Bizler
çocukluğumuzda bayramlık ayakkabılarız dışında genellikle “potin” (fotin) giyerdik. Potin; şimdiki botlara benzer, kösele
tabanlı, ayak bileğini saran, deriden, bir ayakkabıdır. İki taraflı sekizer delikten geçirilip
zahmetle bağlanan bağcıkları ile her seferinde uğraşı zorluğundan, çaprazlama
atkılarla birleştirilebilen, kopçalı modelleri daha pratik olurdu. Yazları tabanlarına bir dizi kabara çakarak,
asker postalı gibi, kışın üzerine giyilen lastik kılıfı ile on iki ay kullanılabilirdi. Ya da kışları kareli yumuşak, yünlü kumaştan
dikilmiş, bağcık yerine de iki metal klips ile kapanan, “pantufla” potinler ve lastik giyerdik.
“İskarpin=kundura” (konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı) daha çok şehirli ve üst tabakanın tercihi
idi. Şık giyimli beyler ve subaylar gıcırdaklı
iskarpin giyerlerdi. Ismarlama
yaptırılan bu ayakkabıların tabanında çift kat kösele, parlak tarafı yüz yüze
gelecek şekilde kullanılır ve her adımda ritmik bir ses çıkartırdı. Giyime ve
özellikle ayakkabıya meraklı olanlar, kundurasını hazır almaz ısmarlama
yaptırırlardı. Bursa’da Kuru Fasulyeci Âdem ‘in bitiştiğinde Kunduracı Refik
Usta ve Ünlü Caddede isim yapmış ısmarlana kunduracılardan çok vardı.
Esnaf
takımı ve geniş halk kitleleri kışları mest-lastik,
yazları “yemeni,” kırsal kesim ise yaz kış
“çarık” giyer, yalın ayak
gezen veya takunya ile yetinen yoksullara rastlanırdı.
1950’li
yıllara gelinceye değin ülkemizde sanayi yok denecek kadar azdı. Ayakkabı
sektöründe de sanırım tek organize tesis Sümerbank’ın Beykoz Deri Kundura
Sanayii’dir. “İstanbul işi” denilen
el üretimi hazır ayakkabılar illere dağıtılır, “zenne işi” denilen kadın
ayakkabıları yine el üretimi olarak daha çok İzmir’in tekelindeydi. Bunların dışındaki
her türlü ayakkabı illerde ve ilçelerde; kunduracılar, yemeniciler, çarıkçılar
tarafından üretilir ve ya kendilerince ya da kavaflar tarafından satışa sunulurdu. 1958 yangınından evvel
Bursa’da ayakkabıcılar genelde Kapalıçarşı ana caddede toplanmıştı. Aklımda
kalanlar; Trink, Yeşilli, İnci, Uysal Kundura, Atatürk Caddesinde ise
yanılmıyorsam sadece Sabri Türemen. Yangından sonra ise çarşının tüm
ayakkabıcıları inşaatı bitmiş ve henüz boş olan Setbaşı Köprüsü çıkışındaki
Ferah Kıraathanesi yerine yapılan pasajın iki katına yerleştirilmişlerdi.
(Günümüzde kent kütüphanesi).
Çarşılarda
arasta düzeni hâkimdi. Her meslek dalı belirli sokaklarda kümeleşir ve bu kesim
kendi adı ile anılırdı, çarşı olarak.
Yemeniciler önü açık dükkânlarında geniş çaplı bir ağaç kütüğü tezgâhları
üzerinde pirinç tokmaklarla döverek şekillendirdikleri meşin parçalarını, gün
boyu iki kollarını yana açarak, balmumu
sıvanmış İngiliz sicimi ile kösele tabanlara diker, ters yüz edip alt yüzlerini
kuru sabunla parlatır, muz hevenkleri gibi saçaklara dizerlerdi. Çarşının
tellalı her sabah bir önceki günün üretimini sokak ortasında açık artırma ile
satardı kavaf esnafına.
Çarık
sepilenmemiş (ham) sığır derisinden çok basit bir kesimle yapılır, ayaküstünde
birleşen iki yakası kenarına açılmış deliklerden geçirilen deri şeritler veya
ipler yardımı ile ayaklara bağlanırdı. Belki de giyinmeye başlamış ilkel
insanlardan kalan bir model ve teknikle.
Cinsi
ne olursa olsun ayakkabı, insanların gelir düzeyine göre pahalı mallardı. Bu
yüzden uzun kullanılabilmesi için satın alındığında burnuna, topuğuna ve bazen
yan tarafına ayakkabı demiri çaktırılır, tabanına kabaralar çivilenir, birkaç
kez pençe yaptırılırdı. Kışın kar suyundan az etkilenmesi için domuz yağı ile
yağlanırdı, deri yüzeyleri. Ayakkabı
tamircileri, tabanı yıpranmış ayakkabılara yeniden taban yapar ve bu işlemi
dükkân camlarında ilan ederlerdi ; “gizli
pençe yapılır.” Bu ifadeye hep aynı
espriyi yapar ve her seferinde yeniden gülerdik; “madem gizli yapıyor niye camına yazmış!”
Mest,
potin, yemeni üzerine veya sadece yün çorapla giyilen “Gıslavet” marka lastikler
ithal edilirdi. Yine ithal malı olan lastik çizme gelir düzeyi yüksek kesimin
tekelinde, pahalı bir tercihti. 1950’lerdeki değişimin ardından ülkede evvela lastik
ayakkabı imalatı başladı. Bunu lastik tabanlı bez ayakkabılar izledi. Bizler,
özellikle beden eğitimi dersinde bu lastik ayakkabıların beyazını giyerdik.
Çabuk kirlendiklerinden her ders öncesi suda eritilmiş üstübeç ile ve eski diş
fırçası marifetiyle boyardık onları.
Deri
ayakkabılarımızı da çok kez kendimiz boyardık. Yerli; Şafak, Fenerli marka veya
ithal Nuget kundura boyası ve cilası her evde,
genelde siyah ve kahverengi olarak bulunurdu. Tabii bir çift yumuşak
ayakkabı fırçası, boyayı sürmek için bir parça gerçek sünger (kauçuk sünger
daha girmemişti yaşantımıza) ve son olarak parlatılmış cilayı perdahlamaya bir
kadife parçası…
Beyler,
ayakkabılarını ayakkabı boyacılarında boyatırlardı. Şehirlerin belirli
bölgelerinde sarı parlak pirinç kaplamalı, aynal, resimli, şık boyacı
sandıkları bina diplerine sıralanmış, müşteri beklerlerdi. Bazen bunların
önünde kuyruklar veya alıştığı kendi boyacısının boşalmasını bekleyenleri
görürdük. Bursa’da Belediye bahçesinin duvarı önüne dizilmiş böyle bir boyacı
grubu vardı. Birkaç tanesi de tam karşıda Kafkas Pastanesi önünde.” Ulucami batısında şimdi nargile kahvesinin
olduğu yerdeki çınarın dibinde “Meraklı Boyacı Sait” vardı. Çınara dayanmış
camekânlı dolabında her renk boya ve cila bulunurdu. Önünde de sıra bekleyen
müşteriler... Sonraları Emlak Kredi Bankasının aralığında bir lostra salonu
açmıştı kendisine. Belirli bir yerde konuşlanmadan, çarşıları, mahalleleri,
otobüs garajlarını dolaşan boyacılar da olurdu. Resmi dairelerin, bankaların
yetki tanıdığı boyacılar da vardı. Bunlar o mekâna belirli saatlerde girer,
devamlı müşterilerine servis verirlerdi.
Mesela Vali Bey’in, savcının bir banka müdürünün boyacısı olmak
şerefti...
Büyük
kentlerde lostra salonları da yakın zamana kadar özelliklerini koruyarak yaşamlarını
sürdürdüler. Günümüzde aynı mekânda ayakkabı ve valiz tamiri de yaparak
sürdürme çabasındalar. Zira boyasız ayakkabı, postal giyme modası, boyanamayan
spor ayakkabı veya süet, Tımbırlent
tarzı pabuçlar, kolay sürülen, pratik, cila karmalı boyalar onlara da darbe vurdu. Anılarda kalan ise; genelde dar cepheli dükkânları…
Müşterinin oturacağı deri kaplı arkalığı
kapitone yüksekçe bir set veya yüksek ayaklı bar sandalyeleri. Biraz altındaki
ikinci sette pirinçten ayak koyma basamakları, önlerinde küçük taburelerinde üç
dört, bazen daha fazla boyacı. Bir köşede sıra bekleyecek müşteriler için
koltuklar, yanlarındaki sehpalarda
küllük, günlük, gazete, dergiler, özellikle Akbaba Mecmuası… Tabii burada
hizmet sokaktaki boyacılara nazaran daha pahalıydı… 1950 seçimlerinden sonra
birçok şey gibi sosyal değişimler de oldu. Halk Partisi’nin melon şapkalı(!)
idareci ve kadroları yerine halk tabakasından, sıradan vatandaşlar geldiler.
Devrin hiciv ustalarından Ümit Yaşat Oğuzcan şöyle dillendirdi bu değişimi; “Ayaklar baş oldu, başlar ayak Lostra Osman,
parlat şu kunduraları.”
Devirler
değişti, gün geldi, hurdaya çıkmış otomobil dış lastiklerinin katmanları
ayrılarak naylon bez takviyeli kauçuk aksamdan çok sağlam köylü ayakkabıları
üretti çarıkçı esnafı ve çarık tarihin derinliklerine gömüldü gitti…
Makineleşme
ve seri üretimle düşük maliyet, yemenici ve kunduracı esnafını da aynı çukurda
yok etti. Sentetik derilerin ve poliüretan tabanların sektöre girişi,
otomatikleşen makineler, hızlı iletişim, reklam, moda cereyanları, spor giyim
ve tabii fert başına düşen gelir düzeyinin artışı, ithal girdiler ayakların da, ayakkabıların
da, çarşıların da görünümünü değiştirdi;
ÇARIKTAN
NİKE’YE KADAR...
“Mısırı
kuruttun mu,
Anbarda duruttun mu,
Nenen çarık giyerdi,
Bunları unuttun mu?” Rize türküsü
Anbarda duruttun mu,
Nenen çarık giyerdi,
Bunları unuttun mu?” Rize türküsü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder