20 Temmuz 2018 Cuma

AH GÜZEL İSTANBUL –II-






AH GÜZEL İSTANBUL –II-
(…) Sabahları karşıki dolmuşlardan biri ile piyasaya inerdik. Piyasa dediğim Sultanhamam, oralarda fazla değişen bir şey olmadı. Sadece Azınlık firmalarının yerini daha çok sayıda Anadolu tüccarları aldı. Bir de her sahada olduğu gibi, ticari ahlâk telâkkilerinde artılar azaldı.
Öğle yemeklerini yediğimiz Konyalı fast-food’cu oldu. Borsa Lokantası ise başka semtlerde. Büyük Postanenin karşısındaki İzmirli Şerbetçi ve biraz çaprazındaki rakibinin önü açık dükkânlarında sıra, sıra, cam damacanalarda, en az on çeşit, rengârenk meyve şerbetleri ve yaz aylarında önünde uzayan kuyruklar oluşurdu. Çilek, vişne, elma, karadut, demirhindi, şeftali, erik, limon, turunç, vb. Güzelim rayihalar Koka-kola olup kara şişelere girdiler. Şerbetçi dükkânları önce tostçu oldu sonra da zamanın derinliklerinde buharlaşıp gittiler.
Akşamdan evvel işi tatil ederdik. Lahmacuncuların işgalinden evvel baharatçı ve hasır masa sandalye satıcılarının yoğun olduğu Mısırçarşısı’ndan geçip Eminönü Meydanına çıkardık. Bugün bile vefa ve sebat örneği göstererek oralarda olan güvercinleri yemler, artık kalmayan su satıcılarının bir virtüöz mahareti ile seslendirdiği tabak-bardak ikilisinin nağmeleri eşliğinde, o zamanlar küçük olan, meydanı kat ederdik. Köprü’nün Haliç yakasındaki, belki de Ceneviz’lerden kalma köhne, taş binaların çevrelediği dar sokaklardan, sıkışık insan ve hamal trafiği arasından Yemiş İskelesi’ne ulaşırdık.  Yan yana denize uzanan, daracık, iskelelere yanaşmış rengârenk boyalı, beyaz patiska şiltelerle döşeli, bazılarının üzeri tenteneli beyaz güneşlikler gerili dolmuş kayıklarına binerek karşıya, Perşembepazarı önündeki Balıkpazarı İskelesine yanaşırdık. Galata köprüsünü hele sıcak günlerde çok kişi yaya kat etmez, gariptir hepsi de sahil kenti olmayan Kastamonuluların tekelindeki, sandalları tercih ederdi.
Aynı sandallardan bir gurup ta Kadıköy vapur iskelesinin yanındaki taş basamaklardan aldıkları yolcuları Haydarpaşa İskelesine taşırlardı.  Şimdi Et Balık Kurumunun olduğu geniş saha yoktu. Sonraları denizi doldurup kazandılar. Rıhtım Caddesi daralarak demir yoluna paralel bir parke ile Haydarpaşa’ya varır ve son bulurdu. Gar binasının mermer merdivenleri önündeki plâtformda taksiler park ederdi ve çeçen arabaları; tek atlı tenteli.
Karaköy Meydanı, köprünün çıkışında küçük bir alandı. Solda ahşap, enteresan minaresi ve mimarisi ile Kara Mustafa Paşa Camii, hemen yanında Karaköy Börekçisi. Balık pazarı, Perşembe pazarı, Rıhtım caddesi, Necati Bey Caddesi, Şişhane, Domuz Sokağı’nın açıldığı daracık alanda İstanbul’un en ciddi trafik sıkışıklığı yaşanırdı. Ortadaki yuvarlak saçtan, bir bidon gibi, üstü plaj şemsiyeli noktadaki polis memuru bir uğultu halindeki korna seslerine, şarkı söyler gibi konuşturduğu düdüğü ile katılır, bir Hint dansörünün kıvraklığı ile el kol hareketleri yapar, bu düğümü çözerdi gün boyu. Trafik lâmbaları yoktu. Bu noktada görev alan Otomatik Mustafa, kaldırım kenarına dizilmiş yayaların ilgi ile seyir ettikleri derecede mahir idi işinde. Siyah akordeon çizmeleri, gri külot pantolonlarının üzerine yazları beyaz ceket giyen beyaz eldivenli bu polisler, belediye zabıtası görevi de yapar ve trafik polisi değil, Altıncı Şube Memurları diye anılırdı. Sirkeci, Karaköy, Şişhane, Taksim, Galatasaray gibi belirli kavşaklarda nokta görevi yaparlar ya da sıkışık caddelerde devamlı düdük çalarak o günün sorunlarını çözmeğe yeterli olurdular. Otomobillerin plâkalarında aracın cinsi yazılı olur, “İstanbul hususi 26”, “İstanbul Kamyon 135” gibi ifadeler yer alırdı.

Daracık Domuz Sokağını geçip, Tünel’e girerdik. Tünel parasını ödemek istemeyenler, dik Yüksekkaldırım’ı tırmanarak, Pera’ya varırdı. Tünel’de büyük değişme yok. Ahşap vagonları yenilendi bir de Metro Han'ın karşısındaki tuğla binada güç üreten buhar kazanlarının yerini elektrik aldı, o kadar.
Akşamüzerleri bir kaç tur atılırdı İstiklâl Caddesi’nde. Konsolosluklar, özellikle Tünel civarına toplanmış kitapevleri, nezih pasta salonları, sinemalar, tiyatrolar, zengin mağaza ve bonmarşe’lerin sıralandığı cadde, nezih bir kültür, eğlence ve alışveriş merkezi idi. Ahşap doğrama, büyük camlı vitrinlerin tavanlarını birer karış aralıkla dizili, uçları oymalı buzlu camlarla tezyin etmek moda idi o yıllar. Vitrin arası sütunları da parlak, siyah fayans ile cam arası bir maddeden levhalarla kaplamak.
Tezgâhtarlar asgari iki üç dili konuşur, pastanelerde, sinema gişelerinde, mağaza kasalarında hemen tamamı gayrimüslim, kadın görevliler çalışırdı. Ve biz taşralılar çok yadırgardık bu çalışan kadınları. İyi giyimli, şık erkekler, rahibeler, siyah elbiseli yaşlı madamlar, yürüdükçe parfüm kokuları yayan, ipek elbiselerinin korseli kalçalarında titreştiği, alımlı kadınlar dolaşırdı kaldırımlarda.
İstanbul, büyük bir köy olmamıştı. Yolda yürüyen her kadının, kendisini görünce, donunu indirivereceğini sanan (ayılar!) henüz kendi köylerinde idiler.
Endülüs mimarili, küçük, süslü salonunda, nerede ise berjer boyu deri koltukları ile Elhamra Sineması, üç balkonlu Atlas Sineması, -Pasajındaki Küçüksahne’de Haldun Dormen o yıllar başlamıştı- Alkazar, Lâle, Sümer, Saray, Melek sinemaları. -Yeni Melek henüz inşa edilmemişti.- Markiz, Lebon, İnci, Kervan Pastaneleri, Atlantik, Ekspres, Atomik Birahaneleri, Saray, Özsüt Muhallebicisi, Süruri’lerin Ses Opereti, ağırbaşlı aristokrat havası ile Abdullah Efendi Lokantası, Bursa sokağındaki Hacı Salih Lokantası, İtalyanca, İspanyolca, Rumca, Ermenice, Türkçe dillerinin iç içe konuşulduğu İmparatorluk mozaiğinden oluşmuş, görgülü bir kalabalığı ağırlardı. Tokatlayan Oteli ve hemen bitişiğindeki Degustasyon Lokantası ise monokl gözlüklü, diplomat eskileri ile zarif bastonlu yaşlı beyefendilerin barındığı, yarıya kadar çekili tül perdelerin ardında gümüş takımlar ile beş çayı içtikleri daha entel mekânlardı. Dar paça pantolonlarının altındaki rugan iskarpinlerini beyaz, kolalı tozluklar ile örten, “Tanzimat Zamparası” bakiyelerine bile rastlamak mümkündü buralarda.
Daha genç nesil Çiçek Pasajına takılırdı. Kapı önünden alınan buzlu badem refakatinde daha çok sifon bira içilirdi, tahta fıçıların masa olarak kullanıldığı dar mekânda. Şimdi patron olan Entelektüel Cavit Seviç Birahanesinde garsondu. Her cins oyuncağın satıldığı Japon Mağazası, hemen karşısında rakibi İstanbul Bonmarşesi, bitişiğinde üst katı kadınlara ait, Kuaför Vili, Yanında Hasan Hassen Itriyat deposu -Sanırım Arap kökenli idi- Cevahirci Franguli, Mefruşatçı Bohor Franko, Rekor, Dekor, Onnik Aksel’in Liondor’u ve daha birçok manifatura mağazası. Her cins malın satıldığı Mayer, Lion, Bakara, Ekselsiyor Bonmarşe’leri. Yürüdükçe Tahta zeminleri gıcırdayan, içleri kumaş, parfüm, biraz da gâvur kokan büyük mağazalar. Çoğu gayrimüslimlerin hâkimiyetinde idiler. Türk Olarak hatırlayabildiklerim; Hacı Resul, Necmi Rıza, Hacı Bekir Şekercisi, bir de CKM  - Cevdet Kâmil Mağazası- Vakko henüz Beyoğlu’na gelmemişti. Yenicami Caddesindeki Şen Şapka Mağazasında, yeni yeni emprimeciliğe başlıyordu. Foto Sabah, Rebul Eczanesi, Tanca Ayakkabıcısı hatırımda kalanlar.
Sokakta bir şeyler yemek ayıp olduğundan, büfe ve sandviççiler yoktu. Bankalar yüksek kiralar ödeyerek işgâl etmemişti dükkânları. Ağa Camii’nin karşısındaki Lostra Salonu bile yıllarca direnebilmişti. Yan yana beş altı kişinin oturduğu iki basamaklı yüksek sedirin önünde, sarı pirinç tabanlıklara ayağınızı koyarak önünüzdeki küçük, hasır taburelere sıralanmış ayakkabı boyacılarının çalıştığı önü camekânlı dükkânlardı lostralar. Alıştığı berberini bekler gibi, devamlı boyacısının boşalmasını bekleyen müşteriler görürdünüz kapı önünde.
Demokrasi daha tam gelmediğinden(!) dilenci ve serseriler polisten çekinir, caddeye yaklaşamazdı.  Polisin müsamaha gösterdiği tek, tük istisna; sırtındaki küçük küfesinin üzerini hava yolları etiketleri ile süslemiş, elindeki tahtadan pervane ile kendisini tayyare sanan, çıplak ayakla koşarak ve hiç kimseye rahatsızlık vermeden, Taksim-Tünel arasında servis yapan Caddenin delisi idi.  O zaman tayyarelerinin pervaneli olduğunu hatırlatmama gerek var mı, bilmem? Bir de Ağa Camii sokağından girilince camekânlı tezgâhında bir hamur tatlısı (Kerhane tatlısı) satan satıcıya müsamaha gösterilirdi diye anımsıyorum. 
Köşelerde seyyar satıcılar olmazdı. Gezerek, küçük şişelerde sattığı sabunlu suyu, telden aparatı ile üfleyerek havaya baloncuklar dağıtan biri ile Japon Mağazasının yanında, Balo Sokağının köşesinde, boyunlarına kırmızı kurdeleler bağlanmış, beyaz fino yavrularını satan birisini anımsıyorum. Bu şirin köpekçiklerden yüzlerce mi vardı, yoksa hiç büyümeden ve satılmadan yıllarca o köşede mi beklerlerdi? Bilemeyeceğim.
Ağa Camii sokağından girilip sola sapılınca “Abanoz”  diye adlandırılan bir yerin olduğunu biliyordum ama buralar benim yaşım için ayıp işlemlerin uygulandığı (! ) mahallerdi. Sonraki yıllarda, iki başına duvar örülüp, araç trafiğine kapatılana değin Taksim-Aksaray dolmuşları ile bu sokaktan çok geçtim. Demir kapıları önüne yığılı, bir delikten içerisini gözleyen her yaştan insan kalabalığının neyin peşinde koştuğunu da öğrendim! Bir benzerinin Karaköy’de Yüksek Kaldırırım yanında olduğunu da…    
Taksime ulaşılan köşenin Fransız Konsolosluğu tarafını şipşak fotoğrafçılar tutmuştu.  Bizim kuşaktan hemen herkesin o köşede çekilmiş bir resmi vardır. Karşı kaldırımı ise işkembeci ile köşedeki Elefterios Kıraathanesinin önünü devrin pezevenkleri kullanırdı. Sanırım, halâ da öyle.  Bu pezevenkler, toy Anadolu müşterilerini önce Lâle Sinemasının karşısındaki küçük fotoğrafçıya götürürmüş. O stüdyo kolej talebelerinin kepli resimlerini çeker ve devamlı teşhir ederdi. Bu resimleri gösterip; “Beğen ağabey. Hangisini istiyorsan yarım saat içinde emrinde, sen kahvede otur” diyerek.  Tabii akşam karanlığında getirdikleri, ellerinde ne varsa o. Ama toy hovarda namzetleri dakikalarca vitrin önünde kız seçme kararsızlığı yaşarlarmış; babam öyle derdi...
Kararan akşamla renk renk neon lâmbalarının atraksiyonu başlardı cadde boyu. Yanıp sönen, zikzaklar çizen kımızı, yeşil, sarı bir renk cümbüşü oluşurdu.  Hele yağmurlu günlerde ıslak parkede yakamozlar yapan reklam levhaları. En enteresanları; Mulenruj’un devasa yel değirmeni ile Yapı Kredi’nin koca beyaz kanatlarını sabaha kadar, yorulmadan çırpan pembe gagalı leyleği idi.
Bir ara sakinleşen cadde, sinema ve tiyatroların dağılma saati, gece yarısında yeniden hareketlenir, trafik artar, bir süre sonra da potansiyelini arka sokakların işret âlemine devir ederek bütün İstanbul’dan daha geç faaliyete geçmek üzere sabahı beklerdi.
Karne tatili dolayısı ile gittiğimiz o yıllar İstanbul caddelerini kar kapatabilir, buzlanma olurdu. Kazancı, Bayıldım, Çakmakçılar, Serencebey Yokuşları gibi belirli yerler geçit vermezdi. Esasen sayısı çok olmayan tenezzüh arabaları ve taksiler caddelerden çekilir, bütün kentin ulaşımını emektar tramvaylar ve az sayıdaki belediye otobüsleri karşılamaya yeterdi.
Sanırım, Şükrü Balcı’nın emniyet müdürü olduğu dönemlerde bir jeep, kış ayları, yüklediği pekmez güğümleri ile devamlı dolaşır, sık aralıklarla birer bardak pekmez servisi yapardı onlara. Şişhane’de şimdi kaymakamlık binası olan yer Altıncı Şube binası olduğundan tramvay durağı ile birlikte semte de adını verirdi. Vedat Sokullu adlı amirlerinin emrindeki pehlivan yapılı sivil polis gücü sadece Beyoğlu değil tüm kentin asayişini temine yeterdi.  
1954 de talihsiz 6-7 Eylül olayları oldu. Selânik’te Atatürk’ün evine bomba konulmasını protesto için devlet tarafından organize edilen hareket kontrolden çıktı. Demokrat Partinin bindirilmiş militan ve çapulcu kıt'aları Rum mahallelerini bu meyanda ayırım yapılamayıp, diğer gayrimüslimlerin binalarını yaktı, yıktı, yağmaladı. En büyük payı Beyoğlu aldı. Ertesi günün siyah-beyaz baskılı gazetelerinde deprem sonrası gibi acıklı resimler gördük. Caddeler parçalanmış malların enkazı ile geçilemeyecek haldeydi. Mağazalar aylarca kara oyuklar halinde kaldılar. Ve de önce Rumlardan başlayarak azınlıklar işlerini bu arada büyük kısmı da ülkeyi terk ettiler. Bir kısım zararlar devletçe tazmin edildi. Birleşmiş Milletlerce alınan bir karar; İzmir Fuarında tahrip edilip yakılmış Yunanistan pavyonunun yakılan bayrağını Başbakanın çekerek tarziye vermesini öngörüyordu. Menderes’in rapor almak sureti ile geçiştirdiği, bu aşağılayıcı jesti, yerine yanılmıyorsam Ticaret Bakanı Muammer Çavuşoğlu ifa etti.
Ama bu arada da “Amirâl yara aldı.” Bu sonun başlangıcı oldu. İstiklâl Caddesi yavaş yavaş eski hüviyetini kayıp etti. Hemen ardından gelen ekonomik sıkıntı ve döviz kıtlığı, tramvayların arkasına bağlanarak tahrip edilmiş ithâl malların, nadide kumaşların yerine yenisini koyamadı. Osmanbey ve Şişli’nin cazibe kazanması da eklenince başlayan çöküş, değişen insan florası ile birlikte yerini lahmacunculara, büfelere, kabalığa ve saygısızlığa terk edip, bu günkü tabloya gelindi.
Son bir iki yıldır Sn. Vitali Hakko’nun öncülüğünde “Beyoğlu’nu kurtarma kampanyası” ile bir şeyler yapıldı, ama nereye kadar? Hani; kazada parçalanmış bir yüzü, çok iyi estetik cerrahlarının elinde yeniden yaratırsınız da mimiklerde bir mâna eksikliği, ruhsuzluk olur, onu bir türlü başaramazsınız…
( DEVAM EDECEK)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...