30 Eylül 2017 Cumartesi

DALKAVUK


Dal, Arapça çıplak, yalın anlamındadır. Önüne geldiği kelime ile tamlandığında sıfat tamlaması olur. Daltaban= çıplak ayak, dalkılıç= yalın kılıç, dalkavuk= kavuksuz yani çıplak başlı anlamındadır. Batı saraylarında Saray Soytarıları bulunurdu. Osmanlı saraylarında ise Dalkavuklar...
Dalkavuk deyimi günümüzde yalaka, yağcı, çıkarcı olarak kullanılsa da Osmanlılarda dalkavukluk, tabi olduğu kişiyi eğlendirmek, fıkra ve nüktelerle efkârını dağıtmak, bazen ağır şakalarına katlanmak zorunda olunan; kâhyaları, nizamnameleri, ücret ve bahşiş tarifeleri, hatta narhları bulunan bir meslek dalıdır. Bu konuda Topkapı Sarayı arşivlerinde çok sayıda belge bulunmaktadır. Kadı sicilnamelerinde ise dalkavuklara zulüm edenler ve bunların ödemek zorunda olduğu tazminatlar hakkında kayıtlar vardır.
Topkapı Sarayı'ndaki bir belgenin içerisinde dalkavukluk ücret tarifesi yer almaktadır. Bu listede en ucuz bedensel şaka; dalkavuğun burnuna fiske vurmak, fiske başına 20 para ve en pahalısı kuyruğu dışarıda kalmamak üzere bir fındık faresini ağzının içine kapatma; 400 paradır.
Sadece saraylarda değil, paşaların varlıklı kişilerin konaklarında da kadrolu veya toplantılara ve davetlere çağırılan gezici dalkavuklar da olurdu. Dalkavuklar hane sahibi olan kişinin mizaç ve tabiatına uygun şekilde konuşmak meclise neşe vermek, keder verici, iğrenç sözlerden ve küfürlerden sakınmak zorundaydı. İyi bir dalkavuk efendisi ne söylese tasdik eder ve asla aykırı söz etmezdi.
Bir gün padişah, patlıcan yemeği yiyormuş. “Bu patlıcan ne güzel” demiş. Huzurda bulunan dalkavuk, başlamış konuşmaya: “Hakk-ı âliniz var efendim. Patlıcan öyle güzel bir nimettir ki...” Bir başka gün, padişahın sofrasında yine patlıcan yemeği varmış. Padişah bu sefer hiç beğenmemiş patlıcanı. “Bu patlıcan çok kötü bir şey” demiş. Huzurda bulunan dalkavuk yine almış sözü. “Hakk-ı âliniz var efendim. Bu patlıcan yararsız, kötü bir nimettir vs...” Padişah, dalkavuğun anlattıklarını dinlemiş. “bre mendebur” demiş, “sen değil miydin geçen gün patlıcanı yere göğe sığdıramayan. Şimdi niçin yerin dibine sokuyorsun nimeti?” Dalkavuk, cevaplamış soruyu: “Hakk-ı âliniz var padişahım. Ben patlıcanın değil, sizin dalkavuğunuzum.” Bunun hangi padişah olduğunu bilmiyoruz ama doğum yeri Çin ve Hindistan olan patlıcanın ancak 16. Asırdan sonra ülkemize girdiğini biliyoruz.
Sultan III. Murat dalkavuğun meclisteki latifelerinden memnun kalır, “bugün sana ne ihsan edeyim” der. Dalkavuk 100 sopalık falaka ister. Sultan III. Murat bu isteğinin sebebini sorar. Dalkavuk "50 sopa vurulmadan nedenini söylemem." cevabını verince, hemen orada falaka hazırlanır ve 50 sopa vurulur. Sonra sebebini izah eder.
"Sultanım buraya gelip de size her hizmet ettiğimde görevli kapı ağası; “bu da benim hakkım diyerek verdiğiniz altınların yarısına el koyuyor. Madem benim bugünkü hakkım dayaktır, kalan 50 sopa da kapı ağasının hakkıdır." Derhal kapı ağasına da 100 sopa vurulur.
 Günümüzde Veliefendi Hipodromunun bulunduğu alan padişah III. Mustafa tarafından Şeyhülislam Velyüddin Efendiye hibe edilen, ucu Marmara’ya kadar uzanan çok büyük bir arazinin çok küçük parçasıdır.
İşte bu Veliefendi bir kış günü yanına dalkavuğunu da alarak tek atlı brik arabasına binmiş, içinde dereler, bağlar bostanlar ve köşkünün de bulunduğu araziyi dolaşmaya çıkmış. Canı biraz eğlenmek istemiş. Dalkavuğuna; “üzerindeki latayı çıkar sana bir akçe, ardından, mintanına bir akçe, çakşırına, gömleğine, sonunda içdonuna kadar soymuş adamı. Poyraz ta Karadeniz’den kopup üzerlerinde patlıyor, at arabası hızla yol almakta.  Kürkler içindeki Veliefendi; “yahu” demiş, “hava çok soğuk, burnum dondu.” Dalkavuk cevaplamış:
“Kulunuzun da bir tek sıcak yeri kaldı.   Sokun oraya ısınsın efendimiz!”








29 Eylül 2017 Cuma

IV. MURAT


Padişah IV. Murat içki, sigara, afyon ile birlikte her nevi fal ve falcılığı da yasaklamış. Tabii bütün meyhane ve keşhaneler yer altına kaçmış. Bostancıların devamlı kontrolleri dışında padişah da tebdili kıyafet ile bizzat denetime çıkar, tespit ettiği, yasağa uymayan kişilerin hemen başının vurularak cezalandırılmaları emrini verirmiş.  Yine bir gün yanında farklı kılıkta ve bir iki bostancısı ile birlikte Üsküdar’a geçmek üzere bir sandala biner. Sandal biraz açıldıktan sonra sandalcı ip ile denize sarkıtılmış testiyi yukarı alır bir yudum çektikten sonra karşısındakilere de ikram eder. Kendisi de içki düşkünü olan padişah ikramı ret etmez ama sormadan da edemez:
-İçkinin yasaklandığını bilmez misin, ya padişah görürse, gazabından korkmaz mısın? Sandalcı fütursuz:
-Padişah bizi burada nasıl görsün ki? Biraz sonra sandalcı baş altındaki dolaptan bir parça afyon sakızı çıkarıp çiğner, yine müşterisine de ikram eder. Padişahın aynı tarzdaki sorusunu yine aynı şekilde cevaplar. Daha sonra da cebinden taşlarını çıkartıp:
-Beyim, beş akçe ver sana bir de remil (kum falı) açayım,  istikbâlini okuyayım, sor ne istersen. Padişah beş akçeyi ve sorusunu verir:
-Bil bakalım Hünkâr şu anda nerededir? Sandalcı kumlarını yayar ve cevaplar:
-Denizin üstündedir beyim.
-Peki, bizi görür mü? Adam taşlarını yeniden düzenler sonra büyük bir korku ve dehşetle padişahın ayaklarına kapanır:
-Yüce hünkârım, ben ettim sen etme, bağışla kulunu.  IV. Murat biraz düşünür:
-Bu akşam şehre hangi kapıdan gireceğimi bilirsen... Sandalcı;
-Bağışla hünkârım,  der.  Sen beni asmaya niyetlendin. Ben hangi kapıyı desem sen bir başkasından girersin. İzin ver bir kâğıda yazıp vereyim. Ancak kapıdan girdikten sonra açarsınız.
Bostancı torbasından bir esericedit kâğıdı ve divit takımını çıkarır, kayıkçının yazdığı pusulayı katlar kuşağına sokar.
 Gün batarken Ahırkapı’da atlar ve bostancılar beklemektedir. Karaya çıkılır, bir süre sur boyu at sürülür.  Padişah bir noktada durur, müstehzi bir ifade ile:
-Şurayı yıkıp bir gedik açınız der, adamlarına.
-Şehre buradan gireceğim. Çok kısa sürede surlarda bir gedik açılır padişah ve adamları şehre girerler. Sonra da bostancıdaki kâğıdı isteyip açar;
-“Yüce hünkârım yeni kapınız hayırlı uğurlu olsun...”
Söylemler sandalcının asılmaktan kurtulup kurtulmadığını bildirmiyor. Ama oraya yapılan kapı bundan böyle YENİKAPI” diye adlandırılır olmuş.





24 Eylül 2017 Pazar

YEVMİ AŞURA

Yevm Arapça gün demektir. Yevmiye= gündelik. Aşer ise on. Kelime olarak onuncu gün anlamına gelen bu tamlama Türk-İslâm terminolojisinde ikinci ve tatlı bir anlamı da taşır; “Aşure Günü.” Önümüzdeki cumartesi (30Eylül) Aşure Günü. Yani ay takviminde1439 yılının ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günü.
Hemen her dinde kutsal sayılan bu gün hakkında rivayetler çok zengindir.  Cennetin ve büyük dört meleğin bu gün yaratılmış olduğundan tutunuz,  Hz. Âdem ile Havva’nın yeryüzünde buluşmaları, Davut peygamberin tövbesinin kabulü, Hz. Süleyman’a hükümranlık verilmesi, Yunus’un balığın karnından kurtuluşu, Musa’nın Kızıl denizi yarışı, İbrahim’in atıldığı ateşten çıkışı, Nuh’un gemisinin denizdeki son günü hep bu tarihe endekslenmiştir, yazılımlarda.
İşte o nefis ve doyurucu tatlının icadı da Hz. Nuh’a mâl edilir. Gemide farklı yemekler için herkese yetecek malzeme kalmamıştır. Peygamberin emri ile çok az kalmış bütün malzeme tek kapta toplanarak pişirilir. Tahıllar, bakliyatlar, kuru incir, üzüm, vs.
İslâm’dan evvel de Anadolu’da pişirildiğini bildiğimiz, sevmeyenine hemen hiç rastlamadığım bu muhteşem tatlı Türk mutfağında ve folklorunda önemli bir yere sahiptir. Osmanlılarda ayın onu ile yirminci günleri arasında saray mutfağında Helvacıbaşının nezaretinde kazanlarla pişirilip Aşure Testisi denilen özel kapları ile padişaha sunumla başlayıp, saray erkânının konaklarına dağıtım yapılırmış. Bu âdet kademe kademe tüm ülkeye ve zamana yayılmış, günümüze kadar gelmiştir. Büyük yerleşim merkezlerinde apartman yaşamının bu örfümüzü de yok etmese bile yaraladığı bir gerçek.
O gün evimizde de rahmetli annemin pişirdiği bu güzelliği tepsi tepsi komşularımıza taşımak benim ve kardeşimin göreviydi; üzerindeki peçeteleri düşürmeme mücadelesiyle...
Evlilik çağında kızı olan anneler dağıtım sınırını daha geniş tutar ve bu servisi kızlarına yaptırırlardı. Kutsal aşurenin kısmet açıcı tılsımı ile servis gösterisinin ortak etkisinden yarar umarak... Komşulardan da onlarca kap aşure gelirdi; ait oldukları yörenin özelliklerini yansıtan. Az tatlı, çok tatlı, pekmezli, sütlü, gül sulu,  damla sakızlı, kurban eti karışımlı, açık renk, esmer, az süslü, çok süslü...  Mutfağı ünlü komşu teyzelerin lezzeti hemen fark edilirdi. Hele içinde bol miktarda, incir, kuru kayısı olanlar favorimdi. Köklü ailelerin evlerinden özel yapım, açıkağızlı sürahi biçiminde Aşurelik’lerle gelirdi bu ikram. Aşure ikram ve dağıtımının bereket getireceği inanışı vardır. Pişirme kabının üzerine örtülen tepside toplanan buhar gözlere sürüldüğünde kuvvet verir. Aşure tenceresinin yıkama suyu özellikle çiçeklere dökülür, aynı niyetle.
Dinimizde de on muharrem gününün farklı bir yeri vardır. Aziz Peygamberimiz bu gece yapılan ibadetlerle geçmiş günahlarımızın affa uğrayacağını müjdeler. Bu gün nafile oruç tutulur, hatta aynı gün oruç tutan Hıristiyan ve Musevilerden ayrı olmak için üç gün oruç tutanlar vardır. Aleviler Kurbandan sonraki yirmi günü oruçlu geçirir. Muharrem ayında şehit edilen Hz. Hüseyin’e Kerbelâ’da çektirilen sıkıntıya saygıdan bu sürede olabildiğince az su içerler. Caferiler kendilerine eziyet edip kan akıtarak katılırlar bu yasa...
Tüm dünya mutfaklarında her malzeme ayrı pişirilip servis anında tabağa alınırken sadece Türk mutfağı hemen tüm malzemenin tek tencerede pişirilmesi ve birbirinden tat alması esasına dayanır.
 İçine konulması arzulanan kırk çeşit gıda ve hepsinin tek kapta pişirilmesi prensipleri ile Türk mutfağının karakteristik örneği ve vazgeçilmezidir aşure.  Sıcak ve soğuk tüketilebilen bu çeşni davet ve toplantılarda tatlı olarak sunulduğu gibi, muhallebicilerde yıl boyu bulunur bazı yörelerde.
Gayri komşulardan aşure gelmiyor, gelse de diyabetim bunları doyasıya yemeğe mani. Sadece marketlerde “Aşurelik buğday bulunur” levhaları Muharrem ayının geldiğini hatırlatıyor.
 Ay takvimiyle de yeni yılınız kutlu aşureniz tatlı olsun. 


22 Eylül 2017 Cuma

BİR ATATÜRK BAKANI


Dr. Reşit Galip ya da Mustafa Reşit Baydur:
1923 yılının Mart ayında hekimlik yaptığı Mersin'e gelen Atatürk'ü yaptığı konuşma ile etkilemiş ve O’nun önerisiyle 1925 ara seçimlerinde Aydın milletvekilliğine seçilerek meclise girmiştir.
1931 sonbaharında  bir gece Dolmabahçe Sarayında Atatürk’ün Sofrasında  Reşit Galip söz alarak, Milli Eğitim Bakanı   Esat Bey’in, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu giymelerini uygun görmediğini” ifade etmesi  ve bir tamim yayınlayıp daha kapalı giymelerini isteyeceğini söylemesi üzerine “bu sofrada inkılapları zedeleyecek icraattan bahsedilmesi küstahlıktır.  Bu bir gericiliktir.” Der.  Sofra gerilir ve Atatürk, eski hocası ve Bakanı’nı  zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmaz ve “Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'in sofradan ayrılmasını ister.
Ama "Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır." Cevabını alır.
Ortalık buz gibi olur ve Atatürk yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım" der. Sofradaki heyet Reşit Galip'i orada bırakıp çıkarlar.
Sabah,  Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. "Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler.
Atatürk "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz.” “Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler.
 Çok geçmeden,1932 yılında 39 yaşındaki Reşit Galip Milli Eğitim Bakanlığı’na atanır.
1932- 1933 arasında Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı döneminin en önemli icraatı İstanbul Darülfünun ’un çağdaş bir üniversiteye dönüştürülmesi kararı ve ilkokuldan başlayarak öğrencilere Atatürk ilkelerine bağlılık ruhu aşılamayı müfredatın parçası haline getirmesidir. Cumhuriyet 10’uncu yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı bir andı okutur ve o ant Bakanlıkça yayımlanan bir genelge ile okullarda zorunlu olur. Ezanın ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi yönünde büyük gayretleri vardır.  Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Milli Kütüphane ve İlimler ve Sanatlar Akademisi’nin kurulmasıyla ilgili çalışmalar bakanlığı döneminde başlatılmıştır.
5 Mart 1934’te yaşamını yitirir. 925’den 1934’e kadar milletvekilliği 11 ay Bakanlık yapar ve öldüğünde cebinden sadece BEŞ LİRA çıkar.
Rahmetle anıyorum.



21 Eylül 2017 Perşembe

EBCET


Osmanlı edebiyatında ebcet hesabı ile tarih düşmek -harfleri ebcet düzeninde rakam gibi değerlendirerek tarih belirlemek- bir sanat dalıdır. Padişahların, önemli kişilerin, doğumlarını, cüluslarını, kazanılan zaferleri beyitlerinde ebcetle tarihleyen devrin şairleri iyi bahşiş ve ihsanlarla ödüllenirdi. Şairin adının geçtiği Beyitten sonraki; “dedi tarihin”- “söyledi tarihini”- “tarihin dedi ki” ve benzeri ifadelerden sonraki tırnak içindeki kelimelerin rakam değerleri toplandığında yıl olarak tarih çıkar. 
Dönemin Galata kadısı bir umumi helâ yaptırır. Kitabesine tarih beyti yazması ricası ile şair Kazım Paşa’ya bir tezkere gönderir. Kadı’nın mubassırı (koruması) tarafından getirilen tezkereyi sabah konağının kapısında atına binmekte iken alan paşa biraz bozulur bu saatteki isteğe. Hiciv ustalığı ile de ünlü Musa Kazım Paşa (1821-1890) hemen orada tezkerenin akasına kitabeyi yazıverir
Kadı hayreyledi kademgâhı
Mazarrat kalmaya tende.
Dedi tarihini Kazım,
“Sıçam hayratına ben de” =“Bin sekiz yüz küsur?”

Kademgâh= Ayakyolu, helâ   
Mazarrat  = Zararlı, muzır 
Ten           = Vücut, beden 

VEFA



Gelişim rüzgârları her şey gibi şehirlerde kasabalarda çarşıların da görünümünü, düzenini değiştirdi.  Çocukluğumda önlerinden geçerken çalışmalarını merak ve alaka ile izlediğim mesleklerin, dükkânların, zanaatkârların birçoğu yok oldular. Ya da az gelişmiş yerleşim merkezlerinde veya kentlerin ulaşılmaz kuytularında “yaşayan ölüler!”
Araba yapımcıları, dövme demirciler, bıçakçılar, köfüncüler, tenekeciler, lehimciler, yemeniciler, çarıkçılar, semerciler, koşumcular, saraçlar,  yün çorapçılar, tarakçılar, keçeciler, mutGeaflar, tespihçiler nerelerde siniz?

Birkaç büyük şehir dışında gündüzleri elektriğin olmadığı dönemlerde; önü açık kara dükkânlarda, kara çocukların gün boyu elle veya ayakla körük çektiği, örs başında ustanın çekiç, kalfaların balyozları ile bir senfoni düzeni ve ritmi içeresinde akkor demirin şekillendiği mekânlara ne oldu?  Keser veya el rendeleri marifeti ile koca kalasların yonga yonga ufalarak tekerlekler, oklar, kasalara dönüştüğü, allı yeşilli boyalanıp yağız atların ardına takılan Tatar arabaları, faytonların oluşturulduğu sıra sıra dükkânlar…    Ya sizlere ne oldu? 
Güzelim atların koşumlarını, kantarmalarını, dizginlerini üreten eller yaşam mücadelesini plastik kamyon çamurlukları üzerine absürt deyimler işleyerek mi sürdürmeliydiler?
Çözümlenmez ham maddeleri ile doğanın dengesini tehdit eden PVC önce sizleri mi yok etti, atık tenekelerden pırıl pırıl ibrikler, maşrapalar, faraşlar, kandiller üreten tenekeciler. Bu eşyaları sabırla onaran, defalarca kullanımına olanak sağlayan, odunkömürlü küçük maltızında kızışmış bakır havyalarının mis kokulu nışadır dumanı yaydıkları vefakâr lehimciler sizde mi plâstiğin hışmına uğradınız?
Küçük dükkânında, dizleri arasındaki küçük mengenesine sıkıştırdığı boynuzu, kemiği, sedefi, fildişini elindeki eğe ve testere marifeti ile sabırla gelin tarağı haline getiren tarakçılar yalnız türkülerde mi yaşamalıydınız; “Naciye’min saçlarında”?
Taranmış tel tel koyunyünlerini büyük, hasır rulolar içeresinde taban darbeleri ve alın teri ile sıkıştırılıp, sıcak hamam ortamlarında sabunla pişirerek keçeleştiren solgun benizli, nahif yapılı keçeciler; dağdaki çobanının soğuk ve yağmur işlemez kepeneğini yüzyıllar boyu ürettiniz.  Bir hamam sıcağı, bir soğuktaki meşakkatli mesleğiniz nerede ise hepinizi verem etti. Ama ölümünüz veremden olmadı, sentetik muflonlu parkalar yitirdi sizleri.
Belinizdeki bohçada bir kucak karakeçi kılı nasırlaşmış parmaklarınız arasından, bir çıkrık önünde ömür boyu hep geri geri giderek büküm büküm ip oldu. İpler yular oldular,  heybe oldular,  at örtüsü, yem torbası, yamçı neler neler oldular... Sonra bir gün naylon ip geldi “mertlik bozuldu”.  Sizler de yok oldunuz… Adınız kaldı yadigâr Anadolu yollarında, yurdumun kamyonlarında kaporta üzerine “Mutaf” diye yazılı...
Sol elindeki kemane yardımı ile hareketlendirdiği küçük tornasında diğer eli ile kaplumbağa kabuklarında, kemikte, zeytin çekirdeğinde, ağaç kökünde kehribarda, taşlarda tane tane, sabır sabır ömür tüketen tespihciler, ya sizleri anımsayan kaldı mı?  En az yarısı eli tespihli ulusumuzun fertleri, ellerindeki hac yolu ile gelmiş uzak doğu üretimi tespihleri çekerken sizlere hiç Fatiha okuyan var mı acep?
         Ya, vefa’ya ne mi oldu? O bozanın adı günümüzde…


18 Eylül 2017 Pazartesi

MİLLİ BAYRAM İPTALİ


Milli bayramlarımızın iptali olayı ile ilk kez 1960 yılı 19 Mayısında karşılaştık.
O yıl 23 Nisan törenlerinde rahmetli İsmet İnönü’ye törenlerde coşkun tezahürat yapılmıştı, hipodromdaki gösteride.  Kısa süre sonra 555K (gençliğin 5. Ayın, 5. Günü, saat5’de Kızılay’da buluşalım parolası ile tertiplediği toplantı.) olayı ile iktidar partisi yöneticileri aleyhte tezahürata muhatap oldu. Hükümet iki hafta sonraki 19 Mayıs töreninden ve bu törende yine İsmet Paşa’ya yapılabilecek sevgi gösterilerinden ürkerek 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenini iptal etti.
O akşam Meclis Başkanı Refik Koraltan İçtiği iki kadeh rakıda Atatürk’ü hatırlar.
“ Yahu bugün 19 Mayıs Mustafa Kemal Samsun’a çıkmıştı. Onu bir ziyaret etmem gerekli.”
Kendisi Milli Mücadele yıllarında Konya’da Kuvva-i milliye bünyesinde çalışmış, Birinci Dönem ve ardından uzun süre Millet Vekilliği yapmış, Atatürk’le yakın çalışma içeresinde bulunmuş ve 1950ı yılında DP’nin dört kurucusundan biri olmuş bir politikacıdır. Narsist (kendini büyük görme hastalığı) karakteri ile tanınır.
Ankara’da sıkıyönetim vardır. Komutanlığa telefon eder, Anıtkabir’i ziyaret arzusunu bildirir ve gider. Lahittin karşısında şapkasını çıkartır, selam durur.
Sonrasını bir sütunun arkasındaki teğmen naklediyor.
Yüksek sesle;
 “ Karşında Koraltan duruyor, Atam, bak.
Hậlậ o eğilmez başı dimdiktir efendim.
Bir ses ver şanlı adından Atam, sana geldim.”
Bir ses duyulur kubbeden;
“Hassiktir efendim.”

Rahmetli Atatürk nazik insandı. Sağlığında bu ifadeyi  “efendim” siz kullanmazmış. 

13 Eylül 2017 Çarşamba

EY YA MOLLA


İnanışa göre İstanbul’un manevi koruyucuları vardır. Ebu Eyyüp El-Ensari gibi.
Boğaz güzergâhınca Hz. Yuşa, Telli Baba, Aziz Mahmud Hüdai, Şeyh Yahya Efendi gibi
Osmanlı donanması sefere çıkmadan önce Boğaz'da Ortaköy kıyısına yanaşır. Tüm mürettebat huşu içinde "Ey ya molla" çağrısında bulunur. Tepede Boğaz’ın manevi koruyucusu, denizcilerin piri,  ellerini havaya kaldırıp donanmanın zaferi için duada bulunur. Bu Osmanlı geleneği Şeyhin vefatının ardından da yıllarca sürdürülmüş. "Ey ya molla" sözü ise denizcilerin kullandığı 'HEYAMOLA'ya dönüşmüş. Günümüzde de bazı balıkçılar kıyıya yaklaşıp tepedeki kabrine doğru dönerek ruhuna Fatiha okuyor, bazı kaptanlar ise Fatiha okumadan Boğaz'dan geçmiyor.
Dönemin en önemli mutasavvıflarından olan Yahya Efendi (1495-1570) Beşiktaş’ta medrese, hamam, münzevi kişiler için hücreler ve çeşme yaptırır. İnşaatıyla da bizzat ilgilenir. Medreselerinde birçok öğrenci yetişir, İslami ilimler ve tıp öğrenirler. Matematik ve geometriyi bilen, ilim, irfan sahibi ve şairdir.
Ben prensip olarak dizi seyretmediğim için “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde konusu geçti mi, bilmiyorum?  Ama “el ahsen-i minel tekrar” (tekrarda güzellik vardır.)
Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşidir. Şehzade Selim'in (Yavuz Sultan Selim) Trabzon'da Sancakbeyi olduğu dönem oğlu Süleyman ile aynı hafta doğmalarına rağmen. Kanuni Sultan Süleyman ona "Ağabeyim, hocam!' diye hitap eder. Hep hürmet gösterir Yahya Efendi'yi makamına asla çağırmaz, Beşiktaş'taki dergâhında ziyaret eder, sohbetlerine bizzat katılır, ondan feyz alır. Bilgisine başvurulan bir âlim olarak hep hürmet gösterir.
Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini merak eder, “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?diye derin derin düşünmeye başlar... Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya Efendi’ye gönderir...
Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?
Yahya Efendi’nin cevabı çok kısa olur;  NEME LÂZIM BE SULTANIM!

Bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez. Acaba bilmediği bir mana mı vardır bu cevapta? Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!
Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.
İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece ‘neme lâzım be Sultanım!’ demişsiniz. Sanki ‘Beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir anlam çıkarıyorum.

SULTANIM! BİR DEVLETTE ZULÜM YAYILSA, HAKSIZLIK ŞAYİ OLSA, İŞİTENLER DE ‘NEME LÂZIM’ DEYİP UZAKLAŞSALAR, SONRA KOYUNLARI KURTLAR DEĞİL DE ÇOBANLAR YESE, BİLENLER BUNU SÖYLEMEYİP SUSSA. FAKİRLERİN, MUHTAÇLARIN, YOKSULLARIN, KİMSESİZLERİN, FERYADI GÖKLERE ÇIKSA DA BUNU DA TAŞLARDAN BAŞKASI İŞİTMESE, İŞTE O ZAMAN DEVLETİN SONU GÖRÜNÜR. BÖYLE DURUMLARDAN SONRA DEVLETİN HAZİNESİ BOŞALIR, HALKIN İTİMAT VE HÜRMETİ SARSILIR. ASAYİŞE İTAAT HİSSİ GİDER, HALKTA HÜRMET DUYGUSU YOK OLUR. ÇÖKÜŞ VE İZMİHLÂL DE BÖYLECE MUKADDER HÂLE GELİR...

Benim sorum yok!












10 Eylül 2017 Pazar

GÜZEL


Az önce güzel bir müzik dinliyordum.  Güzel dedim de gerçekten mi güzeldi ben mi öyle algılamıştım?
Güzellik kavramı kişiye, zamana ve zemine göre yoruma açıktır.   Yaprakta yeşil mi güzeldir, sarı mı? Ya da kahverengi, bordo mu, yoksa kuru yaprak mı?  Tay mı güzel At mı, yoksa Kapadokya mı[1]? Köpekte hangisi güzel; Kurt mu, Fino mu, Buldog mu? Ya kadında?  Bir dönem ayva göbek balkon kalça güzeldi. Kaymak gibi beyaz ten en güzel.  Sonra pastırma dudaklı Brigitte Bardot güzel oldu ve de güneşte kavrulup meşin gibi olmuş yanık cilt... Gün geldi değnek bacakları, elektrik anahtarı memeleri ile sıska Twiggi, gün geldi çikolata renkli Naumi.   
Güzel olan her şey hoşa gider. Güzeli dinlemekte, söylemekte zevktir.  Allah bile kendisine güzel sıfatlarını kullanarak edilen duaların kabulünde öncelik tanıyacağını vaat eder.
Cenâb-ı hak’kın; Cemâl, Celâl, Cemil gibi sıfatları, Lâtîf gibi ismi vardır.  Hepsi de Güzel manasını taşırlar. “Lâtife (Şaka) lâtif gerekir.” Tasavvuf ehli Allah’ın yarattığı her şeyde ondan bir parça görmek temayülündedirler. Halk edilen bir varlık Hâilik’in güzelliğini de aks ettirir.  Bu yüzden tüm tabiatı, kurdu kuşu, kuru dalı bile güzel görürler.  Ama en güzeli; Kuran’da da bildirildiği üzere (Ahsen-ül hâlik) yaratılanların en güzeli veya (Ahsen- ül takvîm) en güzel kavim:  İnsandır.
Nedendir bilmem, hayvanlar âleminin güzeli erkektir de insanın daha güzeli hep kadın olarak algılanmıştır.  Mitolojide Afrodit güzelliği ile Apollon, Herkül, Samson güç ve kuvveti ile övülürler. Keza semavi kitaplarda Hz. Süleyman güzeller güzeli Belkıs’a âşık olur.  Hıristiyan yazımlarında St. Jan güzelliği değil gücü temsil eder. Onların pek çok olan Azizleri içerisinde güzelliği ile anılanı bilmiyorum.  Bizde de Hz. Ali güzelliği değil yiğitlik ve kuvveti ile anılır.  Sanırım tek istisna Hz. Muhammet’tir.  Siyer-i Nebi’ler onun ahlâk güzelliği yanında çok güzel bir erkek olduğunu da yazarlar.  “Adı güzel, kendi güzel Muhammet” der, Süleyman Çelebi.
Divan edebiyatı Cins-i lâtif’i  (Güzel kadın)  terennüm eder.  Sadece son dönem Osmanlı edebiyatında Civanlara övgüler boldur.  Ama onlar da sevgililerini kadın imajı ile gördüklerinden metih edilen yine dişidir.
Efsanelerdeki bütün kadın kahramanlar güzeldir. Ya çirkinlerin menkıbeleri tutmaz, unutulur ya da bütün kadınlar gerçekten güzeldirler de cadı onları çirkin hale sokmuştur.  Masallarda, klasikleşmiş halk hikâyelerinde dişi kahramanlar -Leyla Hariç-  hep güzeldir; Şirin, Aslı, Zöhre, Züleyha, Helen, Dalilla... Şarkılar hep güzeli terennüm eder. Türküler, maniler hep güzeli söyler;
      “Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi, görülmeyi. Siyah zülfün tel tel olmuş                       örülmeyi, örülmeyi.”
“Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca.”
“Güzele bakmak sevaptır, ben kitapta yerin gördüm.”
“Güzelim, civanım, oynaşım a canım bize uğra geçerken.”
“Severim her güzeli, senden eserdir diyerek.”
“Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya.”
“Üç güzel gelmiş cihana, biri allar giymiş biri mavili.”
“Çirkin ile bal yeme, güzel ile taş taşı.”
“Ey güzel gözlü kadın ben sana hayran olmuşum.”
“Yüz güzel, ayna güzel, güzel yâri görenler dediler -ay ne güzel-”
“Güzelin nazı çekilir, çirkinin sözü çekilmez.”
“Ayna ayna en güzel kim?”
“Güzellik geçici, çirkinlik kalıcıdır.”                                         
Bunlar uzar da giderler... Asıl olan galiba; güzel bakmak, güzel görebilmektir. Görmesini duymasını bilirsen neler güzeldir neler... Güzel bebek, güzel çocuk,güzel vücut,  güzel yüz, güzel göz, güzel yemek, güzel manzara, güzel müzik, güzel resim, güzel sanatlar...  Osmanlılar Güzel sanatlara Sanayi-i nefise der. Ruh, özlük, benlik manalarına gelen “nefis” kelimesinin de aynı kökten gelip aynı şekilde yazılması acep bir tesadüf mü? Yoksa ruh güzelliğini esas kabul etmenin bir cinası olarak mı yerleşmiştir terminolojiye?  Öyle ise güzelin en güzeli ruh güzelliği, ahlâk güzelliği, düşünce güzelliği oluyor. Hatta içi güzel olanın yansıyan iç âlemi ile dışı da güzel oluyor, bu bir gerçek.  Yeter ki güzel, güzelliği ile mağrur olmaya.
Güzel yazmak da güzeldir. Buradaki, eskilerin "Hüsn-ü hat" dedikleri güzel kaligrafi değil. Güzeli isteyip güzeli ifade etme gayreti.  Onun içindir ki halk âşıkları "Güzelleme" söylerler.  Güzel yapabilmek bir kabiliyet ve Allah vergisidir. Güzele yönelmek ise biraz içgüdü, biraz çaba, biraz pratik ile ulaşılması hiç de zor olmayan bir tercih.     
Belki de güzel olan bu; herkese kendi güzelinin güzel olması... Aksi halde kadında  sadece  en güzeller eş bulurdu.
         Güzelin sonu yok, güzelliğin de...  Bütün güzellikler sizlerle olsun...





[1] Güzel atlar diyarı.

7 Eylül 2017 Perşembe

OKULLAR


Biz yaşlılar, “Bizim zamanımızda” diye başlayıp anlatmaya veya yazmaya bayılırız. Sanırız ki bizden sonraki kuşaklar büyük bir dikkatle ve merakla dinleyecek veya okuyacak. Heyhat, onlar dinliyor görünerek ellerinden hiç düşmeyen dijital aparatlarını parmaklamaya devam edecekler.
Bizim gibi yaşlıların bir kısmı bunları okur ve kısa bir süre için anılarına dönerler ki; teselli burada zaten. Zira “anılar yaşlıların bastonudur.”
Bu hafta okullar açılacak. Yarım asır -ve biraz fazlası-  evvel, yani; bizim zamanımızda Mektepler de aynı tarihlerde açılırdı.
İlkokulda iken Sümerbank tarafından üretilmiş siyah-beyaz iplikten dokunmuş gri renkli, en ucuz ve sağlam kumaş; Krizet’ten önlüklerimiz ve beyaz pikeden yakalarımız annelerimiz tarafından dikilip hazırlanmış olurdu. Kızlar ve erkekler için robalı, beli kuşaklı diz altı, tek tip modellerde. Ülkemizde konfeksiyon sanayii yoktu o zamanlar. Kızlar altına siyah muslin çorap giymek zorunda idiler ve saçlarını mutlaka iki yanda saç örgüsü yapıp beyaz kurdele takmak.
Ortaokula geçince kız çocukları, siyah saten önlüğe terfi ederdi, büyümeye başlamış göğüslerini belli etmeyecek yine robalı modellerde.   Ama siyah çoraptan kurtulamadıkları bir yana erkekler gibi okul kasketi eklenirdi başlarına. Lacivert, rugan viziyerli; klasik liselerde sarı, ticaret liselerinde kırmızı, sanat okullarında yeşil şerit taşırdı bu şapkalar.   Okul dışında kasketsiz gezilmesi yasaktı. Bu yasağı delmek için bizler kasketlerimizi koltuk altımızda ya da paltomuzun altında saklardık, okul civarına yaklaşana kadar. Kızlar ise viziyerleri yukarı doğru iteler altından kâkül sarkıtırlardı yakalanıp İhtar alana değin.
Beden Eğitimi (Jimnastik) derslerinde yine annelerimiz tarafından dikilmiş siyah şort ve atlet fanila giyerdik. Kızların şortları bol, beli ve paçaları lastikli olurdu. Üstlerinde beyaz uzun kollu buluz, ama ayaklarında beyaz kısa çorap. Nadiren İstanbul veya yabancı kolejlerden gelmiş memur kızlarının ise daha dar ve kısa şortları kızlar için haset, bizler için seyir vesilesi idiler.  Eşofman ancak spor kulüplerinin tekelindeki, pahalı, ulaşımı güç giysilerdi. Ayaklarımıza Gıslavet marka bez pabuç dışında seçenek yoktu.
Saçlarımız üç numara makine ile tıraşlanmış olurdu.  Biraz uzatılması ihtimaline karşı belli aralıklarla okul kapısında kasket ve saç yoklaması yapılır, parmakla tutulacak boya gelmiş başlar müdür muavinleri tarafından sıfır makine ile ortadan bir yol açılarak cezalandırılırdı.  Protesto olarak bütün başı sıfır numara tıraş ettirmek veya usturaya tutturmak tart (uzaklaştırma) getirirdi.
 Herkes kendi semtindeki okula gittiğinden okullara yayan gidilir, yayan dönülürdü. Babaların özel otoları olmazdı, olsa da okul önüne kadar çocuğunu getirmek büyük görgüsüzlük ve ayıptı. Servis denen nesnelerle son 15-20 yılda tanıştık. Büyük şehirlerdeki belediye otobüsleri, toplu taşıma araçları yeterli idi bizlere. Başka bir şekli de bilmezdik ki.   
İlkokulda tahta çanta kullanılırdı. Zira kışın buzda kızak olur, okul çıkışı mahalle meydanlığındaki oyun döneminde üst üste yığılmada ezilmez, en önemlisi çanta dövüşünde avantaj sağlardı. Ortaokulda üstten saplı, kayış kilitli deri çantaya geçilir, lise de ise koltuk altında birkaç kitap taşınırdı. Çanta kullanmak karizmaya tersti!
Annelerimiz'ce yünden file örülerek taşıma kolaylığı sağlanmış dökülmez mürekkep hokkaları, suda eritilerek yapılan toz mürekkepler, papye-puar, (emici kâğıt) divitler,  1-2-3 numaralı tablalı uçlar, tükenmiş kurşun kalemleri uzatan kamışlar, arasına jilet takılarak kalem açılan aparatlar artık yok.  Şimdinin öğrencileri Güzel Ankara Defteri,  Sarı Defter, Saman Tabaka, Kaymak Tabaka defterleri de tanımıyor. Dosya kağıdının adı bir süredir A-4 oldu çıktı.
Okula tam gün giderdik. İki defa karne alır, birer hafta tatil yapardık. Sınıfları geçmek yetmezdi.   İlkokul, ortaokul, lise biterken bütün derslerden, geçmiş yıllardan da sorumlu olduğumuz,  yazılı veya sözlü imtihanlara girerdik. Sözlü imtihanlarda başka okullardan gelmiş öğretmenlerin (Mümeyyiz) karşısında terlerdik.  Liseler dört yıldan üç yıla indirilmişti ama Olgunluk denilen ek bir sınav getirilmişti.  Bu imtihanı veremezseniz lise bitirmiş olurdunuz fakat Üniversite şansınız olmazdı.
O günün Talebeleri bu günün Öğrencilerinden çok ağır şartlar altında eğitim görürlerdi ama daha mutlu olduklarından eminim. Daha kültürlü de...  Şimdikilerin Logaritma cetvelini tanıdıklarını hiç sanmıyorum. Liseden yeni mezun olmuş ve fakat (Pi) sayısını bilmeyen birisi ile karşılaşmış olduğumu söylesem...




                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...