FOTOĞRAFLARLA SOHBET*
Fotoğrafta Setbaşı Polis
Karakolu: Cumhuriyetin XV. Yıldönümünde çekilmiş. Ben buraları on yıl
sonrasında 1947’ler ve ilerisinden tanıyorum.
Fotoğraflarla sohbetin zor bir
yanı vardır. Sohbet belleğinizdeki yeni kareleri çağrıştırdıkça kareler her
zaman tam gerçekle uyuşmazlar. Belleğinizdeki karelerin yıllarını, mevsimlerini
tam zamanlayamazsınız. Onların arkalarında yazılı tarihler, mekânlar veya
yukarıdaki gibi net zaman göstergeleri yoktur. Kişilerin isimleri,
mesleklerinde de yanılmalar ve sapmalara maruz kalırsınız. Ne belleğinize hüküm edebilirsiniz ne de
fotoğraf karelerine söz geçirebilirsiniz.
Sohbetin bir noktasında inisiyatifi tümüyle ele geçirirler. Size sadece
kabullenmek ve teslimiyet kalır. Hele bu sohbeti yazıya dökmek gerekiyorsa daha
da zordur durumunuz.
Yaz tatillerinde halama gelirdik.
Evleri Setbaşı Meydanındaydı Meydan dediysem bu günkü haliyle kıyaslanmayacak
kadar küçük bir dört yol kavşağıydı. Üççatal kolları dört yöne uzanan devasa
çınar ağacı gölgelerdi bu alanı. Halamın evi de bu çınar ağacının arkasında,
ahşap tek katlı polis karakolu ile Namazgâh Caddesi arasındaki daracık sokakta.
Namazgâh Caddesine bakan üst kat köşe penceresinden Köprü, Mavi Köşe ve
ilerileri görünürdü.
İşte benim kendi başıma
uzanabilme iznim olan küçük dünyam; köprü dâhil tamamı granit parke döşeli
caddeleri, Arnavut Kaldırımı ara sokaklarıyla Heykelönü ve Yeşil Camisi ile
sınırlıydı. Bu sınırların içinde bana değişik gelen beni kendine çeken o kadar
çok şey vardı ki: Belki de bendeki Bursa aşkının ilk kıvılcımları o zaman
ateşlenmişti…
Bu kıvılcımların birisi tabii ki
Setbaşı Köprüsüydü. Çocuk boyumla bile korkuluklarının üzerinden aşağılara
bakarak yuvarlanmış iri taşlar arasından, köpüklerle coşkun akan berrak suları
dakikalarca izlediğimi anımsıyorum. Yaşadığım Anadolu kentinde dere yoktu ki.
Çok uzaklara giderek ulaştığımız dereler ise çamurlu ve durgun akardı ve hemen
toprak seviyesinde. Oysa burada dinlediğim anlatımlarda daha bu kış bir genç
korkuluklara çıkıp aşağı atlayarak canına kıymıştı. Bir de bir hamal biraz
dinlenmek için sırtındaki un çuvalını korkuluklara yaslamış ama çuval ağır
çekince beraberce aşağı düşmüşler. İri taşların üzerine önce çuval üzerine de
hamal. Adama hiç bir şey olmamış yürüyerek çıkmış yukarı.
O yıllarda sırtı un çuvallı
hamallara çok sık rastlanırdı. Bakkallarda paketle un satılmazdı. Elinizdeki
patiska torba ile uncudan veya bakkaldan kilo ile satın alırdınız ya da çuvalla
gelirdi evlere. Evlerin kilerindeki tahta ambarlara boşaltılır, anneler boş
kaldıkça buradan eledikleri unu bir başka yere aktarır, lâzım oldukça
kullanırlardı.
Köprü bugünkü halinden çok dardı.
1950’li yılların sonunda bir kaç ay trafik Irgandı Köprüsünden yönlendirilerek
köprünün sağ ve sol kanatlarına konsol beton çıkmalarla bir katı kadar
genişletilmişti. Özellikle kaldırımlar çok rahatlamıştı. Benim ilk anılarımda
korkuluklar demirdendi ve daha alçaktılar. Sonradan ilavelerle biraz daha
yükseltildiler, son yıllarda da yenilendiler. Güney korkuluklarından bakınca
aşağıda Mahfel duvarının bitişiğinde Akınspor’lu gençlerin voleybol sahası
vardı. Kulüp başkanı İsmail Hakkı Tuğbay
mahkûmlara yaptırmıştı bu sahayı. Parmaksız Süleyman’ın işletmesindeki, Mahfel aralığındaki lokale her gelişinde
Sporcuların saygı ile ayakta karşıladığı kalın kaşlı bu adamdan ben de çok
korkardım nedense.
Köprünün hemen bitiminde Ferah
Kıraathanesi vardı; köprü seviyesi üzerinde tek katlı, ahşap. Her iki
cephesindeki büyük giyotin camları açılınca tatlı bir serinlik oluşurdu
içeride. Üzeri tenteli terası kalın
kalastan desteklerle derenin üzerine uzanırdı. Terasın tahta korkuluklarına
kollarımı kavuşturup çok derinlerdeki dereyi sıkılmadan izlerdim. Masaya gelmiş
küçük tabaktaki lokumu, bazen bayat bisküviyi yedikten sonra benim için
buradaki tek cazip şey buydu.
Buraya Akın Spor lokaline olduğu
gibi Turhan Ağabeyimle gelirdim. Onlar saatlerce tavla veya sarı metal domino
taşlarını mermer masaya hızla vurarak domino oynarlar bense belirli aralıklarla
garsonun getirdiği yeni lokumu beklerdim. Bu lokumu Uludağ gazozu ile
değiştirmek de mümkündü.
1950’li yıllarda yıkıldı Ferah
Kıraathanesi, yerine cadde üstüne iki altına iki buçuk kat olarak Belediye
Pasajı yapılmıştı ki; 1958 Kapalıçarşı yangını geldi. Çarşı esnafı için Ulucami
Meydanında, belediye binası altında geçici dükkânlar yapılırken bir kısım
yangınzede de bu pasaja yerleştirildiler. Cadde üzerindeki bir kaç dükkâna
şekerciler, pasajın iki katına ayakkabıcılar, üst kattaki büyük salonu küçük
parçalara bölünerek sarraf ve kuyumcular yerleştirildi. Çarşı inşaatının
bitiminden sonra bu kat uzun yıllar Nikâh Salonu olarak hizmet verdi. Sonraları
düğün salonu, galiba bir ara köfteci bile oldu. Günümüzde ise kütüphane. Yalnız
köprü ve dereler miydi hayretle izlediğim? Bu kentte kadın dükkâncılar vardı;
yaşadığım kentte olmayan. Kadın tezgâhtarları sadece İstanbul’a gittiğimde
görürdüm. Bir de orada sinema gişelerinde bilet satan hanımları… Oysa burada
Kuru Kahveci Nermin Hanım vardı. Üstelik tabelasında ismi yazılı olarak ve
tuhafiyeci Süreyya Hanım.
Kıraathaneden çıkınca sola
sapılan sokakta Devrengeç suyu çeşmesi vardı.
Üzerleri hasır örülmüş cam damacanalarını dolduran at veya eşek arabalı
sakalar ve ellerinde galvaniz kaplar, bakır güğümler, hatta testilerle bekleşen
bir kalabalık olurdu çevresinde. Naylon ve plastik henüz girmemişti
yaşantımıza. Bursa’nın çoğu evlerinde akarsu olmasına karşın birçok kimse
yumuşak içimli bu suyu yeğlerdi.
Simitçilerin çağrılarına bile girmişti adı;
“Eskişehir unundan,/ Devrengecin
suyundan,/ Yeni çıktı fırından,/ Taze simit…”
Sokağı geçince cami ile
karşılaşamazdınız. İlk zamanlar, Caminin önünde bir sıra dükkânlar vardı. İşte Kuru
Kahveci Nermin Hanım Burada idi, Karlıova Kitapevinin bitişiğinde. Sonraki
yıllarda burada bir Oyuncakçı Adnan peyda olmuştu. Bir gün bakardınız, dükkânı
ve önünde sadece ve yüzlerce çocuk bisikleti. Birkaç gün sonra bunlar yok olur,
yine sadece yüzlerce kutu bebeği veya binlerce lastik top. Bir başka gün
sandıklar dolusu erkek kasketi. Bu gösteri sanırım bir yıl kadar devam etti.
Sonra geldiği gibi birden yok oldu gitti.
Sola, Yeşil Caddesine saparken
üçgen dükkânında sigara bayii ve köşegen kapısı, alana bakan iki basamaklı
mermer merdivenli köşe dükkânında Yoğurtçu Şaban; koyun sütünden enfes
dondurması, aynı nefaset ve kalitede süt mamulleri, kışın ise mermer çanaklar
içeresinde sunduğu bozası.
Köprünün batı ucunda, Hoca
Alizade sokağının köşesinde kaldırımına üç dört basamakla çıkılan bir set
vardı. Burada iki katlı ahşap evin altında aynı mamulleri satan bir Şaban daha
vardı; Şaban Sirkeci. Bilmem akrabalıkları var mıydı? Bitişiğinde de yine set üzerinde Ahmet Tevfik
Bey’in eczanesi. 1955’de buralar yıkılıp yerine apartmanlar yapılınca bu set de
kayboldu. Acaba Setbaşı ismi buradan mı gelirdi? Şaban Sirkeci yeni yapılan
Lakşe Apartmanının altında yakın zamana kadar sürdürdü aynı lezzeti.
Yoğurtçu Şaban’dan sonra
Tuhafiyeci Suavi ve yanında Süreyya Hanım dışında başka dükkân yoktu. Yeşil’e
kadar bir kaç istisna dışında kendine has o Bursa mimarisi tarzlarıyla
karşılıklı, ahşap evler sıralanırdı. İstisnanın bir tanesi sol tarafta sanırım
Mehmet Kaya’nın tütün deposu olarak kullanılan büyük bir konak, belki de
böceklik (günümüzde AVM) ve karşısında Tevfik İpekman’ın kâgir, cephesi
buzlucamla pencereli, içeriden devamlı mekik ve taka vurguları yükselen dokuma
fabrikası. Bir de yine solda küçük köprünün başında, bakımlı küçük bahçesi
içeresinde iki katlı, yuvarlak hatları ile erken dönem Cumhuriyet mimarisinin
tipik hatlarını taşıyan sevimli bir yapı. Sonra, bahçesi mermer kalıtlarla dolu
müze binası. Binanın doğu bahçesinde küçük yuvarlak havuz, alçak duvarına
basarak demir parmaklıklar arasından dakikalar boyu izlediğim fıskiyesi… Yuvarlak tel kefesinin ortasındaki pinpon
topu suyun itimiyle metrelerce yükselip geri düşer, fıskiyeye yakalanarak yorulmadan yeniden
yükselirdi defalarca…
Müzeden sonra aşağılara inen
yokuşun başında yine iki katlı bir Bursa evi vardı. Demir pencere parmaklıkları
arkasından yüzünü hiç bir zaman göremediğim hastalıklı bir kadının devamlı
haykırışları duyulurdu. Bitişiğinde Belediye Bandosunun çalışma binasından
yükselen bando sesleri ve önünde BOİ’nin kırmızı boyalı, demir otobüs durağı,
bitişiğindeki camlı barakasında hareket memurluğu. Bundan bir tane de
Çekirge’de vardı ve ne anlama gelirdi bilmem, plantorluk denilirdi
buralara.
Yeşil Camii’nin bahçe kapısı
önünde kaynamış mısır satan İslam Ağabey; yanılmıyorsam türbedar “Tahir Efendi
Amca”nın oğluydu.
Karşıda hamamın aralığından
yukarı doğru hafif bayırı çıkarsanız önce Türkünler ’in dokuma fabrikasına
sonra Maksudumakremevi Mahallesi’ne gelirdiniz. Burada dayımlar otururdu.
Mahallenin ortasındaki küçük meydanlıkta ateş tuğlaları ile örülmüş, sıvasız
bir simitçi fırını vardı; aynı tadı bir daha hiç bulamadığım tahinli pideleri
yapan. Bilmem şimdi de Kırmızı Fırın adıyla satılan tahinli pideler onların
devamı mıdır?
Bazen dayımlardan halama mahalle
içinden, Yeşil Caddesine paralel sokaklarla ulaşırdık. Bahçe aralarından ve
küçük dereyi uzatılmış iki kalastan ibaret köprüden geçerek. Sonraları ne o ara
sokakları bulabildim ne basit köprüyü. Irgandı Köprüsü civarında çocukların top
oynadığı çukur bir alan vardı, oralara Kurtoğlu denildiğini anımsıyorum.
Buralarda Gökdere’ye katılan o küçük dere bile (galiba adı Setbaşı Deresiydi)
Yeşil Caddesi üzerindeki köprüsüyle birlikte yok oldu gitti…
Güneyde meydan ile köprü arasında
iki tane ekmek fırınını, köşede Hafız Mustafa’nın şekerci dükkânını, galiba bir
bakkal ve Mahfel’in aralığı köşesinde kasap dükkânını anımsıyorum. Bu kasabın
önünde de bir çınar ağacı vardı. 1970’li yıllardı Cumhuriyet Gazetesinin okur
mektupları köşesinde bir yazı ile karşılaşmıştım. Amerika’da yaşayan bir okur,
çocukluğunun Bursa’da geçtiğini, bahsettiğim kasap dükkânı önündeki çınarın
lodoslarda sallanırken kasap dükkânını da salladığını, hâlâ durup
durmadıklarını soruyordu. O yıllarda her
ikisi de sağdılar günümüzde çınar yok oldu, kasap da.
Mahfelin önünde de, demir
parmaklıklı bahçe kapısının her iki yönünde küçük dükkânlar sıralıydı. Kapının
önünde bir âmâ gazete satıcısı vardı. Bekli de bir göçmen olmalı “gazmeteci, gazmete” nidasıyla seslenirdi.
Köprünün kuzey batı ucunda ise
hâlâ var olan binasıyla Şafak Sineması. Yer gösteren bir siyahî genç vardı. Ona
“Arap abi” diye seslendiğimi sonra da çok utandığımı hatırlıyorum. Sinemanın
önünde Paşa isimli bir seyyar tatlıcı vardı. Katlanabilir tahta sehpası
üzerinde, dikdörtgen bakır tepsisinde üzerlerine yan yana yarım yerfıstığı
dizilmiş Şam Tatlısı satardı. Beş kuruşluk porsiyon elindeki boyacı spatulünün
boyu kadardı. Müşteri çocukların; “paşa nolur, biraz daha büyük kes” talepleriyle spatulü biraz ilerletir
ama kesim esnasında el çabukluğu ile eski yerinden kesip küçük kâğıt arasında
sunardı bu nefis tatlıyı. Sinemanın alt katındaki büyük spor salonunda bir boks
maçı fotoğrafı da var bellek karelerimde.
Unutmadığım bir başka lezzet de
şimdiki Maliye binasının karşısında Turan Pastanesinde yediğim frigo’lardı. Maliye binası var mıydı anımsamıyorum. Köprü
ile Cumhuriyet Meydanı arasında sağlı sollu üç katlı, altları dükkânlı yeni
yapılmış apartmanlar ve Bursa mimarili büyük ahşap evler vardı. Sonraları
yerlerine, Yenal Pasajı, Ali Haydar Apartmanı ve Dilek Sineması yapıldı.
Ali Haydar’ın kitapçı dükkânı
Kumbaralı Saatin karşısında, Yeni yolun başında, İnegöl Köftecisinin
bitişiğindeydi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurunun getirdiği İstanbul gazetelerini
almak için burada beklediğimiz de anılarımın arasında. İnegöl Köftecisi daha
sonraları Vilâyet Binasının karşısına Çınarlı Kahve yanındaki kendi binasına
taşındı.
Yeniyol, otel ve şehirlerarası
otobüs garajlarına dönüşmüş köylü hanları, aşevleri ve oto yedek parçacıları
ile yoğundu. Bir de yolun başlangıcındaki şapkacılarla. Başı açık gezmek
ayıptı. Köylüler ve halk tabakası kasket giyerken beyefendi ve memurlar, tabii
emekliler de fötr şapka giyerlerdi. Fötr şapkanın tepe çukurunu sınırlayan
kenarları çöker. Hele selâmlamak niyetiyle günde onlarca defa baş ve işaret
parmakları arasında tutularak baştan çıkarılıp konulan ön bombesi çok çabuk
deforme olur. Siperi gövde ile çevreleyen bazısı küçük fiyonklu saten kurdele
kirlenir, yağlanır. Şapkacılar bu fötrleri benzinle, kuru temizleme ile
temizler baş ölçülerine göre ayarlanabilen yarım küre şimşir kalıplarda buhar
ve sıcak ütü yardımıyla yeniden kalıplar, kurdelesini değiştirir, yenilerdi.
Cumhuriyet Meydanında şipşak
fotoğrafçıların çektiği kareler hemen tüm Bursalıların albümlerinde ve
anılarında yer alır. Ama meydanın doğusundaki iki katlı ahşap binaların
tepesinde Yeşil Camii ve Yeşil Türbenin nadide bir biblo gibi göründüğünü
hatırlayan kaç kişi kaldı? Önce Sönmez İş Sarayı yapıldı. Yıkılıp tek katlı
yapısıyla Ege Otobüslerinin terminali olarak hizmet veren yere yapılan binanın
birinci katına Halk Bankası, çekme kata ve terasına Yusuf Restoran yerleşti.
Yeşil Türbe yine de görüntü alanındaydı. Sonraları burası da çok katlı olup o
güzelim tabloyu kapattılar. Ünlü Cadde ve Atatürk Caddesi de çok katlı imar furyasına
hızla katıldılar.
Yazılı ve görsel kaynaklarda her
dönemdeki yapılaşma değişiklikleri kolayca görülür. Ama benim bellek
karelerimde bir başka aktivite canlanıyor şimdi. Galiba 1949 senesiydi. Haşim
İşcan Bursa Valisiydi. Cumhuriyet Meydanını asfaltlanıyordu. Meydan gibi ben de asfalt yapımı ile ilk kez
tanışıyordum. Kaldırımlarda öbek öbek yanan odun ateşleri üzerinde, kaynayan
zift varilleri, büyük sac teknelerde ateş üzerinde tavlanan kum yığınları ve odun
ateşiyle ileri geri çalışan kara silindirler, elleri kürekli, terli ameleler.
Bu çalışmadan sonra asfalt sınırında kalan Setbaşı, Yeniyol ve Ünlü Cadde
tarafından gelen bisikletli sürücüler (belki bir yaş gurubunun altı) Zabıta
Memurlarının (O zamanlar Belediye Çavuşu denilirdi) düdüklü uyarıları ile
meydana sokulmazdı. Bursa’nın ünlü fayton atlarının ayaklarına lastik nal
çakılması gereği büyüklerin sohbet konuları arasında yerini almıştı.
Cumhuriyet Alanında daha sonra
çok uzun yıllar hizmet veren kumbara saatin ise bizim kuşakta farklı bir yeri
vardır. Kumbara İkinci Dünya Harbi dönemi biz çocuklar için çok önemli bir
araçtı. Hemen her çocuğun, gençlerin hatta annelerin kumbaraları olurdu,
bununla para biriktirmek bir yarıştı. Yerli Malı ve Tutum Haftalarında okula
kumbaralarımızla gelir, öğretmenimizin gözetiminde ellerde kumbara topluca
bankaya götürülürdük. Sabırlı veznedar sıra ile küçücük anahtarlarla altındaki
kapağı açar, içeriğini bankoya boşaltır, sayar, hesabımıza alırdı. Kumbara
şarkıları söyler, şiirleri ezberlerdik; “Al
eline bir kumbara,/At içine az az para,/Paranı evde saklama,/Ver bankaya dizi
dizi,/O işlesin al faizi.”
Kumbara denilince Ankara ve bazı
illerde olduğu gibi Bursa’da Cumhuriyet Alanında saat olmuş İş Bankasının o
klasik kumbarası gelirdi akıllara. Bir yanında rulo yapılmış kâğıt para atım
deliği, diğer yanında madeni paraları atmak için bir yarık. Buradan atılan
madeni paraların geri çıkışı yaylı bir dil ile önlenirdi. Ben dâhil hiç bir
çocuk bıçak vs. aletlerle bu kapanı açma becerisini gösterememiştir. En büyük
zevk de salladığınız zaman içeriden gelen şakırtı idi. Şairin “Para sesi, su sesi, kadın sesi” dediği bu olsa gerek.
O yıllarda banka sayısı çok
sınırlıydı, dolayısıyla kumbara çeşitleri de. İş Bankası dışında Ziraat
Bankasının kitap şeklinde bir kumbarası vardı.
Sonraları birçok banka bu kitap kumbarayı taklit ettiler. Yeni kurulmuş olan Yapı Kredi bankası da krem
rengi bakalitten (plastik hâlâ yok) tek
katlı ev şeklinde bir kumbara yapmış ve bu ev dizaynını uzun yıllar
reklâmlarında kullanmıştı.
Küçük dünyamın sınırlarında ilgi
ve zevkle izlediğim bir başka olay belediye bandosunun cumartesi günleri hafta
tatilinin başlangıcı ve bayrak çekimi töreni ile pazar akşamı bayrak
indiriminde marşlar gösterisiydi. Hele hafta sonları tatile çıkan lacivert
üniformalı Işıklar Askeri Lisesi öğrencilerinin birbirlerini selâmlamaları…
Sonra çok sular aktı köprülerin
altından, tabii Setbaşı Köprüsü’nün altından da. O sularla birlikte zaman da aktı. Parlak
kâğıda basılmış fotoğraflar biraz sararsalar da gümüş nitrat üzerindeki izler
öylece kaldılar ama belleğimdeki kareler benimle beraber yaşlandılar. Caddeler,
meydanlar, binalar, kişiler değiştiler, yok oldular. Bir tarihte İslâm Ağabeyi
albay üniforması içinde gördüm. O Işıklar öğrencileri sürekli yenileriyle
değişti. Kader bana Bursa’ya yerleşme şansını sundu. Küçük dünyamın
sınırlarının çok ötelerinde turlar attım. Bursa’da geçirdiğim yedek subaylık
dönemimde Askeri Lise öğrencileri beni selâmladılar. O Belediye Bandosuyla, şef Tatar Halil ve
trampetçi Mikro Niyazi ile bayram geçitleri, fener alayları, şehit cenazesi
törenleri yaptım. Yaşantımızdan çıkan kumbarayla
birlikte kumbara saat da yok oldu. Yerine arabesk bir saat kulesi yapıldı.
Çocukluğumun huzur kenti Yeşil
Bursa gri metropol oldu. Ama yine de güzel; hüzün ve özlemle anılan gençlik
aşkları gibi…
Fotoğraflarla sohbetin zor
tarafını söylemiştim. Masamda onlarca eski Bursa fotoğrafları duruyor ama… “Gayri
vuslat bir başka bahara.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder