10 Temmuz 2018 Salı

FOTOĞRAFLARLA SOHBET


FOTOĞRAFLARLA SOHBET*
Fotoğrafta Setbaşı Polis Karakolu: Cumhuriyetin XV. Yıldönümünde çekilmiş. Ben buraları on yıl sonrasında 1947’ler ve ilerisinden tanıyorum.
Fotoğraflarla sohbetin zor bir yanı vardır. Sohbet belleğinizdeki yeni kareleri çağrıştırdıkça kareler her zaman tam gerçekle uyuşmazlar. Belleğinizdeki karelerin yıllarını, mevsimlerini tam zamanlayamazsınız. Onların arkalarında yazılı tarihler, mekânlar veya yukarıdaki gibi net zaman göstergeleri yoktur. Kişilerin isimleri, mesleklerinde de yanılmalar ve sapmalara maruz kalırsınız.  Ne belleğinize hüküm edebilirsiniz ne de fotoğraf karelerine söz geçirebilirsiniz.    Sohbetin bir noktasında inisiyatifi tümüyle ele geçirirler. Size sadece kabullenmek ve teslimiyet kalır. Hele bu sohbeti yazıya dökmek gerekiyorsa daha da zordur durumunuz.
Yaz tatillerinde halama gelirdik. Evleri Setbaşı Meydanındaydı Meydan dediysem bu günkü haliyle kıyaslanmayacak kadar küçük bir dört yol kavşağıydı. Üççatal kolları dört yöne uzanan devasa çınar ağacı gölgelerdi bu alanı. Halamın evi de bu çınar ağacının arkasında, ahşap tek katlı polis karakolu ile Namazgâh Caddesi arasındaki daracık sokakta. Namazgâh Caddesine bakan üst kat köşe penceresinden Köprü, Mavi Köşe ve ilerileri görünürdü.
İşte benim kendi başıma uzanabilme iznim olan küçük dünyam; köprü dâhil tamamı granit parke döşeli caddeleri, Arnavut Kaldırımı ara sokaklarıyla Heykelönü ve Yeşil Camisi ile sınırlıydı. Bu sınırların içinde bana değişik gelen beni kendine çeken o kadar çok şey vardı ki: Belki de bendeki Bursa aşkının ilk kıvılcımları o zaman ateşlenmişti…
Bu kıvılcımların birisi tabii ki Setbaşı Köprüsüydü. Çocuk boyumla bile korkuluklarının üzerinden aşağılara bakarak yuvarlanmış iri taşlar arasından, köpüklerle coşkun akan berrak suları dakikalarca izlediğimi anımsıyorum. Yaşadığım Anadolu kentinde dere yoktu ki. Çok uzaklara giderek ulaştığımız dereler ise çamurlu ve durgun akardı ve hemen toprak seviyesinde. Oysa burada dinlediğim anlatımlarda daha bu kış bir genç korkuluklara çıkıp aşağı atlayarak canına kıymıştı. Bir de bir hamal biraz dinlenmek için sırtındaki un çuvalını korkuluklara yaslamış ama çuval ağır çekince beraberce aşağı düşmüşler. İri taşların üzerine önce çuval üzerine de hamal. Adama hiç bir şey olmamış yürüyerek çıkmış yukarı.
O yıllarda sırtı un çuvallı hamallara çok sık rastlanırdı. Bakkallarda paketle un satılmazdı. Elinizdeki patiska torba ile uncudan veya bakkaldan kilo ile satın alırdınız ya da çuvalla gelirdi evlere. Evlerin kilerindeki tahta ambarlara boşaltılır, anneler boş kaldıkça buradan eledikleri unu bir başka yere aktarır, lâzım oldukça kullanırlardı.
Köprü bugünkü halinden çok dardı. 1950’li yılların sonunda bir kaç ay trafik Irgandı Köprüsünden yönlendirilerek köprünün sağ ve sol kanatlarına konsol beton çıkmalarla bir katı kadar genişletilmişti. Özellikle kaldırımlar çok rahatlamıştı. Benim ilk anılarımda korkuluklar demirdendi ve daha alçaktılar. Sonradan ilavelerle biraz daha yükseltildiler, son yıllarda da yenilendiler. Güney korkuluklarından bakınca aşağıda Mahfel duvarının bitişiğinde Akınspor’lu gençlerin voleybol sahası vardı.  Kulüp başkanı İsmail Hakkı Tuğbay mahkûmlara yaptırmıştı bu sahayı. Parmaksız Süleyman’ın işletmesindeki,  Mahfel aralığındaki lokale her gelişinde Sporcuların saygı ile ayakta karşıladığı kalın kaşlı bu adamdan ben de çok korkardım nedense.
Köprünün hemen bitiminde Ferah Kıraathanesi vardı; köprü seviyesi üzerinde tek katlı, ahşap. Her iki cephesindeki büyük giyotin camları açılınca tatlı bir serinlik oluşurdu içeride.     Üzeri tenteli terası kalın kalastan desteklerle derenin üzerine uzanırdı. Terasın tahta korkuluklarına kollarımı kavuşturup çok derinlerdeki dereyi sıkılmadan izlerdim. Masaya gelmiş küçük tabaktaki lokumu, bazen bayat bisküviyi yedikten sonra benim için buradaki tek cazip şey buydu.
Buraya Akın Spor lokaline olduğu gibi Turhan Ağabeyimle gelirdim. Onlar saatlerce tavla veya sarı metal domino taşlarını mermer masaya hızla vurarak domino oynarlar bense belirli aralıklarla garsonun getirdiği yeni lokumu beklerdim. Bu lokumu Uludağ gazozu ile değiştirmek de mümkündü.
1950’li yıllarda yıkıldı Ferah Kıraathanesi, yerine cadde üstüne iki altına iki buçuk kat olarak Belediye Pasajı yapılmıştı ki; 1958 Kapalıçarşı yangını geldi. Çarşı esnafı için Ulucami Meydanında, belediye binası altında geçici dükkânlar yapılırken bir kısım yangınzede de bu pasaja yerleştirildiler. Cadde üzerindeki bir kaç dükkâna şekerciler, pasajın iki katına ayakkabıcılar, üst kattaki büyük salonu küçük parçalara bölünerek sarraf ve kuyumcular yerleştirildi. Çarşı inşaatının bitiminden sonra bu kat uzun yıllar Nikâh Salonu olarak hizmet verdi. Sonraları düğün salonu, galiba bir ara köfteci bile oldu. Günümüzde ise kütüphane. Yalnız köprü ve dereler miydi hayretle izlediğim? Bu kentte kadın dükkâncılar vardı; yaşadığım kentte olmayan. Kadın tezgâhtarları sadece İstanbul’a gittiğimde görürdüm. Bir de orada sinema gişelerinde bilet satan hanımları… Oysa burada Kuru Kahveci Nermin Hanım vardı. Üstelik tabelasında ismi yazılı olarak ve tuhafiyeci Süreyya Hanım.
Kıraathaneden çıkınca sola sapılan sokakta Devrengeç suyu çeşmesi vardı.  Üzerleri hasır örülmüş cam damacanalarını dolduran at veya eşek arabalı sakalar ve ellerinde galvaniz kaplar, bakır güğümler, hatta testilerle bekleşen bir kalabalık olurdu çevresinde. Naylon ve plastik henüz girmemişti yaşantımıza. Bursa’nın çoğu evlerinde akarsu olmasına karşın birçok kimse yumuşak içimli bu suyu yeğlerdi.  Simitçilerin çağrılarına bile girmişti adı;
“Eskişehir unundan,/  Devrengecin suyundan,/  Yeni çıktı fırından,/  Taze simit…”
Sokağı geçince cami ile karşılaşamazdınız. İlk zamanlar, Caminin önünde bir sıra dükkânlar vardı. İşte Kuru Kahveci Nermin Hanım Burada idi, Karlıova Kitapevinin bitişiğinde. Sonraki yıllarda burada bir Oyuncakçı Adnan peyda olmuştu. Bir gün bakardınız, dükkânı ve önünde sadece ve yüzlerce çocuk bisikleti. Birkaç gün sonra bunlar yok olur, yine sadece yüzlerce kutu bebeği veya binlerce lastik top. Bir başka gün sandıklar dolusu erkek kasketi. Bu gösteri sanırım bir yıl kadar devam etti. Sonra geldiği gibi birden yok oldu gitti.
Sola, Yeşil Caddesine saparken üçgen dükkânında sigara bayii ve köşegen kapısı, alana bakan iki basamaklı mermer merdivenli köşe dükkânında Yoğurtçu Şaban; koyun sütünden enfes dondurması, aynı nefaset ve kalitede süt mamulleri, kışın ise mermer çanaklar içeresinde sunduğu bozası.
Köprünün batı ucunda, Hoca Alizade sokağının köşesinde kaldırımına üç dört basamakla çıkılan bir set vardı. Burada iki katlı ahşap evin altında aynı mamulleri satan bir Şaban daha vardı; Şaban Sirkeci. Bilmem akrabalıkları var mıydı?  Bitişiğinde de yine set üzerinde Ahmet Tevfik Bey’in eczanesi. 1955’de buralar yıkılıp yerine apartmanlar yapılınca bu set de kayboldu. Acaba Setbaşı ismi buradan mı gelirdi? Şaban Sirkeci yeni yapılan Lakşe Apartmanının altında yakın zamana kadar sürdürdü aynı lezzeti.
Yoğurtçu Şaban’dan sonra Tuhafiyeci Suavi ve yanında Süreyya Hanım dışında başka dükkân yoktu. Yeşil’e kadar bir kaç istisna dışında kendine has o Bursa mimarisi tarzlarıyla karşılıklı, ahşap evler sıralanırdı. İstisnanın bir tanesi sol tarafta sanırım Mehmet Kaya’nın tütün deposu olarak kullanılan büyük bir konak, belki de böceklik (günümüzde AVM) ve karşısında Tevfik İpekman’ın kâgir, cephesi buzlucamla pencereli, içeriden devamlı mekik ve taka vurguları yükselen dokuma fabrikası. Bir de yine solda küçük köprünün başında, bakımlı küçük bahçesi içeresinde iki katlı, yuvarlak hatları ile erken dönem Cumhuriyet mimarisinin tipik hatlarını taşıyan sevimli bir yapı. Sonra, bahçesi mermer kalıtlarla dolu müze binası. Binanın doğu bahçesinde küçük yuvarlak havuz, alçak duvarına basarak demir parmaklıklar arasından dakikalar boyu izlediğim fıskiyesi…  Yuvarlak tel kefesinin ortasındaki pinpon topu suyun itimiyle metrelerce yükselip geri düşer,  fıskiyeye yakalanarak yorulmadan yeniden yükselirdi defalarca…
Müzeden sonra aşağılara inen yokuşun başında yine iki katlı bir Bursa evi vardı. Demir pencere parmaklıkları arkasından yüzünü hiç bir zaman göremediğim hastalıklı bir kadının devamlı haykırışları duyulurdu. Bitişiğinde Belediye Bandosunun çalışma binasından yükselen bando sesleri ve önünde BOİ’nin kırmızı boyalı, demir otobüs durağı, bitişiğindeki camlı barakasında hareket memurluğu. Bundan bir tane de Çekirge’de vardı ve ne anlama gelirdi bilmem, plantorluk denilirdi buralara. 
Yeşil Camii’nin bahçe kapısı önünde kaynamış mısır satan İslam Ağabey; yanılmıyorsam türbedar “Tahir Efendi Amca”nın oğluydu.
Karşıda hamamın aralığından yukarı doğru hafif bayırı çıkarsanız önce Türkünler ’in dokuma fabrikasına sonra Maksudumakremevi Mahallesi’ne gelirdiniz. Burada dayımlar otururdu. Mahallenin ortasındaki küçük meydanlıkta ateş tuğlaları ile örülmüş, sıvasız bir simitçi fırını vardı; aynı tadı bir daha hiç bulamadığım tahinli pideleri yapan. Bilmem şimdi de Kırmızı Fırın adıyla satılan tahinli pideler onların devamı mıdır?
Bazen dayımlardan halama mahalle içinden, Yeşil Caddesine paralel sokaklarla ulaşırdık. Bahçe aralarından ve küçük dereyi uzatılmış iki kalastan ibaret köprüden geçerek. Sonraları ne o ara sokakları bulabildim ne basit köprüyü. Irgandı Köprüsü civarında çocukların top oynadığı çukur bir alan vardı, oralara Kurtoğlu denildiğini anımsıyorum. Buralarda Gökdere’ye katılan o küçük dere bile (galiba adı Setbaşı Deresiydi) Yeşil Caddesi üzerindeki köprüsüyle birlikte yok oldu gitti…
Güneyde meydan ile köprü arasında iki tane ekmek fırınını, köşede Hafız Mustafa’nın şekerci dükkânını, galiba bir bakkal ve Mahfel’in aralığı köşesinde kasap dükkânını anımsıyorum. Bu kasabın önünde de bir çınar ağacı vardı. 1970’li yıllardı Cumhuriyet Gazetesinin okur mektupları köşesinde bir yazı ile karşılaşmıştım. Amerika’da yaşayan bir okur, çocukluğunun Bursa’da geçtiğini, bahsettiğim kasap dükkânı önündeki çınarın lodoslarda sallanırken kasap dükkânını da salladığını, hâlâ durup durmadıklarını soruyordu.  O yıllarda her ikisi de sağdılar günümüzde çınar yok oldu, kasap da.
Mahfelin önünde de, demir parmaklıklı bahçe kapısının her iki yönünde küçük dükkânlar sıralıydı. Kapının önünde bir âmâ gazete satıcısı vardı. Bekli de bir göçmen olmalı “gazmeteci, gazmete”  nidasıyla seslenirdi.
Köprünün kuzey batı ucunda ise hâlâ var olan binasıyla Şafak Sineması. Yer gösteren bir siyahî genç vardı. Ona “Arap abi” diye seslendiğimi sonra da çok utandığımı hatırlıyorum. Sinemanın önünde Paşa isimli bir seyyar tatlıcı vardı. Katlanabilir tahta sehpası üzerinde, dikdörtgen bakır tepsisinde üzerlerine yan yana yarım yerfıstığı dizilmiş Şam Tatlısı satardı. Beş kuruşluk porsiyon elindeki boyacı spatulünün boyu kadardı. Müşteri çocukların; “paşa nolur, biraz daha büyük kes” talepleriyle spatulü biraz ilerletir ama kesim esnasında el çabukluğu ile eski yerinden kesip küçük kâğıt arasında sunardı bu nefis tatlıyı. Sinemanın alt katındaki büyük spor salonunda bir boks maçı fotoğrafı da var bellek karelerimde.
Unutmadığım bir başka lezzet de şimdiki Maliye binasının karşısında Turan Pastanesinde yediğim frigo’lardı.  Maliye binası var mıydı anımsamıyorum. Köprü ile Cumhuriyet Meydanı arasında sağlı sollu üç katlı, altları dükkânlı yeni yapılmış apartmanlar ve Bursa mimarili büyük ahşap evler vardı. Sonraları yerlerine, Yenal Pasajı, Ali Haydar Apartmanı ve Dilek Sineması yapıldı.
Ali Haydar’ın kitapçı dükkânı Kumbaralı Saatin karşısında, Yeni yolun başında, İnegöl Köftecisinin bitişiğindeydi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurunun getirdiği İstanbul gazetelerini almak için burada beklediğimiz de anılarımın arasında. İnegöl Köftecisi daha sonraları Vilâyet Binasının karşısına Çınarlı Kahve yanındaki kendi binasına taşındı.
Yeniyol, otel ve şehirlerarası otobüs garajlarına dönüşmüş köylü hanları, aşevleri ve oto yedek parçacıları ile yoğundu. Bir de yolun başlangıcındaki şapkacılarla. Başı açık gezmek ayıptı. Köylüler ve halk tabakası kasket giyerken beyefendi ve memurlar, tabii emekliler de fötr şapka giyerlerdi. Fötr şapkanın tepe çukurunu sınırlayan kenarları çöker. Hele selâmlamak niyetiyle günde onlarca defa baş ve işaret parmakları arasında tutularak baştan çıkarılıp konulan ön bombesi çok çabuk deforme olur. Siperi gövde ile çevreleyen bazısı küçük fiyonklu saten kurdele kirlenir, yağlanır. Şapkacılar bu fötrleri benzinle, kuru temizleme ile temizler baş ölçülerine göre ayarlanabilen yarım küre şimşir kalıplarda buhar ve sıcak ütü yardımıyla yeniden kalıplar, kurdelesini değiştirir, yenilerdi.
Cumhuriyet Meydanında şipşak fotoğrafçıların çektiği kareler hemen tüm Bursalıların albümlerinde ve anılarında yer alır. Ama meydanın doğusundaki iki katlı ahşap binaların tepesinde Yeşil Camii ve Yeşil Türbenin nadide bir biblo gibi göründüğünü hatırlayan kaç kişi kaldı? Önce Sönmez İş Sarayı yapıldı. Yıkılıp tek katlı yapısıyla Ege Otobüslerinin terminali olarak hizmet veren yere yapılan binanın birinci katına Halk Bankası, çekme kata ve terasına Yusuf Restoran yerleşti. Yeşil Türbe yine de görüntü alanındaydı. Sonraları burası da çok katlı olup o güzelim tabloyu kapattılar. Ünlü Cadde ve Atatürk Caddesi de çok katlı imar furyasına hızla katıldılar.
Yazılı ve görsel kaynaklarda her dönemdeki yapılaşma değişiklikleri kolayca görülür. Ama benim bellek karelerimde bir başka aktivite canlanıyor şimdi. Galiba 1949 senesiydi. Haşim İşcan Bursa Valisiydi. Cumhuriyet Meydanını asfaltlanıyordu.  Meydan gibi ben de asfalt yapımı ile ilk kez tanışıyordum. Kaldırımlarda öbek öbek yanan odun ateşleri üzerinde, kaynayan zift varilleri, büyük sac teknelerde ateş üzerinde tavlanan kum yığınları ve odun ateşiyle ileri geri çalışan kara silindirler, elleri kürekli, terli ameleler. Bu çalışmadan sonra asfalt sınırında kalan Setbaşı, Yeniyol ve Ünlü Cadde tarafından gelen bisikletli sürücüler (belki bir yaş gurubunun altı) Zabıta Memurlarının (O zamanlar Belediye Çavuşu denilirdi) düdüklü uyarıları ile meydana sokulmazdı. Bursa’nın ünlü fayton atlarının ayaklarına lastik nal çakılması gereği büyüklerin sohbet konuları arasında yerini almıştı.
Cumhuriyet Alanında daha sonra çok uzun yıllar hizmet veren kumbara saatin ise bizim kuşakta farklı bir yeri vardır. Kumbara İkinci Dünya Harbi dönemi biz çocuklar için çok önemli bir araçtı. Hemen her çocuğun, gençlerin hatta annelerin kumbaraları olurdu, bununla para biriktirmek bir yarıştı. Yerli Malı ve Tutum Haftalarında okula kumbaralarımızla gelir, öğretmenimizin gözetiminde ellerde kumbara topluca bankaya götürülürdük. Sabırlı veznedar sıra ile küçücük anahtarlarla altındaki kapağı açar, içeriğini bankoya boşaltır, sayar, hesabımıza alırdı. Kumbara şarkıları söyler, şiirleri ezberlerdik; “Al eline bir kumbara,/At içine az az para,/Paranı evde saklama,/Ver bankaya dizi dizi,/O işlesin al faizi.”   
Kumbara denilince Ankara ve bazı illerde olduğu gibi Bursa’da Cumhuriyet Alanında saat olmuş İş Bankasının o klasik kumbarası gelirdi akıllara. Bir yanında rulo yapılmış kâğıt para atım deliği, diğer yanında madeni paraları atmak için bir yarık. Buradan atılan madeni paraların geri çıkışı yaylı bir dil ile önlenirdi. Ben dâhil hiç bir çocuk bıçak vs. aletlerle bu kapanı açma becerisini gösterememiştir. En büyük zevk de salladığınız zaman içeriden gelen şakırtı idi.  Şairin “Para sesi, su sesi, kadın sesi” dediği bu olsa gerek.
O yıllarda banka sayısı çok sınırlıydı, dolayısıyla kumbara çeşitleri de. İş Bankası dışında Ziraat Bankasının kitap şeklinde bir kumbarası vardı.  Sonraları birçok banka bu kitap kumbarayı taklit ettiler.  Yeni kurulmuş olan Yapı Kredi bankası da krem rengi bakalitten (plastik hâlâ yok)  tek katlı ev şeklinde bir kumbara yapmış ve bu ev dizaynını uzun yıllar reklâmlarında kullanmıştı.
Küçük dünyamın sınırlarında ilgi ve zevkle izlediğim bir başka olay belediye bandosunun cumartesi günleri hafta tatilinin başlangıcı ve bayrak çekimi töreni ile pazar akşamı bayrak indiriminde marşlar gösterisiydi. Hele hafta sonları tatile çıkan lacivert üniformalı Işıklar Askeri Lisesi öğrencilerinin birbirlerini selâmlamaları…
Sonra çok sular aktı köprülerin altından, tabii Setbaşı Köprüsü’nün altından da.  O sularla birlikte zaman da aktı. Parlak kâğıda basılmış fotoğraflar biraz sararsalar da gümüş nitrat üzerindeki izler öylece kaldılar ama belleğimdeki kareler benimle beraber yaşlandılar. Caddeler, meydanlar, binalar, kişiler değiştiler, yok oldular. Bir tarihte İslâm Ağabeyi albay üniforması içinde gördüm. O Işıklar öğrencileri sürekli yenileriyle değişti. Kader bana Bursa’ya yerleşme şansını sundu. Küçük dünyamın sınırlarının çok ötelerinde turlar attım. Bursa’da geçirdiğim yedek subaylık dönemimde Askeri Lise öğrencileri beni selâmladılar.  O Belediye Bandosuyla, şef Tatar Halil ve trampetçi Mikro Niyazi ile bayram geçitleri, fener alayları, şehit cenazesi törenleri yaptım.  Yaşantımızdan çıkan kumbarayla birlikte kumbara saat da yok oldu. Yerine arabesk bir saat kulesi yapıldı.
Çocukluğumun huzur kenti Yeşil Bursa gri metropol oldu. Ama yine de güzel; hüzün ve özlemle anılan gençlik aşkları gibi…
Fotoğraflarla sohbetin zor tarafını söylemiştim. Masamda onlarca eski Bursa fotoğrafları duruyor ama…  “Gayri vuslat bir başka bahara.”  

*OLAY GAZETESİ BURSA'DA YAŞAM EKİ MAYIS 2012 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...