GRİ BURSA’DAN HOŞNUTSUZLUK O KADAR ARTTI Kİ; YEŞİL BURSA’YI HİÇ TANIMAYAN KARDEŞLERİME BİLGİ, AKRANLARIMA HATIRLATMA VESİLESİ OLUR DİYE ESKİ BİR SÖYLEŞİMİMDEN BİR BÖLÜM AŞIĞIDADIR.
1954 YILI BAŞLARINDA ÇEKİRGE SELVİLİ CADDEDEN BURSA OVASI
1954 YILI BAŞLARINDA ÇEKİRGE SELVİLİ CADDEDEN BURSA OVASI
VE AYNI AÇIDAN 2002 YILI BURSA OVASI
Merhabalar ;
(…)Sizleri yaklaşık yarım yüz yıl gerilere götürmek
istiyorum. 1950-60’lar Bursa’sı
nüfusu ancak 100 binleri bulabilen bir huzur kentidir. Eski deyimle abu-havası
(havası suyu) latif, sebzesi, eti lezzetli ve ucuz. Nüfusun yerli halktan sonraki büyük bir
bölümünü 93 Osmanlı Rus harbinden sonra yerleşen ve devam edip gelen Balkan,
Kafkas, Kırım göçmenleri ve her dönemden emekliler oluşturur. Asker emeklileri,
sivil emekliler, sanatçılar, aydınlar. İstiklal harbi ile Rum ve Ermeni azınlık
şehri terk etmiş. Sadece Altıparmak’ta geniş bir mahallede Sefaret Yahudileri
var.
Şehir; Uludağ eteklerine yaslanmış olarak Yıldırım,
Emirsultan, Mollarap, Temenyeri, Maksem, Muradiye, Beşikçiler, Stadyum, Merinos
evleri (Şimdiki Darmştat caddesi), Şehreküstü, Reyhan, Atpazarı (Gökdere
Bulvarı civarı), incirlik sınırları ile bir elips çizer. İpekiş, Merinos
fabrikaları, elektrik santralı, Fomaro binası (ki yabancı kökenli bir tütün
firmasının deposudur), hâl binaları ovaya, Askeri Lise yamaçlara çıkmış
uzantılardır. Çekirge ve 1950 Bulgaristan göçmenleri için yapılan Hürriyet ve
İstiklâl Mahallesi ana şehrin çok dışında farklı yerleşim noktalarıdır. Gerisi,
doyumsuz güzellikte ve yeşillikte Bursa Ovası. İlkbaharda pembe beyaz şeftali
ve erik çiçekleri, sonbaharda sarı ve
kahverenginin bütün tonları ile bezeli. Aralarına Tanrısal bir mozaik gibi
serpiştirilmiş, beyaz minareli, kırmızı kiremit damlı köyler.
Ben, kırmızı kiremitli köylerle Bursa’da
tanıştım. Bu gün bu şirin köyler büyük
şehrin, doymaz iştahı ile yutulmuş, birer mahallesi ve beton yapılar, sıvasız
duvarlarla doldurulmuş. Kavak yükseltileri küflü demirli, kolon filizleri ile
yer değiştirmiş durumda. Ve ben bundan rahatsızlık duyuyorsam lütfen anlayışla
karşılayınız.
Evliya Çelebi “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diye
yazar. Anlatmaya çalıştığım yıllarda da Bursa bir su şehri idi. Kentin
ortasından üç dere geçerdi ve yaz ve kış iri dere taşlı yatağından coşkun
şırıltılarla akardı. Setbaşı’ndaki Gökdere kış aylarında aktif. Molaaraptan gelip Yeşil caddesini kat ederek
ona karışan kolu yok oldu. Muradiye’den inerek Stadyum yanından ovaya uzanan
Cilimboz deresi kurudu, üstü kapatıldı, kanalizasyon deşarjı haline geldi. Evlerdeki su şebekesinin dışında
Pınarbaşı’ndan başlayıp evden eve geçerek Reyhan’dan sonra ovaya açılan
Pınarbaşı suyu vardı. Bu su bir yer altı
sistemi ile evden eve geçerek bazılarında bahçe çeşmesi, bazı evlerin
salonlarında şadırvan olarak devamlı akardı. Ve kullanımında kirletilmemesine
aşırı bir özen gösterilirdi. Mahalle
aralarında sokak başlarında sebil ve hayır çeşmeleri vardı. Belediye
oluşumundan sonra köşelere yerleştirilmiş Fransız yapımı demir döküm çok şık
çeşmeler vardı. Setbaşında içme suyu olarak evlere taşınan Devrengeç suyu
vardı. Ayrıca dağdan mahallelere yönlendirilmiş akarsular vardı. Çekirge’de ise
Romalılardan beri hizmet veren hamamlarda, otellerde ve birçok evde bulunan doğal
sıcak sular. Ovayı kat eden, içilecek temizlikteki Nilüfer, Panayır, Balıklı,
Hacivat, Deliçay dereleri.
Resmi daireler dışında sadece Heykelden Setbaşı
yönünde yeni açılmış cadde üzerinde ve dağınık mahallerde yapılmış 3 katı
geçmeyen apartmanlar dışında, evler Osmanlı ve Ermeni mimari tarzında,
genellikle iki üç katlı, büyük giyotin pencereli, çıkmalı, ahşap veya yarı
kâgir ama mutlaka büyük bahçeli idiler. Hâl binası karşısındaki Çingene
Mahallesi dışında gecekondu hemen yok gibiydi.
Bahçelerden meyve, özellikle dut ve asma dalları sarkar, manolya
kokuları taşardı. Bu kadar çok su ve ağaç olunca da bir o kadar kuş olurdu.
Mevsimine göre, saka, karatavuk, bülbül ve gugucuk terennümleri dinlerdik. Sonra yap-satçılar geldiler, bu güzelim konaklarla birlikte, ağaç
köklerini ve anıları da moloz kamyonlarına yükleyip götürdüler. Sular kurudu,
kuşlar yok oldular. Yeşil Bursa’da gri Bursa oldu.
Şehrin nabzı üç noktada atardı; Atatürk Caddesi,
Kapalıçarşı ve Çekirge. Dört tane
kapalı, üç dört tane yazlık bahçe sineması, evvelce Halkevi iken 1957 yılından
sonra Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Şehir Kulübü, Dağcılık
Kulübü iki tane pastane, muhallebici salonları, tatlıcılar kahve ve
kıraathaneler, bir iki otel, bankalar, postane. Evlerin alt katlarında her gün
bir yenisi ilâve olan mağazalar hep burada toplanmıştı. Tabii resmi dairelerde. Böyle olunca bütün sosyal faaliyet Atatürk
Caddesinde oluşurdu. Mesainin bitimi ile caddede turlama başlardı. Dairelerinden çıkmış memurlar, okul
talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez müdavimleri ikili üçlü
guruplar halinde kol kola Postane, Setbaşı arsında ileri geri yürür, aşina
yüzler devamlı birbirleri ile selâmlaşırdı. Tabii bütün şehri tanımak mümkün
değildir. Ama yabancıları hemen fark ederdik. Aileler sinema evveli çay
bahçelerinde, tatlıcılarda oturur, gece 12’ de biten son otobüs seferleri ile
birlikte cadde de uykuya dalardı. Hafta tatilinin başladığı Cumartesi öğlen ve
bittiği Pazar akşam saatlerinde Belediye Bandosu caddede gösteri yapardı.
Bursa çarşısı
Çakırhamam ile Bat Pazarı, Sobacılar aksında ve buna paralel Atatürk Caddesi,
Cumhuriyet Caddesi arasında uzanırdı. Şehrin başka yerlerinde
rastlayabileceğiniz sadece bakkal dükkânları, kundura tamircileri ve mahalle
berberleridir. Çarşılar hâlâ daha
arasta düzenini korumakta; şekerciler, kavaflar, aktarlar, sarraflar,
havlucular, manifaturacılar, yorgancılar, mobilyacılar, bıçakçılar, demirciler,
sobacılar kendi isimlerini taşıyan bölümlerde yoğunlaşmıştı. Atatürk Caddesi
kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu. Çarşının en hareketli bölümü
kapalı kısımdır. Burada ağırlıklı olarak havlucular ve manifaturacılar bulunur
ve yalnız Bursa’nın değil civar illerin ihtiyaçlarına da cevap verirdi.
Özellikle yaz ayları, yılbaşı ve bayram tatilleri, Bursa dışından gelenlerle
dolardı. Banyo ve tatil için gelen bu kesim havlu ve ipekli kumaş ihtiyaçları
ve hediyelik eşya alımları ile şehir ekonomisine önemli katkıda bulunurdu.
Özellikle koza mevsimi Koza Handa açık koza borsası kurulur, çarşıya bereket
akardı.
Kentte her
yaş ve sosyal sınıfın toplanma alanları farklı idi. Aileler Belediye önündeki
Dağcılık Kulübü ve Halkevi bahçesinde, (Şimdi güzel sanatlar galerisi) Tophane
saat kulesi altındaki bahçede, Yeşil kahvelerinde, Temenyeri’nde ve Çekirge’deki Hüsnügüzel, Selvinaz,
Kükürtlü bahçelerinde, Havuzluparkda
otururdu. Ve genelde Uludağ gazozu içilirdi. Köylü kesimi kendi adlarını
taşıyan hanlarda veya Tahtakale kahvelerinde, esnaf sınıfı Çakırham'daki
Kadifelikahve’de, memur ve emekliler özellikle asker emeklileri Setbaşı'ndaki
Mahfel’de, gençlik Mahfel’in bilardo salonu ve önündeki sette, şimdi İl
Kütüphanesi olan yerdeki Ferah Kıraathanesi’nde veya Akınspor lokalinde
barınırdı. Merinos Fabrikası mensupları içine kapalı olarak kendi sosyal
tesislerinde, elit sınıf ise Çelikpalas Otelinin salonlarındadır.
İnsanlar giyimine özen gösterirdi. Şehirli
hanımlar, başörtüsü ile yetinirdi. Genç hanımlar ve çalışanlar tayyör-eteği
yeğlerdi. Erkekler yaz kış mutlaka
kravatlı ve ceketli olurdu. Ceket
yakalarında, meslek, okul, kulüplerini belirten rozet taşırlardı. Orta yaşa gelmiş olanların kısa kollu
gömlekle gezmesi ayıptı. Ve genelde fötr şapkalı olurlardı. Yaz ayları hasır
Panama şapkalarına geçilirdi. Orta öğrenim öğrencileri kız erkek okul kasketi
giymek zorunda idi. Liseler sarı, Ticaret Lisesi kırmızı, Meslek Liseleri yeşil
şerit taşırdı kasketlerinde. Nedense bu
kasketleri pardösü içine saklayarak bu mecburiyeti delmeye çalışırdık. Kızlar
da biraz yukarı kaldırdıkları şemsiperin altından kâküller çıkartırlardı. Kız
okulların dağılma saatinde Mavi Köşe dondurmacısı önünde veya Basak Caddesinin
başında beklerdik, sadece platonik sevgililerimizle bakışmak ve arkaları sıra
evlerine kadar yürümek için. Yüksekokula
başlar başlamaz da büyük bir hevesle fötr şapka edinir ve bıyık
bırakırdık. İlkokullar dışında iki özel
kolej, iki resmi Orta Okul, Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Askeri
Lise, Kız Sanat ve Erkek Sanat Enstitüleri, Ziraat Okulu, Kız öğretmen Okulu
tekli öğrenimle yeterdi genç nüfusa. Ticaret Lisesi dışında okullar karma
olmadığından çaylar ve okullar arası sosyal etkinliklerde Erkek Lisesi Kız
Lisesi ile, Askeri Lise Kız Öğretmen Okulu ile, Ticaret Lisesi, Kız Enstitüsü
ile iş birliği yapar, Erkek Sanat Okulu sanırım yalnız kalırdı. Ziraat Okulu
ise esasen uzaklarda ve lokalize idi.
Çekirge,Yıldırım ve Hürriyet
Mahallesi dışındakiler okullarına ve iş yerlerine yürüyerek ulaşırdı. Böyle olunca da sayısı
ancak on adedi bulan Belediye Otobüsleri bütün şehre yeterdi. Merinos ve İpekiş fabrikaları dışında servis
diye bir şey yoktu, minibüste. Dolmuş ile 1959’da Santral Garajın yapılması ile
tanıştık. Evvelce Çakırhamam önünde bekleyen ve eşyası olanları Çekirgeye
taşıyan sadece iki tane dolmuş vardı. Kazalardan ve başka illerden gelen
otobüsler, Ulucami Meydanı, Yeniyol, Heykel önündeki yazıhanede yolcu alır
bırakırdı. Caddelerin belli yerlerinde durakları bulunan faytonlar ve yük
arabaları bu insanları evlerine taşırdı. Taksi yazıhaneleri özellikle Mudanya
ve Yalova’ya dolmuş yapar, az sayıda taksi şehir içinde kullanılırdı. Özel
otomobil sayısı elliyi geçmezdi ve bu arabaların kimlere ait olduklarını
bilirdik. Böyle olunca da park ve trafik sorunu yoktu. Gürültü sorunu da. Bir tanesi Belediye Önü, bir tanesi Valilik
önünde iki tane sabit trafik noktası vardı. Yılbaşı akşamları araba
sahiplerince bu noktalara hediye paketleri bırakılırdı. İki ciple hizmet veren motorize polis ekibi
ve semt karakolları asayişi sağlamada yeterli idiler. Bir tek Valinin bir adım
gerisinde yürüyen makam polisi bir de Cumhuriyet Savcısının makam kapısında
sembolik olarak polis memuru bulunurdu. Koruma orduları nedir bilmiyorduk. Gece
bekçileri karakolları değil mahalle ve çarşıları korurdu.
Belli meslekler dışında seyyar satıcı yoktu. Simitçi
ve şerbetçiler dışındakiler genellikle mahalle aralarında dolaşırdı.
Dondurmacılar, iki kişilik saz takımı ile macuncular, yoğurtçular, atlı ve
arabalı manavlar, hallaçlar, kalaycılar, at ve eşeksırtında odun satıcıları,
baltalı, bıçkılı odun yarıcıları ve sırtı çuvallı eski alıcıları.
Deniz modası yoktu. Sadece
gençler pazar günleri Mudanya’ya yüzmeye giderdi. Çok sınırlı bir kesimin Mudanya ve Burgaz
köyünde yazlık evleri vardı. Yaz
ayları barakalar, çadırlar, kamplarla Uludağ’a çıkılırdı. Dağda Kayakevi ve Büyük Otel dışında sadece
Beceren’in basit tesisleri vardı.
Kışın kayakçılar otobüslerle ulaştıkları
dağdan tepelere skileri ile tırmanır, dönüşte de Bursa’ya kadar kayarak
inerlerdi.
Kış kışlığını yapar, daha fazla kar yağar, daha uzun
süre kalırdı. Geceleri kadınlı erkekli guruplar Namazgâh, Maksem, ipekçilik
yokuşlarından merdivenle kayarlardı.
Böyle zamanlarda caddelerde atlı kızakları ve kuş göçü mevsiminde,
kentin en ışıklı kesimi heykel önünde bıldırcın yağmurlarını anımsarım.
Çok eski yıllardan bu yana var olan koza çekme, ipek dokuma ve emprime fabrikaları, boyahaneler, havlu tezgâhları mahalle
aralarına dağılmıştı ve birçoğu ev
ekonomisi düzeyinde idiler. 1950’lerden sonra bu tezgâhlar motorize olmaya
başlamıştı. 1960’lardan sonra ciddi sanayi kuruluşlarına dönüşmeye
başladılar. Tercihlerin kara yoluna
kayması neticesi at arabası imal eden atölyeler kamyon şasileri üzerine otobüs
karoseri imaline başladılar. Bir çekiç
bir el örsü yardımı ile çarpık arabaları düzelten maharetli ustalar yetişti.
1957’den sonra ülkenin girdiği ekonomik dar boğazla birlikte ithali zorlaşan
oto parçalarını, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı.
Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan kuruluşlar oluştu.
Sanayi hamleleri iç göçü tetikledi. İki
otomobil fabrikasının Bursa’da yapılanması bu göçü hızlandırdı. 1959’da santral
garaj açıldı. Yeni Yalova ve İzmir yolları yapıldı. Yerleşim alanlarını şehrin
kuzeyine yönlendiren bu oluşumlar ovaya doğru imarsız arsa pazarını ve plânsız
yapılaşmayı doğurdu. 1960’larda yapılan Organize Sanayi Bölgesi bu yapılaşmayı
batıya da taşıdı.
Altıparmak’ta Haşim İşcan ilkokulunda öğrenime başlayan
Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Kente ek nüfus, ekonomiye etkinlik katan bu oluşum
yaşantımıza genç neslin cıvıltısı ve renkli yaşamı ile birlikte ek sorunlar da
getirdi. Özellikle kampüsleşme oluşumuna kadar.
1980’li
yıllarda terör nedeni ile doğudan, ardından asimilasyon gerekçeli Bulgaristan’dan
toplu göçler oldu. Köylerden şehirlere akım arttı. Kontrol altına alınamayan
imarsız ve çarpık yapılaşma, genişleyen alanlarla merkez arasındaki ulaşım
rasyonel yönlendirilemeyince, eski kente yeni yollar açılamayınca ve sanayi
yoğunlaştıkça hava kirliliği, çevre kirliliği, ses kirliliği, ışık kirliliği
arttı. Baca gazlarının etkisi ile iklim
bile değişti.
Ve bu günkü milyonlar
nüfuslu Bursa’ya geldik. Artan nüfusla
birlikte şehirlerin yatay veya düşey veya her iki yönde birden genişlemeleri
kaçınılmaz bir olgudur. Ama gönül isterdi ki; büyük şehrin nimetleri, küçük
şehrin tarihini, kültürünü, doğasını, peyzajını, birçok değerlerini toptan yok
etmese idi. Hiç değilse eski şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası
olarak intikal ettirebilse idik. Ve sizler bu güzellikleri slaytlardan izlemek,
orta yaşlı amcalardan masal dinlemek zorunda kalmasa idiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder