12 Eylül 2018 Çarşamba

SAĞLIK VE BURSA*I


SAĞLIK VE BURSA*I



(Birinci Bölüm)
Uykusuz geceler uzundur, hastalıklı geceler daha da uzun, hastanedeki geceler ise en uzundur.
“Şeb-i Yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.” (En uzun gecenin hangisi olduğunu takvim yapanlar ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin! Aşk yüzünden gam müptelası olmuşa sorun ki; geceler kaç saattir?) Diyor Fuzuli.
Geçen ay bir rahatsızlık nedeni ile yoğun bakım ünitesinde geçirdiğim ilk gece en uzun geceydi, yetmiş beş yıllık yaşamımda.  Ta ki hemen karşıdaki camiden sabah ezanları yükselene değin. Okunan sabah ezanı yeni bir günün müjdesidir, özellikle hastalar için.  Biraz sonra ortalık aydınlanacak, hastane koridorlarında hareket ve sesler, sabah ölçümleri, ardından doktorların vizit’i başlayacak. Sabah iğneleri yapılacak, ağrılar sancıların teskini bir yana yeni bir yaşam umudu yerleşecektir.
İmparatorluk döneminde Cerrahpaşa Semtindeki bir caminin müezzini namaz vaktinden çok evvel sabah ezanını okuduğu için semt sakinlerince Şeyh-ül İslâm makamına şikâyet edilir. Huzura celp edilen müezzine bu hatasının sebebi sorulur. Verdiği cevap ilginçtir “Bu bir hata değil efendim, tarafımdan bilerek yapılmaktadır. Malûmunuz civarımız Cerrahpaşa, Haseki, Guraba Hastaneleri ile yoğundur. Yatmakta olan yüzlerce hasta büyük bir umutla sabahın gelişini beklemektedir, sabah ezanı ile onlara biraz sonra yeni bir günün yaşam müjdesini vermek istediğimdendir.”
Kolumda serum bağlantısı, göğsümde elektrotlar, hayat destek ünitelerinin bip- bip senfonisi, arada inleyen, yardım isteyen, daha iyi olduklarından olsa gevezelik eden yatak komşuları. Artık başlarında o karizmatik ama kullanışsız kepleri taşımayan tertemiz, şık üniformaları içinde gencecik, güzel hemşire. Yeni ihdas edildikleri için sıfatları bulunmayan ve yanlış olarak “hemşir” diye anılan erkek sağlık görevlisi,  hastabakıcı hanımlar…  Malûm;  hemşire Farsça kız kardeş, bacı demektir ve dişilik ifade eden bir kelimedir ki; bazı batı dillerinde de aynı anlamla hastaya bakım ve tedavide doktora yardımcı olan mesleğin sahibi kadın personel için kullanır.   Ülkemizde kadın erkek ayrımının hâkim olduğu bir dönemde,   Balkan Harbi yıllarında gönüllü olarak bu mesleğe atılan hanımlara “kız kardeş” denilerek mesleğin kutsiyeti ifade edilmek istemiş ve bu güne kadar da kullanıla gelmiştir.
İşte bu ortamda çocukluk yıllarımın hastalarını ve sağlık koşullarını düşündüm sabaha kadar. Çocukluğum bir Orta Anadolu kentinde geçti; 1950 yılının evvelinde ve sonrasında.  Kent içinde ulaşım aracı faytonlardı. Mahalleye bir faytonun gelişi bir animasyondu ve bir olayı çağrıştırırdı.  Özellikle geceleri, ya komşulardan birisine şehir dışından bir yolcu gelmiştir, çünkü bütün yolcu trenleri gece yarısından sonra gelirdi kente ya da bir eve doktor veya ebe getirilmiştir.
