KAHVE
“Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı” olduğu
zamanlardı; “ kahve Yemen’den” gelmese de.
İstanbul’a gidenler mutlaka Hacı Bekir lokumu ve Kuru
Kahveci Mehmet Efendi’den İstanbul Kahvesi getirirlerdi. Çift katlı özel
yapısına rağmen kese kâğıdı hafif yağlanmış çıkar ve mis gibi
kokardı. Bunun dışında çarşıdan kahve alınmazdı, mecbur olunmadıkça. Birçok kimsenin yaptığı gibi, yeşil çekirdek
olarak alınan kahve evde günlük veya birkaç günde bir kavrulurdu; maltız veya
gaz ocağının üzerindeki tavada tahta bir kaşıkla karıştırılarak Ama iyi bir
kahve tavada değil “Kahve Dolabı”nda kavrulandı...
“Kahve
olsam dolaplarda kavrulsam aman,
Toz duman olsam dağ başında savrulsam.”
Bahçede veya çamaşır ocağına tahta
parçalarından harlı bir ateş yakılır.
Bir ucunda baston gibi, ince sapı bulunan, konserve kutusundan biraz
irice, sacdan yapılmış ve isli ateş üzerinde dönmekten her yanı kurum bağlanmış
Kahve Dolabı’na bir iki avuç çiğ kahve konulurdu. Evin hanımları, sol eli ile destek yaptıkları
sapı, sağ elleri ile devamlı döndürerek dakikalarca ocak başında
otururdular. Sık sık açılan kapağından
yükselen yağlı kahve buharı arasında çekirdeklerin rengini kontrol ederek. Tavını biraz geçirirseniz, kahve kara ve acı
olur. Kavrulan çekirdekler bir peçete
üzerine yayılarak soğumaya ve tavlanmaya terk edilirler. Bu esnada taneler çıtır çıtır sesler
çıkartarak ve kokusunu yayarak soğur, şişer.
Dolduruldukları kavanozdan her gün için taze taze çekilerek
tüketilirdi. Sıra ile hepimiz kahve
çekerdik. Sarı, pirinç değirmenin üst
kapağını açıp küçük menteşesinden ikiye katlanmış döndürme sapını dişli bıçağı
çeviren milin üzerine monte edersiniz.
Saptan boşalan hazneye doldurulan bir avuç tane, ilk başta çok zorlukla
çevrilir. Değirmeni yan yatırmazsanız,
mümkünü yok dönmez. Biraz sonra kahveler
parçalanıp ufaldıkça dönüş kolaylaşır son turlarda ise hiç zahmetsiz zevkli bir
dönüşe geçer. O zaman haznenin altındaki bir çay bardağı boyundaki kutu
çıkartılır ortalığı nefis bir kahve kokusu kaplardı. Hemen bir iki pişirimlik
kahve anında taze olarak tüketilir yeni pişirim seansları için yeni çekim
yapılırdı.
Kahvehaneler ve satıcılarda bir ucuna
oturduğunuz tahtaya monte edilen hamam tası şeklindeki haznesi ve üzerinde daha
kuvvetli bir sapla döndürülen, altta çekilmiş kahvenin biriktiği küçük tahta
çekmeceli değirmenler kullanılırdı.
Tiryakiler için Kahvenin tavı ve tazeliği çok
önemlidir. Ama İkinci Dünya Harbi ve ardından 1958 ve 1974’lü mahrumiyet
yıllarında aynı tiryakiler kerhen nohut kahvesi içmeye mecbur oldular. Ya da
kavrulmuş nohuda yine kavrulmuş fındıkkabuğu katarak avundular. Bu dönem Avrupa’dan getirilecek en makbul
hediye yüz gram çekirdek kahve idi...
Sonra gün oldu devran döndü. Ne kahve dolabı kaldı
evlerde ne kahve değirmeni. Ne de ocak başında kahve kavuracak ev hanımları.
Kırsal yöreleri bilmem ama şehirlerde ev hanımları kahveyi gününe göre marka ve
mekânı değişen ortamlarda kâğıt bardakta içer oldular. Evlerde yine kahve pişiriliyor
ama marketten alınmış hazır öğütülmüş, paketlerde. Her markanın, tek düğmeye
basmakla pişimi gerçekleştiren, bitiminde bip sesi ile uyaran makineler var.
Kahve pişirmekte maruf olan tipler anılarda kaldılar… Soğuk suya, sıcak suya,
önce şeker, sonra şeker, yavaş ateşte,
mangada, külde, köpük ayarı, piştikten sonra üzerine bir parça soğuk su ve
benzeri sohbetler de anılarda kaldılar, türküler gibi….
Her gün bir yenisi açılan ve trent olan Kafe’ler gün
boyu her yaştan hanım müşterilerle dolu. Kocaları yolcu edip yaşamı “Toprak
Bank”(!) kartına bağlamış orta yaş üzeri hanımlar her daim yoğunlukta. Kahve falı bakılan profesyonel falcıları
istihdam eden kafeler bile var.
Kahvenin kırk yıllık hatırına ise ne oldu? Bilmiyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder