asfaltta, kaldırım kenarlarında, apartman bodrumlarında, banyo giderlerine kesilen, balkon demirlerine, elektrik direklerine asılan hayvanlar tepki çekmek yanında gerçek sıkıntılar verir oldular. Büyük marketlerde, toplu kesim yerlerinde, yardım derneklerinde, kesim ve parçalama servisleri oluştu. Hayır kurumlarının, vakıfların “parasını ver, gerisine karışma” esprili hizmetleri, yeni yönler yarattılar. Kan, vahşet, çığırtkanlıkları, Avrupa birliği kuralları, kurban vecibesinin gereksizliğini tartışmayı bile gündeme getirir oldu. Ömründe namaz kılmamış, bir sayfa ilmihâl okumamış Enteller(!) ahkâm keser, fetva verir oldular.
Bütün bunların ardından önce metropoller düştüler sonra da şehirler ve hatta kasabalar. Hacmi genişleyen kentlerde top sesleri duyulamaz oldular.
Sosyal gerçekler, geleneklerimiz ve dini örflerimizi korumaktan yana olanları birer, birer yuttular. Benim gibi direnen dostlardan bir kaçı daha bu bayram teslim olup cephe değiştirdiler. Değişim fırtınalarına hangi ağaç dayanabilmiş ki?
Bu sabahın rutin tatil günlerinden hiç bir farkı yok. Ne bütün gece komşu bahçelerden koyun melemeleri geldi ne de ızgara kokuları geliyor. Bahçe mi kaldı? Yıllardır bayram namazına gidemiyorum. Sabah kahvaltısından sonra şerbeti taze dökülmüş baklavadan yiyemiyorum. Çocukların hepsi başka yörelerde. Eli öpülmesi gereken yaşlılar her gün azalmakta. Bayramlaşılacak dostlar dünya haritasının her bir noktasına yayılmış. Dağıtılacak et yok. Koyun eti kokusundan hoşlanmayan gelinler burada olmadığından biraz kavurma yapıp yedik o kadar.  Birkaç da tanımadık çocuk kapı çalıp bayram parası istediler.
Artık bayramlar eskisi gibi değilmiş, ne gam. Kutlamak için önümüzde Anneler günü var. Babalar günü, sevgililer günü, çevre günü, yetim ördekler günü!
Deli’ye her gün bayram.”
Bayramınız kutlu olsun.

 

 






[1] Kurban bayramı kutlu olsun.
[2] Ramazan Bayramı kutlu olsun.
[3] Y.K. Beyatlı

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...