SAĞLIK VE BURSA*I
(Birinci Bölüm)
Uykusuz geceler uzundur, hastalıklı
geceler daha da uzun, hastanedeki geceler ise en uzundur.
“Şeb-i Yelda’yı
müneccimle muvakkit ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.” (En uzun gecenin hangisi olduğunu takvim
yapanlar ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin! Aşk yüzünden gam müptelası
olmuşa sorun ki; geceler kaç saattir?) Diyor Fuzuli.
Geçen ay bir rahatsızlık nedeni ile yoğun bakım
ünitesinde geçirdiğim ilk gece en uzun geceydi, yetmiş beş yıllık
yaşamımda. Ta ki hemen karşıdaki camiden
sabah ezanları yükselene değin. Okunan sabah ezanı yeni bir günün müjdesidir,
özellikle hastalar için. Biraz sonra
ortalık aydınlanacak, hastane koridorlarında hareket ve sesler, sabah
ölçümleri, ardından doktorların vizit’i başlayacak. Sabah iğneleri yapılacak,
ağrılar sancıların teskini bir yana yeni bir yaşam umudu yerleşecektir.
İmparatorluk döneminde Cerrahpaşa Semtindeki bir
caminin müezzini namaz vaktinden çok evvel sabah ezanını okuduğu için semt
sakinlerince Şeyh-ül İslâm makamına şikâyet edilir. Huzura celp edilen müezzine
bu hatasının sebebi sorulur. Verdiği cevap ilginçtir “Bu bir hata değil
efendim, tarafımdan bilerek yapılmaktadır. Malûmunuz civarımız Cerrahpaşa,
Haseki, Guraba Hastaneleri ile yoğundur. Yatmakta olan yüzlerce hasta büyük bir
umutla sabahın gelişini beklemektedir, sabah ezanı ile onlara biraz sonra yeni
bir günün yaşam müjdesini vermek istediğimdendir.”
Kolumda serum bağlantısı, göğsümde elektrotlar, hayat
destek ünitelerinin bip- bip senfonisi, arada inleyen, yardım isteyen, daha iyi
olduklarından olsa gevezelik eden yatak komşuları. Artık başlarında o
karizmatik ama kullanışsız kepleri taşımayan tertemiz, şık üniformaları içinde
gencecik, güzel hemşire. Yeni ihdas edildikleri için sıfatları bulunmayan ve
yanlış olarak “hemşir” diye anılan
erkek sağlık görevlisi, hastabakıcı
hanımlar… Malûm; hemşire Farsça kız kardeş, bacı demektir ve
dişilik ifade eden bir kelimedir ki; bazı batı dillerinde de aynı anlamla
hastaya bakım ve tedavide doktora yardımcı olan mesleğin sahibi kadın personel
için kullanır. Ülkemizde kadın erkek
ayrımının hâkim olduğu bir dönemde,
Balkan Harbi yıllarında gönüllü olarak bu mesleğe atılan hanımlara “kız kardeş” denilerek mesleğin
kutsiyeti ifade edilmek istemiş ve bu güne kadar da kullanıla gelmiştir.
İşte bu ortamda çocukluk yıllarımın hastalarını ve
sağlık koşullarını düşündüm sabaha kadar. Çocukluğum bir Orta Anadolu kentinde
geçti; 1950 yılının evvelinde ve sonrasında.
Kent içinde ulaşım aracı faytonlardı. Mahalleye bir faytonun gelişi bir
animasyondu ve bir olayı çağrıştırırdı.
Özellikle geceleri, ya komşulardan birisine şehir dışından bir yolcu
gelmiştir, çünkü bütün yolcu trenleri gece yarısından sonra gelirdi kente ya da
bir eve doktor veya ebe getirilmiştir.
Eğer hasta
doktora gidemeyecek durumda ise ancak o zaman doktor eve getirilirdi. Bu olay
bütün komşuları ilgilendirirdi. Zira mahalle demek neşe ve kederin
paylaşıldığı, sadece yakın komşular değil tüm mahallenin birbirini tanığı,
tasasıyla, özellikle hastalık ve doğumu ile yakından ilgilenmek görevi ile
yükümlü olduğu anlayış ve terbiyenin etken olduğu bir sosyal toplumdu. Mahallede çocuk beklemekte olan hanımlar, hatta
muhtemel doğum günü zaten bilinmekte olduğundan ertesi sabah müjdeli haberi
beklemek ve yardıma koşmak dürtüsüyle şartlanmıştı hanımlar. Gece doğum
sancıları başlarsa, ilk iş mahalle bekçisi bulunurdu. Bu hiç zor bir iş
değildi, nasılsa bekçi veya devriye polisi kısa aralıklarla ve düdük çalarak
geçecekti kapı önünden. Zaten mahalle sakinleri gibi, mahallenin bir parçası olan
bekçiler de bilirdi muhtemel doğum tarihini.
Ebeler gece vakti ancak mahalle bekçisinin refakati ile gelirlerdi. Ebe
Hanımları kötü niyetleri için istismar edecek tipler o zaman da vardılar.
Gece gelen bir faytonun hastayı alarak gitmesi ise
onun hastaneye yatırılacağı gerçeğinin işaretiydi. Zira hastaneye yatmak ciddi
bir olaydı ve ölümcül hastalığın bildirgesiydi. “İstanbul’a götürmüşler” söylemi ise daha da vahimi.
Hele bir ambulansın (cankurtaran) gelişi çok ciddiydi.
O yılların Anadolu illeri ve büyük ilçelerinde belediyelerin itfaiye
garajında bir ambulans da bulunurdu.
Hastaneler ise az sayıda yatağa sahip, hemen iki üç doktorun görev
yaptığı, olanakları kısıtlı tesisler. Bulunduğum ilde pek az yerleşimlerin
sahip olduğu büyücek bir hastane vardı;
Doktor kadrosundan sadece iki kişiyi anımsıyorum. Dâhiliye Mütehassısı (iç hastalıkları uzmanı) Avni Bey, Hariciye Mütehassısı
Cerrah Safa Bey ve tabii yardımcısı “Pansumancı
Şükrü”.
Şükrü Efendi hastanenin her şeyiydi. Pansuman yapar,
dikiş atar, basit müdahalelerde bulunur,
ameliyatlarda Safa Beyi asiste ederdi.
Safa Bey’in zaman zaman ona “bıçak
verdiği” söylemlerini duyardık.
Mesleki bir eğitimi olup olmadığını bilmiyorum ama askerde sıhhiye
çavuşu olduğunu bilirdik. Zaten o yıllar sıhhiye askerliği en büyük personel
kaynağıydı sağlık kurumlarının. Bir
diğer kişi de “Sarı Hasan”. Çok küçük
yaşta geçirdiğim bisiklet kazasından sonra karnımdan tetanos serumunu yapan
kişiyi nasıl unuturdum. Günlerce yürüyememiştim. Muhtemelen bir iki doktor daha olmuş olmalı
ama meşhur ve popüler olanlar Safa ve Avni Beylerdi.
1953 yılında yeni yapılmış olan 150 yataklı hastaneye
beden eğitimi dersinden rapor almak için girdiğim Heyeti Sıhhiye (sağlık kurulu)
odasında ise 5-6 doktorun oturduğunu hatırlıyorum. Doğal olarak doktor ve
personel sayısı artmıştı.
Cerrahlara uzun süre evvel Operatör denilmeye
başlanmış olsa da halk söyleminde “cerrah”
geçerliliğini koruyordu. Bu operatör
kelimesinin bir öyküsü vardır.
Cerrah kelimesi dilimize Arapça “cerh” = yaralama kökünden
girmiş. İrin karşılığı olan cerahat, yarayı yaran, kesen, ameliyat eden
tabiplere “cerrah” denilmesi de hep
aynı köke dayanıyor. Diş çeken, hacamat vuran, yaralara müdahale eden halk doktorlarına
cerrah denildiği gibi, tıp tahsili görüp ameliyatları yapan doktorlara da
cerrah denilmiş çok uzun yıllar. Tahsilli, gerçek cerrahlar nedense bu birlikte
söylenişten hiç rahatsız olmamışlar. Ta
ki, 1889 yılına değin.
Askeri Tıbbiyeyi bitirip ihtisas için Fransa’ya gönderilen ve
üç yıllık öğrenimini tamamlayan Cemil Bey dönüşünde Serasker Kapısı’na (Harbiye Bakanlığı) gider. Sıhhiye Reisi Paşa, kendisini
Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne Ser Cerrah (Baş Cerrah) olarak atadığını söyler.
Cemil Bey, paşa babasının da arkadaşı olan Sağlık Dairesi Başkanına;
“Paşa hazretleri, cerrah tahsilli olmayan, alaylı hekimlere,
köylerde sülük çekenlere de deniliyor. İzninizle cerrah demeyelim. Beni
Fransızca karşılığı “Chirugien” sıfatı
ile atayınız.” Ricasında bulunur. Paşa,
bu kelimenin çok zor telaffuz edildiğini, yanlış anlamalara yol açacağını
savunur. Sonunda yine Fransızca operasyon yapan, ameliyat eden karşılığı olan
Operatör sözcüğünü bulurlar. Cemil Beyin “Ser
Operatör” sıfatı ile tayin kararı yazılır, ertesi gün işe başlaması
emredilir.
O sıralarda bir iş takibi için Serasker Kapısında bulunan
hastane Kapı Çuhadar’ı acele Baş Tabip Mehmet Paşa’ya koşar. Ertesi sabah
hastaneye Operatör adlı bir Fransız paşasının teftişe geleceği haberini
getirir. Bütün gece hastane temizlenir, bahçeler yıkanır, dış kapıdan itibaren
yol halıları serilir, askeri bando ve merasim kıtası kapı dışında yerini alır.
Beklenen yabancı paşa ve yanındakiler bir türlü gelmezler.
Hazırlıkları gözden geçirip odasına dönen Mehmet Paşa’ya kendisini bir
yüzbaşının beklediğini söylerler. Kabul eder, elindeki zarfı açar. İçinde “Kolağası Cemil Efendi’nin Ser Operatör
sıfatıyla tayin olunduğuna” dair yazı vardır.
Böylece bu terim literatürümüze girmiş olur. İhtisas dalının
isim babası Cemil Bey (Cemil Topuzlu Paşa);
Paşalığa kadar yükselir, yıllarca Tıp Fakültesinde hocalık yapar, Dekan
olur, birçok yeni ameliyat tekniklerini
geliştirir, iki defa İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) görevini üslenir.
Belediye teşkilatını ve zabıtasını modern yapıya kavuşturur, Gülhane Parkı ve
çok sayıda bulvar onun eseridir. Damat Ferit Paşa Kabinesinde Nafıa Nazırlığı
yapar. Bugün İstanbul’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu, bir cadde ve civarı onun
adını taşımaktadır.
Günümüzde özel makinelerini kullanarak birçok işleri yapan
kimselere, telefon, telsiz santralını kullananlara, birçok konunun teknisyenine
de operatör denmesinden Doktor Operatörler hiç rahatsız olmamakta.
Ya doktor sıfatı; Bir
fakülte ya da yüksekokulu bitirdikten sonra belli bir bilim dalında en
yükseköğrenim aşamasına vardığını, geçirdiği özel sınavla ve doktora tezi ile
ispat edenlere verilen san olduğu halde doktor denilince sadece tıp doktoru
anlaşılmaktadır.
Eskiden Tabip veya Hekim kullanılırdı. Bugün bu sıfat sadece “Baş Hekim” ve yardımcılarında kaldı.
Nedense tüm branştakiler doktor ama niçin başlarındaki “Baş Doktor” değil de
hekimdir?
O yıların operatörleri beyinden varise kadar bütün iç ve dış
organlara müdahale ederlerdi. İhtisasta
henüz yan branşlar yeni yeni ayrılıyordu. Galiba önce bevliyeciler ayrı bir
uzmanlık dalı oluşturmuştu. Daha sonra dâhiliye’ciler
göğüs hastalıkları, kardiyoloji, gastroenteroloji gibi dallara ayrıldılar. Bu arada söylemdeki ihtisas dallarının
alışageldiğimiz Osmanlıca terimleri de yerlerini Latince ya da Öz Türkçeye terk
etti. “Emrazı enfiyye ezniyye
hançere–i uzviye (KBB)
mütehassısı” çoktan silinmişti levhalardan ama asabiye, bevliye,
nisaiye, intaniye, cildiye, tenasül hastalıkları ve benzerleri halâ yaşamakta
söylemlerimizde…
Bir de halk söylemlerinde “mutatabbip”(sahte,
yalancı hekim) vardır. Aslında hekim olmadıkları halde bu konuda bilgiç geçinen
kimseler için kullanılır.
Büyük iller dışında belki her yerleşimde hastane yoktu ama
Cumhuriyet Türkiye’sinin en ölümcül üç hastalığı; Frengi, Trahom ve özellikle
Sıtma ile mücadele etmekte olan Sıtma Savaş Teşkilatının en küçük birimlerde
bile tesisleri, personeli ve doktoru vardı.
Her ilde valinin otomobili yoktu ama Sıtma Savaş’ın arabası mutlak
vardı.
Hastane hekimleri dışında birkaç doktor daha olurdu
yerleşimlerde. Bunlar genelde o ilde
bulunan büyük devlet kuruluşlarının ve fabrikaların kadrosunda bulunurdu. Bir
de yaşlanıp, emekli olmuş memleketine yerleşmiş eski doktorlar. Tabii askeri bir birlik varsa “askeriye doktorları”. Bunlar en makbul
olan ve güvenilenlerdi. O kadar ki asker olmayanlar bile muayenehanelerine
yedek subaylıkta çekilmiş bir resmini çerçeveletip asarlardı. İster asker kökenli olsun, ister olmasın bir
doktorun makbul olması için reçeteye mutlaka iğne (hepsinin genel adı Morfin)
yazıyor olması da tercih sebepleri içindeydi.
Çok güvenilmedikleri halde iyi iş yapan doktorlar da olurdu
zaman zaman. Bir Dr. Turgut hatırlıyorum. Bir radyografi cihazı getirmişti
muayenehanesine; ayakta, endam aynası gibi battal bir cihaz. Hastalarını “aynaya” sokarak tedavi ediyordu! “ Üç kere ( beş kere…) aynaya koydu hiç bir
şeyim kalmadı” Bir başka özelliği de
ağrı kesici ilaçları hastanın şikâyetçi olduğu bölgeye enjekte etmesiydi.
Bu küçük yerleşimlerde yoksul hastalarından para almayan,
hatta reçete üzerine ilaç parasını da koyan, köyden getirilen tavuk, yumurta
vs ile gönlü alınan doktorları da hatırlıyorum. Çok yıl evvel okuduğum ve yazarını
hatırlayamadığım “Bir beyaz gömleklinin
hatıraları” isimli kitapta çok çeşit örnekleri vardı bu davranışların.
Kırsalda diş çeken berberlerin mevcudiyetlerini korumasına ve
diş protezi atölyelerinin diş doktorluğu hizmeti veriyor olmasına karşın diş
hekimleri memnundu işlerinden. Özellikle
Anadolu illerinde, kasabalarda diş doktorlarının asıl kazancını altın kaplama
diş sağlardı. Dişi altınla kaplatmak bir sağlık gereği değil zenginlik
göstergesiydi. Özellikle hanımlardan tüm dişlerini altınla kaplatanları
hatırlıyorum. Yıllar içinde hiç değişmeden bir dişin altınla kaplanması bedeli
her zaman bir Cumhuriyet Altını karşılığıydı. Erkelerde de köpek dişlerinden
birisini kaplatmak moda olmuştu bir zamanlar. Altın kaplamaya gücü yetmeyenler
kron kaplama ile yetinmek zorundaydı.
Ülkede illerin ve ilçelerin çoğunda devamlı elektrik yoktu.
Lokomobillerin sağladığı elektrik sadece akşam ezanından gece yarısına kadar
verilirdi. Bir de Haber Bülteni (ajans) için öğlen saatlerinde bir saat
süreyle. Bu sebeple elektrikli alet ve makine yok gibiydi. Diş hekimleri bir ayağının altındaki pedala
basılarak dönüş sağlayan basit bir aparat kullanırdı. Günümüzün aeratorları
gibi su ve hava üfürmediğinden frezeler öyle ısıtırdı ki dişi, ağrı bir yana
keskin bir kemik yanığı kokusu yayılırdı.
*BURSA SAĞLIK TARİHİ
OPR. DR. CEYHUN İRGİL
Bursa Büyük Şehir Belediyesi yayınları 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder