28 Eylül 2018 Cuma

ESKİ BURSA’DA ÇARŞI KÜLTÜRÜ


ESKİ BURSA’DA  ÇARŞI KÜLTÜRÜ
Romalılar yeni bir kent kuracakları zaman seçtikleri arazinin merkezine büyük bir haç çizerlermiş. Haçın merkezi kentin de merkez meydanı olur, doğu- batı, kuzey-güney ekseninde caddeler ve mahalleler gelişirmiş.  Türk İslâm devletlerine ise yeni kurulacak şehirler, varsa mevcut kalenin eteklerinden (Taht-el kale = kale altı = Tahtakale)  başlayarak ovaya uzanan yapılarla oluşurdu. İlk yapılar Sultan’ın inşa ettirdiği cami, çevresinde hamam, medrese, imarethane ve bu yapıları yaşatacak akaretlerdir. Bunlara önce dükkânlar sonra ikametgâhlar eklenerek şehir vücut bulur veya genişlerdi.
Bursa Çarsı da bu çerçevede vücut bulmuştur. Fetih sonrası Orhan Gazi’nin yaptırdığı cami, hamam, medrese, imaret ve mektepten oluşan külliyeye gelir temini için Emir Han inşa edilmiş ve günümüze kadar uzanan Bursa çarşısı bu başlangıçla zaman içersinde Tahtakale, Çakırhamam, Reyhan, Kayhan (Kayahan), Gökdere Boğazı ekseninde gelişmiştir.
Selçuklular döneminde esnaf üzerinde bir Sivil Toplum Kuruluşu olarak nitelendirilebileceğimiz, daha çok dinî ve tasavvufi yapıya sahip Ahilik Teşkilatı, Osmanlılar döneninde esnaf kitlesi içinde çok sayıda gayri Müslim’in yer alması sonucunda daha lâik bir yapıya Lonca Teşkilatına dönüşmüştür.  
Vücuda geliş özelliği ve uygulanması yüzyıllar süren Lonca umdeleri Bursa Çarşısında bugün bile etkisini hissettirmektedir. Örneğin. Lonca düzeninde dükkân sahibi olmakla, işletme hakkına sahip olmak farklı olaylardır. İş kurabilmek ölüm veya sair sebeplerle bir yerin boşalması ve Kethüda veya Yiğitbaşı’nın onayını gerektirir. Kalfalıktan ustalığa ve gediğe sahip olmanın bir kısa yolu ölen ustanın dul karısı ile evlenmektir. Bir dükkân tapusunda mal sahibinin hakkı  “Zemin” ve işleticisinin hakkı “gedik” olarak kayıtlıdır. Günümüz tapuları hala bu kaydı taşımaktadır.  
Osmanlı çarşıları Arasta düzeninde oluşurdu. Yani belirli esnaf ve zanaatkârlar bir sokak veya bir bölüm içersinde toplanır, barındırdığı meslek gurubunun adı ile anılırdı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 1640 yılını “Cümlesi 9000 dükkândır. Kale gibi dört kapılı bir bedestan-ı azîmi vardır. Üç yüz dolaptır.  Bedestan’ın dört çevresindeki Kuyumcular Çarşısı bir ulu yolun dört tarafında vaki olmuş serapa kâgir binalardır. Gazzazlar (ipekçiler)  Çarşısı, Kavukçular Çarşısı, İplikçiler, Bezzazlar (Manifaturacılar), Hallaçlar Çarşısı ...” diye anlatır.
Eski çarşılar sadece dükkânlardan ibaret değildir. Binaları, sahipleri, patronları, tezgâhtar, kalfa ve çıraklarıyla, gazete müvezzileri, esnaf lokantaları,  şaşmaz bir saat düzeniyle geçen seyyar mutfakları, bekçileri, kadrolu(!) dilencileri, tufeylileri, garipleri ve meczuplarıyla bir geniş ailedir.
Elli yıl ticaret yaptığım Bursa Çarşısına 1956 yılında girdiğimde bu düzen aynen yaşıyordu.
Atatürk Caddesinin açılması sırasında bir kısım işyerleri yıkıma uğradığından Tahtakale çarşı aksından koparak bağımsız bir hüviyete bürünmüştü. Gıda maddeleri satıcıları ve dağ köylülerinin ürünlerine bir Pazaryeri olma dışında dağ köylülerinin binek ve çekim hayvanlarına donanım sağlayan semerci, saraç ve mutaf esnafının yoğun olduğu bir bölgeydi. Çok sayıdaki köylü hanları avlusunda yine bu esnaf yanında nalbantlar, sıcak demirciler, yemcileri barındırırdı.
Ulucami batısında Çakırhamam karşısında başlayan çarşı; sokak veya bölümlerde keresteciler, tornacılar, doğramacılar,  köfüncüler (küfeciler),  çıra pazarı, tuzcular, yırtımcılar, bakırcılar, şekerciler, çaycılar adlarını alarak Çarşı Başı’na ulaşırdı. Burası Bursa Çarşısının kalbi olan Uzun Çarşının Kapalı (Örtülü) Çarşı batı girişidir. Sırasıyla sahaflar ve kırtasiyeciler, aktarlar, ince saraçlar, çantacılar, kunduracılar, ibrişimciler, kuyumcular bedesteni,  havlucular, yorgancılar, mobilyacılar.  Kunduracılardan başlayıp kapalı kısmın Koza Hanı’na yakın bitim noktasına kadar, nerede ise tamamını tuhafiyeciler, hazır giyim ve çamaşırcılar, yazmacılar ve ekseriyetle manifaturacılar paylaşmıştı. Çarşının en ışıklı bu kesimi kumaş, yaz günleri naftalin kokardı.  Bu kadar çok manifaturacı (yırtımcı= bezzaz) bulunması doğaldır.  O yıllar Konfeksiyon sanayii yok gibiydi. Hazır elbiseler ısmarlamadan daha pahalıya gelirdi.  Ev hanımları ve mahalle terzileri kadın, erkek bütün hane halkının dikişini diker veya kumaş satan mağazalar pijama ve gömlek dikişini birlikte çalıştıkları ev hanımlarına aktarmada aracı olurlardı. Yaz aylarında Bursa’ya gelen banyocular, bayram ve yılbaşı tatillerinde şehri dolduran misafirler dönüşlerinde hem kendi ihtiyaçları için hem de hediyelik olarak, havlu ve kumaş alıp götürürlerdi.  Böyle olunca da bu dükkânlarda çok geniş bir çeşit satışa sunulurdu. Spor giyim modası, kot kumaşların ütü istemez rahatlığı, triko ve penyenin üretim hızı ve nevresimden çamaşıra, eşofmandan ti-şörte uzanan kullanım sahası, yatağın, yorganın fabrikasyon olarak arzı, çocuk bezlerinin kâğıda dönüşmesi bu mağazalarda satılan kalemleri birer birer yuttular. Bu ana arter üzerinde az sayıda farklı meslek sahipleri vardı.  Birkaç kuyumcu, sarraf bir saatçi, kolonyacı ve bir antikacı hatırlayabildiklerim. . 
Koza Han karşısında Fidan Han (Asıl ismi Mahmut Paşa Han olmakla beraber mevsiminde avlusunda fidan satıldığı için bu adı taşırdı), Ticaret Odası aralığı ve oradan bağlanan Cumhuriyet Caddesi ipekli kumaş toptancılarının mekânıydı. Koza Handan doğuya devam edersek yine manifaturacılar, tuhafiyeciler yoğunluğuyla Açık Çarşı veya Tuz Pazarı adıyla anılarak Pazaryerine gelinirdi. Pazaryeri bu günde aynı düzeni sürdürmekte.  Devam edersek gıda toptancıları, nalburlar, tornacılar, saraçlar, hazır elbiseciler, bıçakçılar, kavaflar grupları ve bu isimleri alan sokakları, bölümleriyle Okçular.
İnönü Caddesi (Yeni Yol) kesintisiyle Kayhan Çarşısı; Bat (Bit) Pazarı, sıcak demirciler, sobacılar Irgandı Köprüsüne yaklaşınca Tephirhane ile biterdi. İllerde ve ilçelerde belediyelerin böyle bir görevi daha vardı. Burada belirli periyotlarla hamamların havlu takımları, dilencilerin, evsizlerin ve askere alınanlara yeni elbise verilemeyecek ise kullanılmış asker giysileri, yün ipliği fabrikalarına sev edilecek çorap eskisi balyaları kızgın buhar ile dezenfekte edilirdi.
Çakırhamam Sobacılar aksına paralel olarak Cumhuriyet Caddesi ve Atatürk Caddesi de Bursa çarşısı idi ama şehrin imarı ile sonradan açılan caddeler üzerinde vücut bulmuş,  bireysel çeşitlerin satıldığı mağazalar dizisiydi. Atatürk Caddesi kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu.  Anladığımız çarşı kültüründen yoksun farklı mekânlardı. Zira kentlerin mahalleleri, caddeleri olur. Caddeler zaman içinde mimarileri, yerleşim şekilleri, trafik düzeni, yaşayanları ile devamlı değişime uğrar, parlarlar, sönerler... Çarşılar ise; yüzyılların kültür birikimini, örflerini, tarzlarını bağnaz bir sadakatle koruyan, tarihin kalıtlarını kendine has sesler ve kokularla yoğurup, sergileyen, ait olduğu kentin kişiliğini yansıtan canlı kesimler olurlar. Caddelerin gece gündüz durmaksızın sürebilen hareketliliğine karşı, çarşılar hep “Yeni gün - yeni rızk” felsefesindeki sakinleri gibi sabahın erken saatlerinde uyanıp akşamla kabuklarına çekilen, uykuya dalan tutarlı, mazbut mekânlardır. Eski şehirlerin genellikle merkezinde kurulmuş ve iskân mahallerinden soyutlanmış üniteleridir. Evler altında dükkân anlayışı sadece kendi yakın çevresine acil gıda maddeleri satan ya da basit tamir hizmetleri veren nadir iş yerleri ile sınırlıdır. Yeni tarz yapılaşmada bina altlarının iş yerleri olarak plânlanması ile kentlerin her yeri alışveriş mekânları olmuş ama Çarşı olamamışlardır.
Benim elli yılımı geçirdiğim Bursa Çarşısı da uzun yıllar bu özellikleri ve bu kültürü taşıdı. Binaların mülkiyeti çoğunlukla kişilerde olup mülk sahibi olsun, kiracı olsun esnaf pek sık değişmezdi. Genelde babadan oğula veya patrondan uzun yıllar çalışmış kalfaya devirler olur, herkes müşterisini tanır, ayartma veya mal kötüleme gibi fiiller çok ayıplanırdı. Patron, usta, kalfa, çırak düzleminde saygıya dayalı bir hiyerarşi hâkimdi.  Özellikle Kapalı Çarşılı olmak bir ayrıcalık, bir meziyetti. İş yeri sahipleri mutlaka takım elbiseli, kravatlı olurlardı. Sabah namazı sonrası dükkân açama ısrarını yaşatanlar ve cenaze malzemesi satıcılarını saymazsak dükkânlar erkence kalfalarca açılır, kendilerine henüz anahtar verilmeyen çıraklar kapı önlerinde kalfaların gelişin beklerdi. Kış aylarında gaz sobası olmayanlar mangallarını yakar, övdürürdü. Sabah temizliği yapılır, Kapı önleri yıkanır, büyük kıymet verilen ilk siftah (günümüzde bu ritüeli de yitirdik) ve patron beklenirdi.  1970’li yıllardaki elektrik kesintileri sabah 08-10 arasına rastlayınca bu erkencilik alışkanlığı yok oldu. Çarşıların müşterisi büyük oranda hanımlardan oluşurdu. Onların alışverişe çıkış saatleri ise sabah ev temizliklerini, yemeklerini yapma sürecine bağlı olarak öğle saatlerine doğu kayardı. Tabii o yıllar televizyon olmadığı için sabah programları ve diziler bu süreçte etken değildiler.
O yıllar öğle tatili kavramı vardı. Dükkânlar yazın bir buçuk, kışın bir saat kapatılırdı.  Yemeğe gitmeyecekler ışıklarını kapatır, kepenklerini yarıya indirir veya vitrin önüne çıkarılmış malları bir çarşafla örterek, kapı önüne bir sırık veya metre dayayarak satış yapmadıkları mesajını veridi. Seyyar, börekçiler, pilavcılar, ciğerciler, kuzu çevirmeciler, kelleciler, su muhallebiciler, Şam, tulumba tatlıcılar dolaşmaya başlar veya belli köşelerinde kuyruk olmuş müdavimlerine servis sunarlardı. Yazın dondurmacılar,  şerbetçiler,  ayrancılar, sucular kışın bozacı, salepçi, kestane kebapçılar temizlik ve lezzetleriyle renk katardı çarşıya. İkindi saatleri poğaçacı, tuzlu çubukçu, simitçi hasretle beklenirdi. Akşam kışın saat altı yazın yedide kapanırdı dükkânlar.  Artık “Esnaf Şeyhi” veya “Kethüdası” kalmamış olsa da çıraklar kepenk sopalarını kancalara takar bu görevi sahiplenmiş Mustafa Amcanın polis düdüğünü beklerdi. Düdük sesi ile bir anda abartılı bir cızırtı ve gürültü kopar, farklı kepenklerin farklı yataklarından kaynaklanan bir senfoni (!) yankılanırdı tavandan. Mustafa Amca bu iş için hiçbir yerden yetki ve görev almamıştı. Ama emirlerine kesinlikle uyulurdu. Demir kepenkler ara sıra yağlanmazsa zor işlemesi bir yana kulak tırmalayıcı metalik bir ses verirler.  Bütün Türkiye’de bu yağlama işi gerçek adını kimsenin bilmediği Marshal’ın tekelinde idi. O belirli periyotlarla Edirne’den Ardahan’a bütün kent ve kasabaları dolaşır tek sermayesi, dar boya fırçasının ucuna çaktığı çıta, kente gelişinde bir konserve kutusuna doldurduğu yanık yağla izin gereği duymadan dükkân kepenklerini yağlar ve karşılığında aldığı 25-50 kuruşla geçimini sağlardı. Çarşı bekçileri ortaya çıkar, kapı kilitlerini yoklar, ara sokakların tahta kepenklerini dizelerdi ve onların dışında çarşı uykuya dalardı.
Çarşılarda alışveriş mevsimler, aylar ve günlerle bağlantılıydı. Meselâ Cuma günleri hanımlar ya çarşıya çıkmaz veya namazdan sonraki saatlere kayarlardı. Cumartesi günleri her ilde olan hafta sonu hareketinin dışında Bursa çarşısında İstanbullu tekstil tüccarlarının yoğunluğu yaşanırdı. Zira o gün İstanbul toptancı piyasasının kapalı olması dışında dokuma, emprime ve boya fabrikalarının mal teslimi Cumartesiye rastlardı, satıcılarda çeşit bol olurdu. Çarşının komisyoncuları müşterilerini körfez yerlerdeki satıcılara yönlendirirdi.   Esnaf lokantaları ve kebapçılar, köftecilerde yer bulmak sorun olurdu. Daha sonraki yıllarda Anadolu tüccarları da Bursa’ya mal mubayaasına gelir olmuşlardı. Koza Han; Emir Han, Ticaret Odası aralığı, Cumhuriyet Caddesi akşam saatlerinde emanetçi hararlarından geçilemeyecek hale gelirdi.
Emanetçilik Bursa Çarşısına has bir meslek dalıydı. Bu işi yapan fevkalade emin kişiler veya firmalar mallarınızı paket veya hiç ambalajsız olarak teslim alır, brandadan hararlara doldurur, kamyonlar gece yol alır sabah İstanbul veya başka illerdeki iş yerleri açılmadan yüklerini alıcı dükkânların kapısı önüne bırakırlardı. Hiçbir ek ücret almadan para, çek, senet taşımacılığı da yaparlardı. Tekstilcilerin, kunduracıların, hırdavatçıların, kuyumcuların emanetçileri farklıydılar. Özellikle kuyumcu emanetçileri ellerindeki çantalarla yapardı bu hizmeti ve hizmet bedeli haftalık veya aylık olarak ödenen çok makul rakamlardı. Nakliye şirketleri, kargo kuruluşları bu meslek dalını da yok ettiler.
Yaz ayları tüm ülkede çarşılar hareketini kaybeder. Yerleşikler deniz, dağ, yayla, kaplıca bölgelerine taşınır. Köylü mahsulünü idrak peşindedir. Eski söylemle “zürra kırdadır”. Ama Bursa Çarşısı bu durgunluğu yaşamak bir yana en hareketli dönemini geçirirdi. Kaplıca kenti olma özelliğini Gönen’e kaptırmamıştı. Banyo mevsiminde Çekirge otellerinde yer bulunmazdı. İstanbul ve Anadolulu varlıklı aileler birkaç hafta süreyle kalır. Öğleden sonra çarşıya inilir. Hacı Baba özellikle patronun masasına oturtulur, hanım bütün sülalenin ihtiyacı kumaşları ve hediyelikleri seçer, akşam kumaş veya havlu paketleri çıraklarca otellerine götürülür, bahşişleri kabul edilirdi. Tabii bu arada çarşı kahvecisinin yaptığı koruk şerbeti ikram edilirdi. Mevsiminde bu şerbeti içmek için özellikle Bursa’ya gelenleri hatırlarım. Şişeli meşrubatın hâkimiyetiyle bu nefis içecek de yakın tarihin derinliklerine gömüldü gitti.
Yalnız banyo mevsimi mi? Milli ve dini bayram tatillerinde yine aynı yoğunluğu yaşardı Bursa ve çarşısı. Tatil arifelerinde otel ayırtma talebi ile karşılaşacağımız dost telefonlarını endişeyle beklerdik.
Banyo mevsiminin öncesinde koza (Beyaz Altın) zamanı vardır.  Üreticilerin küfeleri sabah erkenden çarşı boyunca Koza Han kapısına kadar dizilir, handa açık Koza Borsası kurulurdu. Mağazalardan lokantalara, seyyar satıcılara, arabacısından sırt hamalına, geçici işçilerden “tezkere kırıcıları”na, “badelciler”e kadar çarşıya bereket akardı. Kozayı satın alan tüccarlar bunun bedelini ertesi gün öderdi. Bir gün beklemeyi yeğlemeyen satıcı elindeki kıymet yazılı alım tezkeresini bu işi yapan kırıcılara -genellikle öğrenci gençlere- verir yüzde bir eksiğine parasını alır, alışverişe çıkardı. Dört haftalık çok meşakkatli bir uğraş olan koza üretimi  (Tohum açmak) genelde kadınların iş gücü ile olurdu. Ve gelenek gereği koza parası kadının harcamasına bırakılır, o da giyim, takı, çeyiz, dikiş makinesi gibi çeşitlere yatırırdı bu parayı. Bu harcamada badelciler girerdi devreye. Ayak komisyoncusu bu adamlar tanıdıkları veya yanaştıkları köylüleri alışveriş için kendi tanıdıkları dükkânlara yönlendirir, alış veriş bitiminden sonra bir ara uğrayıp komisyonunu alırdı. Ardından sünnet, evlenme düğünleri mevsimi gelir, sonbaharda torak mahsullerinin hasadı ile çarşıda hareket ve bereket hiç kesilmezdi. Haç zamanının gelişi ve hacıların dönüşü ayrı bir hareket kaynağıydı.
İnsanların olduğu gibi kentlerin ve çarşıların kaderini değiştiren olaylar vardır. Yüz yıllar boyu yangınlar, depremler, işgaller, yağmalar, özellikle 1801’deki büyük yangın ve halkın küçük kıyamet diye andığı 1854 depremi, kapalı tuz pazarı kesimini açıkta bırakan 1927 yangını ve iki bine yakın iş yerini ve hanların birçoğunu yok eden 1958 yangını Bursa çarşısının arasta düzeyini bozamamıştı. Ama 1970’li yıllarda kronikleşen enflasyon altını ziynet eşyası olmaktan çıkarıp günlük yatırım enstrümanları arasına soktu. Altın lira ve kuyum ürünlerinin çok sık el değiştirmesi, iş sahibine hem alışta hem satışta para kazandıran farklı ticaret yapısı kuyumculuk mesleğini patlattı. Döviz alım satımının serbest bırakılması ile döviz büfeleri de bu furyaya katıldılar. Anarşik nedenlerle Güney-doğudan Bursa’ya göçen birikim sahiplerinin mekânlara ödeyebildiği yüksek bedel ve kiraların cazibesi, AVM’lerin devreye girmesi, manifaturanın yok olma süreci ile birleşince ana caddedeki iş yerleri hızla kabuk değiştirdi. Ve 1990’ların sonuna gelindikde ne tarih kaldı, ne arasta düzeni. Sadece havlucular yeni bir arasta oluşturdu. Eski kültürden devam eden hemen tek etkinlik her yıl düzenlenen toplu sünnet şöleni.
Çarşı her zamankinden daha varlıklı, daha hareketli. Ama varlık kültür hazinelerinde, kozanın dört haftalık fedakâr ömründe değil; altının acımasız zenginliği dövizin ruhsuz dünyasında. Eski komşuluklar kalmamış, ne eskiye saygı var, ne de geçmişe vefa, gelenekler örfler büyük ölçüde hasara uğramış, çarşı olma kimliği ve hasletleri yok gibi.
Yeni bir dünya ve yeni bir yaşam bu. Değişim rüzgârlarına hangi ağaç dayanabilmiş ki?
              





1 yorum:

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...