Çok değil 1960’lı yıllar; bütün Marmara kıyıları denize girilebilir,
tertemiz sahillerdi. İstanbul, daha çok eskilerden plâj kenti idi. 1800’lü
yıllarda erkekler için deniz hamamları olduğunu biliyoruz. Sovyet ihtilâli ile İstanbul’a gelen Beyaz Rusların
ve İngiliz askerlerinin Florya sahillerinden kadınlı erkekli denize girmeleri
ile başlamış plâj anlayışı. 1960’lı yıllarda Florya, yanında Menekşe, Suadiye,
Caddebostan, Bostancı, Süreyya plâjları en popüler dönemini yaşıyordu. Yaz
günleri, özellikle hafta sonları bu istasyonlarda boşalıverirdi banliyö
trenleri. Caddebostan plâjında plâj
güzeli yarışmaları yapılır, burada dereceye girenler Yeşilçam’a transfer
olurlardı. Tutucu hanımlar Deniz
Hamamlarını yeğlerdi. En meşhur olanları; Moda,
Caddebostan, Bostancı, Salacak idiler.
Kıyıdan dar bir tahta iskele ile yeterli derinliğe ulaşıldığında tahta
platformlar üzerinde çepeçevre tahta kabinler. Ön yüzlerinin açıldığı yine
tahtadan bir koridor ve ortada bir yüzme havuzundan daha büyükçe bir
boşluk. Denize burada girilir, sadece
dış bakışlardan korumalı bu kapalı alanda güneşlenirlerdi. Hamamı taşıyan
direklerin dışında sandalla devriye görevi yapan plâj görevlileri olurdu,
yüzerek yaklaşmaya çalışan röntgencileri(!) kovalamak üzere.
Plâjlar bakımlı idi. İçilebilir nitelikte bir deniz, tertemiz
kumsallar, bol duş, yan yana- bazen iki
kat üzerinde- sıralanmış onlarca beton kabin. Kilitlenebilir tahta kapıları
yerden bir karış yukarıdan başlardı. Bu aralıktan
hizmetliler deniz dönüşü bir leğen su sürerlerdi içeri. Kumlu ayaklarınızı
yıkayabilmeniz için. Mayosu olmayanlar
için ön bürodan mayo kiralanırdı. Genelde yünden olurdu bu mayolar ve bordo
veya lacivert renkli. Başkalarının
kullandığı bu mayoları giymek sakıncalı bulunmazdı, nedense. Belki mantar tehlikesi tam bilinmediği
için. Yakından tanınan tek mantar şişe
mantarı idi ve sadece mantar tabancasında tehlike yaratabilirdi!
Güneşin de tehlikesi yoktu o zamanlar. Ozon tabakasını daha delmemişti insanoğlu,
medeniyet adına, hoyratça kullanımlarla.
Tabii koruma faktörlü kremleri de bilmiyorduk. Yüze 20 faktör, vücuda 12,
ardından yumuşatıcılar! Bronzlaşmış,
kayış gibi ten moda olmuştu 1940’lı yılların süt beyazı bedenlerine nispet
yaparcasına. Hızlı yanma için losyonları kulaktan dolma reçetelerle kendimiz
geliştirirdik. Gliserin içine bir kaç damla tentürdiyot. Ceviz yağlı, ceviz
kabuklu preparatlar, kakao yağlı terkipler... Eczanede satılan Ambrasoler ve
Negrita isimli hazır likitlere para vermek ters gelirdi o yılların anlayışı
ile. Bir kere satın alınıp boş şişeleri
kendi üretimlerimizle doldurularak hava atmak için kullanılırdı daha çok.
Sonra sahillere sıra sıra yazlıklar dizme dönemi geldi. Bu binaların
kanalizasyonları hemen önlerinden deşarj edildiler. “Tuvaleti kullan, sifonu
çek, ardından denize gir, … ile birlikte.”
Sanayi atıkları, deterjanlar, kimyeviler, sintine atıkları, mazot, ham
petrol taşkınları, doymak bilmez bir tempo ile doldurdu Marmara’yı, öldürdü.
Binlerce yıldan bizlere miras bırakılmış güzellikleri kırk elli yıl içeresinde
insafsızca harcadık. Sonraki kuşaklara bir ölü deniz devir ediyoruz. İçinde
bırakınız ıstakozu birkaç cins dışında balık yaşamayan, kıyıları plânsız,
zevksiz bina duvarları ile çevrelenmiş...
ARNAVUTKÖY
Bursa
için deniz Mudanya veya Burgaz’dı.
Siği, Trilye, Kumla ve öteleri zeytinliklerin arasında şirin sahil
köyleri idiler. Ben bu kıyıları 1950’li yıllarda başlayarak hatırlıyorum. O
günler Mudanya’sı nüfusu beş binleri geçemeyen bir sahil kasabası. Halkın
çoğunluğu mübadelede yerleştirilmiş Yunanistan göçmenleri. Farklı Ege
Adalarından olmalarına karşın ortak adları Giritli. Bazen Rumca söylemiyle
“Gırtikos”. Taşıyıp getirdikleri kültür gereği hanımların çok soğuk kış günleri
hariç sokakta, kapı önlerinde oturup sohbet etme, elişi yapma, sebze ayıklama alışkanlıkları devam etmekte… Tüm Ege ve Marmara kıyı kasabalarında da bu
böyle zaten.
Mudanya
o gün de Bursa’nın hatta Marmara bölgesi içlerinin limanı. Yaz ve kış
tarifelerinde saatleri değişmekle beraber her gün İstanbul’a yolcu vapuru
seferleri vardı. Genelde sabah 09.- gibi Tophaneden hareket eden Marakaz veya
Sus vapurları üç buçuk dört saatlik bir yolculukla ulaşırlardı Mudanya’ya.
Haftada iki Armutlu bir gün İmralı Adasına uğrardı, hem gidiş hem dönüşte. Bu
günler yolculuk daha da uzar bazen beş saate bile yaklaştığı olurdu. Armutluda iskele olmadığından açıkta
demirleyen gemiye yolcular balıkçı motorları ile taşınır, yükler mavnalardan
alınıp verilirdi. Geminin kapıları önünde
onlarca sandal dolaşır sazdan örülmüş küçük tabaklar içeresinde taze balık
satmaya çalışırlardı. Balık satın alacaksanız geminin ayrılış düdüğünü
beklemeniz gerekirdi. Zira o anda fiyatlar çok aşağılara düşerdi. Havanın
fırtınalı olduğu günler Armutluya uğramadan geçilir, kaptan açıklardan düdükle
selâmlardı iskelede umutla bekleyenleri. Bilmem bu bir özür beyanı mıydı?
Pazar
akşamları İstanbul’da tahsilde olanların dönüşü sebebiyle çok kalabalık olurdu.
Bir iki gün evvelinden Atatürk Caddesinde Belediye Otobüslerinin hareket
amirliği binasının bir köşesindeki Deniz Yolları İşletmesinin küçük bürosundan
numaralı biletlerimizi temin ederdik. Orada küçük masasının ardında emekli
memur olduğunu sandığım, bir hayli kilolu bir beyefendi otururdu. Birinci mevki
öğrenci beş, tam on lira. Alt güverte
ikinci mevki öğrenci üç liraydı. Bursa’ya otobüs yüz elli kuruş, kaptıkaçtı üç,
dolmuş taksi beş lira.
Vapurun
hareketinden bir saat kadar önce bizleri evlerimizden toplayan dolmuşlar,
“isterepenteli” diye adlandırılan üç sıralı kaptıkaçtılar, otobüsler art arda
Mudanya İskelesine ulaşırdı. İskelede Marakaz veya Sus’u yanaşmış, buharlı
calaskarları ile ön ambarına mal yüklerken bulurduk; bazen sapan filesinden bir
bacağı dışarıda kalmış, sallanan büyükbaş hayvan görüntüleriyle...
1938 Almanya Kiel yapımı, Krupp marka bu vapurlar üç kardeştiler. Diğer kardeşleri Trak II. Dünya Harbi yıllarında Kapıdağ açıklarında batmıştı. Harp öncesi Avrupa’sının lüks ve aristokrat hatlarını taşırlardı.
1938 Almanya Kiel yapımı, Krupp marka bu vapurlar üç kardeştiler. Diğer kardeşleri Trak II. Dünya Harbi yıllarında Kapıdağ açıklarında batmıştı. Harp öncesi Avrupa’sının lüks ve aristokrat hatlarını taşırlardı.
Uzatılmış tahta rampadan 1. mevkie
girdiğimizde kapıda gemi kâtibi tarafından karşılanırdık. Valizlerimiz makbuz
karşılığı bagaj bankosuna teslim edilirdi. Ahşap tırabzanlı geniş merdivenle
deri kaplı, numaralı, rahat kanepelerin sıralandığı salonlara girilirdi.
Harekete on dakika kala yolcu olmayanların gemiyi terk etmeleri uyarısı gelirdi
hoparlörlerden. Uğurlayıcılar iner yolcular pencere, filika güvertesi veya kıç
küpeştelerden el sallar, iskeledeki uğurlayıcılar da mendil sallayarak
cevaplarlardı bu vedayı. O yıllar
iskele, gar veya otobüs garajlarından uğurlamada mendil sallama ritüeli vardı.
Geminin hareketinden biraz sonra
elindeki gonga keçe tokmakla vurarak dolaşan bir kamarot öğlen veya akşam
yemeği için kayıt toplar, yemek saatinde ikinci bir gonk daveti ile baştaki
görkemli salona alınırdık. Denizcilik Bankası’nın lezzeti dünyaca ünlü
mutfağından zengin bir tabldot, kolalı örtülerde, temiz giyimli garsonlarca
sunulurdu. Hiç de yüksek olmayan rakamlarla. Arka gezinti salonunda bar vardı;
amblemli fincanlarla çay, kahve servis edilen ve kıç güvertede basma şilteli
hasır koltuklar. Seyir güvertesinde birkaç tane yataklı kamara vardı, ek bir
bedel ödeyerek seyahat edebileceğiniz.
Buharlı gemi bazen islim tutamaz, üç
buçuk saat olan varış süresinin dört hatta daha fazlasına uzadığı olurdu. Hemen
aynı söylenti dolaşırdı dudaklarda. “Çapkın kaptan bir bayanı kaptan köşküne
davet etmişti ve yolculuğu uzatma çabasında! ”idi.
Daha sonraları 1952 Hollanda yapımı
Ayvalık ve Gemlik girdiler seferlere. Bu
motorlu vapurlar daha hızlıydı ama fırtınalı havalarda Mudanya’ya yanaşmakta
zorlanır, bir kaç denemeden sonra Gemlik’e yönelirdi. Beyazdılar, ters rüzgârda
kurum atmıyorlardı, yeniydiler ama yaylı, deri koltuklar sentetik malzemeye
dönüşmüş, maun duvar kaplamaları Formika ile yer değiştirmişti. Eski ihtişam ve
aristokrasi kalmamıştı. Bir süre daha eskiler ile yeniler değişimli çalıştılar.
Sonra onların da devri kapandı. Jilet olup yittiler. Arşivlerde birkaç soluk resimleri kaldı ve
belleklerde anıları…
Mudanya, Marmara’nın limanı olma dışında Bursa’nın da sayfiyesiydi.
Denizle güneyindeki tepeler arasında uzanan dar, uzun bir kasaba, doğu ve
batısında en yakın iki plaj var; doğusunda İnciraltı, Güzelyalı (şimdi kablo
fabrikası ve ilerisi) burada yıllarca Hava Motorlu Araçlar Komutanlığının ve
İstihkâm Taburunun yazlık kampı kurulurdu.
Ve Burgaz, uzun plaj şeridinin sonunda henüz üç beş yeni evin oluştuğu
bir köy. Köyün merkezindeki kumsalda bir kır kahvesi var ve yan yana üç dört
ilkel kabinin sıralandığı halk plâjı. Biraz daha düzgün bir benzeri de
Arnavutköy’de. Buralarını daha çok bekâr gençler tercih ederdi.
Kasabanın
batısı Arnavutköy adı taşısa da gerçekte ne Arnavut vardı ne de bir köydü
burası. Küçük yerleşkenin doğuda kasaba ile birleştiği bölgede bir askeri
birliğin konuşlanmış olduğunu, bazı akşam saatlerinde topluca denize sokulan
askerleri anımsıyorum. Önce kıyıda beyaz donlar ardından su yüzeyinde üç numara
tıraşlı kafalar tarlası! Anadolu çocukları yüzmeyi bilmezdi ki.
Sivil
liselerdeki askerlik derslerinin devamı olarak son sınıf talebelerinin on beş
günlük uygulama kampı da bu kıyılarda kurulurmuş. Hatırladığım yıllarda ise
köyün (!) yanındaki tepede Millet Partisinin Ülkücü Gençlik kampı kurulurdu.
Rahmetli Kamil Koç’a ait olan bu arsada daha sonraları ilk apartmanlar inşa
edilmişti.
Mudanya’da Varlıklı Bursalıların yazlık evleri vardı, kıyısında üstü
tenteli sandalları. Aileler sandallarla açılır veya bâkir koylara kürek
çekerler, ya da Mudanya yalılarının önünden denize girerlerdi. Daha tenha plajı
yeğleyen bazı hanımları ise yerli kayıkçılar üzeri tenteli daha büyük
sandalları, kıçtan takma motorlu kayıkları ile daha ilerilere Uzun Yalı’ya
bırakır, birkaç saat sonra alırlardı. Zaten buraya Siği yolundan dik
patikalarla inmek imkânsız gibiydi.
Burada
“koca karı” veya “ağlayan kaya” diye anılan bir doğal kaya heykeli(!) vardır.
Mitolojik anlatımıyla balıktan dönmeyen eşi veya çocukları için açıkları
gözlerken taş olmuş ve gözyaşı dökermiş. Hâlâ oradadır ama sanırım gözyaşları
artık beton yığınlarına dönen kıyılar için olmalı...
Hanımlar kürek çekerdi ama gençlerin kıçtan takma motorlu sandalları
vardı. Onlar da bazen aileleri, bazen arkadaşları ile bu kıyılara kadar gezinti
yaparlardı. 60’lı yıllara gelindiğinde yine kıçtan takmalı sürat tekneleri
beyaz köpükleriyle deniz yüzünü çizmeye başladılar. E. Akbay, C. Akınöz, S.
Kiracıbaşı ve M. Gökçen’i bu teknelerin direksiyonunda anımsıyorum. Okul
arkadaşım Mehmet Hancıoğlu’nun böyle bir tekneyle talihsiz bir kaza yaparak bir
çocuğun ölümüne sebep olduğunu da. Rahmetli Ural Duraner’i de yelkenli
teknesiyle…
Pazar
günleri hanımlar buralarda görünmezdi. Zira otobüslerle gelmiş gençler veya
zeytinlikler altına kurulmuş yatak çarşafı çergelerle piknikçi aileler
doldururdu kıyıyı.
Kış
şartlarının oluşumuna göre kıyı şeridi bazen genişler bazen çok daralırdı. Kaç
kez yapılan istinat duvarlarının denizce alındığını hatırlıyorum. Sonunda 60’lı
yıllarda zeytinliklerin yerine önce tek katlı köşkler yapıldı ardından buralar
çok katlı apartmanlara dönüştüler.
Mudanya’dan
Siği, Trilye’ye kadar sahilde başkaca yerleşim de yoktu zaten. Trilye yolu
virajlı, dar ve stabilize olarak uçkur gibi devam eder giderdi. Oysa Mudanya Bursa yolu o yıllarda bile
asfalttı ve o kadar vasıflıydı ki çok uzun yıllar daha hiç tamir görmeden
hizmet verdi. 1937 yılında yapılan bu
yolun Türkiye’de yapılan ilk asfalt yol olduğunu duyardık. Müteahhit Rahmetli
Rıza İlova’nın Hat-Has Şirketi tarafından Tepedevrent’ten Bademli’ye inerken
yolun iki tarafına meyve veren dut ağaçları dikilmiş. Baharda at
arabaları, otomobiller yol boyuna
sıralanır dakikalarca bu meyveden yenilirdi. Laf lafı açtı. Bu konuda
dinlediğim bir anekdot geliverdi önüme. Bir işçi, müteahhit firmanın Fransız
mühendisine annesini anarak küfür etmiş. Fransız’ın ısrarı üzerine aynen
tercüme etmişler. Fransız gayet sakin; “Annem sandığından yaşlıdır. Sonra
bilmem kendisi ister mi ki?”
Kış
geldi mi o yıllardaki bütün sahil kasaba hatta şehirleri gibi Mudanya’ya
sessizlik ve gariplik çökerdi. Zeytinlikler ve balıkçılık dışında iş sahası
olmayan, limandaki tahmil tahliye işlerinin de kışın azalmasıyla, esasen çalışmaya çok da hevesli olamayan
erkekler günlerini ve gecelerini, keskin poyraz çığlıkları eşliğinde
kahvehanelerin titrek sarı ışığı altında geçirirlerdi.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan
Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi” deyimi
ve Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu
katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik
meczup Hafız kalmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun
yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
Mudanya treni sabah çok erken saatlerde
Demirtaş İstasyonundan alırmış yolcularını.
Yolculuğun yaklaşık yarısı olan Bademli Köyüne gelindikte bu hitapla
uyandırılırmış, uyuklayan yolcular.
1970’li
yıllara kadar yaz günlerini yaylada, dağda, bağda, ılıcalarda geçiren tüm ülke
denize yöneldi. Özellikle suya hasret Ankara ve Eskişehirliler Marmara
kıyılarında yazlık edinmeye başladılar. Yazı Uludağ’da kamplarda geçiren
Bursalılar da bu akıma kapılınca Burgaz, Gemlik-Kumla ve uzantıları hızla
yapılaştılar, betonlaştılar. O yıllar yerli arabaların piyasaya arzı ile özel
otomobilliler hızla çoğaldı. Bursa’ya otuz kilometre yakınlıktaki kıyılara
yazlık göç başladı. Önceleri evlerdeki eşyaların mevsimlik taşınması ile başlayan
geçici yerleşim yerli beyaz eşya üretiminin artması ve ucuzlaması ile başka bir
şekle dönüştü. Evlere yeni beyaz eşya düzüldü eskiler yazlıklara nakledildiler.
Sonraları bunlar da yenilerine ve yeni mobilyalara terk ettiler yerlerini.
Özellikle
pazar günleri Mudanya yolu günübirlikçi özel arabalarla yoğun olurdu. Yiğitali
Köyü sapağını geçince, bayırda, dik virajda bir bağ evi vardı. Ev sahibi viraja
hâkim bahçe duvarının ardına bir kameriye yaptırmış, akşam saatlerine geçen her
arabaya kadeh kaldırır, araba sahipleri de korna çalarak bu selâmı cevaplardı.
O kişi sayısı yüzlerce olan otomobil kervanına kaldırdığı her kadehi içti ise
her pazar bir tanker dolusu alkol tüketmiş olmalı!
Yazlıkçı
babalar her sabah Bursa’ya gelip akşam dönmek zorundaydı. Yeni Mudanya yolu
yapılınca bu ulaşım daha da kolaylaştı. Hani Kayserili her yıl yazı bağında
geçirir, sabah akşam eşeği ile dükkânına gider gelirmiş. Köpeği de bağ evinin
ve ailesinin bekçiliğini üslenirmiş. O bahar komşusu sormuş;
“Ağa
bu yaz nöricez?”
“Nörelim?
Her seneki gibi. İt ilen avrat sefada
eşeğinen ben cefadayız.”
·
OLAY
GAZETESİ – BURSA’DA YAŞAM EKİNİN MAYIS 2012 SAYISINDAKİ YAZIMDAN ALINTILAR
VARDIR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder