AH
GÜZEL İSTANBUL –II-
(…)
Sabahları karşıki dolmuşlardan biri ile piyasaya inerdik. Piyasa dediğim
Sultanhamam, oralarda fazla değişen bir şey olmadı. Sadece Azınlık firmalarının
yerini daha çok sayıda Anadolu tüccarları aldı. Bir de her sahada olduğu gibi,
ticari ahlâk
telâkkilerinde
artılar azaldı.
Öğle
yemeklerini yediğimiz Konyalı fast-food’cu oldu. Borsa Lokantası ise başka
semtlerde. Büyük Postanenin karşısındaki İzmirli Şerbetçi ve biraz çaprazındaki
rakibinin önü açık dükkânlarında sıra, sıra, cam damacanalarda, en az
on çeşit, rengârenk
meyve şerbetleri ve yaz aylarında önünde uzayan kuyruklar oluşurdu. Çilek,
vişne, elma, karadut, demirhindi, şeftali, erik, limon, turunç, vb. Güzelim
rayihalar Koka-kola olup kara şişelere girdiler. Şerbetçi dükkânları önce
tostçu oldu sonra da zamanın derinliklerinde buharlaşıp gittiler.
Akşamdan
evvel işi tatil ederdik. Lahmacuncuların işgalinden evvel baharatçı ve hasır
masa sandalye satıcılarının yoğun olduğu Mısırçarşısı’ndan geçip Eminönü
Meydanına çıkardık. Bugün bile vefa ve sebat örneği göstererek oralarda olan
güvercinleri yemler, artık kalmayan su satıcılarının bir virtüöz mahareti ile
seslendirdiği tabak-bardak ikilisinin nağmeleri eşliğinde, o zamanlar küçük
olan, meydanı kat ederdik. Köprü’nün Haliç yakasındaki, belki de Ceneviz’lerden
kalma köhne, taş binaların çevrelediği dar sokaklardan, sıkışık insan ve hamal
trafiği arasından Yemiş İskelesi’ne ulaşırdık.
Yan yana denize uzanan, daracık, iskelelere yanaşmış rengârenk
boyalı, beyaz patiska şiltelerle döşeli, bazılarının üzeri tenteneli beyaz
güneşlikler gerili dolmuş kayıklarına binerek karşıya, Perşembepazarı önündeki
Balıkpazarı İskelesine yanaşırdık. Galata köprüsünü hele sıcak günlerde çok
kişi yaya kat etmez, gariptir hepsi de sahil kenti olmayan Kastamonuluların
tekelindeki, sandalları tercih ederdi.
Aynı
sandallardan bir gurup ta Kadıköy vapur iskelesinin yanındaki taş basamaklardan
aldıkları yolcuları Haydarpaşa İskelesine taşırlardı. Şimdi Et Balık Kurumunun olduğu geniş saha
yoktu. Sonraları denizi doldurup kazandılar. Rıhtım Caddesi daralarak demir
yoluna paralel bir parke ile Haydarpaşa’ya varır ve son bulurdu. Gar binasının
mermer merdivenleri önündeki plâtformda taksiler park ederdi ve çeçen
arabaları; tek atlı tenteli.
Karaköy Meydanı, köprünün çıkışında küçük bir alandı. Solda ahşap, enteresan minaresi ve mimarisi ile Kara Mustafa Paşa Camii, hemen yanında Karaköy Börekçisi. Balık pazarı, Perşembe pazarı, Rıhtım caddesi, Necati Bey Caddesi, Şişhane, Domuz Sokağı’nın açıldığı daracık alanda İstanbul’un en ciddi trafik sıkışıklığı yaşanırdı. Ortadaki yuvarlak saçtan, bir bidon gibi, üstü plaj şemsiyeli noktadaki polis memuru bir uğultu halindeki korna seslerine, şarkı söyler gibi konuşturduğu düdüğü ile katılır, bir Hint dansörünün kıvraklığı ile el kol hareketleri yapar, bu düğümü çözerdi gün boyu. Trafik lâmbaları yoktu. Bu noktada görev alan Otomatik Mustafa, kaldırım kenarına dizilmiş yayaların ilgi ile seyir ettikleri derecede mahir idi işinde. Siyah akordeon çizmeleri, gri külot pantolonlarının üzerine yazları beyaz ceket giyen beyaz eldivenli bu polisler, belediye zabıtası görevi de yapar ve trafik polisi değil, Altıncı Şube Memurları diye anılırdı. Sirkeci, Karaköy, Şişhane, Taksim, Galatasaray gibi belirli kavşaklarda nokta görevi yaparlar ya da sıkışık caddelerde devamlı düdük çalarak o günün sorunlarını çözmeğe yeterli olurdular. Otomobillerin plâkalarında aracın cinsi yazılı olur, “İstanbul hususi 26”, “İstanbul Kamyon 135” gibi ifadeler yer alırdı.
Karaköy Meydanı, köprünün çıkışında küçük bir alandı. Solda ahşap, enteresan minaresi ve mimarisi ile Kara Mustafa Paşa Camii, hemen yanında Karaköy Börekçisi. Balık pazarı, Perşembe pazarı, Rıhtım caddesi, Necati Bey Caddesi, Şişhane, Domuz Sokağı’nın açıldığı daracık alanda İstanbul’un en ciddi trafik sıkışıklığı yaşanırdı. Ortadaki yuvarlak saçtan, bir bidon gibi, üstü plaj şemsiyeli noktadaki polis memuru bir uğultu halindeki korna seslerine, şarkı söyler gibi konuşturduğu düdüğü ile katılır, bir Hint dansörünün kıvraklığı ile el kol hareketleri yapar, bu düğümü çözerdi gün boyu. Trafik lâmbaları yoktu. Bu noktada görev alan Otomatik Mustafa, kaldırım kenarına dizilmiş yayaların ilgi ile seyir ettikleri derecede mahir idi işinde. Siyah akordeon çizmeleri, gri külot pantolonlarının üzerine yazları beyaz ceket giyen beyaz eldivenli bu polisler, belediye zabıtası görevi de yapar ve trafik polisi değil, Altıncı Şube Memurları diye anılırdı. Sirkeci, Karaköy, Şişhane, Taksim, Galatasaray gibi belirli kavşaklarda nokta görevi yaparlar ya da sıkışık caddelerde devamlı düdük çalarak o günün sorunlarını çözmeğe yeterli olurdular. Otomobillerin plâkalarında aracın cinsi yazılı olur, “İstanbul hususi 26”, “İstanbul Kamyon 135” gibi ifadeler yer alırdı.
Daracık
Domuz Sokağını geçip, Tünel’e girerdik. Tünel parasını ödemek istemeyenler, dik
Yüksekkaldırım’ı tırmanarak, Pera’ya varırdı. Tünel’de büyük değişme yok. Ahşap
vagonları yenilendi bir de Metro Han'ın karşısındaki tuğla binada güç üreten
buhar kazanlarının yerini elektrik aldı, o kadar.
Akşamüzerleri
bir kaç tur atılırdı İstiklâl Caddesi’nde. Konsolosluklar, özellikle
Tünel civarına toplanmış kitapevleri, nezih pasta salonları, sinemalar,
tiyatrolar, zengin mağaza ve bonmarşe’lerin sıralandığı cadde, nezih bir
kültür, eğlence ve alışveriş merkezi idi. Ahşap doğrama, büyük camlı
vitrinlerin tavanlarını birer karış aralıkla dizili, uçları oymalı buzlu
camlarla tezyin etmek moda idi o yıllar. Vitrin arası sütunları da parlak, siyah
fayans ile cam arası bir maddeden levhalarla kaplamak.
Tezgâhtarlar
asgari iki üç dili konuşur, pastanelerde, sinema gişelerinde, mağaza
kasalarında hemen tamamı gayrimüslim, kadın görevliler çalışırdı. Ve biz
taşralılar çok yadırgardık bu çalışan kadınları. İyi giyimli, şık erkekler, rahibeler, siyah elbiseli yaşlı madamlar, yürüdükçe parfüm kokuları yayan, ipek
elbiselerinin korseli kalçalarında titreştiği, alımlı kadınlar dolaşırdı
kaldırımlarda.
İstanbul,
büyük bir köy olmamıştı. Yolda yürüyen her kadının, kendisini görünce, donunu
indirivereceğini sanan (ayılar!) henüz kendi köylerinde idiler.
Endülüs
mimarili, küçük, süslü salonunda, nerede ise berjer boyu deri koltukları ile
Elhamra Sineması, üç balkonlu Atlas Sineması, -Pasajındaki Küçüksahne’de Haldun
Dormen o yıllar başlamıştı- Alkazar, Lâle, Sümer, Saray,
Melek sinemaları. -Yeni Melek henüz inşa edilmemişti.- Markiz, Lebon, İnci,
Kervan Pastaneleri, Atlantik, Ekspres, Atomik Birahaneleri, Saray, Özsüt
Muhallebicisi, Süruri’lerin Ses Opereti, ağırbaşlı aristokrat havası ile
Abdullah Efendi Lokantası, Bursa sokağındaki Hacı Salih Lokantası, İtalyanca,
İspanyolca, Rumca, Ermenice, Türkçe dillerinin iç içe konuşulduğu İmparatorluk
mozaiğinden oluşmuş, görgülü bir kalabalığı ağırlardı. Tokatlayan Oteli ve
hemen bitişiğindeki Degustasyon Lokantası ise monokl gözlüklü, diplomat
eskileri ile zarif bastonlu yaşlı beyefendilerin barındığı, yarıya kadar çekili
tül perdelerin ardında gümüş takımlar ile beş çayı içtikleri daha entel mekânlardı.
Dar paça pantolonlarının altındaki rugan iskarpinlerini beyaz, kolalı tozluklar
ile örten, “Tanzimat Zamparası” bakiyelerine bile rastlamak mümkündü buralarda.
Daha
genç nesil Çiçek Pasajına takılırdı. Kapı önünden alınan buzlu badem
refakatinde daha çok sifon bira içilirdi, tahta fıçıların masa olarak
kullanıldığı dar mekânda. Şimdi patron olan Entelektüel Cavit Seviç Birahanesinde garsondu. Her cins oyuncağın satıldığı Japon Mağazası,
hemen karşısında rakibi İstanbul Bonmarşesi, bitişiğinde üst katı kadınlara
ait, Kuaför Vili, Yanında Hasan Hassen Itriyat deposu -Sanırım Arap kökenli
idi- Cevahirci Franguli, Mefruşatçı Bohor Franko, Rekor, Dekor, Onnik Aksel’in
Liondor’u ve daha birçok manifatura mağazası. Her cins malın satıldığı Mayer,
Lion, Bakara, Ekselsiyor Bonmarşe’leri. Yürüdükçe Tahta zeminleri gıcırdayan,
içleri kumaş, parfüm, biraz da gâvur kokan büyük mağazalar. Çoğu
gayrimüslimlerin hâkimiyetinde idiler. Türk Olarak hatırlayabildiklerim; Hacı
Resul, Necmi Rıza, Hacı Bekir Şekercisi, bir de CKM - Cevdet Kâmil Mağazası- Vakko
henüz Beyoğlu’na gelmemişti. Yenicami Caddesindeki Şen Şapka Mağazasında, yeni
yeni emprimeciliğe başlıyordu. Foto Sabah, Rebul Eczanesi, Tanca Ayakkabıcısı
hatırımda kalanlar.
Sokakta
bir şeyler yemek ayıp olduğundan, büfe ve sandviççiler yoktu. Bankalar yüksek
kiralar ödeyerek işgâl etmemişti dükkânları. Ağa
Camii’nin karşısındaki Lostra Salonu bile yıllarca direnebilmişti. Yan yana beş
altı kişinin oturduğu iki basamaklı yüksek sedirin önünde, sarı pirinç
tabanlıklara ayağınızı koyarak önünüzdeki küçük, hasır taburelere sıralanmış
ayakkabı boyacılarının çalıştığı önü camekânlı dükkânlardı
lostralar. Alıştığı berberini bekler gibi, devamlı boyacısının boşalmasını
bekleyen müşteriler görürdünüz kapı önünde.
Demokrasi
daha tam gelmediğinden(!) dilenci ve serseriler polisten çekinir, caddeye
yaklaşamazdı. Polisin müsamaha
gösterdiği tek, tük istisna; sırtındaki küçük küfesinin üzerini hava yolları
etiketleri ile süslemiş, elindeki tahtadan pervane ile kendisini tayyare sanan,
çıplak ayakla koşarak ve hiç kimseye rahatsızlık vermeden, Taksim-Tünel
arasında servis yapan Caddenin delisi idi.
O zaman tayyarelerinin pervaneli olduğunu hatırlatmama gerek var mı,
bilmem? Bir de Ağa Camii sokağından girilince camekânlı tezgâhında bir hamur tatlısı
(Kerhane tatlısı) satan satıcıya
müsamaha gösterilirdi diye anımsıyorum.
Köşelerde
seyyar satıcılar olmazdı. Gezerek, küçük şişelerde sattığı sabunlu suyu, telden
aparatı ile üfleyerek havaya baloncuklar dağıtan biri ile Japon Mağazasının
yanında, Balo Sokağının köşesinde, boyunlarına kırmızı kurdeleler bağlanmış,
beyaz fino yavrularını satan birisini anımsıyorum. Bu şirin köpekçiklerden
yüzlerce mi vardı, yoksa hiç büyümeden ve satılmadan yıllarca o köşede mi
beklerlerdi? Bilemeyeceğim.
Ağa
Camii sokağından girilip sola sapılınca “Abanoz” diye adlandırılan bir yerin olduğunu
biliyordum ama buralar benim yaşım için ayıp işlemlerin uygulandığı (! )
mahallerdi. Sonraki yıllarda, iki başına duvar örülüp, araç trafiğine kapatılana
değin Taksim-Aksaray dolmuşları ile bu sokaktan çok geçtim. Demir kapıları
önüne yığılı, bir delikten içerisini gözleyen her yaştan insan kalabalığının neyin
peşinde koştuğunu da öğrendim! Bir benzerinin Karaköy’de Yüksek Kaldırırım
yanında olduğunu da…
Taksime
ulaşılan köşenin Fransız Konsolosluğu tarafını şipşak fotoğrafçılar
tutmuştu. Bizim kuşaktan hemen herkesin
o köşede çekilmiş bir resmi vardır. Karşı kaldırımı ise işkembeci ile köşedeki
Elefterios Kıraathanesinin önünü devrin pezevenkleri kullanırdı. Sanırım, halâ
da öyle. Bu pezevenkler, toy Anadolu
müşterilerini önce Lâle Sinemasının karşısındaki küçük
fotoğrafçıya götürürmüş. O stüdyo kolej talebelerinin kepli resimlerini çeker
ve devamlı teşhir ederdi. Bu resimleri gösterip; “Beğen ağabey. Hangisini istiyorsan yarım saat içinde emrinde, sen
kahvede otur” diyerek. Tabii akşam
karanlığında getirdikleri, ellerinde ne varsa o. Ama toy hovarda namzetleri
dakikalarca vitrin önünde kız seçme kararsızlığı yaşarlarmış; babam öyle derdi...
Kararan
akşamla renk renk neon lâmbalarının atraksiyonu başlardı cadde boyu.
Yanıp sönen, zikzaklar çizen kımızı, yeşil, sarı bir renk cümbüşü
oluşurdu. Hele yağmurlu günlerde ıslak
parkede yakamozlar yapan reklam levhaları. En enteresanları; Mulenruj’un devasa
yel değirmeni ile Yapı Kredi’nin koca beyaz kanatlarını sabaha kadar,
yorulmadan çırpan pembe gagalı leyleği idi.
Bir
ara sakinleşen cadde, sinema ve tiyatroların dağılma saati, gece yarısında
yeniden hareketlenir, trafik artar, bir süre sonra da potansiyelini arka
sokakların işret âlemine devir ederek bütün İstanbul’dan daha geç faaliyete
geçmek üzere sabahı beklerdi.
Karne
tatili dolayısı ile gittiğimiz o yıllar İstanbul caddelerini kar kapatabilir,
buzlanma olurdu. Kazancı, Bayıldım, Çakmakçılar, Serencebey Yokuşları gibi belirli
yerler geçit vermezdi. Esasen sayısı çok olmayan tenezzüh arabaları ve taksiler
caddelerden çekilir, bütün kentin ulaşımını emektar tramvaylar ve az sayıdaki
belediye otobüsleri karşılamaya yeterdi.
Sanırım,
Şükrü Balcı’nın emniyet müdürü olduğu dönemlerde bir jeep, kış ayları,
yüklediği pekmez güğümleri ile devamlı dolaşır, sık aralıklarla birer bardak
pekmez servisi yapardı onlara. Şişhane’de şimdi kaymakamlık binası olan yer
Altıncı Şube binası olduğundan tramvay durağı ile birlikte semte de adını verirdi.
Vedat Sokullu adlı amirlerinin emrindeki pehlivan yapılı sivil polis gücü
sadece Beyoğlu değil tüm kentin asayişini temine yeterdi.
1954
de talihsiz 6-7 Eylül olayları oldu. Selânik’te Atatürk’ün
evine bomba konulmasını protesto için devlet tarafından organize edilen hareket
kontrolden çıktı. Demokrat Partinin bindirilmiş militan ve çapulcu kıt'aları
Rum mahallelerini bu meyanda ayırım yapılamayıp, diğer gayrimüslimlerin
binalarını yaktı, yıktı, yağmaladı. En büyük payı Beyoğlu aldı. Ertesi günün
siyah-beyaz baskılı gazetelerinde deprem sonrası gibi acıklı resimler gördük.
Caddeler parçalanmış malların enkazı ile geçilemeyecek haldeydi. Mağazalar
aylarca kara oyuklar halinde kaldılar. Ve de önce Rumlardan başlayarak
azınlıklar işlerini bu arada büyük kısmı da ülkeyi terk ettiler. Bir kısım
zararlar devletçe tazmin edildi. Birleşmiş Milletlerce alınan bir karar; İzmir
Fuarında tahrip edilip yakılmış Yunanistan pavyonunun yakılan bayrağını
Başbakanın çekerek tarziye vermesini öngörüyordu. Menderes’in rapor almak
sureti ile geçiştirdiği, bu aşağılayıcı jesti, yerine yanılmıyorsam Ticaret
Bakanı Muammer Çavuşoğlu ifa etti.
Ama
bu arada da “Amirâl
yara aldı.” Bu sonun başlangıcı oldu. İstiklâl Caddesi yavaş yavaş
eski hüviyetini kayıp etti. Hemen ardından gelen ekonomik sıkıntı ve döviz
kıtlığı, tramvayların arkasına bağlanarak tahrip edilmiş ithâl
malların, nadide kumaşların yerine yenisini koyamadı. Osmanbey ve Şişli’nin
cazibe kazanması da eklenince başlayan çöküş, değişen insan florası ile
birlikte yerini lahmacunculara, büfelere, kabalığa ve saygısızlığa terk edip,
bu günkü tabloya gelindi.
Son
bir iki yıldır Sn. Vitali Hakko’nun öncülüğünde “Beyoğlu’nu kurtarma
kampanyası” ile bir şeyler yapıldı, ama nereye kadar? Hani; kazada parçalanmış
bir yüzü, çok iyi estetik cerrahlarının elinde yeniden yaratırsınız da
mimiklerde bir mâna
eksikliği, ruhsuzluk olur, onu bir türlü başaramazsınız…
(
DEVAM EDECEK)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder