22 Kasım 2018 Perşembe

KAHVE


         KAHVE



“Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı” olduğu zamanlardı;  “ kahve Yemen’den”  gelmese de.
İstanbul’a gidenler mutlaka Hacı Bekir lokumu ve Kuru Kahveci Mehmet Efendi’den İstanbul Kahvesi getirirlerdi. Çift katlı özel yapısına rağmen kese kâğıdı hafif yağlanmış çıkar ve mis gibi kokardı. Bunun dışında çarşıdan kahve alınmazdı, mecbur olunmadıkça.  Birçok kimsenin yaptığı gibi, yeşil çekirdek olarak alınan kahve evde günlük veya birkaç günde bir kavrulurdu; maltız veya gaz ocağının üzerindeki tavada tahta bir kaşıkla karıştırılarak Ama iyi bir kahve tavada değil “Kahve Dolabı”nda kavrulandı...
      “Kahve olsam dolaplarda kavrulsam aman,
       Toz duman olsam dağ başında savrulsam.”
Bahçede veya çamaşır ocağına tahta parçalarından harlı bir ateş yakılır.   Bir ucunda baston gibi, ince sapı bulunan, konserve kutusundan biraz irice, sacdan yapılmış ve isli ateş üzerinde dönmekten her yanı kurum bağlanmış Kahve Dolabı’na bir iki avuç çiğ kahve konulurdu.  Evin hanımları, sol eli ile destek yaptıkları sapı, sağ elleri ile devamlı döndürerek dakikalarca ocak başında otururdular.  Sık sık açılan kapağından yükselen yağlı kahve buharı arasında çekirdeklerin rengini kontrol ederek.   Tavını biraz geçirirseniz, kahve kara ve acı olur.   Kavrulan çekirdekler bir peçete üzerine yayılarak soğumaya ve tavlanmaya terk edilirler.  Bu esnada taneler çıtır çıtır sesler çıkartarak ve kokusunu yayarak soğur, şişer.  Dolduruldukları kavanozdan her gün için taze taze çekilerek tüketilirdi.  Sıra ile hepimiz kahve çekerdik.   Sarı, pirinç değirmenin üst kapağını açıp küçük menteşesinden ikiye katlanmış döndürme sapını dişli bıçağı çeviren milin üzerine monte edersiniz.  Saptan boşalan hazneye doldurulan bir avuç tane, ilk başta çok zorlukla çevrilir.   Değirmeni yan yatırmazsanız, mümkünü yok dönmez.  Biraz sonra kahveler parçalanıp ufaldıkça dönüş kolaylaşır son turlarda ise hiç zahmetsiz zevkli bir dönüşe geçer. O zaman haznenin altındaki bir çay bardağı boyundaki kutu çıkartılır ortalığı nefis bir kahve kokusu kaplardı. Hemen bir iki pişirimlik kahve anında taze olarak tüketilir yeni pişirim seansları için yeni çekim yapılırdı.
Kahvehaneler ve satıcılarda bir ucuna oturduğunuz tahtaya monte edilen hamam tası şeklindeki haznesi ve üzerinde daha kuvvetli bir sapla döndürülen, altta çekilmiş kahvenin biriktiği küçük tahta çekmeceli değirmenler kullanılırdı.


Tiryakiler için Kahvenin tavı ve tazeliği çok önemlidir. Ama İkinci Dünya Harbi ve ardından 1958 ve 1974’lü mahrumiyet yıllarında aynı tiryakiler kerhen nohut kahvesi içmeye mecbur oldular. Ya da kavrulmuş nohuda yine kavrulmuş fındıkkabuğu katarak avundular.  Bu dönem Avrupa’dan getirilecek en makbul hediye yüz gram çekirdek kahve idi...
Sonra gün oldu devran döndü. Ne kahve dolabı kaldı evlerde ne kahve değirmeni. Ne de ocak başında kahve kavuracak ev hanımları. Kırsal yöreleri bilmem ama şehirlerde ev hanımları kahveyi gününe göre marka ve mekânı değişen ortamlarda kâğıt bardakta içer oldular. Evlerde yine kahve pişiriliyor ama marketten alınmış hazır öğütülmüş, paketlerde. Her markanın, tek düğmeye basmakla pişimi gerçekleştiren, bitiminde bip sesi ile uyaran makineler var. Kahve pişirmekte maruf olan tipler anılarda kaldılar… Soğuk suya, sıcak suya, önce şeker, sonra şeker,  yavaş ateşte, mangada, külde, köpük ayarı, piştikten sonra üzerine bir parça soğuk su ve benzeri sohbetler de anılarda kaldılar, türküler gibi….  
Her gün bir yenisi açılan ve trent olan Kafe’ler gün boyu her yaştan hanım müşterilerle dolu. Kocaları yolcu edip yaşamı “Toprak Bank”(!) kartına bağlamış orta yaş üzeri hanımlar her daim yoğunlukta.  Kahve falı bakılan profesyonel falcıları istihdam eden kafeler bile var.
Kahvenin kırk yıllık hatırına ise ne oldu? Bilmiyorum…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...