ÜTOPİK
BURSA*
Üç
gündür Bursa’dayım. Osmangazi Belediyesinin davetlisi bir grubuz. Bu üç günde
gördüklerim ve yaşadıklarımdan o kadar etkilendim, o kadar kıvandım ki, sıcağı
sıcağına paylaşmak istedim seninle.
İstanbul’dan
Mudanya’ya deniz otobüsü ile rahat bir yolculuk yaptık. Uzun iskeleyi yürüyerek
kat edince birden meydanın bitişiğindeki biblo gibi iki katlı bir yapı ile
karşılaştık. Tuğla işlemeli. Kesme taş kemerli pencereler, Marsilya kiremidi
kaplı dik çatı, üzerindeki küçük pencereli çatıçkatı ile masal dünyasından
kalma bir dekor gibi duruyordu, çevresindeki modern binalar arasına. Ya da eski
Avrupa kartpostallarından bir Alp kasabası peyzajı. Burası bir gar binası.
Malta taşı döşeli kaldırımından dolanınca masalın devamı ile karşılaştık. Sekiz
on vagonluk bir tren katarı. Önde metal aksamı parlatılmış, teker üstlerinden
beyaz buharlar saçan kömürlü bir küçük lokomotif. Eski yüzyıllardan kalmış
gibi. Gibi değil öyle. Bu dar hat 1892’ de bir Belçika şirketi tarafından
yapılmış. Uzun yıllar Bursa Mudanya arasındaki tek bağlantı imiş. Simdi
turistik amaçlı ve bir tarih sembo1ü olarak kullanılıyor. Biz tavanı kapalı,
yanları ferforje parmaklıklı yazlık vagonları tercih ettik. Biraz sonra sarı
döküm kampana üç kere vurdu. Kırmızı şapkalı hareket memuru elindeki feneri
kaldırdı. Lokomotifin melodili çığlıkları ile hareket ettik. Cilalı eski ahşap
direkler ve tavan kaplamaları titreşimlerle uydular tekerlerin sarsıntılı
ritmine. Bir süre sağ paralelimizdeki geniş asfaltı ve yamaçtaki apartmanları
izledik. Sonra katar, yolun altından geçip yamaçlara doğru tırmanmaya başladı,
Güzel bir Mayıs günü. Sanki yazın müjdecisi, Özenle budanmış zeytinliklerin
zeminleri taze yeşillerle örtülü, aralarda papatyalar„ ballıbabalar. Yolun
şevlerini sarıçiçekleri ile katırtırnakları kaplarmış. Sol tarafımızda
aşağılarda kıyı boyu uzanan binalar ve koyu mavi bir deniz. Körfezin karsı
kıyıları. Yine yeşil... Yavaş yavaş tırmanıyoruz. Bol virajlı ve rampalı bir
yol. Kızılçam korularının pembe beyaz çiçek açmış badem ve şeftali bahçelerini,
bağlar arasına yayılmış köyleri geçiyoruz. Hat boyunda taze yaprakları açık
yeşil dut ağaçları sıralı. Bir zamanlar buraları bütün dutlukmuş. Bursa’nın
koza ürettiği, ipek şehri olduğu dönemler... Bir saate yakın bir süre tırmanıp
tepeye ulaştık... Birden manzara değişti, Nihayetsiz bir ova... Karşıda bütün
görkemi, taze yeşil yamaçları ve öğlen güneşi ile parıldayan karlı dorukları
ile Uludağ... Bahçeli evler ve villaların arasında bulduk kendimizi. Geniş bir
otoyola ve hafif raylı sisteme paralel yol almaya başladık. Yanımızdan modern
elektrikli vagonlar hızla geçiyor. Makinist onları buhar çığlıkları ile
selamlıyor. O da acaba bu makine gibi yüz küsur yaşında mı? İnince bakacağım.
Bize el sallıyorlar, çocukluk günlerimizin Lunapark coşkusu ve sevinci ile
cevap veriyoruz. Garip bir duygu; sanki oturduğumuz eski deri kanepe ile
özdeşleşmiş, tarih olmuşuz, Yüzyıllar ilerisine el sallar gibiyiz.
Zaman
tünelindeki yolculuğumuz geniş Sanayi Bölgesini, modern fabrika binalarını, çok
katlı yerleşim birimleri ile Yeni Bursa’nın uydu kentlerini izleyerek sürüyor.
Kırk kilometrelik bu eski güzergâhı nostaljik duygular altında bir buçuk saatte
bitirebildik. Oysa yeni otoyol ve raylı sistemle bu mesafe sadece yirmi dakika.
Ama şikâyetçi değiliz.
Trenimiz
çok katlı bir istasyonun birinci zemin katına yanaştı. Yürüyen merdivenlerden
inen çıkan insan kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Burası Yeni Bursa’nın
kent merkezindeki ana metro istasyonu. Bir alt katımızdan batı yönündeki
Mudanya’yı doğudaki yerleşim bölgeleri ve Kestel’e bağlayan yeşil hat geçiyor.
Onun altından ise Yalova yolu üzerindeki şehirlerarası otobüs terminali ve
bitişiğindeki Demiryolu istasyonunu Eski Bursa merkezine ve Uludağ teleferiğine
bağlayan kuzey güney eksenli kırmızı hat.
Yürüyen
merdivenlerle çok geniş bir meydana çıktık. Tramvay ve otobüs durakları, oturma
alanları, yeşil alanlar, Çınarlar, Palmiyeler, çiçeklikler, havuzlar ve
fıskiyelerle donatılmış. O kadar çok fıskiye var ki: bu çok hareketli araç
trafiği ve insan kalabalığının gürültüsü su sesleri arasında maskeleniyor.
Zaten Bursa’nın her yöresinde, meydanlarda, sokak, mahalle aralarında havuzlar,
çeşmelerle karşılaştık. Cami içlerinde,
han avlularında, eski Bursa evlerinin salon ve bahçelerinde mermer şadırvanlar
karşıladı bizi. Velhasıl “Bursa sudan ibarettir” diyen Evliya Çelebi’ye hak
vermemek elde değil. Hatta bir eklentide bulunmak lazım Çelebi’ye; “Bursa sudan
çiçekten ve Erguvanlardan ibarettir.”
Meydanın
bir yönünde valilik, beleye hizmet binası. Resmi Daireler, diğer yönünde çok
katlı iş hanları ve alışveriş merkezleri, öbür tarafta oteller bölgesi var. Otelimiz
yürüme mesafesinde. Odalarımıza yerleştik, Bavullarımız gelmiş bile… Pencereye
yaslandım. Sekizinci katta ve güneye bakıyorum. Önümde geniş meydan, yukarı
doğru tırmanan palmiyeli bir bulvar, sağlı sollu iş merkezleri ve bir amfiteatr
gibi yükselen: ulu servilerin, yaşlı çınarların, gümüşlü kubbelerin, beyaz
minarelerin bezediği Eski Bursa... Ardında Uludağ’ın yeni yeşermiş genç
tepeleri...
Biraz
dinlenmenin ardından tramvay bizi Atatürk Caddesine taşıdı. Bu cadde Eski
Şehrin ana arteri. Eski Şehre motorlu
araç girmesi yasak. Buradaki ulaşımı tramvay ile çözmüşler. Adı da çok Şirin; “İpek
Böceği” Geniş caddenin bir yakası Ulucami, Orhan Camii, Kozahan gibi ilk dönem
Osmanlı eserlerini barındırıyor. Diğer yakası 19. yüzyıl Osmanlı ve Ermeni
mimarisinin iki üç katlı yarı ahşap evleri, konakları sıralanmış; yüksek
tavanlı, büyük giyotin pencereli, üst katları çıkmalı Bursa Evleri. Yüzyıldan
bu yana dış yüzleri aynen korunmuş. Bugün birçoğu butik otel. Zemin katları ise
şık mağazalar ve kafelere dönüşmüş.
İki
yüz metre ileride Cumhuriyet’in ilk yılları yaşıyor. 1926’ da mimar Ekrem Hakkı
Ayverdi Bey’in yapmış olduğu aynı stildeki üç bina (Vilayet, Adliye ve
Defterdarlık), aralarında heykeltıraş Nejat Sirel’in eseri Atatürk Heykeli.
Caddenin her iki yakasında, kaldırımlarda Erguvan ağaçları sıralı zaten tüm
caddeler böyle. Bir anlamda Bursa, Erguvan kenti…
Eski
Şehir sanki devasa bir film platosu. Bir köşeyi dönüyorsunuz, bir han
kapısından geçiyorsunuz. Yapılar sizi bir anda, elli yıl, yüz yıl, altı yüz yıl
gerilere götürüyor. Burada “zaman içinde
zaman mekân içinde mekân var.”
“Bursa’da
en çok ne gördün?” diye sorsalar “Su, park, çiçek ve müze” diyeceğim. O kadar
çok müze var ki... Heykel arkasındaki binaları şehir müzesi yapmışlar.
Karşısında eski Halkevi ve Ahmet Vefik Paşa Tiyatro binası tiyatro müzesi
olmuş. Yine 1930;lu yıllarda Tayyare Cemiyetince yaptırılan sinema binası
Kültür Sarayı, bitişiğindeki araları tuğla örmeli ahşap karkas, 1800’1ü
yıllardan kalma zarif Belediye Binası ise Belediye Müzesi. Az ilerisinde eski
Osmanlı Bankası binası Bankacılık Müzesi... Gezimiz sırasında gördük ki; eski
bir ipek fabrikası Anadolu Arabaları ve Otomobil Müzesi olmuş. El sanatları,
halı kilim, bıçakçılık, bakır eşyalar, çini. Orman müzesi, Karagöz-Hacivat
müzesi… O kadar çoklar ki... Buralarda her milletten insanla karşılaştık. Bursa
plaj şehirleri dışında İstanbul’dan sonra en çok turist çeken yer. Yoğun
otomotiv, yedek parça, tekstil, mobilya, ev gereçleri, gıda sanayileri, art
arda kurulan fuarlar nedeni ile yurdun her yöresinden iş adamlarını taşıyan
uçaklarda yer bulma sıkıntısı yaşanıyor. Kışın kayak, diğer mevsimler alternatif
sporların merkezi Uludağ, ünlü Arap ve İngiliz atlarının yetiştirildiği
haralar, binicilik ve golf kulüplerinin, kaplıca ve rehabilitasyon
merkezlerinin çektiği yerli ve yabancı turist sayısı başlı başına bir rakam
oluşturuyor.
“Cumhuriyet
Bursa’sında” yine o yılların dekorasyonu taşıyan kebapçıda tonet
sandalyelerimizi mermer masalara yanaştırdık, uzun beklemenin ardından nefis
İskender Kebabını yedik. Kahveler iki yüz metre ileride başka bir zamanda,
başka bir mekânda içildi. Uludağ eteklerinden doğup şehri güney kuzey
doğrultusunda kat eden Gökdere var. Kış ayları derinden ve hırçın akıyor.
Üzerinde sıra sıra köprüler. Bir tanesi yüksek taş kemer üzerinde kesme taş
duvarlı, kirpi saçaklı sıra dükkânları taşıyor. Restore edilmiş, yenilenmiş,
küçük hediyelik eşya dükkânları... Bunun
kadar popüler olan bir diğeri Setbaşı Köprüsü. Köprünün bitiminde derenin dik
yamacında ahşap, tek katlı, yüksek bir yapı. İttihat Terakki binası imiş, sonralar
Türk Ocağı. Cumhuriyetin ilk yıllarından, bu yana da Bursa’nın aydın kesiminin
kıraathanesi olmuş; Mahfel Bahçesi’ndeki yaşlı akasya ağaçlarının altındaki
demir ayaklı, yuvarlak mermer masalara dağıldık. Taze çekilmiş kahve, çiçekteki
akasyanın rayihası, aşağıdan derenin dinlendirici musikisi, bıraksalar buradan
hiç kımıldamayacağım. Ama programımız o kadar yoğun ki…
Yürüyerek
beş yüz metre kadar gittik, sağımızda solumuzda yine klasik Bursa mimarisi iki
katlı üç katlı binalar. Hepsinden büyük bir ahşap yapı, eskiden kozaklık imiş.
Simdi ünlü markaların satıldığı bir alışveriş merkezi. Geçince eski bir Medrese
binası: İslậm Eserleri Müzesi olmuş. Caddenin sonunda turkuaz renkli çini
kaplı, sekizgen, sivri kubbeli, Selçuklu türbelerini andıran bir üslupta ünlü
Yeşil Türbe. Burada Fetret Devri ardından dağılan imparatorluğu yeniden kuran
Çelebi Mehmet ve ahfadı yatıyor. İç duvarlarımdaki işlemeli İznik çinileri
şaheser. Hemen karsısında Yeşil Camii. Bu da 1400’lü yıların başında Yeşil
Medrese ve Türbeyi de inşa eden mimar Hacı İvaz Beyin zarif bir yapısı. Cami
ortasında mermer bir şadırvan bulunan kubbeli kare bir alan ve her iki yanında
iki basamakla çıkılan yine kubbeli dört mahfil, kıble yönünde daha fazla
basamakla çıkılan ikinci büyük kubbeli mekândan oluşuyor. Bu mimari tarzı ile
Ulucami hariç Bursa’nın diğer selatin camilerinde de karşılaştık. Payi taht,
Edirne’ ye taşınıncaya kadar Osmanlı idari yapısında saray alışkanlığı yok.
Camiler aynı zamanda devlet dairesi. Caminin sağlı sollu bölümlerinde adliye,
maliye, tapu işleri görülüyor. Hatta çok kere padişah bile vezirleri ile birlikte bu kısımda bulunuyor.
Ezan okununca devlet ricali ortadaki şadırvanda abdest alıp yüksekteki asıl
cami bö1ümüne geçiyor diğer cemaatle birlikte.
Mermer
kaplı kuzey cephesinin ve görkemli Taç Kapısının baktığı kırmızı damlı panoramanın
ve yeşil ovanın izlendiği avlusunda asırlık çınarlar var. Hafif rüzgârla
melodileşen yaprak hışıltıları ve üzeri oymalı ahşap şadırvandan su şakırtısı
yayılıyor etrafa. Mistik çağrışımlar içinde kalıyor insan. Osmanlılar suya çok
önem vermişler, Hatta bir sonraki durağımızda, Yıldırım Beyazıt Külliyesindeki
Darüşşifa’ da (Hasta hane) su sesi ile tedavi uygulaması yapılırmış. Yıldırım
Külliyesi eski şehrin doğu varoşlarımda. 13. yüzyıl Bursa üslubu camii,
aşhanesi, misafirhanesi, darüşşifası ile bir bütün. Etrafı açılmış. Eserler
biblo gibi yükseliyor. Zaten bütün tarihi eserlerin etrafları açılmış,
düzenlenmiş ve yeşertilmiş, İklim elverişli, kazık soksanız seneye ağaç;
oluyor. Biraz ilgi ve özenle her yer park olmuş, binalar arasındaki en küçük
bir alan bile parklarla, çeşmelerle, havuzlarla süslenirmiş. Şehir bütünü ile
bir huzur kenti...
15.
yüzyılda Bursa’ya iskân edilmiş büyük bir Sefarad Yahudi’si nüfusu varmış.
Bugün sayıları çok azalmakla beraber Altıparmak semti halk diline hâlâ
Yahudilik diye anılıyor. Faal haldeki Sinagogları da burada. Akşam bu
mahalledeki bir sokakta (Arap Şükrü Sokağı) idik. Parke döşeli dar sokağın iki
yakasımdaki iki katlı eski Yahudi evleri restoran, kafe ve barlara dönüşmüş.
Sokağa dizilmiş masalar, her milletten insan kalabalığı, balık, ızgara rakı
kokusuna sokak çalgıcılarının oynak alaturka nağmeleri eşlik ediyor. Bir neşe,
bir şamata ki...
Dün
sabaha Hanlar Bölgesi ile başladık, Ulu Cami’nin kuzeyinde bir eksen üzerinde
önce Ulu Caminin sonraları diğer Osmanlı eserlerinin vakfı olarak inşa edilmiş
hanlar ve kervansaraylar var. Kapanhan, Arabacılar Hanı, İpekhan, Pirinç Hanı,
Emirhan, Geyvehan Fidanhan.. Yanlarındaki hamamlar, medreseler, bedesten ve
Kapalıçarşı ile bir bütün. Buralar
Osmanlılardan bu yana Bursa’nın alışveriş merkezi. Bugün kentin farklı
bölgelerindeki çok katlı iş yerlerine rağmen hem turistler hem yerli halk
Kapalıçarşı alışkanlığını sürdürüyor.
Hanlar,
kesme taştan, tuğla hatıllı, tuğla saçaklı, kurşun kaplı kubbeli yapılar. İlk
bakışta birbirilerine benzese de taç kapıları ve taş oyma işlemeleri
farklılıklar gösteriyor.
Koza
Han ve Fidan Hanın avlularında altı şadırvan üstü mescit olan enteresan yapılar
var. Kare bir avluyu iki kat olarak çevreleyen odalar, gözler şimdi şık
mağazalara dönüşmüş. Genelde tekstil,
ipek ve otantik üretimler satılıyor.
Avluları devasa çınar ağaçları gölgeliyor, altları bambu, hazeran, tonet
iskemleli, alçak masalı kahvehaneler, çayhaneler...
Hanları
dolaşırken çeşitli etkenliklerle karşılaştık.
Bu otantik mekânlarda kâh tek kişilik sokak gösterileri izledik, kâh
otuz kişilik senfoni orkestralarını dinledik.
Hanların
ve çarşıların arasta düzeni zamanlarındaki, günümüzde unutulmuş iş kollarından
bir dükkậnlık örnekler faaliyette. Bakır dövülen bir dükkân, tipik bir
yemenici, kıl eğiren bir mutaf… Ama öyle karnaval kıyafetleri (!) ile değil.
Turistlerden yoğun ilgi görüyor, satış da yapıyorlar. Bu etkinliği Esnaf
Odaları üstlenmiş. Hemen her fabrikanın bir sosyal kulübü, dans, folklor,
müzik, tiyatro toplulukları var. Aralarında kültür rekabeti yerleşmiş.
Belediyelerin, Üniversitenin, sivil toplum kuruluşlarının benzer etkinlikleri
için salonlar değil, meydan ve sokaklar sahne olmuşlar…
Osmanlı
tarihi kokan bir platformda Macar Rapsodisi veya bir istasyonun cam piramit
çatısı altında tasavvuf müziği dinlemek o kadar olağan ki…
Çarşılı
köprü (Irgandı Köprüsü) enstrümantal
sanatçıların, burçların altı ressamların, eski Pazaryeri el becerisi satan
kadınların belirli adresi. Bursa sanatı, kültürü ve tarihi turizme o kadar
güzel endekslemiş ki... Bölge çeşitli tarihlerde ve en son 1958’ de ki
yangınlarda birkaç kere yanmış. Hanlar ve diğer eski yapılar aslına uygun
restore edilmiş. Kapalıçarşı yeniden yapılmış, Çevresindeki mimari ile uyum
sağlayan modern bir tarz kullanılmış. Üzerini örten camlı kemer ve kubbelerde
alçıcam özellikli Osmanlı vitray sanatı çok güzel uygulanmış. Bol ışıklar
altındaki altın bolluğu göz kamaştırıyor.
Çarsıdan
topluca çıkıp bir caddeyi kat edince güneyde, adeta duvar gibi, kayalık dik bir
yamaçla karşılaştık, Yamacın altındaki şık platformdan yirmişer kişilik bir
çift çam kabinli asansör sizi 25-30 metre yukarı yamacın üzerine çıkarıyor. Bursa’
da böyle sürprizlerle o kadar çok karşılaştık ki. Çıktığımız nokta yine asırlar
evveli… Kubbeleri, Uludağ yamaçlarını ve şehri tepeden gören büyük bir park.
Ortasında yedi katlı 19. asır yapısı Saat Kulesi, biraz ileride bir tanesi
kubbe yapısı Bizans tarzını çağrıştıran iki kare türbe. İmparatorluğun kurucusu
Osman ve oğlu Orhan Bey aileleri ile birlikte bu burada yatıyorlar. Osman
Gazi’nin sedef kakmalı sanduka parmaklıkları ve üzerindeki kristal avize, not
etmeye değer ihtişam ve güzellikte.
Parkın
çıkışında akülü bir aracın çektiği tenteli vagonetlerden oluşmuş bir katara
bindirildik. Karşımızda restore edilmiş Bursa surları; birisi yuvarlak, biri
kare zeminli iki burç, Aralarındaki Hisar Kapısından en Eski Bursa’ya (Sur içi)
girdik. Daracık labirent gibi sokaklar. Birden önümüz kapanıyor, Yol bitti
sanırken anlaşılmaz bir açı ile başka yöne dönüyoruz. Aralarda Arnavut
kaldırımı veya kayrak taşı kaplı meydancıklar, avlular. Üzerlerine yerli
kiremit dizilmiş bahçe duvarları. Asma yaprakları, çiçekteki erik ve elma dalları, dışarı uzanmış. Meydan
köşelerinde veya bahçe duvarlarında ecdat yadigârı, her biri hat sanatı
şaheseri kitabeler taşıyan mermer, çini, tuğla örmeli, lüle musluklu sokak
çeşmeleri… Yüz yıllık, iki yüz yıllık ahşap saçaklı evler; tertemiz boyanıp,
rengârenk badanalanmış. Sundurmaların altında
tahtadan basit bahçe ve oymalı, işlemeli, cilalı hane kapıları… Üstlerinde
irili ufaklı hanımeli biçimindeki bronz kapı tokmakları, desenli halkalar.
Evler dış yüzlerine dokunulmadan ikili, üçlü birleştirilip otel veya pansiyona
dönüştürülmüş. Yerel yemekler yapan küçük lokantalar, pide fırınları, simit
evleri, pastaneneler; tahta masa ve sandalyelerini meydancıklara taşırmışlar.
Evler arasında küçük mescitlerle karşılaşıyoruz. Yanlarında servi ağaçlı
hazireleri… Kavuklu, fesli, sarıklı
mezar taşları; eğilseler de asırlardır ayakta kalmayı tevekkülle başarmışlar.
Beyaz mermer ile Selvi ağacının mimari uyumunu bu kadar güzel aksettirebilen
başka bir yer görmedim.
Mucizevi
bir parselasyonla güneş ışığı alan bu dar sokaklarda süslü Bursa faytonları ile
karşılaşıyoruz. Yana çekilip bize yol veriyorlar. Hisar içi ve çevresi de
motorlu araç trafiğine kapalı. Bu sebeple aynı geziyi faytonlarla yapan
Avrupalı, Uzak Doğulu turistler, kapitone koltuklara kurulmuşlar başlarında
sokak satıcılarından satın aldıkları fesler, kavuklar. Hanımlar işlemeli yaşmaklara beceriksiz
sarınmışlar. El sallayarak selamlaşıyoruz. Bu atmosfer içeresinde kendilerini
Osmanlı hanedanı sandıklarından eminim…
Katarımız
belirli yerlerde duruyor, inenler, binenler o1uyor. Biletler veya otel
müşterilerinin kartları bütün gün geçerli. İlgi duyduğunuz yerleri ve müzeleri
tetkik şansınız var. Sonunda Zindan kapıdan çıkarak surları
solumuza aldık. Yaklaşık 2500 yıla
dayanan tarihiyle Bitinya döneminde yapılan bu surlar 4 bin metreyi buluyor.
Zindan kapı enteresan bir yer. Burada
‘kanlı kuyu’, ‘işkence odası’ ve ‘kule bağlantılı koridorlar’,
‘zindanlar’ ve Uludağ’ın altına doğru uzanan tüneller varmış. Restore ve renüve
edilmiş. Çok zaman alacağı için biz
dolaşmadık ama turistlerin çok ilgisini çekiyormuş.
Dik
bir dere yamacına paralel aşağılara iniyoruz. Burada bir sur kapısı daha var;
Kaplıca Kapı. Solumuzda Uludağ etekleri.
Yanımızdaki eski ipek ve dokuma
fabrikası Koza ve İpek Müzesi. Bitişiğinde bir dönemlerin Fabrika-i Hümayunu
yükseliyor; şimdi Tekstil Müzesi. Yol biraz genişledi. Yüksek bahçe duvarlı
eski konakları geçiyoruz, Katarın dönüş yaptığı son durak.
İndik.
Burası Muradiye (II. Murat) Külliyesi. Ahşap tavan ve dolap kapakları
isçiliğine hayran kaldığım XVII. asır Osmanlı evi, imaret, hamam, evvelce
gördüklerimiz tarzında II. Murat Camii, Medresesi… Cami ile medrese arasındaki
dar geçitten bir parka girdik. Bizi önce şimşir ve her renkten gül kokuları
karşıladı. Hayır, bir parka değil, bir başka zamana da değil, bu defa başka bir
iklime, bir başka âleme geçtik... Etrafımızda ulu ağaçlar ve çiçek tarhları,
tabii Erguvanlar arasına dağılmış on on beş kadar çeşitli büyüklükte kare
zeminli, kesme taş duvarlı, kubbeli türbe binaları ve eski mezarlar var.
Bunlarda şehzadeler, kadın efendiler, yakınlar gömülü. Ama onun dışında anlaşılması
güç, garip, uhrevi bir elektrik var... Buradaki rüzgâr beni 1400’lü yılların
Bursa’sına: imparatorluğun mütevazı fakat zafer dolu dünyasına taşıdı. II.
Murat’ın sade türbesini muhteşem ahşap kapı sundurması süslüyor. Kubbenin
ortasında bir açıklık var. Bu padişahın vasiyeti gereğiymiş. Kabrinin Allah’ın
rahmetinden mahrum bırakılmamasını istemiş.
Türbelerin
önündeki caddenin adı Kaplıca Caddesi. Eskiden kenti kaplıcalar bölgesi
Çekirgeye bağlayan tek yolmuş. Bugün diğer tarihi eserlerin civarı gibi araç
trafiğine kapalı. Çekirge ’ye tramvayla götürüldük. Üzeri atkestaneleri ile
örtülü kıvrımlı yolun güney cephesinde Atatürk Köşkü (Müzesi), Çelikpalas
Otelleri, Ormancılık Müzesi ve bahçe içeresinde köşkler var. Kuzeyde Bursa
ovasını izliyoruz. Çok değil, 1960’lı yıllarda yolun alt tarafından ovanın
sonuna kadar köyler ve Çelikpalas’ın karsısındaki kaplıcalar dışında hiç bina
yokmuş. Sanayinin patlaması ve iç göçler sonucu imarsız yapılaşma ovayı işgal
edip yok etme seviyesine getirmiş. Şehir müzesinde bu dönemlerin pano boyu
mukayeseli resimlerini izledik. 90’lı yıllarda çözüme yönelmişler. Bu yapıların
büyük kısmını yıkarak çok katlı sitelere dönüştürülmüşler. Mal sahiplerine
buralardan arsaları oranında daireler verilmiş. Boşalan alanlar da yeşil saha
ve parklarla değerlendirilmiş. Böylece yeşilin büyük bölümünü tarım arazisi
olmasa da ağaçlık alanlar olarak geri kazanmışlar. Bu çalışma hâlâ yoğun olarak
sürüyor. Tarihi eserlerle dolu Eski Şehre yeni yollar açılması zorluğu
karsısında da yapılanmayı Uludağ yamaçları dışında şehrin üç yönündeki uydu
kentlere yönlendirmişler. Yüzeysel yayılma yerine dikey büyümeyi hedefleyen
imar planlan uygulanmış, teşvik edilmiş, çok da başarılı olmuş.
Çekirge
eski merkeze beş kilometre mesafede tabii simdi kentin ortasında. Romalılardan
beri şifalı sulan ile ünlü bir terapi bölgesi. O dönemlerden kalma şimdi bile hizmet
veren havuzlu hamamları var. Sultan I. Murat (Hüdavendigar) yüksek yamaca bir
cami yaptırmış
Caminin
çok farklı mimari özellikleri var. Dış görünümü kilise çağrışımı yapıyor.
Selçuklu
Medreselerini
andırıyor, içerden merdivenli ikinci katında sıra odaları ve savunma mazgalları
var. İç düzeni çok bölümlü ilk dönem Osmanlı camileri ne benziyor.
Altıdaki
meydandan camiye kadar olan bütün binaları yıkmışlar. Bu enteresan yapı ve
yanındaki türbe amfiteatr gibi yükselen tepenin üzerinde bir yüzük taşı gibi
ortaya çıkmış. Daha Mudanya’dan gelirken bu Akropol görünümü dikkatimizi çekmişti.
Caminin arkasındaki düzlük park haline getirilmiş. Araç trafiğine kapalı bu
parka dağılmış köşk görünümlü, beyaz yağlı boyalı, ahşap birçok küçük banyolu
otel var. İsimleri de çok sevimli; Hüsnügüzel, Gönlüferah, Boyugüzel,
Selvinaz... Parkın ovaya hâkim manzarası ve akşam saatlerinde gün batımı çok
güzel. Çok katlı yeni yapı otelleri yamacın altında toplarmışlar.
Akşamüzeri
gene en Eski Bursa’da hemen surların dışında geniş eski mezarlıklar
karşısındaki Mevlevihane’de bir Mevlevi Ayini izlemenin ardından golf
arabalarının bizi götürdüğü iki yüz yıllık bir konakta Osmanlı Mutfağı ile
tanıştık!
Üçüncü
gün; kayak sezonu bitmiş, Apollon kelebekleri görebilmek için zaman erken olsa
da Uludağ, Mudanya ve hâlâ ilk günkü özelliklerini koruyan Osmanlı köyleri ile
geçti. Ardından Yenişehir uluslararası Havaalanı ve yirmi dakika sonra
İstanbul.
Sevgili
çocuk,
Doğa
bu şehre tüm nimetlerini sunmuş. Yarım saat ara İle 2500 metrede kayak, deniz
ve ortasında şifalı sıcak sular. Tarih, eski eserler, verimli topraklar... Çok
güzel planlanmış ve uygulanmış şehircilik, yerleşim, her şey, her şey...
BİR RÜYA İDİ BU
ÜÇ GÜN.
Sevgi
ile gözlerinden öpüyorum.
·
2003
YILINDA OSMANGAZİ BELEDİYESİNİN AÇTIĞI YARIŞMADA YAYINLANMIŞTIR.
·
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder