17 Aralık 2017 Pazar

BİR MASAL


İlk çamaşır makinemiz (!) Hanife Abla markalı idi.  Rahmetli Hanife Abla her on beş günde bir, dağ gibi yığılmış çarşaflarımızı çamaşırlarımızı yıllar boyu yıkadı, pakladı; el derileri sıcak, sodalı sular içinde kızarmış, parmak izleri yumuşayan parmak uçlarında derin çukurlar oluşturmuştu.  Beyaz çamaşırlar önce çamaşır kazanlarında Kil ve çamaşır sodası katımı (sodyum karbonat) ile uzun süre, bir tahta kürekle karıştırılarak kaynatılırdı. Kil bakkal dükkânlarında kaya parçaları gibi, iri topaklar halinde, kilo ile satılan limonküfü yeşili bir toprak cinsidir. Suda kolayca erir.  Yağ çözücü ve temizleyici özelliği ile baş yıkamaktan çamaşıra kadar geniş bir kullanım alanı vardı.   Çamaşırlar tahta kürek yardımı ile nakil edildikleri galvaniz leğenlerde sabun kalıpları ile ovalanır, çitilenir, çalkalanır, durulanır, son suyuna da çivit katılırdı. Çivit (Çığıt) Hindistan ve Yemen’de yetişen bir bitkiden çıkarılan mavi renkte bir kök boyadır. Toz haline getirilip yarım kibrit kutusu boyunda kalıplar halinde sıkıştırılmış olarak satılırdı,  lacivert elişi kâğıdı ambalajlarında ve Öküzbaş markası ile.  Suda erir ve az miktarda katıldığı su ile durulandığında beyaz çamaşırlara mavi bir beyazlık sağlar, sarılıktan kurtarır.
Sabunlar, el sabunu dışında,  kullanıldığı zeytinyağın kalite ve saflık derecesi ile orantılı olarak beyaz, yeşil ve sarı renklerde olurdu. Beşer kiloluk jüt çuvallarda veya kalıp olarak, kilo ile satışa sunulur çabuk eriyip yok olmaması için iyice kurutulduktan sonra kullanılırdı. İmalât esnasındaki kırıklar rendeden geçirilerek granül halde torbalarla satılır, çamaşır ve bulaşık yıkamakta kullanılırdı.
Bekâr erkeklerin ve çalışan hanımların kurtarıcısı Tursil’di. Bir İngiliz kuruluşu olan İzmir’deki Turyağ fabrikalarının, sabun kırıkları ile çamaşır sodasını karıştırıp pazarladıkları ilk ambalajlı mamul... Akşamdan bir leğen içinde Tursil’li suya basılan çamaşırlar ertesi gün ovalanıp durulanarak kolayca paklanırdı.  Bulaşık ve her türlü temizlik işlerinde yine tenekeler içinde, kilo ile satılan macun şeklindeki Arap Sabunu yüksek temizleme gücü dışında ucuzluğu yönünden de tercih sebebi idi.
Bulaşıkları yaygın yıkama maddesi ise odun külü ve köylülerce merkep sırtında satılan sodalı, ince elenmiş topraktı.  Neden sonra VIM ve bunun Necip Akar tarafından imal edilen, yerli yapımı Fay çıktı.  Ardından sıvı, toz çeşit deterjanlar,  bunların çeşitli katkılıları, renkli, cazip ambalajları ve dayanılmaz reklâmları sardı dünyamızı.
Önceleri pervaneli, merdaneli daha sonra sağ sol çalkalamalı, tamburlu, santrifüjlü, kaynatmalı, akıllı çamaşır makineleri, bulaşık makineleri ev hanımlarının (veya beylerinin!) kurtarıcısı oldular...  
DP’nin iktidara gelişi ile 1950yılı sonrasında ithal malları girdisinde büyük bir patlama oldu. CHP’nin tasarruf ekonomisi politikasından hızla tüketim ekonomisi tercihine geçmiştik. Hazinemizde 2. Dünya Savaşı yılları için biriktirilmiş, büyük çapta döviz ve 127 ton altın stokumuz vardı. Yapılan hidroelektrik barajları sayesinde hemen tüm şehir ve kasabalarımıza gündüzleri de elektrik verilmeye başlanmıştı.  Böyle olunca eskiden sadece büyük kentlerin varlıklı ailelerinde bulunan çamaşır makineleri ve ithal buzdolapları daha geniş kesimlerde de kullanılmaya başladı.  Nadir kimselerde gazayı ile çalışan buzdolapları hatırlıyorum.
Bu beyaz eşyalardan ilk giren markalar; çamaşırda Mielle ve buzdolabında Frijder (Trigidaire) senelerce o nesnenin ismi oldular. Tıpkı Jilet(Gillette) gibi.  Kâmil Tolon’un Bursa’daki evinde oluşturduğu küçük atölyesinde başlayıp, Fahri Batıca’nın desteğiyle oluşmuş Tolon firması, 1954 yılında her şeyi ile yerli Türkiye’nin ilk çamaşır makinesini üretmişti. Ardından saç büro masaları ve dolapları üretimi yapmakta olan Arçelik 1959’da çamaşır makinesini, 1960’da da buzdolabını üretti. Yine ithal Kelvinator marka büyük hacimli, vitrinli dolaplar, önce kasap sonra bakkal dükkânlarının mefruşatı oldular. “Etlerimiz buzdolabındadır” levhaları ile tanıştık.
Ya daha evvelki yılların Türkiye’sinde? Buzdolabının görevini “Kar Dolapları” yapardı. İçi galvaniz kaplı tahtadan bir sandık, alt ucunda birikmiş suları boşaltmak için tahta bir takoz, sabah karcıdan satın alınarak içine istiflenmiş kar blokları... Dağ köylüleri kazdıkları büyük çukurlara ki; bunlara “Kar Kuyusu” denilirdi, mevsimin ilk karını doldurur, basarlardı. Bütün kış iyice sıkışan bu kütleler yarı buzlaşır, bahar aylarında, karların erimesi döneminde kuyuların üstleri hasılar ve saman tabakaları ile ısınan havadan korumaya alınırdı.  Yaz mevsimi gelince de yaklaşık 0.40x 0.40x1.00 metre boyutlarında kesilir, keçe veya çuval parçalarına sarılarak at ve eşeksırtında şehirlere indirilirdi.  Mahalle aralarında bir eşeğin iki yanına yüklenmiş, üzerini örten çuvaldan su damlaları sızan kar kütleleri. Ardında elinde küflü bir testere ile yürüyen karcı; bu testere hem eşeğe vurmak hem de satış anında bir miktar kar kesmek için kullanılırdı. Peşleri sıra mahallenin çocuk güruhu ve art arda gelen;
“Karcı, karın güzel mi?” sorusu...
Zavallı karcılar bu cinaslı sorulara baştan tahammül gösterir ama bir süre sonra,  analarını anarak cevaplarlardı soruyu! Bir tuğla boyutundaki kar parçasına sadece birkaç kuruş bedel ödenirdi 1950’li yıllara gelininceye değin. Veya birkaç dilim ekmek, bu kapınıza kadar getirilmiş emeğe karşılık olarak. Özellikle yaz ramazanlarının hoşaf kâselerine lokma lokma atılırdı kar parçaları. Aslında bir kış tatlısı olsa da pekmez içine kıyılarak kar helvası da yapılırdı, mevsimsiz olarak. Hani Nasrettin Hoca’nın “ben icat ettim ama ben de beğenmedim” dediği kar helvası...  Lokantalara, dondurmacılara, şerbetçilere kalıp olarak bırakılırdı karlar.  Bakkal dükkânları önünde veya seyyar gazozcuların gazoz kasları üzerine yarım kalıp kar bloğu konulurdu. Damla damla eriyerek bütün bir günü idare ederdi bu soğuk kitle.
Bursa’ya kar, şimdi bir kısmı teleferik altından geçen “Karcılar Kestirmesi” yoluyla gelirdi.  Osmanlılar döneminde mirî katırlar sırtında aynı güzergâhtan Mudanya’ya, oradan da mavnalarla İstanbul’a, saraya ulaşırmış.  Evliya çelebi bu karın Karcıbaşı tarafından saray mutfağına, helvahaneye, harem-i hassa, Sadrazam’a, yedi vezire, Şeyhülislâm ve Kazasker’e dağıtıldığını yazar. Sarayı kar ile besleyen,  Bursa’da yaşayan Buzcular Ailesi;  ellerindeki bir ferman ile padişah tarafından, Uludağ’ın karının kendilerine bağışlanmış olduğunu ve hâlâ bu karların ailelerine ait olduğunu iddia ederler.
Bırakınız yaz günlerini, değişen iklim, büyük şehirlerdeki sanayinin,  bacaların, egzozların etkisi ile kış günleri bile kara hasret kaldık. Kar helvasına da. Komşu ve akraba toplulukları ile mâniler türküler arasında,  kar üzerinde kıvam tutturulan keten helvaya da...   
Daha sonraki yıllarda, şehirlerde buz fabrikaları oluştuğunda karın yerini buz blokları almıştı. Bursa’da Selim Süter ve ortaklarının 1934’de kurdukları SAYAS süttozu ve buz fabrikası üretirdi bu buzları. Daha sonraki yıllarda Hamdi Sami Gökçen de bir buz fabrikası kurmuştu da karcılar da muhterem anneler de çıktı söylemlerden!  Buz, satıcılarında daha büyük sandıklarda, birbirlerine yapışmamaları için araları tahta talaşla korunurdu bu kalıplar. Bir veya yarım kalıp satın alınır, bir paket bağlarcasına sicimle sarmalanarak taşınırlardı evlere veya iş yerlerine.
Her ev veya dükkânın bir Testi’si de olurdu soğuk su için. Testici dükkânlarının önlerinde raflarında dizili boy boy, üzerleri kabartma motif veya sırla süslenmiş toprak testilerin su sızdıranları makbul olurdu. Meraklısı, bazı yörelerce meşhur testileri edinmekte iddialı olurlardı. Akşamdan doldurulan testilerin üzerine ıslak bir bez sarmalanır, ağzı bir mendil veya tahtadan yapılmış tıpa ile kapatılır gece ayazına bırakılırdı. Gözeneklerinden sızan ıslaklığın buharlaşması ile sağlıklı bir soğukluk sağlardı testiler. Küçük boylarına Boduç denilirdi.
 Tabii; “su testisi suyolunda kırılır”dı!
Yiyeceklerin sıcaktan korunması için tel dolapları, parça etlerin üzerlerine ıslak bez dolayarak rüzgâr alan açık havaya asılmasının dışında kuyular da soğutma ve koruma görevini üstlenirlerdi.
Her evin bahçesinde, avlusunda bazen zemin katlarında mutlaka bir kuyu bulunurdu su ihtiyacını karşılayan. Etrafı taş örülmüş kuyuların en üstü kuyu bileziği denilen ortası delik bir taş plakayla son bulurdu. Kuyu ağzı tahta veya sac kapaklarla örtülür hem içine pislik girmesine mani olunur hem de üzerine ağır bir taş konularak, özellikle çocuklar için tehlikeli olması önlenirdi. Kışın avlularda biriken kar kütleleri de kuyunun içine kürünürdü.
Kuyudan su çekilmesi ucuna kova bağlı bir urganın elle, makara ile çıkrıkla yukarı alınması ile olurdu. Ya da tulumba yardımı ile. Çeşit tulumbaların en yaygın olanı “Frenk Tulumbası” denilen demir döküm tulumbalardır. Uzun borusunun kuyu bileziği dışında kalan kısmı ancak yarım metre boyunda, hafif eğri kolu tek elle aşağı yukarı hareket ettirilince, iki fazlı melodisi ile öterek, cüssesinden umulmayacak kadar bol su çıkaran aparatlardı. İlk hareketi vermek veya çalışma esnasında durakladığınızda “kaçan suyu yakalamak” için üst deliğinden bir miktar su dökmek gerekirdi. Bu sebeple yanında daima bir konserve kutusu veya bir tas su bulunurdu.
Araba yolları ve kırsal alanlardaki sahra kuyularından su almak için ağaç kaldıraçlar vardı. Bir karış ara ile yere gömülmüş 3-4 metre yüksekliğinde iki ağaç gövdesi, tepe noktasına demir bir mil ile ortasından bağlanmış 5-6 metre uzunluğunda bir ağaç gövdesi daha. Bunun bir ucunda uzun zincir ve bağlı olduğu kova diğer ucu bağlanmış ağır bir kaya parçası ile yere kadar indirilen bir düzen. Zincire az bir kuvvet vererek kovayı kuyuya salar, su dolduktan sonra serbest bırakırsınız. Taşın ağırlığı ile dolu kova kendiliğinden kuyu yanındaki uzun yalağın üzerine kadar yükselir.  Anadolu’nun her yöresinde sıklıkla bulunan bu düzeni Yunan işgal kuvvetleri uçaksavar topu sanıp bombalarlarmış. “Babam öyle derdi!”
Kuyuların diğer görevi;  soğuk kuyu suyuna sarkıtılan ağızları tülbentle bağlanmış su güğümlerini, sepet içindeki bira şişelerini, içine atılmış kavun, karpuzu soğutmak veya su üzerindeki soğuk bölgeye yine sepet içeresinde sallanmış et, yağ, peynir, pişmiş yemekleri soğuk tutmaktı. Bazen urganlar çürüyerek kopar veya elden kaçar sepet veya güğüm dibi boylardı. O zaman uzun bir ipe bağlı bir halkadan farklı yönlere açılan Kuyu Kancası girerdi devreye kurtarma işi için.   Sadece bir iki evde bulunan bu ilk yardım(!) malzemesi bütün mahalleye yeterdi. Derken, gün geldi; “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” artezyenler kuyunun, mazotlu, elektrikli pompalar tulumbaların yerini aldı, kuyu kancası da bodrumlarda paslanıp sonunda hurdacıya satıldılar. 
Önceleri yazlığa taşınılırken iki hamalca omuz askısı yardımı ile götürülüp getirilen buzdolapları yazlığın demirbaşı oldu, kışlığa yenisi alındı.  Erol Toy İmparator adlı eserinde Rahmetli Vehbi Koç’u fabrikadan yazlığa ayrı bir buzdolabı götürmesi konusunda çok güçlükle ikna ettiklerini anlatır.
Tüm beyaz eşya çeşitlerine hurdacılarca bile itibar edilmediği, çöplüğe düştüğü günlere geldik…
“Gökten üç elma düştü”…

.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...