AH GÜZEL İSTANBUL -I-
"Gülcemal ile gelir İstanbul'a çocukluğum, Gülcemal ile gider." BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Bazen
bir ses duyarım, bir süre ayıramam, yeni mi algılıyorum, yoksa belleğimin
derinlerinden bir yerlerden mi yankılanıyor? Kokular duyarım, kaynağını tam
kestiremediğim, çok uzaklardan gelen kokular... Seslerin kokusu ile kokuların
melodisi bir senfoni oluşturur, martı çığlığına yosun kokusu, vapur düdüklerine
is karışır. Anason kokusuna Hamiyet’in gazelleri, dalgaların şırıltısına bezir
yağlı boya kokusu. Tramvay zili sesine yağmur rayihası, polis düdüklerine
parfüm kokusu siner, sokak satıcılarının melodik şiirinden çingene kadının
lâvanta sepetine bir yol oluşur, beni alıp çocukluğumun İstanbul’una
götürürler.
“Bakmıyor
çeşm-i siyah feryade.”
Yaz
akşamları en son sahne alırdı Hamiyet Yüceses, Tepebaşı Bahçesi’nde. Ve biz,
babamla ben, Yenişehirpalas Oteli’nin caddeye bakan odasında onun gazeli ile
uykuya dalardık İstanbul’da olduğumuz geceler. On, on bir yaşlarımı koştuğum
yıllardı. Okul tatillerinde, bir haftalık iş seyahatlerine beni de yanına
alırdı rahmetli babam.
Anadolu
tüccarları genelde Sirkeci’deki otellerde konaklarlardı. Daha seçkin olan pek
azı da Tepebaşı’nda. İstanbul’un başka semtinde otel de pek yoktu zaten.
Kadıköy Rıhtım Caddesi’ndeki bir iki tanenin dışında. Otele yerleşir yerleşmez
ilk işim pencereyi açıp, İstanbul’u koklamak olurdu. Yanmış benzin kokusuna
hemen karşı tepenin altında kalan ve o zamanlar tertemiz olan Haliç’in deniz
kokusu, henüz binaların işgaline uğramamış tepelerden yeşil rüzgârlarla ulaşan
kır kokusuna biraz aşağıdaki Tünel’in buhar merkezinden gelen kömür kokusu karışır,
motor gürültüsü, korna sesine, polis düdükleri tramvay cızırtısına… Biletçinin
pencereler üzerinden uzanarak giden deriden ipi çekerek vatmanın hemen
tepesinde çınlattığı küçük çanın sesi -bir vuruş yürü, iki vuruş inecek var
demekti- vatmanın ayakla harekete getirdiği dan-dan-da-dan-dan ritimli
kampananın vuruşu, martı çığlıklarına güvercin nakaratları, kalabalık insan
trafiğinin uğultusu katılır. Caddede gördüğüm hareket ve canlılıktan,
alışmadığım ses cümbüşünden keyiflenir, dakikalarca bu sarhoşluğa bırakırdım
kendimi.
Hemen
otelin önünde, yol ortasındaki refüj ’de tramvaylar durur. Önde birinci mevkii
kırmızı, ardında yeşil ikinci mevkii vagonun oluşturduğu dizi. Bankalar Yokuşunu çıkan tramvay Şişhane
bitiminde, Altıncı Daire (İstanbul’daki ilk belediye binası) önünden kıvrılarak
Tepebaşı üzerinden İstiklal Caddesi- Taksim ve taa Şişli’ye kadar gider.
Karşı
kaldırımda sıralanmış pek çoğu siyah boyalı, sarı damalı taksiler. Sağ çamurluk üzerine monte edilmiş hantal
yapılı, elektrik sayacından biraz büyük, gövdeye ulaşan su borusu gibi, kalın
bağlantısı kuşun mühür ile mühürlenmiş, kibrit kutusundan biraz büyük, kırmızı
metal kurgusunu ters çevirince üzerindeki “serbest” yazısı da baş aşağı dönen
taksimetreleri. Kaputa dirseği ile dayanmış, bir örnek şapkalı ve hemen hepsi
orta yaşlı, efendi sürücüler. Biraz arkada aynı arabaların dolmuşa çalışanları.
Orta direğinden ön kapısı sağa, arka kapısı sola açılıp bırakılmış, ön kapıyı
sağ eli ile tutmuş, tıknaz, kısa boylu, pos bıyıklı, metalik kalın sesi ile
devamlı haykıran dolmuş kâhyası.
“Karaköy-
Eminönü, Karaköy- Sirkeci...”
1950
de seçimi kazanan Demokrat Partinin ilân ettiği genel af ile
birden ortalara dökülen bu eski, bıçkın mahkûmları, vali ve belediye reisi -O
zamanlar büyük illerde aynı kişinin uhdesinde olurdu- Fahrettin Kerim Gökay
dolmuş kâhyası olarak görevlendirerek cemiyete kazandırmıştı. Şehrin belli
yerlerindeki durakları bu adamlar zapt-ı rapta alır, gereğinde yolcuları sıraya
sokar, sıkışık saatlerde geçen bir taksiyi çevirerek dolmuş yolcusu almağa
zorlar, bu hizmetler karşılığında da doldurduğu arabanın şoföründen yirmi beş
kuruş -yaklaşık yarım dolmuş parası- ücret alırdı.
Akasya
ağaçlarının gölgelediği kaldırımın arkasında Şehir Tiyatroları’nın kiremit
rengi boyalı duvarları yükselmekte. Yaz olduğundan tatildeler. Kışları Komedi
ve Dram kısmı diye iki ayrı sahnede oyun icra eder ve mutlaka Shekespire’nin
bir oyunu ile mevsimi açarlar.
Geçince
köşede, İngiliz stili tuğla mimarisi ile iki katlı Citruen acentesi. Camlı alt kat mağazada iki üç yeni otomobil
teşhirde. Dar yolu devam edince, yüksek duvarların mahremiyetinde uzanan
İngiliz Sarayı. (Konsolosluk) Karşısında tramvay yolunun küçük bir (S) çizerek
Galatasaray’a yöneldiği köşede Kanuni-esasi Kıraathanesi. Geriye doğru gidilirse,
Lonra Bar, Bristol Hotel, Londra Otel ve otelimizin sol tarafında Asmalı Mescit
Sokağı istikametinde Karlman Pasajı. Tepebaşı’nı yüksek apartmanların altından
rutubetli bir dehliz ile İstiklal Caddesi’ne bağlayan geçit. Geceleri her iki
tarafındaki demir kapılarının kapatıldığı, hafif yokuşlu, yazın tatlı bir
serinlik ve asırlık küf kokusu neşreden, sağlı sollu duvarlarına gözlükçülerin,
oyuncakçıların tezgâhâh kurduğu, tahta askılarda sıralanmış pullu
kırmızı kadife terliklerin, siyah kadife üzerine yağlıboya ile resmedilmiş
mehtap manzaralı yuvarlak yastıkların, sarı dökümden Bayazıt işi kül
tablalarının, bibloların renklendirdiği bir alışveriş yolu. (Şimdi üzerinde
Odakule yükseliyor.)
Biraz
aşağıda, Şişhane’ye ayrılan yolun köşesinde görkemli, tarihi yapısı ile
Perapalas Otelli. Klâsik, kaliteli takımlar satan mobilyacı
dükkânları ve Amerikan Konsolosluğu. Otelimizin tam karşısında alçak taş
duvarların üzerindeki demir parmaklıklarına çadır bezi gerilerek kapatılmış, üç
dört basamakla inilen kapısının önünde, şimdiden tezgâhlarını açmış,
kaynamış mısır arabaları dizili, ben akran çocukların büyük cam kavanozlarda
taze ceviz içi ve gazla şişirilmiş uçan balon sattıkları Tepebaşı Bahçesi…
Bir
döneme ve Türk Müziğine damgasını vurmuş, bugün radyoların nostalji
programlarında 28 devirli taş plaklarını hasret ve zevk ile dinlediğimiz, bir
kısmı ömrünün uzatmalarını oynayan, bir çoğu başka iklimlerde meşhur ses
sanatçıları ve sazendelerin, bestekârların gelip geçtiği,
sanat ile eğlenceyi, içki ile efendiliği, işret ile asaleti hep belli bir
sınırda korumayı bilmiş, ünlü Tepebaşı Bahçesi…
Akşam,
havanın kararması ile beraber hareketlenmeğe başlar. Kapının önünden bir uçan
balon alarak girerdik. Caddeye paralel dikdörtgen büyük bahçenin sol tarafında
büyük sahne yer alır. Bez zemine resmedilmiş tropik bir manzaranın önünde
sandalyelerine sıralanmış, sağ ayakları küçük tahta sandıklara dayanmış,
ellerinde enstrümanları ile devrin popüler saz sanatçıları; Yorgo Bacanos,
Aleko Bacanos, Nubar Tekyay, Sadi Işılay, Selâhattin pınar, Şükrü
Tunar’lar. Halâ Harika Çocuk diye lânse edilen genç
Ercüment Batanay ve birçokları. Önlerinde bir sıra sandalyeye dizilmiş, devamlı
ellerindeki mendilleri ile oynayan, beyaz tuvaletli “Sıra Kızlarının”
oluşturduğu ve sağ başta elinde tefi ile ayakta duran Kemâl
Gürses yönetimindeki fasıl heyeti yerini almış ve saatler sürecek fasıllarına
başlamış bile. Sahneye yakın olanların üzerlerine meyve tabakları ve buz
kovaları konularak, sandalyeleri masa yönüne yatırılarak hatırlı müşteriler
için rezerve edilmiş masalar. Yine sahnenin yanından geriye doğru uzanan bir
metre yükseklikteki, beyaz boyalı tahta parmaklıklar ile ayrılmış Setüstü
masaları, daha çok ailelere tefrik edilmiş. Arka tarafta kalanlar ise, sadece
bira ve meşrubat ile oturulabilinen yerler. Fiyatlar büyük bir kesimin
ulaşabileceği düzeyde idi. Esasen pahalı eğlenmek, aşikâre hovardalık
etmek, para saçmak ayıptı. İkinci Dünya Harbi zenginleri, servetlerini
hazmetmiş, sınıf atlayarak kendi kapalı muhitlerine çekilmiş, Anadolu
yakasındaki köşklerine kapanmış idiler. Demokrat Partinin hazımsız zenginleri
henüz ortada yoktu. Gazinolar sanatçılara çok büyük ücretler ödemediğinden
müşteriye çıkarılacak faturalar da makul düzeyde kalırdı. Bir gecenin masrafını
bir kaç masadan karşılayacak anlayış daha gelmemişti gazino âlemine.
Tabii bu tip müşteri de henüz gelmemişti piyasaya. Buraya genelde daha seçkin
bir sınıf gelirdi. Baskı çemberini kırabilmiş asri aileler, azınlıklar,
tüccarlar ve onların taşralı müşterileri, Anadolu’dan iş için gelmiş esnaf
takımı. Bu sınıf, kışın Taksim
Abidesi’nin tam karşısında, Cumhuriyet Caddesi’nin başlangıç noktasındaki büyük
acentenin üst katındaki Kristâl Gazinosu’na ya da Taksim Belediye’ye
taşınırdı. Bir alt tabaka ise, İstiklal Caddesi’ndeki Şen Saz veya Gül Saz’a
gider, vestiyere ücret ödememek için kasketlerini ceket içlerine saklayarak
girerdi içeri. Fötr şapka giyenlerin böyle bir şansı yoktu. Başı açık gezenler
mi? Erkekler yaz kış baş açık gezme ayıbını(!) işlemezlerdi.
Fötr
kullananlar, yaz sıcağı ile beraber açık renk hasır şapkaya geçerdi. Yaz
günleri bile ceketsiz dolaşan pek nadirdi.
Hele kısa kollu gömlekle hiç. Beyefendiler, tersine katladıkları
ceketlerini sol kol üzerine yatırarak tiril tiril, beyaz ipek gömlekleri ile
dolaşırdı. Yaka ve kol kapakları hafif kolalanmış, sol göğüs nahiyesine koyu
renk ibrişim ile isimlerinin baş harfleri markalanmış ipek gömleklerle.
Karikatürlere konu olan Hacıağa sınıfı, daha çok Beyoğlu’nun arka
sokaklarındaki saz salonları veya barlarda ütülürdü. Ki, benim yaşım buraları tanımaya uygun
değildi. Cumhuriyet Caddesindeki lüks gece kulüpleri (Kervansaray gibi) de
aşardı benim yaş seviyemi. Buralarda
program yapan çıplak göğüsleri ve kalçasında dört ayrı püskül döndürerek
dans eden bir meşhur sanatçı, “dört motorlu”
Pamela’yı ancak gazete havadislerinden öğrenirdik.
Giriş
kapısının basamaklarından sonra görüşü dışarıdan seyre kapatan paravanı geçip
yemeksiz kısma yönelirdik. Babamın tanıdığı garsonlardan birinin masasına
oturur, bir şişe bira isterdik köylü peyniri ile bana da gazoz. Balonumun ipi
birçok masada olduğu gibi gazoz şişesinin tepesine bağlanıp havaya
salınıverirdi. Siyah papyonlu
garsonların telaşlı koşuşturmaları arasında masalar dolmaya başlardı birer
ikişer. Buranın garsonları yerli olsun
taşralı olsun genelde müşterinin büyük kısmını tanırlardı. Uzayan fasıllı
sıkılarak dinlerdim. Beni en çok ilgilendiren yabancı revü trupları, parlak, krome takımlarını süratle sahneye
taşıyan yabancı akrobatlar ve illüzyonistlerdir. Karlo Kapoçelli orkestrası ve
Jak Biçaçi dans topluluğu, Angelina Velaskes, Niko Degastino gini yabancı
sanatçılar anımsadıklarım. Gecenin
ilerleyen saatlerinde art arda meşhur hanendeler gelirdi sahneye; Muallâ
Mukadder, Perihan Altındağ, Semahat İçtenses, Radife Ertem, Müzehher Güyer,
Muallâ
Akçay, Rıza Rit, Lütfü Güneri, Ahmet Üstün ve daha niceleri. En son olarak ta
Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses.
O
zamanlar Assolist deyimi yoktu. Zeki Müren de yoktu. Erkekler erkek gibi
idiler, kadınlar da kadın. Benim favorim Hamiyet Hanımdı. O sahneye çıkacağı
zaman fondaki manzara resminin önüne kırmızı kadifeden, parıltılı yeni bir
perde çekilir, dinlenen saz heyeti yerini alırdı. Bir hane peşrevden sonra dekoltesi bir hayli
açık, kloş etekli, siyah saten tuvaleti, aynı kumaştan Lui-kenz topuklu
ayakkabıları ile kulis ağzında görünürdü.
Bütün bahçenin coşkulu alkışları eşliğinde sahnenin en önündeki uzun
borulu mikrofona yönelir, iri göğüslerinin derin çizgisini biraz daha ortaya
çıkaran bir reveransla eğilirdi ve başlardı okumaya, genizden gelen, nağmeli,
yanık, perdeli boğuk sesi ile
“Gitti de gelmeyiverdi. Ahh. Gözlerim
yollarda kaldı.” Elde dolaşılan
mikrofonlar henüz yoktu. Kablosuz mikrofonu ise hayal etmek ancak Julles
Verne’ye yakışırdı. Hamiyet Hanım yorulmadan onlarca şarkı icra ederdi
art-arda. Kadehler yenilenir, “şerefe”
tokuşturmalar artar, bazen gerilerden cezbe gelmiş bir hayranın “Allaaahhh.” nidâsı patlar,
biraz da ayıplayan bakışlarla bütün başlar o yöne dönerdi.
“Bakmıyor Çeşm-i siyah feryade.” Bu gazel sona yaklaşmanın işareti idi. Kemâninin
uzun taksiminden sonra sahneye yönelen bir iki spot dışında bütün ışıklar söner
ve artık sükûnete erişmiş İstanbul semalarına doygun sesi perde perde, dalga
dalga yayılırdı.
“Her yer karanlık pür nur o mevkii.” İşte o zaman, gazoz şişelerine bağlı uçan balonlar
çözülür, ipin ucuna küçük bir kâğıt bağlanır, ateşlenerek havaya
salınıverilirdi. Altında alev, yükselen balonlar ısıya yenilerek tutuşur,
patlar, içindeki gazın yanması ile küçücük, renkli yıldızlar saçılırdı
gökyüzüne birbiri ardınca.
“Magrip mi, yoksa makber mi ya Râb?” Işıklar yeniden yanardı. Saz heyeti çekilir, ortalık
hareketlenir, bütün kalabalık kapı önüne birikirdi. Korna seslerine taksi
kapılarının darbeleri, dolmuş kâhyasının haykırışları eklenir, son tramvaya
yetişme telâşındaki
uzak semt sakinlerinin koşuşturmalarına karşı biz gayet sakin tam karşıdaki
otelimize erişmenin mutluluğu ile yatar uyurduk, musikiye doymuş olarak.
(DEVAM
EDECEK)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder