3 Temmuz 2018 Salı

MUDANYA’YA DENİZE





Çok değil 1960’lı yıllar; bütün Marmara kıyıları denize girilebilir, tertemiz sahillerdi. İstanbul, daha çok eskilerden plâj kenti idi. 1800’lü yıllarda erkekler için deniz hamamları olduğunu biliyoruz.  Sovyet ihtilâli ile İstanbul’a gelen Beyaz Rusların ve İngiliz askerlerinin Florya sahillerinden kadınlı erkekli denize girmeleri ile başlamış plâj anlayışı. 1960’lı yıllarda Florya, yanında Menekşe, Suadiye, Caddebostan, Bostancı, Süreyya plâjları en popüler dönemini yaşıyordu. Yaz günleri, özellikle hafta sonları bu istasyonlarda boşalıverirdi banliyö trenleri. Caddebostan plâjında plâj güzeli yarışmaları yapılır, burada dereceye girenler Yeşilçam’a transfer olurlardı. Tutucu hanımlar Deniz Hamamlarını yeğlerdi. En meşhur olanları; Moda, Caddebostan, Bostancı, Salacak idiler.  Kıyıdan dar bir tahta iskele ile yeterli derinliğe ulaşıldığında tahta platformlar üzerinde çepeçevre tahta kabinler. Ön yüzlerinin açıldığı yine tahtadan bir koridor ve ortada bir yüzme havuzundan daha büyükçe bir boşluk.  Denize burada girilir, sadece dış bakışlardan korumalı bu kapalı alanda güneşlenirlerdi. Hamamı taşıyan direklerin dışında sandalla devriye görevi yapan plâj görevlileri olurdu, yüzerek yaklaşmaya çalışan röntgencileri(!) kovalamak üzere.
Plâjlar bakımlı idi. İçilebilir nitelikte bir deniz, tertemiz kumsallar, bol duş,  yan yana- bazen iki kat üzerinde- sıralanmış onlarca beton kabin. Kilitlenebilir tahta kapıları yerden bir karış yukarıdan başlardı.  Bu aralıktan hizmetliler deniz dönüşü bir leğen su sürerlerdi içeri. Kumlu ayaklarınızı yıkayabilmeniz için.  Mayosu olmayanlar için ön bürodan mayo kiralanırdı. Genelde yünden olurdu bu mayolar ve bordo veya lacivert renkli.  Başkalarının kullandığı bu mayoları giymek sakıncalı bulunmazdı, nedense.  Belki mantar tehlikesi tam bilinmediği için.  Yakından tanınan tek mantar şişe mantarı idi ve sadece mantar tabancasında tehlike yaratabilirdi!
Güneşin de tehlikesi yoktu o zamanlar. Ozon tabakasını daha delmemişti insanoğlu, medeniyet adına,  hoyratça kullanımlarla. Tabii koruma faktörlü kremleri de bilmiyorduk. Yüze 20 faktör, vücuda 12, ardından yumuşatıcılar!  Bronzlaşmış, kayış gibi ten moda olmuştu 1940’lı yılların süt beyazı bedenlerine nispet yaparcasına. Hızlı yanma için losyonları kulaktan dolma reçetelerle kendimiz geliştirirdik. Gliserin içine bir kaç damla tentürdiyot. Ceviz yağlı, ceviz kabuklu preparatlar, kakao yağlı terkipler... Eczanede satılan Ambrasoler ve Negrita isimli hazır likitlere para vermek ters gelirdi o yılların anlayışı ile.  Bir kere satın alınıp boş şişeleri kendi üretimlerimizle doldurularak hava atmak için kullanılırdı daha çok. 
Sonra sahillere sıra sıra yazlıklar dizme dönemi geldi. Bu binaların kanalizasyonları hemen önlerinden deşarj edildiler. “Tuvaleti kullan, sifonu çek, ardından denize gir, … ile birlikte.”
Sanayi atıkları, deterjanlar, kimyeviler, sintine atıkları, mazot, ham petrol taşkınları, doymak bilmez bir tempo ile doldurdu Marmara’yı, öldürdü. Binlerce yıldan bizlere miras bırakılmış güzellikleri kırk elli yıl içeresinde insafsızca harcadık. Sonraki kuşaklara bir ölü deniz devir ediyoruz. İçinde bırakınız ıstakozu birkaç cins dışında balık yaşamayan, kıyıları plânsız, zevksiz bina duvarları ile çevrelenmiş... 
                                          ARNAVUTKÖY
Bursa için deniz Mudanya veya Burgaz’dı.   Siği, Trilye, Kumla ve öteleri zeytinliklerin arasında şirin sahil köyleri idiler. Ben bu kıyıları 1950’li yıllarda başlayarak hatırlıyorum. O günler Mudanya’sı nüfusu beş binleri geçemeyen bir sahil kasabası. Halkın çoğunluğu mübadelede yerleştirilmiş Yunanistan göçmenleri. Farklı Ege Adalarından olmalarına karşın ortak adları Giritli. Bazen Rumca söylemiyle “Gırtikos”. Taşıyıp getirdikleri kültür gereği hanımların çok soğuk kış günleri hariç sokakta, kapı önlerinde oturup sohbet etme, elişi yapma,  sebze ayıklama alışkanlıkları devam etmekte…    Tüm Ege ve Marmara kıyı kasabalarında da bu böyle zaten.  
Mudanya o gün de Bursa’nın hatta Marmara bölgesi içlerinin limanı. Yaz ve kış tarifelerinde saatleri değişmekle beraber her gün İstanbul’a yolcu vapuru seferleri vardı. Genelde sabah 09.- gibi Tophaneden hareket eden Marakaz veya Sus vapurları üç buçuk dört saatlik bir yolculukla ulaşırlardı Mudanya’ya. Haftada iki Armutlu bir gün İmralı Adasına uğrardı, hem gidiş hem dönüşte. Bu günler yolculuk daha da uzar bazen beş saate bile yaklaştığı olurdu.  Armutluda iskele olmadığından açıkta demirleyen gemiye yolcular balıkçı motorları ile taşınır, yükler mavnalardan alınıp verilirdi.  Geminin kapıları önünde onlarca sandal dolaşır sazdan örülmüş küçük tabaklar içeresinde taze balık satmaya çalışırlardı. Balık satın alacaksanız geminin ayrılış düdüğünü beklemeniz gerekirdi. Zira o anda fiyatlar çok aşağılara düşerdi. Havanın fırtınalı olduğu günler Armutluya uğramadan geçilir, kaptan açıklardan düdükle selâmlardı iskelede umutla bekleyenleri. Bilmem bu bir özür beyanı mıydı? 
Pazar akşamları İstanbul’da tahsilde olanların dönüşü sebebiyle çok kalabalık olurdu. Bir iki gün evvelinden Atatürk Caddesinde Belediye Otobüslerinin hareket amirliği binasının bir köşesindeki Deniz Yolları İşletmesinin küçük bürosundan numaralı biletlerimizi temin ederdik. Orada küçük masasının ardında emekli memur olduğunu sandığım, bir hayli kilolu bir beyefendi otururdu. Birinci mevki öğrenci beş, tam on lira.  Alt güverte ikinci mevki öğrenci üç liraydı. Bursa’ya otobüs yüz elli kuruş, kaptıkaçtı üç, dolmuş taksi beş lira.
Vapurun hareketinden bir saat kadar önce bizleri evlerimizden toplayan dolmuşlar, “isterepenteli” diye adlandırılan üç sıralı kaptıkaçtılar, otobüsler art arda Mudanya İskelesine ulaşırdı. İskelede Marakaz veya Sus’u yanaşmış, buharlı calaskarları ile ön ambarına mal yüklerken bulurduk; bazen sapan filesinden bir bacağı dışarıda kalmış, sallanan büyükbaş hayvan görüntüleriyle...
1938 Almanya Kiel yapımı, Krupp marka bu vapurlar üç kardeştiler. Diğer kardeşleri Trak II. Dünya Harbi yıllarında Kapıdağ açıklarında batmıştı. Harp öncesi Avrupa’sının lüks ve aristokrat hatlarını taşırlardı.
Uzatılmış tahta rampadan 1. mevkie girdiğimizde kapıda gemi kâtibi tarafından karşılanırdık. Valizlerimiz makbuz karşılığı bagaj bankosuna teslim edilirdi. Ahşap tırabzanlı geniş merdivenle deri kaplı, numaralı, rahat kanepelerin sıralandığı salonlara girilirdi. Harekete on dakika kala yolcu olmayanların gemiyi terk etmeleri uyarısı gelirdi hoparlörlerden. Uğurlayıcılar iner yolcular pencere, filika güvertesi veya kıç küpeştelerden el sallar, iskeledeki uğurlayıcılar da mendil sallayarak cevaplarlardı bu vedayı.  O yıllar iskele, gar veya otobüs garajlarından uğurlamada mendil sallama ritüeli vardı.  
Geminin hareketinden biraz sonra elindeki gonga keçe tokmakla vurarak dolaşan bir kamarot öğlen veya akşam yemeği için kayıt toplar, yemek saatinde ikinci bir gonk daveti ile baştaki görkemli salona alınırdık. Denizcilik Bankası’nın lezzeti dünyaca ünlü mutfağından zengin bir tabldot, kolalı örtülerde, temiz giyimli garsonlarca sunulurdu. Hiç de yüksek olmayan rakamlarla. Arka gezinti salonunda bar vardı; amblemli fincanlarla çay, kahve servis edilen ve kıç güvertede basma şilteli hasır koltuklar. Seyir güvertesinde birkaç tane yataklı kamara vardı, ek bir bedel ödeyerek seyahat edebileceğiniz.
Buharlı gemi bazen islim tutamaz, üç buçuk saat olan varış süresinin dört hatta daha fazlasına uzadığı olurdu. Hemen aynı söylenti dolaşırdı dudaklarda. “Çapkın kaptan bir bayanı kaptan köşküne davet etmişti ve yolculuğu uzatma çabasında! ”idi.
Daha sonraları 1952 Hollanda yapımı Ayvalık ve Gemlik girdiler seferlere.  Bu motorlu vapurlar daha hızlıydı ama fırtınalı havalarda Mudanya’ya yanaşmakta zorlanır, bir kaç denemeden sonra Gemlik’e yönelirdi. Beyazdılar, ters rüzgârda kurum atmıyorlardı, yeniydiler ama yaylı, deri koltuklar sentetik malzemeye dönüşmüş, maun duvar kaplamaları Formika ile yer değiştirmişti. Eski ihtişam ve aristokrasi kalmamıştı. Bir süre daha eskiler ile yeniler değişimli çalıştılar. Sonra onların da devri kapandı. Jilet olup yittiler.  Arşivlerde birkaç soluk resimleri kaldı ve belleklerde anıları…
Mudanya, Marmara’nın limanı olma dışında Bursa’nın da sayfiyesiydi. Denizle güneyindeki tepeler arasında uzanan dar, uzun bir kasaba, doğu ve batısında en yakın iki plaj var; doğusunda İnciraltı, Güzelyalı (şimdi kablo fabrikası ve ilerisi) burada yıllarca Hava Motorlu Araçlar Komutanlığının ve İstihkâm Taburunun yazlık kampı kurulurdu.  Ve Burgaz, uzun plaj şeridinin sonunda henüz üç beş yeni evin oluştuğu bir köy. Köyün merkezindeki kumsalda bir kır kahvesi var ve yan yana üç dört ilkel kabinin sıralandığı halk plâjı. Biraz daha düzgün bir benzeri de Arnavutköy’de. Buralarını daha çok bekâr gençler tercih ederdi.
Kasabanın batısı Arnavutköy adı taşısa da gerçekte ne Arnavut vardı ne de bir köydü burası. Küçük yerleşkenin doğuda kasaba ile birleştiği bölgede bir askeri birliğin konuşlanmış olduğunu, bazı akşam saatlerinde topluca denize sokulan askerleri anımsıyorum. Önce kıyıda beyaz donlar ardından su yüzeyinde üç numara tıraşlı kafalar tarlası! Anadolu çocukları yüzmeyi bilmezdi ki.  
Sivil liselerdeki askerlik derslerinin devamı olarak son sınıf talebelerinin on beş günlük uygulama kampı da bu kıyılarda kurulurmuş. Hatırladığım yıllarda ise köyün (!) yanındaki tepede Millet Partisinin Ülkücü Gençlik kampı kurulurdu. Rahmetli Kamil Koç’a ait olan bu arsada daha sonraları ilk apartmanlar inşa edilmişti.
Mudanya’da Varlıklı Bursalıların yazlık evleri vardı, kıyısında üstü tenteli sandalları. Aileler sandallarla açılır veya bâkir koylara kürek çekerler, ya da Mudanya yalılarının önünden denize girerlerdi. Daha tenha plajı yeğleyen bazı hanımları ise yerli kayıkçılar üzeri tenteli daha büyük sandalları, kıçtan takma motorlu kayıkları ile daha ilerilere Uzun Yalı’ya bırakır, birkaç saat sonra alırlardı. Zaten buraya Siği yolundan dik patikalarla inmek imkânsız gibiydi.
Burada “koca karı” veya “ağlayan kaya” diye anılan bir doğal kaya heykeli(!) vardır. Mitolojik anlatımıyla balıktan dönmeyen eşi veya çocukları için açıkları gözlerken taş olmuş ve gözyaşı dökermiş. Hâlâ oradadır ama sanırım gözyaşları artık beton yığınlarına dönen kıyılar için olmalı...
Hanımlar kürek çekerdi ama gençlerin kıçtan takma motorlu sandalları vardı. Onlar da bazen aileleri, bazen arkadaşları ile bu kıyılara kadar gezinti yaparlardı. 60’lı yıllara gelindiğinde yine kıçtan takmalı sürat tekneleri beyaz köpükleriyle deniz yüzünü çizmeye başladılar. E. Akbay, C. Akınöz, S. Kiracıbaşı ve M. Gökçen’i bu teknelerin direksiyonunda anımsıyorum. Okul arkadaşım Mehmet Hancıoğlu’nun böyle bir tekneyle talihsiz bir kaza yaparak bir çocuğun ölümüne sebep olduğunu da. Rahmetli Ural Duraner’i de yelkenli teknesiyle…
Pazar günleri hanımlar buralarda görünmezdi. Zira otobüslerle gelmiş gençler veya zeytinlikler altına kurulmuş yatak çarşafı çergelerle piknikçi aileler doldururdu kıyıyı.
Kış şartlarının oluşumuna göre kıyı şeridi bazen genişler bazen çok daralırdı. Kaç kez yapılan istinat duvarlarının denizce alındığını hatırlıyorum. Sonunda 60’lı yıllarda zeytinliklerin yerine önce tek katlı köşkler yapıldı ardından buralar çok katlı apartmanlara dönüştüler.
Mudanya’dan Siği, Trilye’ye kadar sahilde başkaca yerleşim de yoktu zaten. Trilye yolu virajlı, dar ve stabilize olarak uçkur gibi devam eder giderdi.  Oysa Mudanya Bursa yolu o yıllarda bile asfalttı ve o kadar vasıflıydı ki çok uzun yıllar daha hiç tamir görmeden hizmet verdi.  1937 yılında yapılan bu yolun Türkiye’de yapılan ilk asfalt yol olduğunu duyardık. Müteahhit Rahmetli Rıza İlova’nın Hat-Has Şirketi tarafından Tepedevrent’ten Bademli’ye inerken yolun iki tarafına meyve veren dut ağaçları dikilmiş. Baharda at arabaları,  otomobiller yol boyuna sıralanır dakikalarca bu meyveden yenilirdi. Laf lafı açtı. Bu konuda dinlediğim bir anekdot geliverdi önüme. Bir işçi, müteahhit firmanın Fransız mühendisine annesini anarak küfür etmiş. Fransız’ın ısrarı üzerine aynen tercüme etmişler. Fransız gayet sakin; “Annem sandığından yaşlıdır. Sonra bilmem kendisi ister mi ki?”
Kış geldi mi o yıllardaki bütün sahil kasaba hatta şehirleri gibi Mudanya’ya sessizlik ve gariplik çökerdi. Zeytinlikler ve balıkçılık dışında iş sahası olmayan, limandaki tahmil tahliye işlerinin de kışın azalmasıyla,  esasen çalışmaya çok da hevesli olamayan erkekler günlerini ve gecelerini, keskin poyraz çığlıkları eşliğinde kahvehanelerin titrek sarı ışığı altında geçirirlerdi.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi” deyimi ve Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız kalmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
Mudanya treni sabah çok erken saatlerde Demirtaş İstasyonundan alırmış yolcularını.  Yolculuğun yaklaşık yarısı olan Bademli Köyüne gelindikte bu hitapla uyandırılırmış, uyuklayan yolcular.
1970’li yıllara kadar yaz günlerini yaylada, dağda, bağda, ılıcalarda geçiren tüm ülke denize yöneldi. Özellikle suya hasret Ankara ve Eskişehirliler Marmara kıyılarında yazlık edinmeye başladılar. Yazı Uludağ’da kamplarda geçiren Bursalılar da bu akıma kapılınca Burgaz, Gemlik-Kumla ve uzantıları hızla yapılaştılar, betonlaştılar. O yıllar yerli arabaların piyasaya arzı ile özel otomobilliler hızla çoğaldı. Bursa’ya otuz kilometre yakınlıktaki kıyılara yazlık göç başladı. Önceleri evlerdeki eşyaların mevsimlik taşınması ile başlayan geçici yerleşim yerli beyaz eşya üretiminin artması ve ucuzlaması ile başka bir şekle dönüştü. Evlere yeni beyaz eşya düzüldü eskiler yazlıklara nakledildiler. Sonraları bunlar da yenilerine ve yeni mobilyalara terk ettiler yerlerini.
Özellikle pazar günleri Mudanya yolu günübirlikçi özel arabalarla yoğun olurdu. Yiğitali Köyü sapağını geçince, bayırda, dik virajda bir bağ evi vardı. Ev sahibi viraja hâkim bahçe duvarının ardına bir kameriye yaptırmış, akşam saatlerine geçen her arabaya kadeh kaldırır, araba sahipleri de korna çalarak bu selâmı cevaplardı. O kişi sayısı yüzlerce olan otomobil kervanına kaldırdığı her kadehi içti ise her pazar bir tanker dolusu alkol tüketmiş olmalı!   
Yazlıkçı babalar her sabah Bursa’ya gelip akşam dönmek zorundaydı. Yeni Mudanya yolu yapılınca bu ulaşım daha da kolaylaştı. Hani Kayserili her yıl yazı bağında geçirir, sabah akşam eşeği ile dükkânına gider gelirmiş. Köpeği de bağ evinin ve ailesinin bekçiliğini üslenirmiş. O bahar komşusu sormuş;
“Ağa bu yaz nöricez?”
“Nörelim? Her seneki gibi.  İt ilen avrat sefada eşeğinen ben cefadayız.”
·         OLAY GAZETESİ – BURSA’DA YAŞAM EKİNİN MAYIS 2012 SAYISINDAKİ YAZIMDAN ALINTILAR VARDIR.      


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...