16 Temmuz 2018 Pazartesi

AH GÜZEL İSTANBUL -I-




AH GÜZEL İSTANBUL  -I-
"Gülcemal ile gelir İstanbul'a çocukluğum, Gülcemal ile gider." BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Bazen bir ses duyarım, bir süre ayıramam, yeni mi algılıyorum, yoksa belleğimin derinlerinden bir yerlerden mi yankılanıyor? Kokular duyarım, kaynağını tam kestiremediğim, çok uzaklardan gelen kokular... Seslerin kokusu ile kokuların melodisi bir senfoni oluşturur, martı çığlığına yosun kokusu, vapur düdüklerine is karışır. Anason kokusuna Hamiyet’in gazelleri, dalgaların şırıltısına bezir yağlı boya kokusu. Tramvay zili sesine yağmur rayihası, polis düdüklerine parfüm kokusu siner, sokak satıcılarının melodik şiirinden çingene kadının lâvanta sepetine bir yol oluşur, beni alıp çocukluğumun İstanbul’una götürürler.
“Bakmıyor çeşm-i siyah feryade.”
Yaz akşamları en son sahne alırdı Hamiyet Yüceses, Tepebaşı Bahçesi’nde. Ve biz, babamla ben, Yenişehirpalas Oteli’nin caddeye bakan odasında onun gazeli ile uykuya dalardık İstanbul’da olduğumuz geceler. On, on bir yaşlarımı koştuğum yıllardı. Okul tatillerinde, bir haftalık iş seyahatlerine beni de yanına alırdı rahmetli babam.
Anadolu tüccarları genelde Sirkeci’deki otellerde konaklarlardı. Daha seçkin olan pek azı da Tepebaşı’nda. İstanbul’un başka semtinde otel de pek yoktu zaten. Kadıköy Rıhtım Caddesi’ndeki bir iki tanenin dışında. Otele yerleşir yerleşmez ilk işim pencereyi açıp, İstanbul’u koklamak olurdu. Yanmış benzin kokusuna hemen karşı tepenin altında kalan ve o zamanlar tertemiz olan Haliç’in deniz kokusu, henüz binaların işgaline uğramamış tepelerden yeşil rüzgârlarla ulaşan kır kokusuna biraz aşağıdaki Tünel’in buhar merkezinden gelen kömür kokusu karışır, motor gürültüsü, korna sesine, polis düdükleri tramvay cızırtısına… Biletçinin pencereler üzerinden uzanarak giden deriden ipi çekerek vatmanın hemen tepesinde çınlattığı küçük çanın sesi -bir vuruş yürü, iki vuruş inecek var demekti- vatmanın ayakla harekete getirdiği dan-dan-da-dan-dan ritimli kampananın vuruşu, martı çığlıklarına güvercin nakaratları, kalabalık insan trafiğinin uğultusu katılır. Caddede gördüğüm hareket ve canlılıktan, alışmadığım ses cümbüşünden keyiflenir, dakikalarca bu sarhoşluğa bırakırdım kendimi.
Hemen otelin önünde, yol ortasındaki refüj ’de tramvaylar durur. Önde birinci mevkii kırmızı, ardında yeşil ikinci mevkii vagonun oluşturduğu dizi.  Bankalar Yokuşunu çıkan tramvay Şişhane bitiminde, Altıncı Daire (İstanbul’daki ilk belediye binası) önünden kıvrılarak Tepebaşı üzerinden İstiklal Caddesi- Taksim ve taa Şişli’ye kadar gider.

Karşı kaldırımda sıralanmış pek çoğu siyah boyalı, sarı damalı taksiler.  Sağ çamurluk üzerine monte edilmiş hantal yapılı, elektrik sayacından biraz büyük, gövdeye ulaşan su borusu gibi, kalın bağlantısı kuşun mühür ile mühürlenmiş, kibrit kutusundan biraz büyük, kırmızı metal kurgusunu ters çevirince üzerindeki “serbest” yazısı da baş aşağı dönen taksimetreleri. Kaputa dirseği ile dayanmış, bir örnek şapkalı ve hemen hepsi orta yaşlı, efendi sürücüler. Biraz arkada aynı arabaların dolmuşa çalışanları. Orta direğinden ön kapısı sağa, arka kapısı sola açılıp bırakılmış, ön kapıyı sağ eli ile tutmuş, tıknaz, kısa boylu, pos bıyıklı, metalik kalın sesi ile devamlı haykıran dolmuş kâhyası.
“Karaköy- Eminönü, Karaköy- Sirkeci...”
1950 de seçimi kazanan Demokrat Partinin ilân ettiği genel af ile birden ortalara dökülen bu eski, bıçkın mahkûmları, vali ve belediye reisi -O zamanlar büyük illerde aynı kişinin uhdesinde olurdu- Fahrettin Kerim Gökay dolmuş kâhyası olarak görevlendirerek cemiyete kazandırmıştı. Şehrin belli yerlerindeki durakları bu adamlar zapt-ı rapta alır, gereğinde yolcuları sıraya sokar, sıkışık saatlerde geçen bir taksiyi çevirerek dolmuş yolcusu almağa zorlar, bu hizmetler karşılığında da doldurduğu arabanın şoföründen yirmi beş kuruş -yaklaşık yarım dolmuş parası- ücret alırdı.
Akasya ağaçlarının gölgelediği kaldırımın arkasında Şehir Tiyatroları’nın kiremit rengi boyalı duvarları yükselmekte. Yaz olduğundan tatildeler. Kışları Komedi ve Dram kısmı diye iki ayrı sahnede oyun icra eder ve mutlaka Shekespire’nin bir oyunu ile mevsimi açarlar.
Geçince köşede, İngiliz stili tuğla mimarisi ile iki katlı Citruen acentesi.  Camlı alt kat mağazada iki üç yeni otomobil teşhirde. Dar yolu devam edince, yüksek duvarların mahremiyetinde uzanan İngiliz Sarayı. (Konsolosluk) Karşısında tramvay yolunun küçük bir (S) çizerek Galatasaray’a yöneldiği köşede Kanuni-esasi Kıraathanesi. Geriye doğru gidilirse, Lonra Bar, Bristol Hotel, Londra Otel ve otelimizin sol tarafında Asmalı Mescit Sokağı istikametinde Karlman Pasajı. Tepebaşı’nı yüksek apartmanların altından rutubetli bir dehliz ile İstiklal Caddesi’ne bağlayan geçit. Geceleri her iki tarafındaki demir kapılarının kapatıldığı, hafif yokuşlu, yazın tatlı bir serinlik ve asırlık küf kokusu neşreden, sağlı sollu duvarlarına gözlükçülerin, oyuncakçıların tezgâhâh kurduğu, tahta askılarda sıralanmış pullu kırmızı kadife terliklerin, siyah kadife üzerine yağlıboya ile resmedilmiş mehtap manzaralı yuvarlak yastıkların, sarı dökümden Bayazıt işi kül tablalarının, bibloların renklendirdiği bir alışveriş yolu. (Şimdi üzerinde Odakule yükseliyor.)
Biraz aşağıda, Şişhane’ye ayrılan yolun köşesinde görkemli, tarihi yapısı ile Perapalas Otelli. Klâsik, kaliteli takımlar satan mobilyacı dükkânları ve Amerikan Konsolosluğu. Otelimizin tam karşısında alçak taş duvarların üzerindeki demir parmaklıklarına çadır bezi gerilerek kapatılmış, üç dört basamakla inilen kapısının önünde, şimdiden tezgâhlarını açmış, kaynamış mısır arabaları dizili, ben akran çocukların büyük cam kavanozlarda taze ceviz içi ve gazla şişirilmiş uçan balon sattıkları Tepebaşı Bahçesi…

Bir döneme ve Türk Müziğine damgasını vurmuş, bugün radyoların nostalji programlarında 28 devirli taş plaklarını hasret ve zevk ile dinlediğimiz, bir kısmı ömrünün uzatmalarını oynayan, bir çoğu başka iklimlerde meşhur ses sanatçıları ve sazendelerin, bestekârların gelip geçtiği, sanat ile eğlenceyi, içki ile efendiliği, işret ile asaleti hep belli bir sınırda korumayı bilmiş, ünlü Tepebaşı Bahçesi…
Akşam, havanın kararması ile beraber hareketlenmeğe başlar. Kapının önünden bir uçan balon alarak girerdik. Caddeye paralel dikdörtgen büyük bahçenin sol tarafında büyük sahne yer alır. Bez zemine resmedilmiş tropik bir manzaranın önünde sandalyelerine sıralanmış, sağ ayakları küçük tahta sandıklara dayanmış, ellerinde enstrümanları ile devrin popüler saz sanatçıları; Yorgo Bacanos, Aleko Bacanos, Nubar Tekyay, Sadi Işılay, Selâhattin pınar, Şükrü Tunar’lar. Halâ Harika Çocuk diye lânse edilen genç Ercüment Batanay ve birçokları. Önlerinde bir sıra sandalyeye dizilmiş, devamlı ellerindeki mendilleri ile oynayan, beyaz tuvaletli “Sıra Kızlarının” oluşturduğu ve sağ başta elinde tefi ile ayakta duran Kemâl Gürses yönetimindeki fasıl heyeti yerini almış ve saatler sürecek fasıllarına başlamış bile. Sahneye yakın olanların üzerlerine meyve tabakları ve buz kovaları konularak, sandalyeleri masa yönüne yatırılarak hatırlı müşteriler için rezerve edilmiş masalar. Yine sahnenin yanından geriye doğru uzanan bir metre yükseklikteki, beyaz boyalı tahta parmaklıklar ile ayrılmış Setüstü masaları, daha çok ailelere tefrik edilmiş. Arka tarafta kalanlar ise, sadece bira ve meşrubat ile oturulabilinen yerler. Fiyatlar büyük bir kesimin ulaşabileceği düzeyde idi. Esasen pahalı eğlenmek, aşikâre hovardalık etmek, para saçmak ayıptı. İkinci Dünya Harbi zenginleri, servetlerini hazmetmiş, sınıf atlayarak kendi kapalı muhitlerine çekilmiş, Anadolu yakasındaki köşklerine kapanmış idiler. Demokrat Partinin hazımsız zenginleri henüz ortada yoktu. Gazinolar sanatçılara çok büyük ücretler ödemediğinden müşteriye çıkarılacak faturalar da makul düzeyde kalırdı. Bir gecenin masrafını bir kaç masadan karşılayacak anlayış daha gelmemişti gazino âlemine. Tabii bu tip müşteri de henüz gelmemişti piyasaya. Buraya genelde daha seçkin bir sınıf gelirdi. Baskı çemberini kırabilmiş asri aileler, azınlıklar, tüccarlar ve onların taşralı müşterileri, Anadolu’dan iş için gelmiş esnaf takımı.  Bu sınıf, kışın Taksim Abidesi’nin tam karşısında, Cumhuriyet Caddesi’nin başlangıç noktasındaki büyük acentenin üst katındaki Kristâl Gazinosu’na ya da Taksim Belediye’ye taşınırdı. Bir alt tabaka ise, İstiklal Caddesi’ndeki Şen Saz veya Gül Saz’a gider, vestiyere ücret ödememek için kasketlerini ceket içlerine saklayarak girerdi içeri. Fötr şapka giyenlerin böyle bir şansı yoktu. Başı açık gezenler mi? Erkekler yaz kış baş açık gezme ayıbını(!) işlemezlerdi.
Fötr kullananlar, yaz sıcağı ile beraber açık renk hasır şapkaya geçerdi. Yaz günleri bile ceketsiz dolaşan pek nadirdi.  Hele kısa kollu gömlekle hiç. Beyefendiler, tersine katladıkları ceketlerini sol kol üzerine yatırarak tiril tiril, beyaz ipek gömlekleri ile dolaşırdı. Yaka ve kol kapakları hafif kolalanmış, sol göğüs nahiyesine koyu renk ibrişim ile isimlerinin baş harfleri markalanmış ipek gömleklerle. Karikatürlere konu olan Hacıağa sınıfı, daha çok Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki saz salonları veya barlarda ütülürdü.  Ki, benim yaşım buraları tanımaya uygun değildi. Cumhuriyet Caddesindeki lüks gece kulüpleri (Kervansaray gibi) de aşardı benim yaş seviyemi. Buralarda  program yapan çıplak göğüsleri ve kalçasında dört ayrı püskül döndürerek dans eden bir meşhur sanatçı, “dört motorlu”    Pamela’yı ancak gazete havadislerinden öğrenirdik. 
Giriş kapısının basamaklarından sonra görüşü dışarıdan seyre kapatan paravanı geçip yemeksiz kısma yönelirdik. Babamın tanıdığı garsonlardan birinin masasına oturur, bir şişe bira isterdik köylü peyniri ile bana da gazoz. Balonumun ipi birçok masada olduğu gibi gazoz şişesinin tepesine bağlanıp havaya salınıverirdi.  Siyah papyonlu garsonların telaşlı koşuşturmaları arasında masalar dolmaya başlardı birer ikişer.  Buranın garsonları yerli olsun taşralı olsun genelde müşterinin büyük kısmını tanırlardı. Uzayan fasıllı sıkılarak dinlerdim. Beni en çok ilgilendiren yabancı revü trupları,  parlak, krome takımlarını süratle sahneye taşıyan yabancı akrobatlar ve illüzyonistlerdir. Karlo Kapoçelli orkestrası ve Jak Biçaçi dans topluluğu, Angelina Velaskes, Niko Degastino gini yabancı sanatçılar anımsadıklarım.  Gecenin ilerleyen saatlerinde art arda meşhur hanendeler gelirdi sahneye; Muallâ Mukadder, Perihan Altındağ, Semahat İçtenses, Radife Ertem, Müzehher Güyer, Muallâ Akçay, Rıza Rit, Lütfü Güneri, Ahmet Üstün ve daha niceleri. En son olarak ta Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses.
O zamanlar Assolist deyimi yoktu. Zeki Müren de yoktu. Erkekler erkek gibi idiler, kadınlar da kadın. Benim favorim Hamiyet Hanımdı. O sahneye çıkacağı zaman fondaki manzara resminin önüne kırmızı kadifeden, parıltılı yeni bir perde çekilir, dinlenen saz heyeti yerini alırdı.  Bir hane peşrevden sonra dekoltesi bir hayli açık, kloş etekli, siyah saten tuvaleti, aynı kumaştan Lui-kenz topuklu ayakkabıları ile kulis ağzında görünürdü.  Bütün bahçenin coşkulu alkışları eşliğinde sahnenin en önündeki uzun borulu mikrofona yönelir, iri göğüslerinin derin çizgisini biraz daha ortaya çıkaran bir reveransla eğilirdi ve başlardı okumaya, genizden gelen, nağmeli, yanık, perdeli boğuk sesi ile
“Gitti de gelmeyiverdi. Ahh. Gözlerim yollarda kaldı.” Elde dolaşılan mikrofonlar henüz yoktu. Kablosuz mikrofonu ise hayal etmek ancak Julles Verne’ye yakışırdı. Hamiyet Hanım yorulmadan onlarca şarkı icra ederdi art-arda. Kadehler yenilenir, “şerefe” tokuşturmalar artar, bazen gerilerden cezbe gelmiş bir hayranın “Allaaahhh.” nidâsı patlar, biraz da ayıplayan bakışlarla bütün başlar o yöne dönerdi.
“Bakmıyor Çeşm-i siyah feryade.” Bu gazel sona yaklaşmanın işareti idi. Kemâninin uzun taksiminden sonra sahneye yönelen bir iki spot dışında bütün ışıklar söner ve artık sükûnete erişmiş İstanbul semalarına doygun sesi perde perde, dalga dalga yayılırdı.
“Her yer karanlık pür nur o mevkii.” İşte o zaman, gazoz şişelerine bağlı uçan balonlar çözülür, ipin ucuna küçük bir kâğıt bağlanır, ateşlenerek havaya salınıverilirdi. Altında alev, yükselen balonlar ısıya yenilerek tutuşur, patlar, içindeki gazın yanması ile küçücük, renkli yıldızlar saçılırdı gökyüzüne birbiri ardınca. 
“Magrip mi, yoksa makber mi ya Râb?” Işıklar yeniden yanardı. Saz heyeti çekilir, ortalık hareketlenir, bütün kalabalık kapı önüne birikirdi. Korna seslerine taksi kapılarının darbeleri, dolmuş kâhyasının haykırışları eklenir, son tramvaya yetişme telâşındaki uzak semt sakinlerinin koşuşturmalarına karşı biz gayet sakin tam karşıdaki otelimize erişmenin mutluluğu ile yatar uyurduk, musikiye doymuş olarak.

(DEVAM EDECEK)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...