İlk çamaşır makinemiz (!) Hanife Abla markalı idi. Rahmetli Hanife Abla her on beş günde bir, dağ gibi yığılmış çarşaflarımızı çamaşırlarımızı yıllar boyu yıkadı, pakladı; el derileri sıcak, sodalı sular içinde kızarmış, parmak izleri yumuşayan parmak uçlarında derin çukurlar oluşturmuştu. Beyaz çamaşırlar önce çamaşır kazanlarında Kil ve çamaşır sodası katımı (sodyum karbonat) ile uzun süre, bir tahta kürekle karıştırılarak kaynatılırdı. Kil bakkal dükkânlarında kaya parçaları gibi, iri topaklar halinde, kilo ile satılan limonküfü yeşili bir toprak cinsidir. Suda kolayca erir. Yağ çözücü ve temizleyici özelliği ile baş yıkamaktan çamaşıra kadar geniş bir kullanım alanı vardı. Çamaşırlar tahta kürek yardımı ile nakil edildikleri galvaniz leğenlerde sabun kalıpları ile ovalanır, çitilenir, çalkalanır, durulanır, son suyuna da çivit katılırdı. Çivit (Çığıt) Hindistan ve Yemen’de yetişen bir bitkiden çıkarılan mavi renkte bir kök boyadır. Toz haline getirilip yarım kibrit kutusu boyunda kalıplar halinde sıkıştırılmış olarak satılırdı, lacivert elişi kâğıdı ambalajlarında ve Öküzbaş markası ile. Suda erir ve az miktarda katıldığı su ile durulandığında beyaz çamaşırlara mavi bir beyazlık sağlar, sarılıktan kurtarır.
Sabunlar, el sabunu dışında, kullanıldığı zeytinyağın kalite ve saflık
derecesi ile orantılı olarak beyaz, yeşil ve sarı renklerde olurdu. Beşer
kiloluk jüt çuvallarda veya kalıp olarak, kilo ile satışa sunulur çabuk eriyip
yok olmaması için iyice kurutulduktan sonra kullanılırdı. İmalât esnasındaki
kırıklar rendeden geçirilerek granül halde torbalarla satılır, çamaşır ve
bulaşık yıkamakta kullanılırdı.
Bekâr erkeklerin ve çalışan hanımların kurtarıcısı
Tursil’di. Bir İngiliz kuruluşu olan İzmir’deki Turyağ fabrikalarının, sabun
kırıkları ile çamaşır sodasını karıştırıp pazarladıkları ilk ambalajlı mamul...
Akşamdan bir leğen içinde Tursil’li suya basılan çamaşırlar ertesi gün ovalanıp
durulanarak kolayca paklanırdı. Bulaşık
ve her türlü temizlik işlerinde yine tenekeler içinde, kilo ile satılan macun
şeklindeki Arap Sabunu yüksek temizleme gücü dışında ucuzluğu yönünden de
tercih sebebi idi.
Bulaşıkları yaygın yıkama maddesi ise odun külü ve
köylülerce merkep sırtında satılan sodalı, ince elenmiş topraktı. Neden sonra VIM ve bunun Necip Akar
tarafından imal edilen, yerli yapımı Fay çıktı.
Ardından sıvı, toz çeşit deterjanlar,
bunların çeşitli katkılıları, renkli, cazip ambalajları ve dayanılmaz
reklâmları sardı dünyamızı.
Önceleri pervaneli, merdaneli daha sonra sağ sol
çalkalamalı, tamburlu, santrifüjlü, kaynatmalı, akıllı çamaşır makineleri,
bulaşık makineleri ev hanımlarının (veya beylerinin!) kurtarıcısı
oldular...
DP’nin iktidara gelişi ile 1950yılı sonrasında ithal
malları girdisinde büyük bir patlama oldu. CHP’nin tasarruf ekonomisi
politikasından hızla tüketim ekonomisi tercihine geçmiştik. Hazinemizde 2.
Dünya Savaşı yılları için biriktirilmiş, büyük çapta döviz ve 127 ton altın
stokumuz vardı. Yapılan hidroelektrik barajları sayesinde hemen tüm şehir ve kasabalarımıza
gündüzleri de elektrik verilmeye başlanmıştı.
Böyle olunca eskiden sadece büyük kentlerin varlıklı ailelerinde bulunan
çamaşır makineleri ve ithal buzdolapları daha geniş kesimlerde de kullanılmaya
başladı. Nadir kimselerde gazayı ile
çalışan buzdolapları hatırlıyorum.
Bu beyaz eşyalardan ilk giren markalar; çamaşırda Mielle
ve buzdolabında Frijder (Trigidaire) senelerce o nesnenin ismi oldular. Tıpkı
Jilet(Gillette) gibi. Kâmil Tolon’un Bursa’daki evinde oluşturduğu
küçük atölyesinde başlayıp, Fahri Batıca’nın desteğiyle oluşmuş Tolon firması,
1954 yılında her şeyi ile yerli Türkiye’nin ilk çamaşır makinesini üretmişti. Ardından
saç büro masaları ve dolapları üretimi yapmakta olan Arçelik 1959’da çamaşır
makinesini, 1960’da da buzdolabını üretti. Yine ithal Kelvinator marka büyük
hacimli, vitrinli dolaplar, önce kasap sonra bakkal dükkânlarının mefruşatı
oldular. “Etlerimiz buzdolabındadır” levhaları ile tanıştık.
Ya daha evvelki yılların Türkiye’sinde?
Buzdolabının görevini “Kar Dolapları” yapardı. İçi galvaniz kaplı tahtadan bir
sandık, alt ucunda birikmiş suları boşaltmak için tahta bir takoz, sabah
karcıdan satın alınarak içine istiflenmiş kar blokları... Dağ köylüleri
kazdıkları büyük çukurlara ki; bunlara “Kar Kuyusu” denilirdi, mevsimin ilk
karını doldurur, basarlardı. Bütün kış iyice sıkışan bu kütleler yarı buzlaşır,
bahar aylarında, karların erimesi döneminde kuyuların üstleri hasılar ve saman
tabakaları ile ısınan havadan korumaya alınırdı. Yaz mevsimi gelince de yaklaşık 0.40x 0.40x1.00
metre boyutlarında kesilir, keçe veya çuval parçalarına sarılarak at ve eşeksırtında
şehirlere indirilirdi. Mahalle
aralarında bir eşeğin iki yanına yüklenmiş, üzerini örten çuvaldan su damlaları
sızan kar kütleleri. Ardında elinde küflü bir testere ile yürüyen karcı; bu
testere hem eşeğe vurmak hem de satış anında bir miktar kar kesmek için
kullanılırdı. Peşleri sıra mahallenin çocuk güruhu ve art arda gelen;
“Karcı, karın güzel mi?” sorusu...
Zavallı karcılar bu cinaslı sorulara
baştan tahammül gösterir ama bir süre sonra, analarını anarak cevaplarlardı soruyu! Bir
tuğla boyutundaki kar parçasına sadece birkaç kuruş bedel ödenirdi 1950’li
yıllara gelininceye değin. Veya birkaç dilim ekmek, bu kapınıza kadar
getirilmiş emeğe karşılık olarak. Özellikle yaz ramazanlarının hoşaf kâselerine
lokma lokma atılırdı kar parçaları. Aslında bir kış tatlısı olsa da pekmez
içine kıyılarak kar helvası da yapılırdı, mevsimsiz olarak. Hani Nasrettin
Hoca’nın “ben icat ettim ama ben de beğenmedim” dediği kar helvası... Lokantalara, dondurmacılara, şerbetçilere
kalıp olarak bırakılırdı karlar. Bakkal
dükkânları önünde veya seyyar gazozcuların gazoz kasları üzerine yarım kalıp
kar bloğu konulurdu. Damla damla eriyerek bütün bir günü idare ederdi bu soğuk
kitle.
Bursa’ya kar, şimdi bir kısmı teleferik
altından geçen “Karcılar Kestirmesi” yoluyla
gelirdi. Osmanlılar döneminde mirî
katırlar sırtında aynı güzergâhtan Mudanya’ya, oradan da mavnalarla İstanbul’a,
saraya ulaşırmış. Evliya çelebi bu karın
Karcıbaşı tarafından saray mutfağına, helvahaneye, harem-i hassa, Sadrazam’a,
yedi vezire, Şeyhülislâm ve Kazasker’e dağıtıldığını yazar. Sarayı kar ile
besleyen, Bursa’da yaşayan Buzcular
Ailesi; ellerindeki bir ferman ile
padişah tarafından, Uludağ’ın karının kendilerine bağışlanmış olduğunu ve hâlâ
bu karların ailelerine ait olduğunu iddia ederler.
Bırakınız yaz günlerini, değişen iklim,
büyük şehirlerdeki sanayinin, bacaların,
egzozların etkisi ile kış günleri bile kara hasret kaldık. Kar helvasına da.
Komşu ve akraba toplulukları ile mâniler türküler arasında, kar üzerinde kıvam tutturulan keten helvaya
da...
Daha
sonraki yıllarda, şehirlerde buz fabrikaları oluştuğunda karın yerini buz
blokları almıştı. Bursa’da Selim Süter ve ortaklarının 1934’de kurdukları SAYAS
süttozu ve buz fabrikası üretirdi bu buzları. Daha sonraki yıllarda Hamdi Sami
Gökçen de bir buz fabrikası kurmuştu da karcılar da muhterem anneler de çıktı
söylemlerden! Buz, satıcılarında daha
büyük sandıklarda, birbirlerine yapışmamaları için araları tahta talaşla
korunurdu bu kalıplar. Bir veya yarım kalıp satın alınır, bir paket bağlarcasına
sicimle sarmalanarak taşınırlardı evlere veya iş yerlerine.
Her
ev veya dükkânın bir Testi’si de olurdu soğuk su için. Testici dükkânlarının
önlerinde raflarında dizili boy boy, üzerleri kabartma motif veya sırla
süslenmiş toprak testilerin su sızdıranları makbul olurdu. Meraklısı, bazı
yörelerce meşhur testileri edinmekte iddialı olurlardı. Akşamdan doldurulan
testilerin üzerine ıslak bir bez sarmalanır, ağzı bir mendil veya tahtadan
yapılmış tıpa ile kapatılır gece ayazına bırakılırdı. Gözeneklerinden sızan
ıslaklığın buharlaşması ile sağlıklı bir soğukluk sağlardı testiler. Küçük
boylarına Boduç denilirdi.
Tabii; “su testisi suyolunda kırılır”dı!
Yiyeceklerin
sıcaktan korunması için tel dolapları, parça etlerin üzerlerine ıslak bez
dolayarak rüzgâr alan açık havaya asılmasının dışında kuyular da soğutma ve
koruma görevini üstlenirlerdi.
Her
evin bahçesinde, avlusunda bazen zemin katlarında mutlaka bir kuyu bulunurdu su
ihtiyacını karşılayan. Etrafı taş örülmüş kuyuların en üstü kuyu bileziği
denilen ortası delik bir taş plakayla son bulurdu. Kuyu ağzı tahta veya sac
kapaklarla örtülür hem içine pislik girmesine mani olunur hem de üzerine ağır
bir taş konularak, özellikle çocuklar için tehlikeli olması önlenirdi. Kışın
avlularda biriken kar kütleleri de kuyunun içine kürünürdü.
Kuyudan
su çekilmesi ucuna kova bağlı bir urganın elle, makara ile çıkrıkla yukarı
alınması ile olurdu. Ya da tulumba yardımı ile. Çeşit tulumbaların en yaygın
olanı “Frenk Tulumbası” denilen demir döküm tulumbalardır. Uzun borusunun kuyu
bileziği dışında kalan kısmı ancak yarım metre boyunda, hafif eğri kolu tek
elle aşağı yukarı hareket ettirilince, iki fazlı melodisi ile öterek,
cüssesinden umulmayacak kadar bol su çıkaran aparatlardı. İlk hareketi vermek
veya çalışma esnasında durakladığınızda “kaçan suyu yakalamak” için üst
deliğinden bir miktar su dökmek gerekirdi. Bu sebeple yanında daima bir
konserve kutusu veya bir tas su bulunurdu.
Araba
yolları ve kırsal alanlardaki sahra kuyularından su almak için ağaç kaldıraçlar
vardı. Bir karış ara ile yere gömülmüş 3-4 metre yüksekliğinde iki ağaç
gövdesi, tepe noktasına demir bir mil ile ortasından bağlanmış 5-6 metre
uzunluğunda bir ağaç gövdesi daha. Bunun bir ucunda uzun zincir ve bağlı olduğu
kova diğer ucu bağlanmış ağır bir kaya parçası ile yere kadar indirilen bir
düzen. Zincire az bir kuvvet vererek kovayı kuyuya salar, su dolduktan sonra
serbest bırakırsınız. Taşın ağırlığı ile dolu kova kendiliğinden kuyu yanındaki
uzun yalağın üzerine kadar yükselir.
Anadolu’nun her yöresinde sıklıkla bulunan bu düzeni Yunan işgal
kuvvetleri uçaksavar topu sanıp bombalarlarmış. “Babam öyle derdi!”
Kuyuların
diğer görevi; soğuk kuyu suyuna
sarkıtılan ağızları tülbentle bağlanmış su güğümlerini, sepet içindeki bira
şişelerini, içine atılmış kavun, karpuzu soğutmak veya su üzerindeki soğuk
bölgeye yine sepet içeresinde sallanmış et, yağ, peynir, pişmiş yemekleri soğuk
tutmaktı. Bazen urganlar çürüyerek kopar veya elden kaçar sepet veya güğüm dibi
boylardı. O zaman uzun bir ipe bağlı bir halkadan farklı yönlere açılan Kuyu
Kancası girerdi devreye kurtarma işi için.
Sadece bir iki evde bulunan bu
ilk yardım(!) malzemesi bütün mahalleye yeterdi. Derken, gün geldi; “tüfek icat
oldu, mertlik bozuldu” artezyenler kuyunun, mazotlu, elektrikli pompalar
tulumbaların yerini aldı, kuyu kancası da bodrumlarda paslanıp sonunda
hurdacıya satıldılar.
Önceleri
yazlığa taşınılırken iki hamalca omuz askısı yardımı ile götürülüp getirilen
buzdolapları yazlığın demirbaşı oldu, kışlığa yenisi alındı. Erol Toy İmparator adlı eserinde Rahmetli
Vehbi Koç’u fabrikadan yazlığa ayrı bir buzdolabı götürmesi konusunda çok
güçlükle ikna ettiklerini anlatır.
Tüm
beyaz eşya çeşitlerine hurdacılarca bile itibar edilmediği, çöplüğe düştüğü
günlere geldik…
“Gökten
üç elma düştü”…
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder