24 Ocak 2019 Perşembe

ŞEHİR’DEN METROPOL’E


ŞEHİR’DEN METROPOL’E        

Aşağıdaki yazı NİSAN 2002 tarihli Olay Gazetesi Bursa Yaşam eki için kaleme alınmıştır. Üzerinden yirmi yıla yakın bir zaman süreci daha geçti. Bu süreçte Bursa'nın ne hallere geldiğine hepimiz şahidiz. Hele son yıllardaki yüksek irtifa ile betonlaşma gerçeğine…



Seneye Bursa’ya gelişimin ellinci yılı dolacak.  Yarım asır çok şeyleri değiştirir.  Nesiller değişir,  dil değişir, değerler değişir, teknoloji, moda değişir, tabii şehirler de...   Nostaljiye yenik, yaşlanan belleklerimizde; yitirdiklerimizin özlem ve burukluğunu kazandıklarımızın getirisi ile dengeleyemeden...
Bu perspektiften Bursa’nın dünü ve bu günü o kadar farklı ki...  Bugün iki milyon nüfuslu mega kentin en doğudaki ucu (nerede ise bir orta Anadolu şehri görünümünde)  Kestel; eski İnegöl yolunda bahçeler ve çilek tarlaları arasında şirin bir köydü. Asfaltın köşe yaptığı noktada Yeşil Bursa ve Bursa Birlik Nakliye ambarlarının meyve sandıklarının istiflendiği toplama istasyonları vardı. Yaz kış akan doygun dereciklerin kenarında nefis rayihalı yerli tohum çilek pazarlanırdı, köylü kızlarca. Bu gün yediğimiz dayanıklı ama farklı lezzetteki tür 1970’lı yıllarda Aroma’nın teşviki ile geldi.
Şehrin ana girişi Sebze halinin karşısında yola sıralanmış, yerleşik çingenelerin tek katlı basit evleri ile başlardı. Aradaki 10 kilometrelik yol mu? Kuzeyde bahçeler ve ulu çınarların gerisindeki Gürsu, güneyde Uludağ’ın yeşil yamaçlarına saklanmış sıra sıra Kızık’lar ile süslü. Yıldırım, Emir sultan, Işıklar, Mollaarap, Maksem, Demirkapı, Muradiye, Stadyum, Merinos, Şehre küstü, Uluyol sınırlarındaki Yüz bin nüfuslu şehir... Diyebilirim ki 1/3 ü çoğu iki katlı binalar 2/3ü envaı ağaçlarla bezeli bahçelerle kaplı.  Arsanın en kıt olduğu Hisar içinde bile evlerle bahçeler eşitti.  Bu bölgedeki eksiği de mezarlıklar telâfi ederdi Yeşil Bursa’da.  Batıda ise, uzaklardaki kaplıca kolonisi Çekirge ve Nilüfer’in öte yanında 1950 Bulgaristan göçmenlerine yapılan tek katlı binaları ile Hürriyet ve İstiklâl mahalleleri.  Ovanın yeşil denizine tanrısal mozaik tablolar gibi serpiştirilmiş kırmızı damları ile Odunluk, Misi, Dobruca,  Beş evler, Fethiye, İhsaniye, Geçit, Ürünlü, Yunus eli, Çeltik, Armut, Izvat, Soğanlı, Panayır, Demir taş, İsmetiye, samanlı köyleri ve daha niceleri Büyük Şehrin doymak bilmez iştihası ile yutuldular. Birer mahalle oldular.   Arnavut kaldırımı sokaklarını, berrak sulu derelerini, ata yadigârı kemerli köprülerini yok ettik.  Osmanlı, Rum, Ermeni mimarisinin ortak kültürü ile şekillenmiş çivit boyalı, güzelim evlerini, konaklarını koruyamadık.  1960’larda bataklık Yalak Çayırı’na Organize Sanayi Bölgesi kurulduğunda “Bir gün Bursa’nın Mudanya ile birleşeceği” kehânetinde bulunurduk.  Ama genişlemenin bu boyutlarda olabileceği hiç hesapta yoktu. 
O yıllar Bursa çok daha rahat ve huzurlu idi. İnsanların dostluğa, sanat olaylarına kültüre ayıracak daha çok zamanları vardı.  Bu kadar değişimden sonra bugün bile İstanbul’la kıyaslarsanız Bursa’da günler 25 saattir.
Televizyon gecelerimizi tekeline almamıştı. Onun yerine “sinema günleri” vardı. Şehirdeki beş- altı kapalı on- on iki kadar yazlık sinema her kültür gurubundaki aileye cevap verirdi. Tayyare ve Dilek sinemasının mevsimlik kombine biletlerini almak için kuyruklara girdiğimizi, torpil aradığımızı hatırlarım.  Gariptir, varlıklı kesim bu kombinlerin tenzilatlı halk gecesini yeğlerdi. Uzun tutulan antraktlar en şık kıyafetlerin teşhirine olanak sağlardı.
Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu 1957’ de açıldı. Her ay değişen eserler için, her hafta Salı günleri satışa çıkarılan bilet kuyruğuna girerdik. Geçen ay yerel gazetelerde aynı tiyatro müdürünün seyirci bulamadıkları şikâyetini üzülerek okudum. Binanın bir başka köşesinde, amatörlerin kurduğu Oda Tiyatrosu perde açardı. Sevgili Celâl Cumurcul’nun Gogol’un ((tek kişilik) Bir Delinin Hatıra Defteri’ni başarı ile sahnelediğini anımsıyorum. Sonraları Marmara sineması olan alt salonda panayır tiyatrosu içerikli gösteriler;
“Programımız burada bitti baylar bayanlar”
“Hayri Küçük Tiyatrosu sizi selâmlar.”tiradı ile perde kapatırdı.
Zaman zaman Tayyare sinemasında İstanbul’dan gelen özel tiyatroları izlerdik.
Özel arabası ile gelenler sinema ve tiyatro binasının önüne park eder, programlar gece 24’ te kalkan son otobüs seferine yetişecek şekilde ayarlanmağa çalışılırdı. .
Bu günün cep sinemaları üniversite öğrencileri ile yarı-dolu, aileleri görmek pek olası değil. İki konservatuar ve amatör koroların konserleri de olmasa sanatsal gösteriler geniş kitlelerden kopmuş gibi.   
Elit sınıfa gece hayatı sunan Çelikpalas’ın Pavyon’u vardı. T. Ticaret Bankası terasında özel asansörü ile çıkılan Roof açılmıştı. Çay bahçeleri, Kültür park içinde aile gazinoları ve müzikholler dolardı. 1970’lerdeki anarşi ortamı aileleri gece eğlencelerinden ve sokaklardan çekti. Uzun durgunluk döneminden sonra, her gün bir yenisi açılan Kafe’ler, barlar ve diskolar şantörün “bütün eller havaya” emrine uyan belli bir kesimin ve gençliğin mekânları. Yakın köylerden çarşıya gelen ailelerin, nişanlı çiftlerin muhallebici ve tatlıcı dükkânlarında oturma alışkanlığı yok oldu. Bu kesim artık mahalle olan köylerinin çarşılarında ama oralarda muhallebicide oturma şansları yok. Ayakta beslenme tarzının getirdiği döner-ekmek ve lâhmacun kültürü oluştu. İlk olarak Dilek sinemasının karşısında Sirkeci Şaban’ın çocukları, ezilerek ısıtılan sucuklu sandviçi ve leblebi garnitürlü bozayı (atomlu boza) damak yelpazemize sokmuştu.         
İş Bankası’nın önünde küçük terazisinden, gramlarına, karpit lâmbasından tekerlerine kadar her yeri parlatılmış pirinç arabasında kuru yemiş satan Köse Habil yok ama kabuklarını sürekli yerlere saçan Ayçiçeği tüketicisi geniş bir toplumumuz var.
Öğrenciler şapka giyerdi. İnsanlar şıktı. Daha doğrusu şıklık anlayışımız ütülü pantolon,  takım elbise, kravat ve fötr şapkaya endeksli idi. Bu günün spor, rahat ama kişiliksiz giyiminde gözlerimizi tırmalayan bir şeyler var.
Özel kolejler dışında okullar karma olmadığından Erkek Lisesi- Kız lisesi ile Ticaret lisesi- Necati Bey Kız Enstitüsü ile Askeri lise- Kız Öğretmen Okulu ile kültürel iş birliği yapar, Erkek Sanat Enstitüsü galiba eşsiz kalırdı. Ziraat Okulu zaten şehir dışında lokalize idi. 
Vali, Belediye başkanı, Emniyet müdürü halk içinde idiler. Eskortlar, trafiği kesmeler, koruma orduları yoktu. Sadece Valinin bir adım gerisinde yürüyen resmi giyimli polisi vardı. Varlıklı iş adamlarının Body-guard özentilerine gerek yoktu. Şehrin çeşitli yerlerine konuşlanmış veya hareket halinde polis otoları görmezdik. 1111-1112 telefon numaralı iki adet jeep olaylara yetişmeye yeterli olurdu. Bekçiler karakolları değil akşam ezanı ile sefere çıkan guruplar halinde çarşı ve mahalleleri korurlardı.
Öğrenciler kendi mahallesindeki okullara gittiğinden, orta öğrenimdekilerin yürüme ve belediye otobüsünden başka tercihleri olmadığından şehrin bir ucundan öbür ucuna taşıma yapan servisler girmemişti yaşantımıza.  Minibüs te girmemişti. Taksilerin dışında Kaptı-kaçtı dediğimiz fazla koltuklu otomobiller, Çakır hamam, Heykel yanı, Yeni Yol da park etmiş faytonlar, tenteli brıçkalar, iş yerleri civarlarında durakları bulunan Tatar arabaları yeterdi bizlere. Mahalle aralarında yük ile ( at ve eşeksırtında) odun satan köylüler, baltalı, bıçkılı odun yarıcıları, elinde şimşir tokmağı, sırtında kemanesi ile hallaçlar dolaşırdı.   
Yaz ayları, dini bayramlar ve tatillerde Bursa yerli turistlerle dolardı.  Dostlarımızın otel bulma isteklerini karşılayamaz olurduk. Banyo şehri olan Bursa bu özelliğini önce Gönen’e ardından Deniz’e kaptırdı ve bitti. Tüm yurtta beylerin ipek gömlek, hanımların ipek çamaşır ve elbiselik gereksinimlerini, çeyizlik havlularını karşılayan Kapalı Çarşı, yangına rağmen bu özelliğini uzun yıllar korudu ama sonunda kuyumcu ve döviz büfelerinin işgaline yenik düştü.
İnsanların kaderini değiştiren rastlantılar ve olaylar vardır. Şehirler hatta ülkeler bile böyle oluşumlardan etkilenirler. 1955 ve sonrasında Bursa’nın yalnız kaderini değil ekonomik, sosyal, kültürel yapısını da değiştiren oluşumlar ard arda geldi.
1959’ da santral garaj açıldı. Yeni Yalova ve İzmir yolları yapıldı.  Şehir yaşamını kuzeye yönlendiren bu başlangıç ovaya doğru imarsız arsa pazarını ve plansız yapılaşmayı doğurdu. Verimli Bursa ovasını süsleyen kavak yükseltileri, önü alınamaz bir hızla sıvasız duvarlar ve çatısız damlardan uzanan kolon filizleri ile yer değiştirdiler.    
Eski Bursa’nın 3- 4 katla sınırlı imar planını ilk delen T. Ticaret Bankası iş hanı oldu.  Ardından Altıparmak Caddesine yüksek irtifa tanındı. Sadece ana caddede değil dar sokaklarda bile bitişik nizam, yüksek binalar güzelim mimarı örneklerinin, konakların, bahçelerin yerine hoyratça yerleştiler. Ve emsal olup Eski Bursa’yı yuttular. Çok geç kalınmış bir tedbir ile tek tük kalanlara yasak getirilince ortaya çürük diş gibi ucubeler çıktı.  Binaların alt katları iş yeri olarak planlanınca, belli merkezlerde toplanmış çarşılar bütün kente yayıldı.
Koza ipeği dokuyan büyük fabrikalardan başka yüz yıllardan beri peştamal, havlu, kadife, atlas dokuyan el tezgâhları 1950 lerde motorlu olup ikişer üçer tezgâhlık ev sanayiine dönüşmüştü. Ham maddeleri olan floşun pek az bir kısmı Gemlik Sungipek’çe kalanı ithal girdilerdi. Floş üretimi için,  sanırım 1956’da kurulan, halka açık Anonim şirket Sifaş’ın sermayesi 1958 devalüasyonundan sonra bu pahalı teknolojiye yetersiz kaldı. Yıllarca demir ticareti yapan şirket 1960’lardan sonra O. Sanayi bölgesindeki ilk fabrika olarak Polyester ipliği üretimine yöneldi. Ardından yenileri geldi.  Tercihlerin kara yoluna kayması neticesi 1950’lere kadar at arabası üreten atölyeler kamyon şasileri üzerine kasalar ve otobüs karoseri’si imaline başladılar. Çarpık otomobil kaportalarını bir çekiç ve el kadar seyyar örs marifeti ile mucizevi bir şekilde aslına çeviren ustalar yetişti. 1957’den sonra ülkenin girdiği ekonomik dar boğazın etkisi ile ithali zorlaşan oto parçalarını, sanayi makinelerini, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı. Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan teşebbüsler oluştu. Sanayileşme iç göçü tetikledi.   İki büyük otomobil fabrikasının burada yapılanması bu göçü hızlandırdı. Eskiden beri var olan Balkan ve Kafkas göçmenlerine yeni dalgalar katıldı. Yurdun doğu bölgelerindeki etnik kökenli olaylar bir başka göç akımını Bursa’ya yönlendirdi.
Haşim İşcan ilk Okulu’nda öğrenime başlayan Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Şehrin muhtelif yerlerinde barakalarda faaliyete geçen fakülteler bu günkü modern kampüsüne yerleşti. İl’e ek nüfus, ekonomiye etkinlik katan bu oluşum yaşantımıza genç neslin cıvıltısı ve renkli yaşamı ile birlikte yeni sorunları da getirdi.
Genişleyen alanlarla merkez arasındaki trafik akımı rasyonel yönlendirilemeyince, eski şehre yeni yollar açılamayınca artan hava kirliliği, sanayinin ve meskenlerin baca gazları iklimi bile etkiledi.  Ne eski kışlar kaldı ne de eski lodoslar...
Gönül isterdi ki; büyük şehir olmanın külfetleri nimetlerini gölgelemesin. Ecdat mirası değerleri yeni kuşaklara kalem ve objektif vasıtası ile taşıma zorunda kalmasa idik.
Güzelim Ova’ya ne oldu? Nerede şehre yeşil bakan yamaçlar, kestanelikler? Sokak çeşmeleri, asma çardakları, dut ağaçları, şimşirler... İpek çeken eller, Nilüfer’de yüzen çocuklar, köfteci Salih’teki Misi şarabı nerede siniz?
Bursa’nın Ufak tefek taşları” nerelerdesiniz?



“Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.”

O.V.Kanık







                                                                                                               



18 Ocak 2019 Cuma

BURSA’DA GEÇMİŞ ZAMAN*


Facebook’da “1950-60-70 li yıllarda gençliği Bursada geçenlere” notu ile bir yazı dolaşıyor. Çok sayıda beğeni ve yorum da alıyor.  Bu alıntı bir özettir. Yazının aslı (2001 yılında ölümünün 40. Yılında A.H.Tanpınar anısına Bursa Denemeleri) yarışmasına katılmış ve ilk kez Osmangazi Belediyesi tarafından kitaplaştırılan denemeler içeresinde yayımlanmış daha sonra Yavuz Bubik’in Bir Avuç Bursa adlı kitabında yer almıştır.  
Biraz uzun olmakla beraber tamamını merak edenler için aşağıdadır.


BURSA’DA GEÇMİŞ ZAMAN*

“GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER”

Ben Bursa’ya 195O’li yılların ilk yarısında geldim. O günler ilçe nüfusu ancak yüz binleri bulabilen ismi ile müsemma[1] bu şehir bir yeşil denizi, emekli memurların yerleşim tercihi yaptıkları, sakin, huzurlu, sağlıklı bir kentti. Yerli halka ilâveten 93 Harbi ardından göçen, batı kültürü ve iş disiplini sahibi Balkan ve Kafkas kökenli muhacirler, aydın, sivil ve askeri emekliler modern bir flora oluşturmuştu. Herkes birbirini tanıyamasa bile bir aşinalık bulunur ve yabancılar hemen fark edilebilirdi.
Şehir; Emirsultan, Yıldırım, Atpazarı, (Dayıoğlu Hamamı mevkii) Demirtaş, Reyhan, Şehreküstü, Merinos evleri, (Darmstadt Caddesi) Stadyum, Muradiye, Alacahırka, Maksem, Temenyeri, İpekçilik Enstitüsü, Mollarap, sınırları ile bir elips çizerdi. Fomara binası, (Santral Garaj civarında) Elektrik santrali, İpekiş, Merinos fabrikası, Yeni sebze hali, (Günümüzde Bursa Belediye binası)  iskân sahalarını aşıp ovaya uzanmış çıkıntılardı. Yeşil gibi, Tophane Bahçesi gibi, Çekirge gibi biraz yükseklerden baktığınızda; kuzeydeki dağlara kadar bütün ova aralarında kırmızı kiremitli damları ve beyaz minareli köylerin solo yaptıkları, akşam saatlerinde, beyaz- gri ocak dumanlarının nazlanarak yükseldiği,  yeşilin envaı tonu ile oluşmuş,  Tanrısal bir mozaik pano görünümü sunardı. Şehrin içindeki üç dere, yuvarlaklaşmış iri çakılların üzerinden yaz günleri bile coşkulu köpüklerle akardı. Cilimboz deresi, (Stadyum-merinos doğrultusunda üstü kapandı) zaman zaman intihar yeri olarak seçilecek kadar su taşırdı. Mollaarap’tan inip Yeşil caddesini köprü altından kat ederek Irgandı köprüsü yakınında katılan kolu ile Gökdere yaz günleri serin serpintiler taşırdı. Evlerin kapı sundurmalarından asmalar, geniş bahçelerinden yeşillikler, özellikle dut dalları sarkardı. Bu duvarların ardından, mevsimine göre; ıhlamur kokusu, şimşir kokusu, incir yaprağı kokusu, koza kokusu, manolya, hanımeli gül kokusu yayılırdı. Bursa’da sessizliğin kendine has sesi vardı. Pınarbaşı- Reyhan ekseninde evden eve geçiş yaparak devamlı akan Pınarbaşı Suyu’nun, köşe başlarındaki sokak çeşmelerinin, (Setbaşında Devrengeç suları vardı) hırçın derelerin su sesine bülbül şakımaları, gugucuk sedaları, şen çocuk çığlıkları, Tophane kulesinin tannan[2] vuruşları,  seyyar yoğurtçunun çanı, sokak satıcılarının melodik haykırışları, Cumhuriyet Caddesinin parke taşlarından üst mahallelere yükselen yük arabalarının dingil kampanaları, bakırcılar içinden yankılanan tempolu çekiç darbeleri bu kokularla senkrone olur, otantik bir senfoni icra ederdi. O kadar ki, mahalle aralarına hatta Yeşil caddesine kadar yayılmış dokuma fabrikalarından yükselen tezgâh sesleri gürültü değil, tefe ve taka darbelerini bu senfoniye ritim tutarmışçasına algılardınız. 
At arabalarının dingil kovanları her ustanın demir dövme tarzı ile farklı bir tını verir. Bursa’da imal edilen bu arabalar allı yeşilli boyanır güçlü bir çift atın ardında dörder beşer arabalık bir katar oluşturup Anadolu’ya sevk edilirler. Bursa’yı Eskişehir’e bağlayan Ağa (Ahı) Dağını tırmanırken bu katarlara rastlanırdı. Bu mahir ustalar karoseri sanayiinin öncüleri oldular.  Bugün Bursa’da otomotiv sanayii varsa bu şeref onlara aittir.
Yaz aylarında okul çocukları önlerindeki tahta tepsilerle sokaklara dökülürdü. “Abdülvahit Turan, yeni çıkan Yeni Hayat, iki tane beş kuruşa” kâğıtlara sarılı bu küçük karamelâlar bilmem Turan şekercisinin üretimi mi idiler? Yine boyunlarına asılı tahta termoslu sandıkçılarda küçük çubuklara sarılı Sütsal dondurmaları satılırdı. Sanırım Geye dondurmanın ilk ürünleri. Simitçiler üç bacaklı sehpalarının üzerine oturttukları saç tepsiler başlarında bağırırlardı “Eskişehir unundan, Devrengeç’in suyundan, yeni çıktı fırından taze simiiit.” Bir klarnet, bir keman bir macuncudan oluşan üçlü, melodili dolaşırdı mahalle aralarında. Başta taşınan sekizgen tepsi üç bacaklı tahta sehpaya oturtulur, sivri külahlı kapağı kalkınca sekiz ayrı üçgendeki sarı, yeşil, kırmızı, susamlı, fındıklı, karanfilli koyu ağda meydana çıkar, satıcının ancak iri bir tornavida marifeti ile kopartıp orta gözden aldığı dut çubuklarına doladığı tatlı lezzet etrafını çevreleyen çocuk kalabalığına sadece beş-on kuruşa sunulurdu. Müzik yayını ise cabadan.  Dondurmacı; omzundaki ağaç askının bir tarafına takılı, üzeri tertemiz havlu ile sarılmış küçük fıçı içeresindeki kalaylı, bakır, derin kaptan dövülerek yassıltılmış kaşıkla aldığı dövme dondurmayı, dengeyi sağlayan, askının öbür tarafındaki kare prizma camlı dolabın raflarına dizili, renkli külâhlarla servis yapardı. En üste bir kaşık meyveli koymak kaydı ile o da beş-on kuruşa. Nane şekercileri daha çok otobüs duraklarında dolaşırdı, yanık sesleri ile mâniler okuyarak. Ve şerbetçiler temiz, beyaz önlüklerinin üzerine bellerine bağlı bardak dizili metal kuşak, sırtlarında deri ile muhafazaya alınmış, ağız kısmı, şakırdayan metal pullarla ve boncuklarla süslü, parlak pirinç ibriklerden yere eğilerek bir metre kadar aşağıda tuttukları bardaklara buzlu şerbet akıtırlardı. Mevsimine göre; çilek, koruk, vişne, karadut, hünnap, demirhindi, limonata. Sol ellerinde taşıdıkları teneke ibrikteki suyu asgari kullanarak ve fakat gıcırdatarak yıkadıkları temiz bardaklar içeresinde. Kapalı çarşıda tertemiz kıyafeti ve bembeyaz sakalı ile bu işi yapan Şerbetçi Hacı vardı ve aynı kılıktaki oğlu Ahmet, ya da Şerbetçi Niyazi, kocaman güğümleri ile Ayrancı Ahmet Ağa. Kışın da boza ve salep satan bu adamlar şişelenmiş meşrubat ve Kola’nın ezici rekabeti ile tarihin derinliklerinde yitip gittiler. 
Dışarıdan gelenlere Uludağ Gazozu ikram edilirdi, Vilâyetin karşında, Çınarlı Kahve’nin bitişiğine, İnegöl Köftesi ve mutlaka İskender Kebabı. İskender, şimdi de orada olan Atatürk caddesindeki Kebapçı Nurettin’in dükkânında, Şimdi Vakıflar bankasının bulunduğu yerdeki Tatlıcı Mecit’in bitişiğindeki tekkenin bahçesine dar bir cepheden dik merdivenlerle inilerek Hacı Bey’de ya da özellikle Kayhan çarşısındaki Süleyman Efendi’de yenilirdi. Kayhan Camii’nin yanında ince uzun bir dükkân. Geniş yan camekânı caminin bahçesine ve şadırvana bakar. Ön cephe bir kapı ve kebap ocağı kadar. Sürmeli camı yukarı kaldırılmış, sarı pirinçten, süslü tepelikli bir döner şişi, içinde sıra sıra kömür ateşi dizilmiş, nefis kokular salarak, yağı damlayarak pişen kuzu eti döner... Yanda ızgara ocağı, pide kuleleri, raflarda süslü çini tabaklar ve elinde uzun döner bıçağı ile göbekli, gömlek kolları yarıya kadar sıvanmış, güleç yüzlü Süleyman Usta. Arka cebine sokulmuş, büyük mendili çıkarır, terini siler, elini uzatır;
“Safa geldiniz.”
Yüksek tavanı ahşap oymalı, duvarlar mavi çivit boyalı, ocağın arka kısmı muşamba perde ile ayrılarak dolma depolu el yıkama musluğu yapılmış, altışar sekizer kişilik mermer masalar, üstlerinde bardaklara sokulmuş renkli uçurtma kağıtları, kahve rengi cilalı tonet sandalyeler, duvarda tonet askılar ve yan yana asılmış manzara resimleri, dünya güzeli Keriman Hâlis’in taş basma tablosu. Önce Şıra gelir.  Sarı metal kapaklı, yeşil camdan, kiloluk şişelerde kuru üzümden taze sıkılmış, biraz tatlı, biraz ekşi, biraz kekre, lezzetli bir içecek. Neden sonra küçük uçurtma kâğıtlarına takılmış çatallar gelir ve asırlar süren bekleme... Nihayet kebap. Büyüklerinki kayık, uzun tabaklarda, çocuklara yuvarlak.  Küçük pidelerin üzerine özenle dizilmiş dönerler, bonfileler, böbrekler, şiş kebap ve şiş köfteler, domates dilimleri, kızarmış yeşilbiberler, bir kenarda patlıcan közlemesi ve dayanılmaz sıcak kebap kokusu... Biraz sonra garson;
“Yağ ver.” Diyecektir.
Ocakta kaynamakta olan koca bir tava mis kokulu keçi yağı uzatılır, sarı köpükleri zıplayarak tabaklarınıza gezdirilir, kebabın kokusu ve lezzeti bir kat daha artar.
Trafik gürültüsü yoktu, trafik de. Saat başı, Muradiye yolu ile Emirsultan-Çekirge, yarım saatte bir Çekirge-Yıldırım, daha sonraları Davutkadı-Çekirge, Belediye önü-Muradiye, İtfaiye–Yıldırım, her çeyrekte Yeşil- Çekirge seferi yapan kırmızı boyalı Bussig marka belediye otobüsleri yeterli idi. Başlangıç duraklarında hareket saatini bekleyen bu otobüslerin belediye önünde biri Muradiye hattı, biri çekirge hattı yolcularını kuyruğa sokan demir kulvarlı ana durağı ve üç memurluk idare ofisi bütün kente yeterdi. Bu bürodan aylık paso da satın alınabilirdi. Yanındaki küçük bürodan da Mudanya Vapuru için bilet alabilirdik. Belediye otobüslerinde talebe beş, tam bilet on kuruş ve Çakırhamam önünde otobüse alınmayacak eşyası olanlar için Çekirge’ye yirmi kuruşa dolmuş yapan biri 1946 model Opel marka sadece iki araba. Şehirde dolmuş 1960’larda santral garajın yapımı ile başladı. İnsanlar sağlıklı olduklarından mı yürürlerdi, yoksa yürüdükleri için mi sağlıklı idiler? Çekirge’de ya da Karamustafa, Kaynarca’da gelin hamamına giden mahalle kadınları, kızları bu uzun mesafeyi bile darbukalar, şarkılar eşliğinde kalabalık guruplar halinde kat ederlerdi. Erkek lisesi, Ticaret lisesi öğrencileri Maksem caddesini değil de Basak caddesini yeğlerdi. Kız lisesi de o yokuşta olduğundan. Necatibey Kız Enstitüsünün dağılma saati ise Nasuhpaşa Hamamının köşesinde veya Mavi Köşe Muhallebicisinde beklenirdi. Platonik sevgililerle sadece bakışmak için. Orta öğrenim kurumları şehrin merkezinde olduğundan kitap ve kırtasiyeciler de sadece hükümet civarında toplanmıştı. Şekercioğlu, Suhulet, Zeki Mumcu, Kitapçı Ali Haydar belki bir iki tane daha.
Sayıları elliyi ancak geçecek kadar özel otomobiller; çiftlik sahiplerine, ipek fabrikatörlerine, sanayicilere, tüccarlara ve birkaç doktora aitti. Atatürk caddesinde arzulanan her noktaya park edebilen bu arabaların kimlere ait olduğu herkesçe bilinirdi. Bir tanesi belediye önünde, bir tanesi vilâyet önünde üzerleri plâj şemsiyeli beyaz boyalı, varil tipli trafik noktasında görev yapan polis memurlarına yılbaşı akşamları bu araba sahiplerince hediye paketleri verilirdi. Trafik polisi kadrosuna taksim edilecek bu hediyeler üst üste yığılır, güzel bir görünüm arz ederdi. Bazı sürücülerin zarf içeresinde verdiği nakitler sonraları rüşvet gibi yorumlanıp bu güzel jest yasaklandı. Yıl boyu kendilerine hizmet sunan ekibe senede bir defa alenî teşekkürü içeren bu davranışı yasaklamayı takdirinize sunarım.
Adliyenin önünde keşiflere giden taksilerin dışında dört beş tane de taksi yazıhanesi vardı. Şimdiki İş Bankasının yanında taksici Fehmi’nin Güven Taksi, Kürt Mehmet’in Bulut Taksi, İnönü Caddesinde Yeni Taksi, Tayyare Sineması altında Moda Taksi ve nedense ismi ile değil de telefon numarası ile anılan Basak Caddesi başındaki 2070.  Önlerindeki çığırtkanlar gün boyu “Yalova’ya vapura, Mudanya, danya, danya.” âvâzı ile müşteri celp etmeye çalışırdı. Özellikle sabaha karşı Yalova vapuruna gitmek için yazıhaneye isminizi yazdırmanız yeterdi, herkesin evini bilirdi şoförler.
Moda Taksi ’den Mudanya ve Uludağ otobüsleri de kalkardı. Deniz modası başlamamıştı, pazar günleri yüzmeye giden gençler dışında yaz Uludağ’da geçerdi. Dağdaki kayak evi dışında tek tesis Büyük oteldi. Beceren; lokantası ve tahta barakaları ile profesyonel konaklamanın ilk öncüsüdür. Fatma Hanım ve Mehmet Beyin tek kişilik orkestra gibi her hizmete yetiştiği o günleri çocukları bile bilmezler. Çadırlar, portatif barakalarla kurulan Arıcılar Kampı, Kılıbıklar Kampı, Öğretmenler Kampı, Kızılay Kampı ve münferit yerleşimlerde babalar sabah şehre iner akşam çıkardı erzak çuvalları ile birlikte.
Ve bu yükü yıllar boyu Karcı‘nın Austin otobüsü ve Esat’ın şasisi uzatılmış jeep’i taşıdı. Bütün angaryaları da Bila bedel, kadirşinas  Moda Yazıhanesi. Gündüzleri guruplar halinde, Zirve’ye, Aras’a, Göller’e Bakacak’a, Dombay çukuruna, yürüyüşler düzenlenir, gözü yiyenler Softaboğan’da dondurucu suya girer, belki de gün batımının yer yüzünün en güzellerinden olduğu Belvü’de gurup seyredilir, otobüsten inecek eşyalı babalar karşılanır, gece de gündüz ki yürüyüş esnasında toplanmış kuru dallarla kamp ateşi yakılır, şarkılı türkülü eğlenceler olurdu.
Kirazlıyayla Sanatoryumunun sundurmalı teraslarında battaniyelerine sarılı hastalar güneşlenirdi. Valiliğin de taştan bir kulübesinin olduğu bu bölgede Fahri’nin iki katlı ahşap oteli Bursa ve İstanbullu müdavimlerin kaldığı sıcak bir aile yuvası idi.
Dağda kolluk kuvveti yoktu ama asayiş vardı. Açık çadırlar, kapısı tel ile bağlı barakalardan hırsızlık olduğunu hiç hatırlamam, yabancılar hemen seçilir, sarhoşluk veya serkeşlikle huzuru bozmaya yeltenenler, kampçılar veya buradan geçimini sağlayan kişilerce uygun şekilde (!) cezalandırılır, bir daha tekerrüre cesaret edemezdi.
Ulucami yanındaki Zeytin Han’ın altında Kamil Koç’un ve Özen’in, İnönü Caddesindeki  Şimdiki Hüzmen Plazanın olduğu yerde Uludağ, karşısında Bosna Otelinin altında Kütahya’ya Şevelli Otobüslerinin, sonraları Kumbaralı Saat’in karşısında Ege Otobüslerinin yazıhaneleri ve durakları vardı. Balıkesir, İzmir, Eskişehir, Ankara’ya gidecekler sabah erken saatlerde buralardan biner, yolcu geçirenlerin dışında naneci, şerbetçi, simitçi, gazozcu esnafı ile uğurlanır, ikindi vaktine tesadüf eden dönüş zamanında da yine aynı takım ve yük arabaları, faytonlar, brıçka[3]’larla karşılanırdı. Yerli kasa, burunlu, çamurluklarının üzerine monte edilmiş iri farlı, tamponunun sağ köşesinde kırmızı bez üzerine POSTA flâması taşıyan, tozlu KOÇ otobüsü, caddeden kıvrılıp Ulucami avlusunun önündeki devâsa çınar ağaçlarının altına park eder. Arka kapıdan acele inen muavin tahta takozları yerleştirir, otobüsün arka ortasındaki dar, demir merdivenden dama tırmanır, demir parmaklıklara bağlanmış urganı çözer, alta yayılıp uçları beceri ile katlanmış brandayı kaldırır, un gibi ince bir toz bulutu önce havalanıp sonra başları yukarda bavul bekleyen insanların üzerine çöker. Muavin özenle yerleştirilmiş, bavulları, sepetleri, denkleri teker teker merdivenden kaydırarak uzanan sahiplerine dağıtır, en sonra da posta torbalarını indirip geçerken postaneye bırakmak üzere arka koltuğun üstüne aktarırdı. Bu seremoni çabucak biter, önce yolcularını almış fayton ve brıçkalar sonra da otobüs alanı terk eder, yazıhane yine rekor seviyedeki, kır, pala bıyıkları ile Dayı’ya ve sessizliğe terk edilirdi. Kazalardan gelen otobüsler, İnönü, Cumhuriyet caddesi ve civarına dağılmış gerçek mâniadaki hanlardan kalkar ve buralarda park ederdi. Mudanya’ya 125 kuruş, Yalova’ya 300 kuruşa.
Ulucami yanındaki  bilet ofisinin önünden kalkan özel otobüsü ile Devlet Hava Yolları uçakları on beş lira ücretle  günde üç dört sefer İstanbul’a, haftada bir Ankara’ya uçardı. Bir ara Vecihi Hürkuş’un yedi kişilik, bez kanatlı uçakları ile İstanbul’a dolmuş yaptığını da hatırlıyorum.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi”[4] deyimi ve Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız kalkmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
Kış kışlığını yapar, Bursa’ ya “adam gibi” kar yağardı. Günlerce duran, buza çeken bu karda geceleri, kadınlı erkekli guruplar İpekçilik Caddesinden, Namazgâh’dan tahta merdivenlerle kayarlardı. Kuş göçü mevsiminde şehrin en ışıklı mahalli Heykel’de bıldırcın yağmurlarını, Atatürk caddesinde atlı kızakları anımsıyorum. Kayak sporu için Uludağ’a çıkanlar tepelere skileri ile yayan tırmanır, akşam dönüşte şehre kadar kayarak inerlerdi. Kirazlı ile Otel bölgesinin ortasında yapılmış taş kulübede (Otel gözü) sığınacak olanlara devamlı yakacak odun bulunurdu ve korumasız bu yapıya kimse zarar vermezdi.
Çarşılar 1958 (24 ağustos Pazar, 2000 civarında iş yeri yandı) yangınına kadar arasta düzenini korudular. Çakırhamam karşında faytonların, yük arabalarının ve oduncularının arasından girip; Bakırcılar, Köfüncüler, Çıra pazarı, Şekerciler, Sahaflar, Çantacılar, Kavaflar, Kuyumcular, Bezzazlar, Havlucular, Yorgancılar, Pazaryeri, Bıçakçılar, Demirciler, Sobacılar, Bat pazarı, Hazır elbiseciler, Keresteciler ünitelerinin orta bölümünde ahşap kemerli damı ile Kapalıçarşı yer alırdı. Şehre gelen yabancılar için en cazip ve Bursa ipeklilerinin, havluların, her türlü giyim eşyasının satıldığı Örtülü Çarşı merkezdi. Bursa’nın kurtuluş bayramı törenlerinde Askeri birlikler ve okullardan sonra bu esnaf temsilcileri de geçit resmine katılırdı. İmalât işleri ile uğraşanlar süsledikleri kamyonlar üzerinde sanat gösterisi yapar diğer esnaf gurupları lacivert elbiseleri içinde asker disiplini ile geçerlerdi. En son olarak da itfaiye arabaları. Doğaldır ki bütün tören boyunca Belediye Bandosu çalar, Cumartesi öğlen ve Pazar akşamı Heykel önündeki bayrak törenini gerçekleştiren emektar bando takımı, Şef Tatar Halil ve sempatik trampetçisi Mikro Niyazi coşku ile alkışlanırdı.
Çarşının en renkli olduğu dönem Koza Zaman’ıdır. Köyler bir yana şehirde de pek çok ev baharda birkaç paket tohum açar. Her sabah bahçelerden taze kesilip eşek yükleri ile taşınan dut yaprakları bir odaya yayılır, böcek tohumları dökülür, sokaklara taşan tatlı bir hışırtı ile filizleri tüketen bu obur tırtıllar koza sarıp meşakkatli altı haftanın sonunda satıma gelirler. O zaman koza hanında koza borsası kurulur. Küfeler, sepetler, bohçalarla evlerden ve köylerden taşınan mahsul erken saatte hanın kapısından başlayıp çarşının sonuna kadar kuyruk oluşturur. Koza Birlik yanında ipek fabrikatörlerinin eksperleri avuç, avuç inceler, fiyat biçerler. Mallar mahşeri kalabalıkta, han avlusunun etrafındaki mağazaların önlerine gerilmiş bez levhalar altındaki Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek, Sait Ete, Fahri Batıca, Garipoğlu, Kooperatif kantarlarına taşınır. Okul talebeleri kantarcılık yaparak, kollarında Kızılay bandrolleri ile sepetler içindeki ezik kozaları ayıklayarak ve tezkere kırarak harçlıklarını çıkartırlar. Firmalar satın aldıkları mala bir fiş verir ve en erken akşam saatinde veya ertesi gün ödeme yaparlar. Parasını alıp köye dönme acelesinde olanlar az bir komisyon karşılığı tezkeresini kırdırır, çocuklar da. Her gün dönen, küçük bir sermaye ile para kazanırlar. Beygirli, arabalı nakliyeciler, çarşı hamalları için bereket dönemi olan bu bir iki haftalık pazarda esnaf ve seyyar satıcıların yüzü güler. Bir aylık zahmetli üretim kadınların eseri olduğundan teamül gereği bu paraya evin erkekleri dokunmaz, kadının bir yıllık giyecek masrafı, genç kızların çeyiz hazırlıkları, takı alımları hep bu paradan karşılanır.
Merinos Fabrikası kendi içine kapalı sosyal aktiviteler sitesi idi. Elit tabaka ve burjuva Çelikpalas Otelinde yuvalanır, renkli balolar burada tertiplenirdi. Güzelim belediye binasının önünü kapatan Dağcılık Kulübü binası (Sonraları nikâh dairesi oldu) ve çam ağaçlıklı bahçesi özellikle geceleri ailelerin mekânı idi. Devlet Tiyatrosu olmadan önce Halk Evi binasının avlusu da benzer özellikte idi ve tabii ki kırmızı damlı, yeşil bahçeli aşağı mahallelerin, gerisindeki nihayetsiz ovanın seyredildiği Yeşil Kahvesi ve Tophane Bahçesi. Esnaf takımı Çakırhamam’daki Kadifeli Kahveye, memurlar, emekliler, özellikle asker emeklileri işletmecisi Rıdvan beyin hep büyük ceviz masasının ardında oturduğu Mahfel’e, gençler ise Mahfel’in bilardo salonu, yan aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın işlettiği Akın Spor Lokaline veya hemen karşında Gökdere üzerine asma balkonlarla uzanmış Ferah Kıraathanesi’ne (şimdi Kütüphane oldu) devam ederdi.  İnsanlar modern giyinirdi.  Erkekler yaz günleri bile ceketli ve kravatlı olur, ceket yakasına mutlaka okuduğu okulun, icra ettiği sanatın veya mensubu olduğu kulübün rozetini takarlardı. Bu rozetler, Dağcılık Kulübünün bahçe duvarı önüne sıralı, süslü sandıklı ayakkabı boyacılarının yanında demir parmaklıklara yasladığı mukavva panoda her cins rozeti teşhir eden Rozetçi Cici’den temin edilirdi. Orta yaş sınırı ve üzerindekilerin açık başla gezmeleri ayıptı. Kışları fötr yazları hasır şapka giyilir, ısmarlama yapılmış, çift kösele ayakkabılarını gıcırdatarak yürürler, kapalı giyinmek isteyen hanımlar eşarpla yetinir, modern hanımlar Selçuk Oto Kursu’nun çift direksiyonlu arabası ile Yeni kaplıca önündeki (8) şeklindeki pistte eğitim alırdı.
Haşim İşçan’ın  valiliği döneminde  yapılmış, Yeni Hastane, karakol binaları, kapalı Pazar yeri, Vali Konağı, Haşim İşçan ilk okulu (Osmangazi Kaymakamlığı) ile Yenal Pasajı, Ali Haydar apt, Hacı Resul iş hanı ve inşa halindeki  Emlâk Bankası, Yeni Postahane (Eskisi T.Ticaret  bankasının yerinde idi.) İş bankası dışında ki binalar; Cumhuriyet ilk dönemi resmi binaları, Halkevi, Tayyare Sineması, ve Mimar Kemâlettin Bey tarzı, yuvarlak balkonlu iki üç katlı apartmanlar geri kalanları da Ermeni yapımı veya klâsik Türk mimarili çıkmalı, iki-üç katlı, büyük giyotin pencereli ahşap, yarı kâgir evler ve konaklar sitilini  korumakta idi. Bunlardan Atatürk caddesi üzerinde olanların ilk katları iki üç basamakla çıkılan dükkânlara dönüşmüştü.
Maliye binası ile Setbaşı Köprüsü arasına açılmış bulunan cadde yeni binalarla dolarken  Şafak (saray) sinemasında köprüye kavuşan Ünlü Cadde ihtişamını yitirmiş terziler ve ısmarlama  kunduracılara kalmıştı.
Atatürk caddesinde yaz kış akşam saatleri mutlaka tur atılırdı.  Daireden çıkmış memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez müdavimleri ikili, üçlü guruplar halinde kol kola yürürler, fötr şapkalar baş yukarısına kadar kaldırılarak selâmlaşılırdı.
Piyasa’ya Yeni Postanenin köşesinden başlanılır. Önleri vitrin pencereli lobisi ve kıraathanesi ile Luca Palas Oteli, öğlen saatlerinde müşterilerin önünde kuyruk olduğu,  tek masalık, kuru fasulyeci Adem, kunduracı Refik, İş bankası, Güven Taksi, Bulut taksi, Hüzmen Zade’nin acentesi, Tatlıcı Nezir, Saatçi, Gökmener Eczanesi, berber salonu, Gürses Radyo, Kumaşçı İngiliz Halit, Naci Kurtul’un  Güven Sigortası, Hazır Elbiseci, Temizel Lokantası, yan yana iki terzi dükkânı, Karagöz’ün bânisi Şeyh Küşteri’nin mezarı (Bir gece içeresinde yok edilerek dükkân yapıldı), Kafkas Pastahanesi, bir saatçi daha, önünde oturulabilen içerlek muhallebici,  Gömlekçi ve her şeyci Şükrü Tüfekçi, Meraklı Yemişçi, Eczacı Bediha Hanım, soğuk Uludağ gazozu içilen sigara bayii, Foto Rekor, Eski Postahane ve Hükümet önü, Atatürk Heykeli. Süreyya Öğünç’ün beyaz eşya mağazası, Orhan Akkök ve Berk mağazaları, tuhafiyeci, Frigosu ile ünlü Turan Pastahenesi, ayakkabıcı Sabri Türemen, ve önünde oturulabilen, vişneli dondurması harika Mavi Köşe, Ahmet Tevfik beyin eczanesi, Dondurmacı Şaban, ve dar Setbaşı Köprüsü (sonradan bir misli genişletildi ), coşkulu akan dere, kenarındaki alanda mahkûmlara yaptırılmış voleybol sahası, Mahfel; Demir ayaklı, yuvarlak mermer masaları, demir sandalyeleri  ile çay bahçesi. Kapısında ama gazeteci, bir sıra küçük dükkanlar, tam karşısında caminin önünde yine sıra dükkanlar. Kuru Kahveci Nermin Hanım, Karlıova Kitapevi, köşede çapraz kapısı ile muhallebici Şaban, bitişiğinde tuhafiyeci Süreyya Hanım parke döşeli küçük meydanın ortasında ihtişamlı bir çınar ağacı ve arkasında ahşap karakol. Tur bu noktada biter geri dönülürdü.   Başlama ve bitim noktalarının dışına katiyen çıkılmazdı. Karşı kaldırıma ise piyasa niyeti ile asla. Piyasa erbabı o yöne ya ilin tek çiçeksi (Ruşen) için ya sinemaya bilet almaya ya da Ulucami yanındaki fırının önünde çınara dayalı camekanı ile meraklı ayakkabı boyacısı Sait’e geçerdi.
Ortası ağaçlıklı Altıparmak Caddesi, yüksek setli bahçesinin içindeki beyaz boyalı ahşap mimarisi ile Turing Otel ve karşı sırada bahçe içindeki şirin köşkte bulunan Özel İnal-Ertekin okulu ve bir kaç bina dışında sağlı sollu, iki katlı dar cepheli Yahudi evleri,  stadyum karşısındaki yine beyaz boyalı ahşap konakta hizmet veren Sigorta Hastahanesi’nde biterdi. Sonrası yapılmakta olan ikramiye evleri (banka evleri), at kestanelerinin tepesini kapattığı bulvarlı yol (sonraki yıllarda yol kenarlarındakiler troleybüs geçirileceği savı ile kesildiler), Vali konağına kadar boş yeşillikler ve Eşekboğan deresi (Kültür park).
Ağaçlar, gümrah makiler, bahçeler arasında kıvrılarak giden yolun kuzey ve güney kıyılarında yeşil boşluklar, aralarına kovboy kasabaları gibi tek sıra serpilmiş binalardan sonra baharda erguvanların bezediği yeşil yamaçlar, mağrur kavak dizilerinin bekçiliğindeki, pembe- beyaz çiçekli şeftali bahçeleri başlar ve köylere kadar bir tek dam görülmezdi. Ve buralara bülbül dinlemeğe gelinirdi.
Gazi köşkü, Çelikpalas, karşısında zarif otobüs durağı ve durağın küçük büfesinde  Yeni Kaplıca, Karamustafa, Kaynarca hamamlarından çıkanlara sunulan nefis ayran. Demirci İhsan beyin, Selim Süter’in Tütüncü Fazıl Erman’ın, Urgancılar’ın geniş bahçe içeresindeki Aslanlı Köşk’ü, nadide ağaçlıklı bahçesi ve havuzu ile Kükürtlü otel ve kaplıcaları, karşısında bir iki ahşap ev ve Simitçi Baba’nın gaip türbesi. Orman Okulu, karşısında birkaç ahşap ev daha, durağa da adını veren, Fahri Batıca’nın kırmızı tuğla bordürlü  Çukur Köşk’ü, Yeni yapılmış bir çift bahçeli apartman, Eski Eserler Kurumunca yenilenmiş, Süleyman Çelebi Türbesi, karakolun karşısında birkaç evlik bir koloni daha ve Eski Kaplıca’ya sapan köşede başlayan binaları ile   Çekirge; şehirden uzak bir banliyö ve kaplıca bölgesi idi.
Özellikle yaz ayları bir başka olurdu. Romalılar döneminden beri şifa veren büyük havuzlu hamamlar, kimi konak, kimi otel olarak yapılmış, hepsi banyolu otel olan onlarca ahşap, oymalı bina. Yine onlarca, özel banyolu, küçük aile otelleri, bir han kapısından girilircesine tek katlı binanın ardında yükselen yeni Gönlüferah Oteli, Adapalas, sarp yamacın üzerinden, yaşlı çınarların gölgesinde ova, günbatımı ve gurubun renklerini yansıtan Nilüfer Deresi peyzajı ile Hüsnügüzel ve Selvinaz bahçeleri ve hamamları, banyoculara pansiyon veren yüzlerce ev ve ahşap binası ile Askeri Hastahane. Bu kadar yabancıya hizmet veren her türden esnaf dükkânı ve yakın köylerden, bahçelerden taze sebze, meyve, süt getirip satan köylüler.
Başkaca bir yol olmadığından İzmir ve Mudanya yönüne giden bütün araçlar Çekirge’den geçerdi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurundan gelen otobüs ve kaptıkaçtılar, isterepenteli[5] dolmuşlar, taksiler Armutlu meydanına yanaşır, arabaların çevresini pansiyon temin eden, bavul taşıyan çocuk kalabalığı ve gürültüsü sarardı. Bu kadar yatağa rağmen yer bulamayıp dönenler olurdu. Güneşin batması ile beraber art arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. Hüdâvendigâr Camii’nin bahçesinde Bursa Sergisi kurulurdu. 
Muhittin Baha beyin (Pars) Havuzlu Park’ı yalnız Bursa’nın değil ülkenin tek tesisi idi o zamanlar. Bir büyük, bir küçük, bir derin atlama havuzunun bir yanını sıra sıra soyunma kabinleri kaplar, karşı yönde kat kat teraslarla yükselen büyük arazide çay bahçesinin demir, yuvarlak masa ve sandalyelerinde oturacak yer bulunmazdı. İkindi vaktinden sonra, banyocularla nüfusu dörde beşe katlanmış bütün Çekirge’liler ve fayton fayton, otobüs, otobüs Bursa’dan gelenler yanlarında getirdikleri yiyecek çıkınlarını açar, yalnız çay bahçesini değil ulu ağaçların gölgelediği, yapay gölün kenarındaki alana da yayılırlardı. Gölde sandallar dolaşır, yandaki hayvanat bahçesinin tavşanları ile oynaşılır, semt delikanlıları yabancı kızlardan iş çıkarırdı. Akşamları çay bahçesinin sahnesinde ünlü sanatçılar program yapar, geceleri de yapay gölün ortasındaki Ada Gazinosu geç saatlere kadar çalışırdı. Meydandan Acemler tren istasyonuna kadar olan yolda tek bina Muhittin Baha beyin Pembe Köşkü ve aşağılardaki un değirmeni. Bağlar bahçeler arasından yankılanan musiki sesi ile uyuyan Çekirge’liler sabahları da kuş seslerinin gürültüsü ile uyanırlardı.
Kış gelince sessizlik ve gariplik çökerdi. Kaplıcalar hamam bohçalı kadınlara, otellerin özel hamamları da evlenme cüzdanı ibraz etmek kaydı ile çiftlere kalırdı.
Önce sanayi ardından iç göç, dış göç geldi, sonra da yap-satçılar. Eski evlerle beraber sokaklara sarkan erik ağaçları, dut dalları, şimşir kökleri de moloz kamyonlarına yüklenip götürüldüler, beraberlerinde tarihi, hatıraları ve yerine konulamayacak değerleri de. Pınarlar kurudu, sokak çeşmeleri sustular. İnsanlar bazı değerlerin kıymetini ancak yoklukta anlarlar, sağlık gibi, ömür gibi... Kırk yılda yok olan bir şehri de şimdi aradığımız gibi.
Gelişim rüzgârları, siyasi çıkarlar, rant hesapları, adamsendecilik, vurdum duymazlık, plânsızlık, görgüsüzlük, rüşvet, hatır, ilkellik...
Suçlu aramıyorum. Yeşili arıyorum... “Ovada ince yollar”[6] gölgelenmiyor artık. Ova mı kaldı? Eski kokuları arıyorum, bulamıyorum. Eski tatları da... Baba dostları; Pınarbaşı’nın ya da Emirsultan’ın uhrevi ikliminde mezar taşları... Akranlar eksilmiş... Siperini çapkınca yukarı kaldırdığı okul kasketinin altından sarı perçemi sarkan enstitülü kız, bir avuç büyük hanım olmuş... Aşinaların pek azı ile sadece cenaze namazlarında karşılaşmak olası... Atatürk Caddesi aynı genişlikte ama daralmış... Selâmlaşmayan insanlar şimdi telaşlı yürüyorlar...
Eski Bursa’yı arıyorum, bulamıyorum, bulamıyorum... Galiba ben gençliğimi arıyorum da... 

       YAVUZ BUBİK Ağustos 2001











* Bursa Osmangazi Belediyesi 2002 yılı Ahmet Hamdi Tanpınar Deneme Yarışmasına katılıp Bursa Denemeleri isimli kitaba alınacak eserler arasına girmiştir.
[1] Kendisine yaraşır, haline uygun bir isimle adlandırılan = “YEŞİL BURSA”
[2] Tınlayan, çınlayan, güzel ses veren.
[3] Üstü kapalı tek atla çekilen yaylı araba
[4] Sabah çok erken hareket eden tren Bademli köyüne geldiğinde uyuklayan yolcular bu ifade ile uyandırılırmış. 
[5] =Sterepente; Binek arabalarında ve otobüslerde katlanarak açılıp kapatılabilen ve ilâve oturma sağlayan düzen
[6] “Ovada ince yollar gölgeleniyor işte.”  ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI

16 Ocak 2019 Çarşamba

BİR OTOBÜS YOLCULUĞU

BİR OTOBÜS YOLCULUĞU

Geçen hafta otobüs ile bir İstanbul yolculuğum oldu. Tertemiz, düzenli bir terminalden tam saatinde hareket eden şık, konforlu otobüsler. Tek tip kıyafetli yönlendiriciler, kabin görevlileri, şoförler...

Yolculuk kahvaltı kutusu ile başladı. Bir Hamburger ekmeği, bir parça kek, plastik ambalajında tek porsiyonluk tereyağı, peynir, reçel ve poşet çay. Dileyene kahve, meyve suyu.  Plastik servis çatal, bıçağı. Osmangazi köprüsünü kullanarak bir buçuk saat süren ve iç hat uçak yolculuğu ikramlarını aşan bir ağırlama. Baş yastığı, günlük gazete, bulmaca, çocuklar için boyama kitabı; ihtiyaç halinde çocuk, hatta kadın peti servisi.  Varış terminalinde ulaşacağınız semt servisine transferinizi yapan, bagajınızı aktaran yine tek tip kıyafetli görevliler.
Bursa’nın civar illerine yıllarca otobüs yolculukları yaptım. Kamyon karoserine, ahşap kasalı, Bursa yapımı Austin otobüslerden ithal malı konforlu otobüslere, aynı otobüslerin ülkemizde önce monte sonra imal süreçlerini yıl yıl, adım adım yaşadım. İllerde, ilçelerde eski araba hanlarında, dükkân bozması yazıhanelerde, tahta sandalyeli kahvehane köşelerinde belirsiz hareket saatini bekledim. Benzin istasyonlarında değil de şehir içlerinde benzinci dükkânlarından teneke ile benzin ikmallerine şahit oldum. Başka türlüsü yoktu ki. Yol boylarında yakın köylülerce tesis edilmiş, üç beş çeşit tencere yemeği sunan, elektriksiz, bol sinekli mola yerlerinde -şoför ve muavinine ücretsiz sunulan sofranın bitimini bekleyerek- karın doyurdum. Buraların bahçe içindeki, altından çay akan, pis kokulu, tek göz tahta helâlarında sıra bekledim.   Yeni yeni oluşan benzin istasyonlarının bir derece yüksek lokantalarında “çaylar müesseseden” ikramına nail oldum. Yan yana mantar gibi biten dinlenme tesislerinin(!)  teneke fonik sesli “yolcu kalmasın” neşriyatına dayandım.  Koltukların dolu olmasına rağmen her el kaldırana durulan, her köy ayrımında indi bindi yapılan “ kavşağa kadar idare edelim abey” mazeretli yolculuklar yaptım. Bir vasıta geçince incecik toz zerrelerinin saç diplerine, iç çamaşırınıza, bavulunuz dibine işlediği; şoselerden stabilize yollara, asfalt kaplamalardan tek şeritli, çift şeritli arterlere, otoyollara, tünellere, viyadüklere uzanan sürecin her fazına şahit oldum.
Bu süreç altmış yıllık bir zaman dilimi.
O altmış yıl evvelinde Bursa’yı İstanbul’a Mudanya veya üç buçuk saat süren bir kara yolculuğundan sonra Yalova vapuru bağlardı. Kara yolu çok güç şartlarla İzmit-Kandıra-Şile güzergâhından giderdi. Kayın validem 1940’lı yıllarda İnegöl’den Biga’ya gelin giderken vapurla Mudanya’dan İstanbul’a oradan yine ancak bir gün sonraki vapurla Karabiga’ya ulaşabildiklerini anlatır. Çanakkale’ye ulaşım da böyle idi.  Eskişehir’e direkt kara yolu bağlantısı yoktu. Bilecik yakınında Karaköy istasyonundan trenle ulaşılırdı Anadolu’ya. Tren saatinde Kamil Koç’un posta otobüsü yolcuları ve posta torbalarını alır Bursa’ya getirirdi yaklaşık beş saatte. O otobüs gitti mi ertesi güne kadar başka araç yok. 
1947-48 yılları olmalı. Rahmetli babamla Afyon’dan İnegöl’e geliyoruz Karaköy’den otobüse bindik.  Bol virajlı, rampalı, tozlu Ahı (Ağa) dağı yolları. Ülkenin harp ertesi kıtlık yılları. Lastik patladı.  Şoför ve muavin onardılar, bir daha patladı, yine onardılar. Dördüncü patlamadan sonra şoför eline parçalanmış iç lastikle gelip; “devam edemeyeceğiz beyler” dedi. Muavine dönerek “dağıt beylerin paralarını.” Bir otobüs yolcusu kadın, erkek, çocuk elde bavullar, sepetler bir iki kilometre kadar yürüyerek Nazif Paşa köyüne ulaştık. İkinci Dünya Savaşı filmlerinin trajik göç sahnelerini anımsatan bir görüntü ile. Bir kısım yolcu oradaki ayrancı Ahmet Ağanın kahvesinde sabahlayarak ertesi günkü seferi bekledi. Biz bir kaç kişi köyden kiraladığımız bir yaylı arabası ile saatler sonra İnegöl’e vasıl olmuştuk.
Şimdiki olanaklara bakıyor, dünü hatırlayarak “nereden nereye?” diyorum. 
Çinlilerin bir bedduası var; “Umarım değişimin olduğu bir dönemde yaşarsın.”
Benim kuşağım, Allah’a şükürler olsun, yurt sathında savaş görmedi ama müspet, menfi o kadar çok değişiklikle karşılaştı ki... Sosyal yaşamda, ahlâk ve namus anlayışındaki farklılıklar... Ulaşım,  teknoloji, iletişim alanındaki akıl almaz gelişim...  Bir kısmına çabuk intibak ettik, eskiyi unutarak en küçük aksaklıklardan bile şikâyetçi olmağa başladık. Bazılarını kabulde zorlandık, direndik, beceremediklerimizde çeşitli bahanelere sığındık. Bu arada büyük dedeme hep rahmet okudum. Yaşadığı şehre elektrik şebekesi geldiğinde evlerine tesisat yapılmasına epeyce direnmiş. Sonunda gençlerin baskısına yenik düşmüş. Cereyanın bağlandığı gece bütün ışıkları yakılmış eve bahçeden uzun uzun bakıp “güzel oldu, çok güzelmiş ama bu elektrik dediğiniz benim ağzımda buruk bir tat yapıyor,” mazereti ile ancak kabullenmiş yenilgiyi...
Evvelâ zengin, yoksul kavramları değişti. Mahalle aralarında dolaşan yoksullara sadece bir dilim ekmek verildiği, bu kişilerin yamalık kumaş parçaları istediği dönemler çok gerilerde kaldı Çok şükür ki ben yıllardır yamalı elbise ile dolaşana rastlamadım. Siz hiç sokak aralarında dolaşan, ay sonlarında öğrenci yurtlarının kapısını mesken tutan sırtı çuvallı, eski elbise ve ayakkabı satın alan kişileri görüyor musunuz? Kullanılmış pantolonlar para etmediği gibi, bu meslek dalı da bitti, tükendi.  Büyük bir aradan sonra sokaklarda çöp tenekelerini karıştıran kişileri görür olduk. Ama biliyoruz ki bunlar yiyecek değil, artık çöpte bolca bulunan geri dönüşümü mümkün atıkları.- bu atıklar da o kadar çok ki.- toplayan ve satan becerikli kişiler. Elinde naylon poşetle dolaşandan el arabası, at arabası, kamyonetle dolaşana kadar kademeli bir yelpaze.
Günümüz gelirleriyle, çocukluğumun harcama ve geçim standardını yaşayabilsek-tabii ki arzu edilmez- parayı koyacak yer bulamazdık. Haklı olarak, daha fazlası istenilen refah ve yaşam kalitesi yüzündendir, gelirlerdeki yetmezlik.
Bu en küçük bireyden en büyük harcama yapmak zorunda olan devlete kadar böyle. Çocukluğumun devlet dairelerinin yetersiz ve perişan mefruşatı bu gün karikatürlerde bile yok.  1950’li yıllarda Vehbi Koç’un Arçelik’i kurması ile çelik eşyaya dönüş süreci yıllarca sürdü. Arçelik bu niyetle kurulmuş ve çelik büro malzemesinde doyuma ulaşıldıktan sonra -başlangıçta montaj olarak- beyaz eşya imalatına dönüşmüştür.
Bir arkadaşım 1958 yılına Keles kazasına kaymakam vekili olarak atanmıştı. O yıllarda bile kazanın Bursa ile iletişimini tek hatlı, -ikinci hattı toprak tamamlardı- manyetolu Jandarma telefonu sağlıyordu. Sık sık kesinti yapan bu telefonun tek teli bazen direk, bazen ağaç dalları üzerinden, köyden köye ile ulaşıyordu. Olanaklar ve tel o kadar kıttı ki; bir köyün mezarlığı boyunca çekilmiş dikenli tel bile bu şebekeye eklenmiş. Ülkenin birçok kaza ve köyleri ile ulaşım bundan farklı değildi.  Şimdi aksayan hizmetlerden hemen yakınanlar, o yılların Bursa’sında bile olanakların bu kadar kısır olduğunu acaba biliyorlar mı? Doğuya eksik hizmet götürüldüğünü iddia eden, masa başından kalkmamış kalemşorlar acaba biliyor mu bu ülkenin nereden nereye geldiğini? Şükürden âciz, tatminsiz yeni kuşaklar geçmişimizden ne kadar haberdar?
Her neyse, Rahmetli Nijat Keles’te göreve başladığının haftasında muhtarlardan şikâyet gelmiş. Kazadaki tavuk hırsızlığından yakınmışlar. Hemen ardından Jandarma Kumandanı Astsubayı çağırmış. Şikâyetleri nakletmiş, amirane bir tavırla suçluların derhal yakalanmasını istemiş, Astsubay, kırık bir sesle “yakalayamayız, kaymakam bey,” demiş. “Tavukları biz çalıyoruz, karakolun tayın bedeli gelmiyor, erata ne yedireceğim? Ayrıca soğan da çalıyoruz!”
Altmış yıl içindeki değişim bazen tedrici bazen çok hızlı geldi. 1950 Demokrat Parti ve 1980’lerdeki Özal dönemi gibi.
Rahmeti Özal, biraz da alayla; “alışırsınız, alışırsınız,” demişti. Birçok şeye alıştım. İyiye ve güzele çabuk alışılıyor. Ama TV’lerdeki magazin programlarına, tele-vole kültürüne alışamıyorum. Yetiştiğimiz dönemde ayıp sayılan metreslerin meşrulaştırılışına, şimdi adı “seviyeli birliktelik olan” ilişkilere, evlilik dışı gebelikleriyle iftihar edenlere, hele bu haberleri çarşaf çarşaf yayınlayan ciddi(!) gazetelerimize alışamıyorum.
Ne yapalım savaş görmedik ama “değişimim olduğu bir döneme” rastladık...
Konforlu bir otobüs yolculuğu bana neleri anımsattı? Bilemiyorum; “Atlı araba ile yarışmak için geç, uzay bisikleti ile Satürn’e gitmek için erken” bir dönemde gelmekten memnun mu olmalıyım, şikâyetçi mi?
  


9 Ocak 2019 Çarşamba

AB YOLUNDA KÜÇÜK MESELELER


              
              AB YOLUNDA KÜÇÜK MESELELER

 Son günlerde poşetlerin para ile satılmak istenmesi, beklenilenden büyük bir kamuoyu tepkisi çekti. Oysa Avrupa ülkelerinde bu uygulama yıllardır var.  Pet şişelerin marketlerce bir bedel karşılığı geri alınması uygulaması da...
Yıllardır AB yolunda oluğumuz söylentileri ile avutuluyoruz. Sanırım elli yıl evveldi.  Daha Avrupa birliği, ortak Pazar konuları bile gündemde yoktu. Rahmetli Çetin Altan’ın bir yazısını anımsıyorum. “Türkiye ne zaman Avrupalı olur?” Sorusuna verdiği cevaplardan bir kaçı hatırımda; diyordu ki “ne zaman evimize gelen tamirci günlük giysisini çıkarıp tulum giyerek işine başlarsa, ne zaman sürücüler yayalara yol verme alışkanlığını edinirse, ne zaman kahvaltı masasına konan zeytin kâsesinden bir gün evveline ait ekmek kırıntısı çıkmazsa, ilh…”
AB’ye uyum için Kopenhag kriterleri, uyum yasaları, insan hakkı ihlâlleri, zina, işkence; bunlar büyük meseleler. Bırakınız hükümetler çözsün. Ya da çözüyor gibi yapsınlar. Ya küçük meseleler? Avrupa toplumuna uyum sağlamamız için, yerel yönetimlerden sivil toplum örgütlerine, bireylere kadar hepimize görev yükleyen küçük meseleler...  
 İşte aklıma gelenler…
*Sürücüler, ışık olmasa bile, kaldırımdan ayağını attığı anda geçiş hakkının yaya da    olduğu bilincine varabilseler.
*Yayalar sadece yaya geçitlerinden geçmeyi öğrenebilseler.
*Dükkân sahipleri,  kaldırımları en azından yayalarla âdil paylaşma basîretine varabilseler.
*Esnaf yazar kasaların aksesuar değil satış fişi verdiği gerçeğini kabullenebilse.
*Seyyar satıcılar, yol, köprü, geçit gibi diledikleri yerleri, diledikleri araçlarla işgal etmese, sadece kendilerine gösterilen yerlerde satış yapsalar. 
*Kamyonlu satıcılar çatlak ses düzenleri ile kirlilik yaratmasa.
*Trafik polisleri bet sesleri ile yüksek desibel'den gün boyu bağırmasalar, ekip arabalarından.
Önlerinden kural ihlali yaparak geçen vasıtaları görebilseler.
*Lâik bir ülkede ramazan davulu gayri medeni saatlerde oruç tutan, tutmayan,  hasta, yaşlı, bebek, vardiyalı çalışan, yolcu, turist, gayri Müslim tüm nüfusu Valilik yetkisi ile taciz etmese. ( Bu kültürü iftar ile yatsı arası icra ederek yaşatmak pek ala mümkündür.)
*Sünnet, düğün, asker uğurlaması, maç galibi, (tavla galibi!)  gurupların otomobil, otobüs, kamyon konvoyları görevlilerin müsamahası ile korna çalamasalar, diledikleri saatlerde, diledikleri kadar.
*Semt pazarları dağıldığında oradan ekmek yiyen esnaf, atıklarını hiç değilse poşetler içeresinde bir kenara bırakma alışkanlığı kazanabilse.
*Balıkçılar balıklı ve pullu sularını caddelere salabilmese.
*Hafriyat kamyonları yasaya rağmen kasalarını, avret yeri örter gibi, bir parça yatak çarşafı ile örterek yasak savmasa, alay edercesine trafik polislerinin önünden geçemese. (hiç örtmeyenler daha dürüst!)
*Milyarlık motosiklet kullanıcıları, arkalarına aldıkları bayanlara hava atmak için susturucusu sökülmüş egzozlarını patlatmasa. Susturucusu sökülmüş modifiye araçlar da cabası...
*İskân mahalleri arasına sıkışmış kebapçı bacalarına bir güç filtre taktırabilse, bu adamlar yağ tavalarını ocak üzerine dökerek duman-koku ikilisi ile reklâm yapmaktan kaçınsalar.
*Marka bikinili, üst tabaka(!) hanımlar plaj kabinlerinde kişisel temizlik atıklarını bırakmasa.
*Geri dönüşümlü atıkları evlerimizde ayırabilsek, çöp poşetlerini zamanında yola çıkarma alışkanlığını edinebilsek.
*Toplu taşıma araçlarının iç yüzeyleri tabaka oluşturmuş pislikten arındırılabilse.
*Elektrik direklerinden rengârenk naylon ipler sallanmasa, üzerlerine reklâm kâğıtları yapıştırılarak pisletilmese.
*Başta Telekom olmak üzere her dileyen elektrik direklerine, ağaçlara, bina duvarlarına ( sahibinden izin alma gereği bile duymadan) kablo çekemese.
*Kavşaklarda, daralan yollarda sürücüler  “bir sana bir bana- fermuar-” düzeni ile geçiş yapma basit çözümünü kabullenebilse.
*Beklemeyi, tahammülü, saygılı olmayı öğrenebilsek, öğretebilsek.
*Hayvanlara, bitkilere de gereken  saygı ve sevgiyi öğrenebilsek.
*Teşekkür etmenin zül değil terbiye göstergesi olduğunu bilebilsek.
*Zaten kısıtlı olan kaldırımlarda geçişi daraltan ağaçlar düzenli budanabilse, duvar diplerini ot, aralarını pislik bürümese.
*Görme özürlüler için yapılmış sarı taşlı kaldırımlara araç park edilmeyeceği geçeğini bir kabullenebilsek. Tabii bu sarı bantlar bir elektrik direği veya bir kör duvarla sonlanmasa!
*Asfalt yollardaki, mazgal, ızgara, su vanalarını yolla aynı seviyede yapabilmeyi bir öğrenebilsek.
*Rogar kapakları üzerinden her tekerlek geçtiğinde zıplamasa, gürültü ile.
*Kaldırım kenarlarında gölcükler oluşturmadan da yol yapılabileceği bilincine erişebilse yapımcıları.
*Tretuvar bordürleri kum- tükürük karışımından değil de tüm batıda olduğu gibi çimentodan yapılabilse.
*Kaldırımların insan yürümesi için yapıldığı, düz zeminler olması gerektiğini,  vicdansız müteahhitler ve kabul imzasını veren yetkililere bir öğreten zuhur etse.
*Caddeler, sokaklar yapılırken yağmur sularının toplanmaması, basit gereğini öğretecek bir okul kurabilsek. (Bu arada bir hayli dik meyilli Çekirge caddesini her yağmurda dere haline getirebilme becerisini gösterenlere takdirlerimi sunuyorum!)
*Medeni insanın “karanlıkta sokağa tükürmeyen kişi” olduğunu çocuklarımıza öğretebilsek.
*Ağzındaki sakızı yola tüküren her yaştan ve sınıftan insanı / insan geçineni bu ayıptan kurtarabilsek.
*“Bursa Avrupa kentidir” meâlli levhalar asmakla Avrupalı olunamayacağı gerçeğini kabullensek...
*Her şeyden önce asansörde, kapıda, koridorda karşılaştığımız komşumuzla (komşu olması hiç de şart değil) karşılıklı günaydın temennisini benimseyebilsek ki, bizler İslam toplumuyuz, selamlaşmak zaten üzerimize yüklenmiş bir vecibe ve sünnettir…

Küçük meseleler o kadar çok, bazılarının çözümü o kadar kolay ki... Ah, bir yerden başlayabilsek. Gönül isterdi ki; bir yetkilinin eşref saatine gelse, durumdan görev çıkarsa, hiç değilse yasalarda olanların uygulanması için birkaç emir verse ve fakat takip etse, ısrarla takip etse. Bıkmadan, usanmadan takip etse...
Umut güzel şey.



                                  


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...