Ben bir Anadolu çocuğuyum. Bizim büyüdüğümüz 1950’ler evveli
Türkiye’sinde büyük-küçük, kasaba- şehir farklılıkları olmadan, taşranın
müşterek sosyal yapısı ve yaşam tarzı vardı. Aileden sonraki sosyal basamak MAHALLE idi. İfade ettiği kelimenin ötesinde
örfler, sevgiler, saygılar, beraberlikler ve fakat sırlar yumağı ile örülmüş,
gizemi yüksek bahçe duvarları ile birbirinden ayrılmıştı. O duvarlar ki ifrat
ve tefriti (aşırılık ve tam tersi) arkalarında gizleyip, para ile imânın
kimde olduğunu belli etmeyen, Türk-İslâm sentezinin
koruyucusu idiler.
Doğum, düğün gibi tatlılar, hastalık, ölüm gibi acılar
aynı anda tek vücut gibi hissedilirdi.
Sosyal seviyesi ve gelir düzeyi ne olursa olsun, dışa doğru eşit yaşam tarzı sürdürülür,
komşunun sahip olamayacağı nesneler gizli alınır, gizli taşınır, sokağa doğru
yüksek, ara duvarları alçak bahçelerin meyvesi birlikte yenilirdi. “komşuda pişen size de düşer”, evler
arasına sıkışmış dul bir kadın, kimseye hissettirilmeden “annemin selâmı var” eşliğinde getirilen, peçeteye
sarılı bir sahanla doyurulur, giydirilir, eli öpülür, itibar edilirdi.
Her mahallenin çekinilen yaşlıları, bir Hacı Hala’sı
ya da Hacı Teyze’si olurdu. Kadınlar Teyze, erkekler Amcaydı. Bir kuşak
büyükler Abla ya da Ağabey. Askerlik çağındaki ağabeyler mahallenin namusunu (!) koruma ve kollama yetkisini de ellerinde
tutardı. Artık serpilmiş mahalle
kızlarının fingirdeyerek yürümeleri, peşlerine başka mahalle delikanlılarını
takıp getirmeleri ayıp ve yasaktı. Saçlarını
briyantinleyim, afili giyinerek, kız tavlamaya gelen yabancı mahalle delikanlıları bu ekip
tarafından, icabında ciddi kavgalarla def edilirdi. Sadece sizin sokaklarınızı
geçit olarak kullanmak zorundaki komşu mahalle sakinleri, kurallara uymak ve
karşılıklı olmak kaydı ile bu kısıtlamadan muaftı. Mahalleden çıkacak gelin
alaylarının yolunu kesip, damattan bahşiş almak da bu sınıfın hakkıydı.
Bir kadının temizlik ve titizlik göstergesi kapı
önündeki Arnavut kaldırımı taşlarıdır.
Her sabah sulanıp, artık kıdem yitirmiş -daha kıdemsizleri helâ
süpürgesi olacaktır- bir süpürge ile taş araları oyuluncaya kadar, ısrarla
süpürülür. Sağ elde süpürge, sol el
göğüs dekoltesi görünmesin diye, yaka
üzerine tespitleşmiş olarak ve karşı komşu ile günün ilk söyleşisi
yapılarak. Arada bilinçli frikik veren
yarı kaltak tipler de çıkardı.
Bir diğer temizlik ölçüsü, tahta fırçası ve Arapsabunu
ile boyasız ahşap kısımları ve kapı eşiklerini ovarak rendelenmiş güzelim
tahtaları şeftali kabuğu gibi tüylendirip sarartmak çabasıydı.
Mahalle
sakinleri değişmez, giyim tarzı nerede ise yeknesaktı. Yeni gelenler genelde
memur aileleridir. Bazen çabuk intibak ederler bazen kabulleri uzun sürerdi.
Biraz frapan giyimli, yeni bir kiracı hanım; “tango, tango sırtında fiyango, ayakları değnek g.tü dümbüldek”,
yaşlı iseler; “ey kokana, kokana Allah
vursun tepene”, erkek iseler; “len
bopsitil” hitaplarına bir süre tahammül zorundaydı. Sonunda ya mahalleyi terk eder ya da
kılığında biraz fedakârlık yaparak “Boyalı
Kuş” olmaktan kurtulurdu. Mahalleye yeni taşınan güzel bir kız varsa, bir süre için “Yeni Kız” yaşıtı bütün
oğlanların gözdesi ve gizli sevgilisi olurdu.
Para çok kullanılmazdı. Anneler eski giysi ve yumurta vererek çamaşır
selesi, emaye kaplar trampa ederler, bizler de biriktirdiğimiz cam kırıkları ve
boş şişeleri verip leblebi tozu, iğde, keçiboynuzu alırdık, eşekli sokak
satıcılarından.
Yıllar sonra bir yemişçide karşılaşıp aldığım, eski
dost keçiboynuzunu, bir kere ısırıp tüküren çocuklarım bu odun parçasında ne
gibi bir lezzet bulduğumu anlayamamış, hayretle yüzüme bakmışlardı. Aynı hüsrana pestil ile de uğrayınca bir daha
hiç teşebbüs etmedim ve iğde götürmedim.
Mahalle canlı bir olguydu. Her canlı gibi
yaşardı. Büyüyen nesil gelin edilir,
tahsile ya da askere gider, ama hemen ardından yeni bir kuşak nöbeti teslim
almağa hazırdır.
Bir de mahallenin değişmez unsurları vardı ki;
bekçisi, bakkalı, çeşmesi ve özellikle Meydanlığı
ile mahalle bir bütündü. Araba dingilleri vurup sıvayı zedelemesin diye, ev
köşelerine dikilen taşlar gibi. Veya berber Abdullah Amca gibi; ilk tıraş, tahta berber koltuğunun üzerine koyduğu ek
tahtaya oturarak, onda olundu, nice tüysüzler onun ellerinde sakallandı, nice
kara saçlar onun elinde ağardı ve nice aksakallılar son tıraşını onda oldular.
Veya Salim Çavuş gibi; mahallenin değişmez kahvecisi. Gece oyunu biraz uzatan son masayı
“hadi gâri Memet yatcek.” Hitabı ile kovalayabilecek tek
yetkili. Aslında, yatacak yeri
olmadığından kahveye sığınan mahallenin garibi Mehmet’in değil Salim Çavuş’un
uykusu gelmiştir. Ya da Ayşe Teyze
gibi; tek kat, iki göz evinin bir odasına kurduğu tahta el tezgâhında yıllar
boyu bütün mahallenin çaput kilimlerini (pala) dokudu. Eski elbiseler, perdeler döşemelikler iki
santim eninde şeritler halinde kesilir, sonra Ayşe Teyze’ye getirilir, Onun
kozasını ören ipek böceği sabrı ile elde dokunarak yarım metre eninde yol
kilimi olurdu. Kodal Ağa, evlenip askere
gitmiş, Yemen’e. Ne kendi gelmiş ne de
künyesi. Ayşe Teyze, kendi el yapımı,
şimşir baskısı yemenisinin altında, sarı saçlarını onu beklerken ağartmış. Dokuduğu
kilimlerin boyu belki Yemen’e varmış ama ben mahalleden ayrıldığımda Kodal Ağa
hâlâ
dönmemişti...
Ve bir gün Demokrasi geldi. 1950 seçimleri ile ülkenin
sosyal yapısında büyük değişimler oldu. Yıllardır birikim aracı olan para, bir
harcama vasıtası oluverdi. Marshall
yardımı, çok çeşit ithâl girdiler, kara yollarının hızlı gelişimi,
sokak aralarında dolaşmağa başlayan, meydanlığa giren otomobiller, sanayi hamlesi
ile kırsal yörelerden göçler ve de yeni zenginler: Yaşam tarzları, harcama
dürtüleri ile önce eşitliği sonra saygı ve sevgiyi, mânevi değerleri
birer birer törpüledi, aşındırdı, eritti...
Sokakta bir şeyler yeme imtiyazını bile tek haneli yaş gurubunun elinden
aldılar... Yapılaşma başladı... Ardından
yap-satçılar geldiler... Hatıralar dolu
evlerle beraber mahallenin garipleri de birer birer yok oldular... Meydanlıklar,
yollara taşan erik ağaçları, bahçe duvarları hep apartman oldu, geçmişin
deriliklerinde yitip gittiler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder