SOKAK
SESLERİ *
“Nasıl kıydın Mefaret Hanım kendi kendini,
Çifte doktor doğradı o beyaz tenini.”
Önce yanık
erkek sesi sıcak öğlen güneşinin kavurduğu Arnavut Kaldırımı sokaklarda, çivit
badanalı duvarlarda, üstü kiremit dizili bahçe duvarlarından uzanmış Dut, Hanımeli,
Asma yapraklarında yansıdı. Ardından
giyotin pencerelerin yukarı sürülürken kuru tahtalarda çıkardıkları cızırtı, açılan bahçe kapılarının parmak basmalı mandal
şıkırtıları ve kadın sesleri geldi peş peşe. 1954 yılının yaz aylarıydı. Mahalleye Destancı
gelmişti.
“Bodrum Hâkimi
Mefharet Hanım'ın intiharı”, “Tatar güzeli Sulhiye ve Şehremini cinayeti”,
“Salacak canavarı, Sevim'i ve iki yavrusunu nasıl katletti” Ülkede ses getiren bir cinayet, aile
faciası, çok ölümlü bir kaza, Jandarmayla çarpışıp öldürülen kaçak mahkumlar
benzeri sansasyonel bir olay olmasın; bunun hikayesi halk şairleri tarafından
asgari yüz mısralık bir şiir haline getirilir, olayı resmeden renkli bir kapakla
kitaplaştırılır ve illeri, ilçeleri, köyleri dolaşan sokak satıcıları eliyle
bütün yurda dağıtımı yapılırdı.
Yalnız
destancılar mıydı çocukluğumun sokaklarının sesleri? Şarkı Sözleri, Maniler,
Rüya Tabirleri satıcıları genelde güzel sesleri ile ellerindeki baskıların
içeriğini yüksek sesle okuyarak dolaşırlardı. Satın alanlar sanırlardı ki, elde
kitabı olunca genelde Allah vergisi ses ve kulağa sahip bu Çingene kökenli satıcı
kadar güzel söyleyebilecekler. Tıpkı sokak satıcısından satın aldıkları
mukavvadan yapılmış kemanı onun gibi çalabileceklerini sanarak…
Bir atın iki
yanına astıkları tahta raflarda kitap satanlar vardı. Yasin, Namaz Sureleri,
dua kitapları yanında Şahmeran, Battalgazi, İslâm’ın Kılıcı hikâyelerinden Pardayanlar
serisine, Peride Celal, Muazzez Tahsin’in son kitabına, Pekhosbill, Ateş, Doğan
Kardeş, Mani di Fata Nakış dergilerinin eski sayılarına kadar geniş bir
yelpazeyle hizmet sunarlardı.
İlde motorlu
araç neredeyse parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ara sokaklara çok
seyrek olarak girerdi. Yaprak hışırtıları, kuş, horoz ötüşü, su şırıltısı
dışında, sokağın sesi çocuk çığlıkları, pencereden pencereye veya kapı aralarından
uzanan hanım sohbetleri ve sokak satıcılarının nakaratları olurdu. Bu nakaratlar farklı etnik köklerin, yöresel
şivelerin, gırtlak oyunlarının etkisiyle o kadar renkli, o kadar ritimli bazen
de o kadar anlaşılmazdı ki… Ama bir o kadar da ahenkli ve unutulmaz.
Sokak
satıcıları her gün belirli saatte, haftanın, ayın belirli günlerinde, mevsimsel
periyotlarla veya düzensiz zaman aralıklı, bazen de tek seferlik idiler.
Yoğurtçu saat
düzenine en sadık olandır. Ensesine gelen orta kısmı küçük bir yastıkla takviye
edilmiş iki, iki buçuk metre boyundaki kalınca bir sopayı taşır omuzlarında. Bu
sopanın iki ucundaki üçlü urgan düzeyine oturtulmuş tahta tepsilerde 60 santim
çapındaki galvaniz yoğurt tavaları her iki tarafa dengeli olarak
dağıtılmışlardır. Yıllar boyu kilolarca yoğurt tavasını taşıyan bu sırık her
iki uca doğru esneyip bel vermiş olurdu. Tabii aynı yükü taşıyan yoğurtçunun
sırtı da bel vermiş olurdu. Bir elinde Pazar terazisi diğer elinde bazen küçük
bir çan. Dilinde özgün haykırışı, “Yogirtciiii…” Bu çağrı o kadar özgündür ki; aşina
olmayanlar bazen ne dendiğini bile anlayamazlar. Günlük abone kapılarında, çağrılan
kapı önünde veya sokağın belirli bir noktasında durur. Bir omuz hareketiyle düzeneğini
yere indirir. En üst tavayı kapatan kontrplak kapağı kaldırır. Tavanın alt bir
tarafını küçük tahta takozu ile biraz eğdirerek yoğurt suyunun tek yönde
toplanmasını sağlar. Evlerden uzatılan kâsenin seyyar el terazisinde darasını
alır, elindeki kepçeyle birkaç seferde yanlamasına kestiği yoğurdu, kaymak
üstte kalacak şekilde, kâsenize bir sanat düzeyinde kaydırır. El terazisi çok
hassas bir tartı sağlamaz. Aldığınız bir kilo yoğurt bazı gün daha az, bazı gün
daha çoktur ama bu hiç kimse için olay değildir.
Atlı manavın
saat düzeni de şaşmaz. Atın iki yanına
asılmış küfeler muhtelif sepetler, eyer üzerine konulmuş bir iki sandık
içindeki sebze ve meyveler yine seyyar terazi ile tartılarak servis edilirdi.
Mevsiminde, çilek ve dut tartılmazlar, eyere asılmış çengellerdeki küçük
sepetleri ile satılırlardı.
Yoğurtçunun omuz
düzeneğini dondurmacı da kullanırdı. Sırığın
bir yanında gaz tenekesi boyutlarında camlı bir dolap. Raflarına renk renk sivri,
yuvarlak dondurma külahları, kâğıt helvalar sıralanmış. Diğer yanda etrafı havlular
veya kumaş ile sarılmış tahta fıçı içeresinde tuz ile sıkıştırılmış kar
korumasında, derin, silindirik dondurma kabı, üzeri önce çiçekli bir porselen
tabak sonra da havlu örtülü olarak yolculuk eder. Dondurma fıçısı ile külah
dolabının ağırlığı hiç bir zaman eşit değildir. Zaten dondurma satılıp
azaldıkça, fıçıdaki erimiş buzun suyu alttaki delikten zaman zaman tahliye
edildikçe denge noktası değişime uğrar. Bu sebeple dondurmacı sırığı
omzunda sağa sola kaydırarak dengeyi sağlardı. Dondurmacılar
kış ayları aynı düzenekle, bir yanında yuvarlak döküm mangalı üzerinde salep
güğümü diğer yanda bardakların dizildiği tepsi veya raftaki fincanları ile
salep satarlardı. Fincan yıkamak için teneke ibrik eldedir. Geceleri tek
güğümle boza sattıkları da olurdu.
Sokak içine çok
nadir olarak üç bisiklet tekerlekli, üzeri
tenteli dondurma arabaları da gelirdi. Ardında
her yaştan çocuk ordusu ve parasız çocukları "şeytan külahına" konmuş ufacık bir
parça dondurma ile gönülleyen peştamallı, babacan dondurmacı. Bu dondurmacılarda külahtan başka metalden
kadeh biçimi dondurma kapları da dizili olurdu. Tekerlek yanında küçük
musluklu, asma su deposu. Beyaz peştamallı ustaya genelde aynı kıyafete
bürünmüş küçük çırağı veya kendi oğlu eşlik ederdi. Yokuş mahallelerde bu
arabayı itme şerefine talip gönüllü çocuklar her zaman vardı; bir parça
dondurma ile ödüllendirilmeyi uman… Ama bunlar genelde çarşı, cadde
ve otobüs garajları dondurmacılarıdır.
Macuncular bağırmazlar,
saz heyetiyle dolaşırlardı. Bir keman, bir darbuka bazen klarnet ve başında
kalaylı metalden sekizgen bir tepsi. Merkezi 10 santim çapında yuvarlak etrafı
üçgenimsi altı veya sekiz parçaya bölünmüş. Her bölümde farklı renk ve lezzette
şeker macunu; naneli, bergamotlu, karanfilli. susamlı, fındıklı çövenli… Elinde
taşıdığı üç bacaklı, yüksek sehpayı yere koyar, macun tepsisini üzerine
oturtur. Sehpanın bir ayağına asılı torbadan on santim boyunda bir dut çubuğu
alır diğer elindeki tornavida yardımıyla kopardığı macunu bu çubuğu döndürerek
sarar ve uzatır. Çubuğun üzerinde birkaç renkten oluşmuş bu kombinezon biraz
sonra küçük dudaklarca yalanarak bambaşka şekillere dönüşecektir. Bu sırada saz
heyeti(!) konserine devam etmektedir.
Sucuların
(Saka) da saatleri değişmez. Ya bir eşek veya atın sırtına veya küçük bir at
veya eşek arabasına yükledikleri galvaniz su damacanaları ile evlere, Bursa’da Devrengeç Suyu dağıtırlardı. Sucunun
kendini ilânına gerek yoktur, o bağırmaz. Zira su ihtiyacı olan evin alt kat
penceresine, sokak kapısının kulpuna veya belirlenmiş bir yerine sabahtan
asılmış beyaz bir bez su ihtiyacının bildirisidir. Sucu hiç çekinmeden, esasen geceleri hariç hiç bir zaman kilitli
olmayan bahçe veya bodrum kapısını açar, girer.
Evin en serin yerleri; alt mutfak, bodrum girişi gibi yerlerde duran su
küpünü doldurur, çıkar gider. Parasını haftalık veya aylık olarak tahsil
edecektir.
Şehirler
küçüktü, mahalle daha küçük, sokak ondan da küçük. Devamlı satıcılar sakinleri
tanırdı, sakinler satıcıları. Arada bir kardeşlik samimiyeti ve hukuku
gelişmişti. Bir “Kör Ömer” anımsıyorum. Doğuştan âmâ olmasına karşın bütün
mahalleyi, dudaklarında kendi bestesi monoton ağıt gibi bir melodiyle, hiç karıştırmadan kapı kapı dolaşır,
dilenirdi. Herkesi ismiyle tanırdı sesinden. Hanımlarca kapı aralarından karnı
doyurulurdu. Hatta vebali söyleyenlerin boynuna, bazı dul hanımlarca başka
türlü de sevindirilirmiş!
Ev hanımlarının
hatta çocukların veresiye alışverişleri olurdu. Zaten para her alışverişte söz
konusu değildi. Ev hanımlarında her zaman para bulunmazdı ama eskiciye
verilebilecek eski giyim eşyası her zaman vardır. Bunlar peşin para karşılığı
sırtında torbası ile dolaşan Eskiciye satılırdı. Veya el arabası ile dolaşıp eski karşılığı
bardak, porselen tabak, emaye kap
satanlarla trampa edilirdi. Bu satıcılar daha sonraki yıllarda da bir süre
melamin tabak ve teflon tava ile devam ettiler bu trampa ticarete. Daha
değersiz giyim eskilerinin alıcısı “Mandalcıydı”. Sırtında eski torbası elinde mukavvalara
dizili tahta çamaşır mandalları dilinde bet sesiyle, değişmeyen sloganı “Hem çamaşıra hem kaynanaların dilini
tutmaya.”
Trampayı bizler
de yapardık. Bira ve meşrubat şişeleri depozitliydi ama gene de içki, ilaç, vs
şişeleri birikirdi evlerde. Bunlarla eşekli satıcılardan keçiboynuzu, iğde, leblebi
tozu (kavut) trampa ederdik. Hatta küçük cam kırıkları karşılığında bile. Bu
alışverişlerde kazandığımız pazarlık yeteneği tüm yaşantımızda etken olmuştur.
Örneğin Mudanya vapurunda çok önemliydi pazarlık. Mudanya vapuru haftanın iki
günü Armutlu’ya uğrar ve iskelesi olmadığı için demirleyen gemiye yanaşan mavna
ile alır verirdi yolcularını. İşte bu esnada geminin diğer çıkış kapısına
onlarca sandal yaklaşır, küçük hasır tabaklar içinde taze balık pazarlarlardı.
Barbunyalar, tekirler… Başlangıçta fiyatlar yüksektir ama gemi demir almaya
başlayınca iyice düşerdi. Zira satılamayan bu balıklar doğru düzgün kara
ulaşımı da olmadığı için elde kalmaya mahkûmdu.
Biz çocukların
bir başka beklentisi Poğaçacı, Kaymaklı Kurabiyeci, Horoz şekerci, Elma şekerci
idi. Ve tabii ki “Oyuncakçı Dede.” O
zamanki ölçülerimize göre bu yaşlı adam kendi imalatı, ipinden çekilerek
yürütülen kavak tahtası arabalar, kız çocukları için torna işi çok renkli beşikler
veya yürürken kanatlarını çırpan kelebek veya başını sağa sola çeviren oyuncak
ördek satardı. Plastik ve plastik oyuncaklar henüz girmemişti yaşantımıza.
Bir Fahrettin
vardı. Otistik görünüşlü bir gençti ama galvaniz telden kıvırarak yaptığı
otomobil, otobüs, kamyonlar prototip model olabilecek kadar mükemmel birer
sanat eseriydiler.
Mevsimsel
satıcılar yaz günleri eşek veya arabalarla dolaşan kavun karpuz satıcılarıdır.
Yazın sonu ve sonbaharda ise eşek sırtında kozalak, çıra, at sırtı veya
arabalarla odun pazarlayan dağ köylüleridir. Bir at veya eşek sırtındaki odun
miktarına “bir yük” denilir ve pazarlık bunun üzerinden yapılırdı. Çok tabiidir
ki bu satıcıların ardında “Odun Yarıcılar” dolaşırdı. Omuzlarında baltası,
koltuk altlarında katlanmış küçük sehpası ve testereleri ile. Bu sezonun bir
başka tipi “Baca Temizleyicisi" idi.
Zamanı belirsiz
satıcılar ve zanaatkârlar çok çeşitliydi. Şehirlerin, kasabaların mahalleleri
olurdu ve çarşıları. Güzelim ahşap evler, bol ağaçlıklı bahçeler yıkılıp
apartman bloklarına, zemin katları dükkâna dönüşmeden evvelki zamanlardı.
Mahallelerde bakkal, berber ve ayakkabı tamircisi dışında dükkân olmazdı. Öyle
olunca da uzak çarşılara gitmek yerine esnaf sokağınıza gelirdi. Çerçi,
Kalaycı, Tesisatçı, Muslukçu, Lehimci, Olukçu, Çeyizci, Bohçacı Somyacı,
Hallaç, vs.
Hallaç’ın en
önemli aparatı kemane denilen iki metrelik esneyebilir bir ağaç dalına
kurutulmuş, bükülü bağırsak(sırım) gerili ok yayı gibi nesnedir. Bunu bir
değnek yardımı ile çağrıldığı evin avlusu veya kapı sahanlığında duvara asar.
Burası sokağın düz zeminli bir kuytu köşesi de olabilir. Yere yayılmış yaygı
üzerine bağdaş kurar, oturur. Hallaç
elindeki ucu çentikli tahta tokmakla bağırsağa vurur. Bağırsak titreşirken yere
serilmiş yatak ve yastıklardan boşaltılmış yün veya pamuk kütlesine yönlendirir
onu. Titreşen yay temasta olduğu pamuk kitlesini liflendirir, kabartır. Hallaç
yayı kaldırır, atılmış pamukları diğer yana iter, bu işlemi defalarca yapar.
Tokmağın havadaki yayda yarattığı ihtizaz ile pamuğa teması esnasındaki sesler
çok farklı bir tınıyla tan-tıs, tan-tıs ritmini seslendirirler, bir müzik gibi…
Ya Somyacı?
Ülke Taş Devri, Tunç Devri gibi Seki, Minder, Somya, Çekyat, Yatar Kanepe devirlerini
yaşadı. Somya; karkası dört köşesi pahlı bükülerek sac borudan oluşmuş
dikdörtgene her iki ucundan beş santimlik helezon yayla bağlanmış sandık
çemberlerinin döşenmesinden oluşurdu. Gündüz seki ve divanların yerini dolduran
geceleri karyola görevi yapan bu düzenek çok rahatsız bir oturma sağlardı. 80-90 santim genişlik duvara dizilen
yastıklara rağmen rahat bir dayanak sağlayamaz, devamlı oturma yüzünden bazı
bölümdeki yaylar esner, uzar, yerlerinden çıkıp düşer. Oturma ve yatış daha
rahatsız, folluk gibi bir pozisyona girerdi. Bu süreklilikle her gün daha da
bozulurdu yaylar ve çemberler. İşte seyyar somyacı elindeki teneke makası,
delik zımbası gibi basit aletler ve çantasındaki yedek yaylarla somyanızı
yeniden oturulabilir ve yatılabilir konfora dönüştüren önemli bir elemandı!
İllerin
özelliklerine göre sokakların renk ve sesleri de değişirdi. Örneğin aynı
1950’li yıllarda İzmir sokaklarında bir keman veya klarnet bir darbuka ve bir
oyuncudan olan üçlüyü anımsıyorum. “Arap
havası var, Kürt havası var, Laz oyunu, balkan oyunu…” Sokakları bu çağrı ile dolaşan üçlü
vereceğiniz bahşiş karşılığı dilediğiniz yörenin müzik ve oyununu sunardı
sizlere. Ve de Kuş Azatçısı; El arabasına yüklediği büyük tel kafesin içindeki
onlarca Saka kuşundan bir tanesini ödediğiniz bir ücret karşılığı biraz
okşadıktan sonra havaya salardınız. “Azat
mezat Ahîrette beni gözet” temennisiyle. Müşterileri genelde hanımlar,
özellikle kısmet bekleyenler olurdu. Mutlu kanat çırpınışlarıyla uçan kuş
sanırım evdeki büyük kafese geri dönerdi.
Ben Bursa sokaklarını
anlattım ama o yıllar ülkenin bütün kentleri hatta kasabaları ortak özellikleri
taşırdı. Bilemiyorum? Önce sokaklar mı
yok oldular, sokak satıcıları mı? Meslek dalları işlevlerini, mallarına
ihtiyaçları kaybettiler. Ulaşım ve iletişim araçları gelişti yaygınlaştı,
“tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
Çocukluğumun sesleri ve sahipleri zaman
denilen o acımasız katmanlarda birer birer, yitip gittiler. Sütçü motorize
oldu. Bir tek Simitçi kaldı, başında
tepsisiyle... Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.
Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş-
yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık
arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler.
Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek
kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Yıllar yılları kovaladı, fotoğrafhaneler
arttı, hızlandı, askerler, çocuklar bile elde fotoğraf makinesi ile gezer
oldular, poloroit makineler çıktı, işler azaldı azaldı... Şimdi cep telefonları
resim çekilebiliyor.
Makineleri eskidi, yıprandı, dökülen cilaları
yerine kahverengi yağlı boya ile kapatılır oldu ayıpları. Kırılan bakalit
objektif kapağının yerini alüminyum ilaç kutusu aldı. Çatlayan sehpa bacakları teneke yamalarla
sarmalandı. Siyah perdeler soldu, yenilenmez oldular. Onlarla beraber
fotoğrafçılar da yaşlandı, eskidi. Hiç çözülmemiş kravat düğümleri, formu
bozulmuş fötr şapkalarının kenarları yağ bağladı. Kalın çerçeveli, siyah gözlük
sapları da tamirli oldular. Sonra bir
gün; “devlet etti fermanı”; “vesikalık
resimler renkli olacak” dendi. Bu mesleğin defteri dürüldü. Direnmeye
çalışan son birkaçı da makinelerinin titreyen bacaklarını yüklediler bükülmüş
omuzlarına, titreyen bacaklarla yitip gittiler.
Birkaç makine hurdacılar marifeti ile
sağlığında onun objektifi ile hiç göz göze gelmemiş varlıklı koleksiyoncuların
salonlarında bir köşe edindiler kendilerine.
Ya fotoğrafçılar? Sesleri zaten yoktu ki…
*Bursa’nın
Sokak Sesleri,
Olay
Gazetesi Bursa’da Yaşam Ekim 2011’ekinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder