27 Temmuz 2018 Cuma

AH GÜZEL İSTANBUL –III-


AH GÜZEL İSTANBUL –III-
(…) Taksim meydanı Tarlabaşı yönünde genişledi, o kadar. İnönü (Taksim) Gezisini boylamasına kat edip, sonuna ulaşınca bir köprü ile İstanbul Sergisinin kurulduğu ağaçlıklı, geniş alana varırdınız. Taşkışla, Emlâk Caddesi, Askeri Müze, Harbiye, Divan Otelinin çevrelediği geniş adada sadece Radyoevi ile Divan Oteli arasında cadde boyuna sıralanmış birkaç büyük apartman ve Lütfü Kırdar’ın yaptırdığı Spor ve Sergi Sarayı vardı. Bu binanın merkeziyetinde, yanındaki boş alanda her yaz İstanbul Sergisi açılır, bir nevi fuar düzeyindeki bu etkinlikte İtalyan Lûna Parkı kurulurdu. Çarpışan otomobiller, uçan sandalyeler, dönme dolap ve Rus Dağları (Roller Coasters) ile bizim ve bizden önceki kuşak orada tanıştı. Onlarca arabalık konvoyu, devasa çadırı ile Medrano Sirkini de orada tanıdığımız gibi. Spor ve Sergi sarayında, Japonların çok görkemli Bebek Sergisini ve Rus Buz Balesini izlediğimi de hatırlıyorum. Sonraları bu etkinlikler biraz daha eğlence ağırlıklı olarak Gülhane Parkı‘na taşındılar.
İstanbul’un o yakası Şişli’de biterdi. Taksim Abidesi’nin etrafından bir yuvarlak çizen tramvay hattı, Pangaltıdan bir yol Kurtuluş’a, Harbiye’nin köşesinden bir yol tek hat olarak Nişantaşı ve Maçka’ya ayrılır, Maçka Palasın önünde son bulan hat kalın bir demir sehpa ile kapanırdı.  Burada Vatman iner, önce vagonun arkasından sarkan ipi çekerek tepedeki traversi ters yöne çevirir, kumanda için kullandığı iki manivelâyı şimdi ön olmuş olan arka mahalle monte eder, biletçi de arkalıkları ittirilince yön değiştiren koltukları yeni hareket yönüne hazırlardı.
Ana hat ise, inşa halindeki Şişli Camii’ni geçip, tramvay deposunda son bulurdu.  Buradan dar bir parke yol şehrin bir hayli, dışındaki şirin Mecidiyeköy’e bahçelikler ve bostanlar arasından uzanırdı. Ondan sonrası mı? Uçkur gibi, daracık bir asfalt, Maslak yolu ile dağlar ve ormanlar arasından Boğaza, Kefeliköy’e varırdı. Etiler ve Levent boş arazide uydu kent olarak inşa ediliyordu. Ve “Allah’ın dağlarında” kimlerin oturacağı, bazıları için merak konusu idi.  Seyrek bağ evlerinin arasında tek bina  -sanırım şimdi Ulus tarafları- olan Polis Okuluna aitti.
Taksimden Şişhane yolu ile Karaköy’e gelen hat, biri Boğazkesen yolu ile Beşiktaş’a diğeri Galata Köprüsünü geçip, Eminönü, Sirkeci, Divanyolu güzergâhı ile Beyazıt’a, burada ikiye ayrılarak, Fatih üzerinden Edirnekapı, diğeri Aksaray’a burada da ikiye ayrılarak, bir kol Kacamustafapaşa bir kol Şehremini-Topkapı’ya uzanırdı. Şehreminindeki bir depo daha vagonları barındırırdı.
Anadolu yakasında ise; Kadıköy'den kalkan seferler, Altıyoldan tek hatla Moda’ya, bir kol Üsküdar-Kısıklı’ya, bir kol da Bağdat Caddesini takiben yüksek duvarlar, ulu ağaçlar arkasına gizlenmiş konaklar, köşkler arasından Bostancı’ya ulaşırdı. Bu hatta yaz ayları yanları açık, tenteli vagonlar çalışırdı.
Ve bu noktaların sınırladığı sahada İstanbul biterdi.  Oralardan öteleri sayfiye yerleri veya gerçek manâda köylerdi.
Haydarpaşa’dan Pendik’e, Sirkeci’den Halkalı ’ya varan banliyö trenleri, Köprüden, Haliç ve Boğaz kıyıları, Haydarpaşa-Kadıköy, Moda, Adalar, Pendik’e sefer yapan Şehir Hattı Vapurları ulaşım için yeterli idiler. Şehrin bütün yurt ve dışarı ile bağlantısını demiryolları ve gemiler karşılardı. Tek sıkıntı karayolu ulaşımı arttıkça bir felâket halini alan Kabataş-Üsküdar arasındaki arabalı vapur kuyruklarında saatlerce sıra beklemek idi.
Ancak bir milyon nüfusu barındıran şehir bugünkü gibi geniş ve yaygın değildi.
Direklerdeki sokak aydınlatmaları devrin teknolojisi gereği şapkalı olurdu gökyüzünü değil, genelde sarı bir ışıkla caddeleri aydınlatırdı. Ses kirliliği gibi, ışık kirliliği de yoktu. Gökyüzü bol yıldızlı olurdu. Şaire,“yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.” dizelerini yazdırtacak kadar. Bazı geceler Alemdağ, Kayışdağı   ve Avrupa yakasından ismini bilmediğim tepelerden çok kuvvetli ışık huzmeleri uzanırdı göğün derinliklerine. Gökyüzünü tararlar, bazen iki yakadan gelen huzmeler birebirleri ile çakışarak gösteri yaparlardı. Bunlar havadaki düşman uçaklarını tarayan sistemlermiş. Gayri, ikinci Dünya Savaşı şartları kalmamıştı ama bu birlikler yerini muhafaza eder, muhtemelen eğitim yaparlardı. Sanırım radar ağları kurulmamıştı henüz. Tıpkı uçaklarla telsiz bağlantılarını sağlayan metrelerce yükseklikteki ve onlarca adetlik anten direkleri tarlaları gibi… Yeşilköy Hava Alanının bitişiğindeki böyle bir direk (pilon) arazisinin yıllarca semte “telsiz” ismini verdiği gibi... Belki hala daha aynı adla anılıyordur oralar.
En hoşlandığım yer Galata Köprüsü idi. Orta noktaya gelince çok kimsenin yaptığı gibi, parmaklıklara dayanıp limanı seyir ederdim. Köprü üzerindeki iskelelere yanaşıp kalkan, arada bir “fire-up” yapıp bol isli kara dumanlar çıkaran yolcu vapurları. Tophane istikametinde sıra sıra demirlemiş büyük gemiler. Küçücük boylarına bakmadan, arkasına bir dizi mavnalar, şatlar bağlamış, köprü altından geçerken uzun bacasını kırarak yatıran çatanalar.  Hem yelken basmış hem de bordasından sular akıtarak motorlarını çalıştıran hantal gövdeli yük motorları. Nerede ise soktuğunuz parmağınıza yapışıp gelecek kadar bol balığın bulunduğu Haliç ağzına yayılmış yüzlerce balıkçı kayığı. Gemilerin beyaz köpüklerle yırttığı mavi-yeşil çarpıntılı deniz. Ardında Sarayburnu ve daha gerilerde yeşil tepeleri ile Üsküdar.  Birbirileri ile melodili konuşan vapur düdükleri, aradan çatanaların incecik sesleri ile fırlayan çığlıkları, motorların mutannan  pa-ta-pa-ta-ları, martı haykırışı, korna sesi, tramvay çanı, polis düdüğü, satıcı bağırtılarının eklendiği bir senfoni ve arada is tadı da getiren yosun ve deniz kokusu ağırlıklı bir tatlı meltem. Köprüyü kat eden, aralarında sırtları bina boyu hamule yüklü hamalların da bulunduğu yoğun insan kalabalığı, İstanbul’a ilk gelenlerin şaşkın bakışları… Kınalı Ada’daki Ruhban Okulunun özel kıyafetli papaz namzetleri. Yüksek kaldırımdaki okullardan çıkıp karşı yakaya geçme telâşındaki, tombul, beyaz bacaklarını siyah muslin çorapların boğduğu, tüy bıyıklı, sıhhatli, şakrak Ermeni kızları. Tahta bavullu askerler, bahriyeli mi gemici mi olduğunu bir türlü ayıramadığım beyaz üniformalı adamlar. Köprüye yanaşmış kayıklardan çiftini elli kuruşa aldıkları, ağızlarından küçük iple biri birine bağlanıp bir tahta çubuğa asılarak ancak taşınabilen torik balıklarını evlerine götürme telaşındaki insanlar. Her kılıktan, her milletten ve nerede ise il nüfusunun dörtte birini oluşturan azınlıklardan müteşekkil bir mozaik.
Köprü altındaki küçücük dükkânına katlanarak giren, ülkenin en uzun boylu adamı Uzun Ömer’in Milli Piyango Gişesi. İkindiyi geçen saatlerde ise, Bab-ı âli yönünden koşarak ve ana manşetleri bağırarak gelen gazete satıcısı çocuklar.  Koltuk altlarında, dizilmiş gazetelerin baskı kalıbını oluşturan mukavva matrisler arasına yerleştirdikleri akşam baskısı gazeteler.


“Hadeyyy Şehremini cinayetini yazıyorrrrr.”
“Yazıyooo, Meclisteki kavgayı yazıyoo.” Günlük gazetelerin dışında Akşam Gazeteleri çıkardı.  Günün taze haberleri ve biraz da sansasyonel asparagaslarla yüklü olarak; Son Posta, Son Havadis, Son Telgraf, Ekspres gibi. Ya da Rumca, Ermenice, Eski İspanyolca (Ladino) gazete satıcılarının haykırışları yankılanırdı;
“Appoyematini.... Appoyematini.”
“Jamanak geeldi.”
İstanbul’da her gün birkaç dilden gazete yayınlanırdı. Cumhuriyet bile akşamları, ayrı bir tap olarak Fransızca Repoblik, ve Akşam Gazetesi La’Akşam Fransa adı ile piyasaya çıkardı. Vapurla evlerine giden insanların çoğu gazete okuyarak geçirirdi yol süresini. Son zamanlara kadar dayanan Suvat, Dilnişin, Tarzınevin, Kaptan Ziya isimli Şirket-i Hayriye vapurları yanında yandan çarklı vapurlar da çalışırdı. Moda ve Adalara sefer yapan Moda Vapuru yandan çarklı idi.  Her iki yan ortasında güverte yüksekliğine kadar çıkan, su kesiminden yukarı tarafı yarım daire sac muhafazaya alınmış, yaklaşık bir metre eninde kanatlardan oluşan bir değirmen çarkı, dönerek hareket sağlardı bu gemilere. Yanaşmaları ve manevraları biraz zor olurdu ama sallı tekneler olduklarından dalgadan çok etkilenmezlerdi.
Bir akşam mutlaka Emirgân’a pazar gün ise Sarıyer’e giderdik,  ya vapur ya da Taksimden binilen dolmuşlar ile. Emirgân iskelesinin karşısındaki ulu çınarın altındaki, yuvarlak demir masalar ve yine yuvarlak demir sandalyelerin döşediği çay bahçesinde tiryakiler, nargile ve her masaya özel getirilen kömür ateşli semaverler ve porselen demliklerde demlenmiş çay içerlerdi. Çocuklar ise Kireçburnu Fırınının bol ballı kâğıt helvası ile Fertek Gazozu. Önce parke, sonra Arnavut kaldırımı dar yol ile Koru’ ya kadar küçük bir gezinti yapar, her dönemin şairlerine ilhâm kaynağı olmuş, gurubun “karşı camlarda” alev alev tutuşturduğu tablo bitip de akşamın karanlığı Boğaz’a çökünceye değin deniz kenarında kalırdık.
Bir başka Pazar, kıyı boyunca aralarındaki yeşil alanlarla parçalanmış, her biri ayrı yerleşim merkezi köyleri kat edip, Sarıyer’e ulaşırdık. Küçük çarşı içeresinde birbirini taklit ederek oluşmuş üç dört börekçiden en eskisi olanı tercihlerdik. Üst üste üç dört asma kat ilâve edilerek büyütülmüş küçük dükkânın taa terasına tırmanır, deniz serinliği ve yosun kokusu refakatinde, zavallı garsonun günde binlerce basamak tırmanarak servis yaptığı bol yağlı kol böreği, ardından da tatlı lokma ile öğlen yemeğini alırdık. Unutuyordum dönemin ve yerin favori içeceği limonata yandaşlığında.
Bir akşam Moda’ya Teyzeme, Eniştelere gidilir, benim tek başıma bir hafta kadar misafir kaldığımda olurdu. Eniştemle vapura bindiğimizde alt katta çarkçının kamarası yanındaki enlemesine,  tek sıralı bölmede otururduk. Bütün vapurda olduğu gibi burada da yolcular, gişe memurları, biletçiler birbirlerini tanır, herkesin belli oturma yerleri olurdu. Devamlı yolcular bilet almaz, evvelce toplu satın aldıkları, küçük defter yaprağı abonmandan bir sayfa kopararak biletçiye verirlerdi. Beyaz, keten şilteler yayılı olurdu kanepelerde. Moda Vapurunun müşterisi kaliteli olurdu. Tıpkı Maçka tramvayında olduğu gibi. Seçkin ve kültürlü bir sınıf otururdu Moda’da. Akşam 5.15 vapuru, uzun rıhtımın ucunda zarif yapılı, iki katlı bekleme salonu olan iskeleye yanaşırken rıhtımın üzeri babalarını, eşlerini karşılamaya gelmiş, kadın ve çocuk kalabalığı ile dolu olurdu.  Bu, akşam vapurunu karşılamak için şık kıyafetler giyilir, iskele üzerinde piyasa yapılırdı, bekleme süresince. Babaların ellerindeki fileler çocuklar tarafından kapılır, anneler kolda birçok kimse ile selâmlaşılarak, yavaş yavaş evlere yürünürdü.
İskelenin bitiminde, sol tarafta, geniş terası ve ağaçların kuytusunda kalan binası ile Moda Kulübü vardı; geceleri caz seslerinin yükseldiği, aristokratlar kulübü. Sağ tarafta ise Salih Efendi ve kardeşlerinin kayıkhanesi. Üst katı ve terası birahane olan yüksek tavanlı hangarda devamlı tekne bakımı yapılır, küçük yelkenli ve kotralar kışın buraya alınır, sırt üstü çevrilmiş, kürekleri dizi dizi duvara dayanmış sandallara sülyen ve macun çekilir, kıyı kokusuna bezir yağlı boya kokusu karışırdı. Önündeki çakıl taşlı küçük koyda denize uzanan tahta iskeleye bir dizi kayık bağlı olurdu. Buradan saati 60 kuruşa kayık kiralayanlar koyda dolaşır, açıklarda denize girer, karşı burundaki Şifa’ya ev gezmesine giden kadınlar tepeyi yürümek yerine kürek çekerek ulaşımı yeğlerlerdi.
Kayıkhanenin sağındaki dik yardan sonra Moda Deniz Hamamı başlar. Kazıklar üzerine bina edilmiş, ahşap, dört köşe platformun etrafını tahta kabinler çevrelemiştir. Ortası kare bir havuz gibi boş bırakılmış delikten denize girilir, yalnız kadınlara mahsus olan bu plaja yaklaşmak isteyen kayıklı röntgencileri yine sandallı görevliler kovalarlardı.
Eniştemin biraz da kolladığı bu kayıkhaneden ben ücret ödemeden dilediğim süre ile sandal alır, dolaşırdım. En büyük zevk, rıhtımın altındaki bir metre yükseklikteki dehlizden sandalla geçmekti.
İskelenin bitimi ile yokuş başlar, elli metre sonrada önünü bir putrelin tıkadığı tramvay hattı. Yüksek çınar ağacının yanındaki yeşil boyalı, oymalı elektrik direğinin üzerinde kırmızı emaye levhada “Son Durak” yazar. Buradan sola, iki yandaki çınar ağaçlarının artık tepesini de örttüğü ve Moda Burnuna uzanan sokağa girersiniz. “Beşbıyık sokak”. Bahçeler içeresinde iki katlı köşklerin yer aldığı, serin ve ıssız sokağın yedi numarasında teyzemler oturur. Kahverengi, yarım daire tahta merdivenleri çıkınca, bahçeye bakan odada yatırırlardı beni. Gecenin sessizliğinde, açıktan geçen yük motorlarının pa-ta-pa-talardan başka ses duyulmazdı. Sabah gugucuk kuşlarının ve ne dedikleri tam anlaşılamayan ama her biri bir ayrı melodi içeren, sokak satıcılarının sesleri ile uyanırdım. “Rikkicçii” nin neden sora eskici olduğunu keşfedebildim. Yoğurucu, çan çalardı. Bir de sokağın ilerisinde “Mano’nun pansiyonunda” yemek vakitlerini bildiren kampana. Gündüzleri çok sıkılırdım. Alt kattaki erkek aşçı ile yarenlik eder, eniştemin tıpkı kayıkhane gibi beziryağı kokan, hobi odasındaki boya kutuları ile ve marangoz aletleri ile oyalanırdım. Sokağın sonundaki Moda Koyuna veya yan sokaktan Deniz Kulübünün üzerindeki yara kadar gidip saatlerce açıkları seyreder, hayâl kurardım.  Kürek çekmek de olmasa burada gün katiyen bitmezdi. Birkaç ev ilerde, balkonda duran papağanı konuşturabilmek şansına ise hiç ulaşamadım.
Bir yıl Kabotaj Bayramında burada idim. İskelenin damına çıkmış bir deniz eri elindeki flâma ile açıklardaki harp gemilerine mesaj gönderip almıştı.  Yanımızda bu dili anlayan amcalar vardı. Ne büyük bir meziyetti. Yavuz Zırhlısı bile geçmişti.  Ama ertesi gün bir matem yaşandı Modada; gece tam hızla dönüş yapan donanmanın yarattığı dalgalar koyda ve Kurbağalıdere’de birçok tekneyi kıyıya vurup parçalamıştı. 
O zamanlar Kurbağalıdere, şimdiki Fenerbahçe Stadının bulunduğu yerlere kadar iki kenarı bahçeli evlerin iskelelerine bağlı yüzlerce sandalın barındığı bir sayfiye semti idi. Yanılmıyorsam, büyük gürültülerden sonra devlet bir miktar tazminat ödemişti.
Her şey gibi sayılı gün de biterdi. Bir akşamüzeri Haydarpaşa Garından Kurtalan Ekspresi’ne binerdik. Her zaman diliminde ve her yerde görebileceğiniz, hemen aynı sahnelerin yaşandığı ayrılış... Gardan ayrılıp Söğütlüçeşmeyi geçince, tren yolunun iki yanında teraslarında veya çamlarla örtülü bahçelerinde akşam yemeğine oturmuş, müreffeh insanların iskânındaki köşkleri, bahçeli, evleri geçmeye başlardık. Demiryolunu kesen caddelerde, kapalı bariyerlerin arkasında bekleyen faytonlar veya beyaz şortlu ayaklarını yere dayamış, kızlı erkekli bisikletli gençlere el sallardım. Gittikçe evler seyrekleşir, sadece Bostancıda duran katar, daha sonra bir yanını denize verip kıyıyı takiben hızla yol alırdı. Tarlaların, bostanların, muntazam tarhlanmış marul bahçelerinin arasından geçerek, akşamın mor ışıkları ile artık koyulaşmış denize ve uzaklarda kalan İstanbul’a veda ederdik. Evini özleyen her insanın aceleciliği ve ayrılığın burukluğunu içimde duyarak…
Terkedilmiş bir eski sevgili gibi, hasretle ve fakat artık sevmediğim, sadece şarkılarda kalmış İstanbul’a...
“Ahhh. Güzel İstanbul...”
Bursa Eylül 1995 

PS (hamiş);
“Unutulmuş isimlerde, 
Bilinmez ki nasıl nerde, 
Şimdi yalnız resimlerde 
Eski dostlar, eski dostlar…”
Üçe bölerek sunduğum yazı yaklaşık yirmi beş yıl önce kaleme alındı. O günden bu yana çok sular geçti köprülerin altından.  Bugün artık İstanbul olmayan İstanbul’un hal-i pürmelalini hepiniz görüyor ve biliyorsunuz. Rengi, estetiği, esprisi, cazibesi kalmamış, beton yığını, Arapça tabelalı, Arabi kıyafetli İstanbul’a ne şiir yazan var ne beste yapan. Heyhat, artık şarkılarda da yok…
“Zaman olur ki anın hacle-i visalinde,
bir inziva ve o cananı bi-vefa bulurum.
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde,
hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum.”
(Zaman olur ki kavuştuğumuz odada o sevgiliyi vefasız bulurum. Ve dünyadan eli eteğimi çekesim gelir. Bazen de gözümden kaçan hayalinde hayatım ve ruhum için şefkat dolu bir tanıdık sevgi bulurum.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...