23 Ocak 2018 Salı

ÇARIK’TAN NİKE’YE



Bizler çocukluğumuzda bayramlık ayakkabılarız dışında genellikle “potin” (fotin) giyerdik.  Potin; şimdiki botlara benzer, kösele tabanlı, ayak bileğini saran, deriden, bir ayakkabıdır.  İki taraflı sekizer delikten geçirilip zahmetle bağlanan bağcıkları ile her seferinde uğraşı zorluğundan, çaprazlama atkılarla birleştirilebilen, kopçalı modelleri daha pratik olurdu.  Yazları tabanlarına bir dizi kabara çakarak, asker postalı gibi, kışın üzerine giyilen lastik kılıfı ile on iki ay kullanılabilirdi.  Ya da kışları kareli yumuşak, yünlü kumaştan dikilmiş, bağcık yerine de iki metal klips ile kapanan, “pantufla” potinler ve lastik giyerdik.
“İskarpin=kundura” (konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı)  daha çok şehirli ve üst tabakanın tercihi idi. Şık giyimli beyler ve subaylar gıcırdaklı iskarpin giyerlerdi.  Ismarlama yaptırılan bu ayakkabıların tabanında çift kat kösele, parlak tarafı yüz yüze gelecek şekilde kullanılır ve her adımda ritmik bir ses çıkartırdı. Giyime ve özellikle ayakkabıya meraklı olanlar, kundurasını hazır almaz ısmarlama yaptırırlardı. Bursa’da Kuru Fasulyeci Âdem ‘in bitiştiğinde Kunduracı Refik Usta ve Ünlü Caddede isim yapmış ısmarlana kunduracılardan çok vardı.
Esnaf takımı ve geniş halk kitleleri kışları mest-lastik, yazları  “yemeni,” kırsal kesim ise yaz kış  “çarık” giyer, yalın ayak gezen veya takunya ile yetinen yoksullara rastlanırdı.
1950’li yıllara gelinceye değin ülkemizde sanayi yok denecek kadar azdı. Ayakkabı sektöründe de sanırım tek organize tesis Sümerbank’ın Beykoz Deri Kundura Sanayii’dir. “İstanbul işi” denilen el üretimi hazır ayakkabılar illere dağıtılır, “zenne işi”  denilen kadın ayakkabıları yine el üretimi olarak daha çok İzmir’in tekelindeydi. Bunların dışındaki her türlü ayakkabı illerde ve ilçelerde; kunduracılar, yemeniciler, çarıkçılar tarafından üretilir ve ya kendilerince ya da kavaflar tarafından satışa sunulurdu. 1958 yangınından evvel Bursa’da ayakkabıcılar genelde Kapalıçarşı ana caddede toplanmıştı. Aklımda kalanlar; Trink, Yeşilli, İnci, Uysal Kundura, Atatürk Caddesinde ise yanılmıyorsam sadece Sabri Türemen. Yangından sonra ise çarşının tüm ayakkabıcıları inşaatı bitmiş ve henüz boş olan Setbaşı Köprüsü çıkışındaki Ferah Kıraathanesi yerine yapılan pasajın iki katına yerleştirilmişlerdi. (Günümüzde kent kütüphanesi).
Çarşılarda arasta düzeni hâkimdi. Her meslek dalı belirli sokaklarda kümeleşir ve bu kesim kendi adı ile anılırdı, çarşı olarak.  Yemeniciler önü açık dükkânlarında geniş çaplı bir ağaç kütüğü tezgâhları üzerinde pirinç tokmaklarla döverek şekillendirdikleri meşin parçalarını, gün boyu iki kollarını yana açarak,  balmumu sıvanmış İngiliz sicimi ile kösele tabanlara diker, ters yüz edip alt yüzlerini kuru sabunla parlatır, muz hevenkleri gibi saçaklara dizerlerdi. Çarşının tellalı her sabah bir önceki günün üretimini sokak ortasında açık artırma ile satardı kavaf esnafına.
Çarık sepilenmemiş (ham) sığır derisinden çok basit bir kesimle yapılır, ayaküstünde birleşen iki yakası kenarına açılmış deliklerden geçirilen deri şeritler veya ipler yardımı ile ayaklara bağlanırdı. Belki de giyinmeye başlamış ilkel insanlardan kalan bir model ve teknikle.     
Cinsi ne olursa olsun ayakkabı, insanların gelir düzeyine göre pahalı mallardı. Bu yüzden uzun kullanılabilmesi için satın alındığında burnuna, topuğuna ve bazen yan tarafına ayakkabı demiri çaktırılır, tabanına kabaralar çivilenir, birkaç kez pençe yaptırılırdı. Kışın kar suyundan az etkilenmesi için domuz yağı ile yağlanırdı, deri yüzeyleri.  Ayakkabı tamircileri, tabanı yıpranmış ayakkabılara yeniden taban yapar ve bu işlemi dükkân camlarında ilan ederlerdi ; “gizli pençe yapılır.”  Bu ifadeye hep aynı espriyi yapar ve her seferinde yeniden gülerdik; “madem gizli yapıyor niye camına yazmış!”
Mest, potin, yemeni üzerine veya sadece yün çorapla giyilen “Gıslavet”  marka lastikler ithal edilirdi. Yine ithal malı olan lastik çizme gelir düzeyi yüksek kesimin tekelinde, pahalı bir tercihti. 1950’lerdeki değişimin ardından ülkede evvela lastik ayakkabı imalatı başladı. Bunu lastik tabanlı bez ayakkabılar izledi. Bizler, özellikle beden eğitimi dersinde bu lastik ayakkabıların beyazını giyerdik. Çabuk kirlendiklerinden her ders öncesi suda eritilmiş üstübeç ile ve eski diş fırçası marifetiyle boyardık onları.    
Deri ayakkabılarımızı da çok kez kendimiz boyardık. Yerli; Şafak, Fenerli marka veya ithal Nuget kundura boyası ve cilası her evde,  genelde siyah ve kahverengi olarak bulunurdu. Tabii bir çift yumuşak ayakkabı fırçası, boyayı sürmek için bir parça gerçek sünger (kauçuk sünger daha girmemişti yaşantımıza) ve son olarak parlatılmış cilayı perdahlamaya bir kadife parçası…
Beyler, ayakkabılarını ayakkabı boyacılarında boyatırlardı. Şehirlerin belirli bölgelerinde sarı parlak pirinç kaplamalı, aynal, resimli, şık boyacı sandıkları bina diplerine sıralanmış, müşteri beklerlerdi. Bazen bunların önünde kuyruklar veya alıştığı kendi boyacısının boşalmasını bekleyenleri görürdük. Bursa’da Belediye bahçesinin duvarı önüne dizilmiş böyle bir boyacı grubu vardı. Birkaç tanesi de tam karşıda Kafkas Pastanesi önünde.”  Ulucami batısında şimdi nargile kahvesinin olduğu yerdeki çınarın dibinde “Meraklı Boyacı Sait” vardı. Çınara dayanmış camekânlı dolabında her renk boya ve cila bulunurdu. Önünde de sıra bekleyen müşteriler... Sonraları Emlak Kredi Bankasının aralığında bir lostra salonu açmıştı kendisine. Belirli bir yerde konuşlanmadan, çarşıları, mahalleleri, otobüs garajlarını dolaşan boyacılar da olurdu. Resmi dairelerin, bankaların yetki tanıdığı boyacılar da vardı. Bunlar o mekâna belirli saatlerde girer, devamlı müşterilerine servis verirlerdi.  Mesela Vali Bey’in, savcının bir banka müdürünün boyacısı olmak şerefti...  
Büyük kentlerde lostra salonları da yakın zamana kadar özelliklerini koruyarak yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde aynı mekânda ayakkabı ve valiz tamiri de yaparak sürdürme çabasındalar. Zira boyasız ayakkabı, postal giyme modası, boyanamayan spor ayakkabı veya süet,  Tımbırlent tarzı pabuçlar, kolay sürülen, pratik, cila karmalı boyalar  onlara da darbe vurdu.   Anılarda kalan ise; genelde dar cepheli dükkânları…  Müşterinin oturacağı deri kaplı arkalığı kapitone yüksekçe bir set veya yüksek ayaklı bar sandalyeleri. Biraz altındaki ikinci sette pirinçten ayak koyma basamakları, önlerinde küçük taburelerinde üç dört, bazen daha fazla boyacı. Bir köşede sıra bekleyecek müşteriler için koltuklar,  yanlarındaki sehpalarda küllük, günlük, gazete, dergiler, özellikle Akbaba Mecmuası… Tabii burada hizmet sokaktaki boyacılara nazaran daha pahalıydı… 1950 seçimlerinden sonra birçok şey gibi sosyal değişimler de oldu. Halk Partisi’nin melon şapkalı(!) idareci ve kadroları yerine halk tabakasından, sıradan vatandaşlar geldiler. Devrin hiciv ustalarından Ümit Yaşat Oğuzcan şöyle dillendirdi bu değişimi; “Ayaklar baş oldu, başlar ayak Lostra Osman, parlat şu kunduraları.”
Devirler değişti, gün geldi, hurdaya çıkmış otomobil dış lastiklerinin katmanları ayrılarak naylon bez takviyeli kauçuk aksamdan çok sağlam köylü ayakkabıları üretti çarıkçı esnafı ve çarık tarihin derinliklerine gömüldü gitti…  
Makineleşme ve seri üretimle düşük maliyet, yemenici ve kunduracı esnafını da aynı çukurda yok etti. Sentetik derilerin ve poliüretan tabanların sektöre girişi, otomatikleşen makineler, hızlı iletişim, reklam, moda cereyanları, spor giyim ve tabii fert başına düşen gelir düzeyinin artışı,  ithal girdiler ayakların da, ayakkabıların da, çarşıların da görünümünü değiştirdi;
ÇARIKTAN NİKE’YE KADAR... 


“Mısırı kuruttun mu,
Anbarda duruttun mu,
Nenen çarık giyerdi,
Bunları unuttun mu?”  Rize türküsü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...