 Eğer hasta doktora gidemeyecek durumda ise ancak o zaman doktor eve getirilirdi. Bu olay bütün komşuları ilgilendirirdi. Zira mahalle demek neşe ve kederin paylaşıldığı, sadece yakın komşular değil tüm mahallenin birbirini tanığı, tasasıyla, özellikle hastalık ve doğumu ile yakından ilgilenmek görevi ile yükümlü olduğu anlayış ve terbiyenin etken olduğu bir sosyal toplumdu.  Mahallede çocuk beklemekte olan hanımlar, hatta muhtemel doğum günü zaten bilinmekte olduğundan ertesi sabah müjdeli haberi beklemek ve yardıma koşmak dürtüsüyle şartlanmıştı hanımlar. Gece doğum sancıları başlarsa, ilk iş mahalle bekçisi bulunurdu. Bu hiç zor bir iş değildi, nasılsa bekçi veya devriye polisi kısa aralıklarla ve düdük çalarak geçecekti kapı önünden. Zaten mahalle sakinleri gibi, mahallenin bir parçası olan bekçiler de bilirdi muhtemel doğum tarihini.  Ebeler gece vakti ancak mahalle bekçisinin refakati ile gelirlerdi. Ebe Hanımları kötü niyetleri için istismar edecek tipler o zaman da vardılar.
Gece gelen bir faytonun hastayı alarak gitmesi ise onun hastaneye yatırılacağı gerçeğinin işaretiydi. Zira hastaneye yatmak ciddi bir olaydı ve ölümcül hastalığın bildirgesiydi. “İstanbul’a götürmüşler” söylemi ise daha da vahimi.
Hele bir ambulansın (cankurtaran) gelişi çok ciddiydi.    O yılların Anadolu illeri ve büyük ilçelerinde belediyelerin itfaiye garajında bir ambulans da bulunurdu.  Hastaneler ise az sayıda yatağa sahip, hemen iki üç doktorun görev yaptığı, olanakları kısıtlı tesisler. Bulunduğum ilde pek az yerleşimlerin sahip olduğu büyücek bir hastane vardı;  Doktor kadrosundan sadece iki kişiyi anımsıyorum.  Dâhiliye Mütehassısı  (iç hastalıkları uzmanı) Avni Bey, Hariciye Mütehassısı Cerrah Safa Bey ve tabii yardımcısı “Pansumancı Şükrü”.
Şükrü Efendi hastanenin her şeyiydi. Pansuman yapar, dikiş atar, basit müdahalelerde bulunur,  ameliyatlarda Safa Beyi asiste ederdi.  Safa Bey’in zaman zaman ona “bıçak verdiği” söylemlerini duyardık.  Mesleki bir eğitimi olup olmadığını bilmiyorum ama askerde sıhhiye çavuşu olduğunu bilirdik. Zaten o yıllar sıhhiye askerliği en büyük personel kaynağıydı sağlık kurumlarının.  Bir diğer kişi de “Sarı Hasan”. Çok küçük yaşta geçirdiğim bisiklet kazasından sonra karnımdan tetanos serumunu yapan kişiyi nasıl unuturdum. Günlerce yürüyememiştim.  Muhtemelen bir iki doktor daha olmuş olmalı ama meşhur ve popüler olanlar Safa ve Avni Beylerdi.
1953 yılında yeni yapılmış olan 150 yataklı hastaneye beden eğitimi dersinden rapor almak için girdiğim Heyeti Sıhhiye (sağlık kurulu) odasında ise 5-6 doktorun oturduğunu hatırlıyorum. Doğal olarak doktor ve personel sayısı artmıştı.
Cerrahlara uzun süre evvel Operatör denilmeye başlanmış olsa da halk söyleminde “cerrah” geçerliliğini koruyordu.  Bu operatör kelimesinin bir öyküsü vardır.
Cerrah kelimesi dilimize Arapça “cerh” = yaralama kökünden girmiş. İrin karşılığı olan cerahat, yarayı yaran, kesen, ameliyat eden tabiplere “cerrah” denilmesi de hep aynı köke dayanıyor. Diş çeken, hacamat vuran, yaralara müdahale eden halk doktorlarına cerrah denildiği gibi, tıp tahsili görüp ameliyatları yapan doktorlara da cerrah denilmiş çok uzun yıllar. Tahsilli, gerçek cerrahlar nedense bu birlikte söylenişten hiç rahatsız olmamışlar.  Ta ki, 1889 yılına değin.
Askeri Tıbbiyeyi bitirip ihtisas için Fransa’ya gönderilen ve üç yıllık öğrenimini tamamlayan Cemil Bey dönüşünde Serasker Kapısı’na  (Harbiye Bakanlığı)  gider. Sıhhiye Reisi Paşa, kendisini Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne Ser Cerrah (Baş Cerrah) olarak atadığını söyler. Cemil Bey, paşa babasının da arkadaşı olan Sağlık Dairesi Başkanına;
“Paşa hazretleri, cerrah tahsilli olmayan, alaylı hekimlere, köylerde sülük çekenlere de deniliyor. İzninizle cerrah demeyelim. Beni Fransızca karşılığı “Chirugien” sıfatı ile atayınız.”  Ricasında bulunur. Paşa, bu kelimenin çok zor telaffuz edildiğini, yanlış anlamalara yol açacağını savunur. Sonunda yine Fransızca operasyon yapan, ameliyat eden karşılığı olan Operatör sözcüğünü bulurlar. Cemil Beyin “Ser Operatör” sıfatı ile tayin kararı yazılır, ertesi gün işe başlaması emredilir.
O sıralarda bir iş takibi için Serasker Kapısında bulunan hastane Kapı Çuhadar’ı acele Baş Tabip Mehmet Paşa’ya koşar. Ertesi sabah hastaneye Operatör adlı bir Fransız paşasının teftişe geleceği haberini getirir. Bütün gece hastane temizlenir, bahçeler yıkanır, dış kapıdan itibaren yol halıları serilir, askeri bando ve merasim kıtası kapı dışında yerini alır.
Beklenen yabancı paşa ve yanındakiler bir türlü gelmezler. Hazırlıkları gözden geçirip odasına dönen Mehmet Paşa’ya kendisini bir yüzbaşının beklediğini söylerler. Kabul eder, elindeki zarfı açar. İçinde “Kolağası Cemil Efendi’nin Ser Operatör sıfatıyla tayin olunduğuna” dair yazı vardır.
Böylece bu terim literatürümüze girmiş olur. İhtisas dalının isim babası Cemil Bey (Cemil Topuzlu Paşa);  Paşalığa kadar yükselir, yıllarca Tıp Fakültesinde hocalık yapar, Dekan olur,  birçok yeni ameliyat tekniklerini geliştirir, iki defa İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) görevini üslenir. Belediye teşkilatını ve zabıtasını modern yapıya kavuşturur, Gülhane Parkı ve çok sayıda bulvar onun eseridir. Damat Ferit Paşa Kabinesinde Nafıa Nazırlığı yapar. Bugün İstanbul’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu, bir cadde ve civarı onun adını taşımaktadır.
Günümüzde özel makinelerini kullanarak birçok işleri yapan kimselere, telefon, telsiz santralını kullananlara, birçok konunun teknisyenine de operatör denmesinden Doktor Operatörler hiç rahatsız olmamakta.
Ya doktor sıfatı;  Bir fakülte ya da yüksekokulu bitirdikten sonra belli bir bilim dalında en yükseköğrenim aşamasına vardığını, geçirdiği özel sınavla ve doktora tezi ile ispat edenlere verilen san olduğu halde doktor denilince sadece tıp doktoru anlaşılmaktadır.
Eskiden Tabip veya Hekim kullanılırdı. Bugün bu sıfat sadece “Baş Hekim” ve yardımcılarında kaldı. Nedense tüm branştakiler doktor ama niçin başlarındaki “Baş Doktor” değil de hekimdir?
O yıların operatörleri beyinden varise kadar bütün iç ve dış organlara müdahale ederlerdi.  İhtisasta henüz yan branşlar yeni yeni ayrılıyordu. Galiba önce bevliyeciler ayrı bir uzmanlık dalı oluşturmuştu.  Daha sonra dâhiliye’ciler göğüs hastalıkları, kardiyoloji, gastroenteroloji gibi dallara ayrıldılar.  Bu arada söylemdeki ihtisas dallarının alışageldiğimiz Osmanlıca terimleri de yerlerini Latince ya da Öz Türkçeye terk etti.  “Emrazı enfiyye ezniyye  hançere–i uzviye (KBB)  mütehassısı” çoktan silinmişti levhalardan ama asabiye, bevliye, nisaiye, intaniye, cildiye, tenasül hastalıkları ve benzerleri halâ yaşamakta söylemlerimizde…
Bir de halk söylemlerinde “mutatabbip”(sahte, yalancı hekim) vardır. Aslında hekim olmadıkları halde bu konuda bilgiç geçinen kimseler için kullanılır.
Büyük iller dışında belki her yerleşimde hastane yoktu ama Cumhuriyet Türkiye’sinin en ölümcül üç hastalığı; Frengi, Trahom ve özellikle Sıtma ile mücadele etmekte olan Sıtma Savaş Teşkilatının en küçük birimlerde bile tesisleri, personeli ve doktoru vardı.  Her ilde valinin otomobili yoktu ama Sıtma Savaş’ın arabası mutlak vardı.
Hastane hekimleri dışında birkaç doktor daha olurdu yerleşimlerde.  Bunlar genelde o ilde bulunan büyük devlet kuruluşlarının ve fabrikaların kadrosunda bulunurdu. Bir de yaşlanıp, emekli olmuş memleketine yerleşmiş eski doktorlar.  Tabii askeri bir birlik varsa “askeriye doktorları”. Bunlar en makbul olan ve güvenilenlerdi. O kadar ki asker olmayanlar bile muayenehanelerine yedek subaylıkta çekilmiş bir resmini çerçeveletip asarlardı.   İster asker kökenli olsun, ister olmasın bir doktorun makbul olması için reçeteye mutlaka iğne (hepsinin genel adı Morfin) yazıyor olması da tercih sebepleri içindeydi.
Çok güvenilmedikleri halde iyi iş yapan doktorlar da olurdu zaman zaman. Bir Dr. Turgut hatırlıyorum. Bir radyografi cihazı getirmişti muayenehanesine; ayakta, endam aynası gibi battal bir cihaz. Hastalarını “aynaya” sokarak tedavi ediyordu! “ Üç kere ( beş kere…) aynaya koydu hiç bir şeyim kalmadı”  Bir başka özelliği de ağrı kesici ilaçları hastanın şikâyetçi olduğu bölgeye enjekte etmesiydi.
Bu küçük yerleşimlerde yoksul hastalarından para almayan, hatta reçete üzerine ilaç parasını da koyan, köyden getirilen tavuk, yumurta vs ile gönlü alınan doktorları da hatırlıyorum.  Çok yıl evvel okuduğum ve yazarını hatırlayamadığım “Bir beyaz gömleklinin hatıraları” isimli kitapta çok çeşit örnekleri vardı bu davranışların.
Kırsalda diş çeken berberlerin mevcudiyetlerini korumasına ve diş protezi atölyelerinin diş doktorluğu hizmeti veriyor olmasına karşın diş hekimleri memnundu işlerinden.  Özellikle Anadolu illerinde, kasabalarda diş doktorlarının asıl kazancını altın kaplama diş sağlardı. Dişi altınla kaplatmak bir sağlık gereği değil zenginlik göstergesiydi. Özellikle hanımlardan tüm dişlerini altınla kaplatanları hatırlıyorum. Yıllar içinde hiç değişmeden bir dişin altınla kaplanması bedeli her zaman bir Cumhuriyet Altını karşılığıydı. Erkelerde de köpek dişlerinden birisini kaplatmak moda olmuştu bir zamanlar. Altın kaplamaya gücü yetmeyenler kron kaplama ile yetinmek zorundaydı.
Ülkede illerin ve ilçelerin çoğunda devamlı elektrik yoktu. Lokomobillerin sağladığı elektrik sadece akşam ezanından gece yarısına kadar verilirdi. Bir de Haber Bülteni (ajans) için öğlen saatlerinde bir saat süreyle. Bu sebeple elektrikli alet ve makine yok gibiydi.  Diş hekimleri bir ayağının altındaki pedala basılarak dönüş sağlayan basit bir aparat kullanırdı. Günümüzün aeratorları gibi su ve hava üfürmediğinden frezeler öyle ısıtırdı ki dişi, ağrı bir yana keskin bir kemik yanığı kokusu yayılırdı.


*BURSA SAĞLIK TARİHİ  OPR. DR. CEYHUN İRGİL
Bursa Büyük Şehir Belediyesi yayınları 2017







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...