28 Eylül 2018 Cuma

ESKİ BURSA’DA ÇARŞI KÜLTÜRÜ


ESKİ BURSA’DA  ÇARŞI KÜLTÜRÜ
Romalılar yeni bir kent kuracakları zaman seçtikleri arazinin merkezine büyük bir haç çizerlermiş. Haçın merkezi kentin de merkez meydanı olur, doğu- batı, kuzey-güney ekseninde caddeler ve mahalleler gelişirmiş.  Türk İslâm devletlerine ise yeni kurulacak şehirler, varsa mevcut kalenin eteklerinden (Taht-el kale = kale altı = Tahtakale)  başlayarak ovaya uzanan yapılarla oluşurdu. İlk yapılar Sultan’ın inşa ettirdiği cami, çevresinde hamam, medrese, imarethane ve bu yapıları yaşatacak akaretlerdir. Bunlara önce dükkânlar sonra ikametgâhlar eklenerek şehir vücut bulur veya genişlerdi.
Bursa Çarsı da bu çerçevede vücut bulmuştur. Fetih sonrası Orhan Gazi’nin yaptırdığı cami, hamam, medrese, imaret ve mektepten oluşan külliyeye gelir temini için Emir Han inşa edilmiş ve günümüze kadar uzanan Bursa çarşısı bu başlangıçla zaman içersinde Tahtakale, Çakırhamam, Reyhan, Kayhan (Kayahan), Gökdere Boğazı ekseninde gelişmiştir.
Selçuklular döneminde esnaf üzerinde bir Sivil Toplum Kuruluşu olarak nitelendirilebileceğimiz, daha çok dinî ve tasavvufi yapıya sahip Ahilik Teşkilatı, Osmanlılar döneninde esnaf kitlesi içinde çok sayıda gayri Müslim’in yer alması sonucunda daha lâik bir yapıya Lonca Teşkilatına dönüşmüştür.  
Vücuda geliş özelliği ve uygulanması yüzyıllar süren Lonca umdeleri Bursa Çarşısında bugün bile etkisini hissettirmektedir. Örneğin. Lonca düzeninde dükkân sahibi olmakla, işletme hakkına sahip olmak farklı olaylardır. İş kurabilmek ölüm veya sair sebeplerle bir yerin boşalması ve Kethüda veya Yiğitbaşı’nın onayını gerektirir. Kalfalıktan ustalığa ve gediğe sahip olmanın bir kısa yolu ölen ustanın dul karısı ile evlenmektir. Bir dükkân tapusunda mal sahibinin hakkı  “Zemin” ve işleticisinin hakkı “gedik” olarak kayıtlıdır. Günümüz tapuları hala bu kaydı taşımaktadır.  
Osmanlı çarşıları Arasta düzeninde oluşurdu. Yani belirli esnaf ve zanaatkârlar bir sokak veya bir bölüm içersinde toplanır, barındırdığı meslek gurubunun adı ile anılırdı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde 1640 yılını “Cümlesi 9000 dükkândır. Kale gibi dört kapılı bir bedestan-ı azîmi vardır. Üç yüz dolaptır.  Bedestan’ın dört çevresindeki Kuyumcular Çarşısı bir ulu yolun dört tarafında vaki olmuş serapa kâgir binalardır. Gazzazlar (ipekçiler)  Çarşısı, Kavukçular Çarşısı, İplikçiler, Bezzazlar (Manifaturacılar), Hallaçlar Çarşısı ...” diye anlatır.
Eski çarşılar sadece dükkânlardan ibaret değildir. Binaları, sahipleri, patronları, tezgâhtar, kalfa ve çıraklarıyla, gazete müvezzileri, esnaf lokantaları,  şaşmaz bir saat düzeniyle geçen seyyar mutfakları, bekçileri, kadrolu(!) dilencileri, tufeylileri, garipleri ve meczuplarıyla bir geniş ailedir.
Elli yıl ticaret yaptığım Bursa Çarşısına 1956 yılında girdiğimde bu düzen aynen yaşıyordu.
Atatürk Caddesinin açılması sırasında bir kısım işyerleri yıkıma uğradığından Tahtakale çarşı aksından koparak bağımsız bir hüviyete bürünmüştü. Gıda maddeleri satıcıları ve dağ köylülerinin ürünlerine bir Pazaryeri olma dışında dağ köylülerinin binek ve çekim hayvanlarına donanım sağlayan semerci, saraç ve mutaf esnafının yoğun olduğu bir bölgeydi. Çok sayıdaki köylü hanları avlusunda yine bu esnaf yanında nalbantlar, sıcak demirciler, yemcileri barındırırdı.
Ulucami batısında Çakırhamam karşısında başlayan çarşı; sokak veya bölümlerde keresteciler, tornacılar, doğramacılar,  köfüncüler (küfeciler),  çıra pazarı, tuzcular, yırtımcılar, bakırcılar, şekerciler, çaycılar adlarını alarak Çarşı Başı’na ulaşırdı. Burası Bursa Çarşısının kalbi olan Uzun Çarşının Kapalı (Örtülü) Çarşı batı girişidir. Sırasıyla sahaflar ve kırtasiyeciler, aktarlar, ince saraçlar, çantacılar, kunduracılar, ibrişimciler, kuyumcular bedesteni,  havlucular, yorgancılar, mobilyacılar.  Kunduracılardan başlayıp kapalı kısmın Koza Hanı’na yakın bitim noktasına kadar, nerede ise tamamını tuhafiyeciler, hazır giyim ve çamaşırcılar, yazmacılar ve ekseriyetle manifaturacılar paylaşmıştı. Çarşının en ışıklı bu kesimi kumaş, yaz günleri naftalin kokardı.  Bu kadar çok manifaturacı (yırtımcı= bezzaz) bulunması doğaldır.  O yıllar Konfeksiyon sanayii yok gibiydi. Hazır elbiseler ısmarlamadan daha pahalıya gelirdi.  Ev hanımları ve mahalle terzileri kadın, erkek bütün hane halkının dikişini diker veya kumaş satan mağazalar pijama ve gömlek dikişini birlikte çalıştıkları ev hanımlarına aktarmada aracı olurlardı. Yaz aylarında Bursa’ya gelen banyocular, bayram ve yılbaşı tatillerinde şehri dolduran misafirler dönüşlerinde hem kendi ihtiyaçları için hem de hediyelik olarak, havlu ve kumaş alıp götürürlerdi.  Böyle olunca da bu dükkânlarda çok geniş bir çeşit satışa sunulurdu. Spor giyim modası, kot kumaşların ütü istemez rahatlığı, triko ve penyenin üretim hızı ve nevresimden çamaşıra, eşofmandan ti-şörte uzanan kullanım sahası, yatağın, yorganın fabrikasyon olarak arzı, çocuk bezlerinin kâğıda dönüşmesi bu mağazalarda satılan kalemleri birer birer yuttular. Bu ana arter üzerinde az sayıda farklı meslek sahipleri vardı.  Birkaç kuyumcu, sarraf bir saatçi, kolonyacı ve bir antikacı hatırlayabildiklerim. . 
Koza Han karşısında Fidan Han (Asıl ismi Mahmut Paşa Han olmakla beraber mevsiminde avlusunda fidan satıldığı için bu adı taşırdı), Ticaret Odası aralığı ve oradan bağlanan Cumhuriyet Caddesi ipekli kumaş toptancılarının mekânıydı. Koza Handan doğuya devam edersek yine manifaturacılar, tuhafiyeciler yoğunluğuyla Açık Çarşı veya Tuz Pazarı adıyla anılarak Pazaryerine gelinirdi. Pazaryeri bu günde aynı düzeni sürdürmekte.  Devam edersek gıda toptancıları, nalburlar, tornacılar, saraçlar, hazır elbiseciler, bıçakçılar, kavaflar grupları ve bu isimleri alan sokakları, bölümleriyle Okçular.
İnönü Caddesi (Yeni Yol) kesintisiyle Kayhan Çarşısı; Bat (Bit) Pazarı, sıcak demirciler, sobacılar Irgandı Köprüsüne yaklaşınca Tephirhane ile biterdi. İllerde ve ilçelerde belediyelerin böyle bir görevi daha vardı. Burada belirli periyotlarla hamamların havlu takımları, dilencilerin, evsizlerin ve askere alınanlara yeni elbise verilemeyecek ise kullanılmış asker giysileri, yün ipliği fabrikalarına sev edilecek çorap eskisi balyaları kızgın buhar ile dezenfekte edilirdi.
Çakırhamam Sobacılar aksına paralel olarak Cumhuriyet Caddesi ve Atatürk Caddesi de Bursa çarşısı idi ama şehrin imarı ile sonradan açılan caddeler üzerinde vücut bulmuş,  bireysel çeşitlerin satıldığı mağazalar dizisiydi. Atatürk Caddesi kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu.  Anladığımız çarşı kültüründen yoksun farklı mekânlardı. Zira kentlerin mahalleleri, caddeleri olur. Caddeler zaman içinde mimarileri, yerleşim şekilleri, trafik düzeni, yaşayanları ile devamlı değişime uğrar, parlarlar, sönerler... Çarşılar ise; yüzyılların kültür birikimini, örflerini, tarzlarını bağnaz bir sadakatle koruyan, tarihin kalıtlarını kendine has sesler ve kokularla yoğurup, sergileyen, ait olduğu kentin kişiliğini yansıtan canlı kesimler olurlar. Caddelerin gece gündüz durmaksızın sürebilen hareketliliğine karşı, çarşılar hep “Yeni gün - yeni rızk” felsefesindeki sakinleri gibi sabahın erken saatlerinde uyanıp akşamla kabuklarına çekilen, uykuya dalan tutarlı, mazbut mekânlardır. Eski şehirlerin genellikle merkezinde kurulmuş ve iskân mahallerinden soyutlanmış üniteleridir. Evler altında dükkân anlayışı sadece kendi yakın çevresine acil gıda maddeleri satan ya da basit tamir hizmetleri veren nadir iş yerleri ile sınırlıdır. Yeni tarz yapılaşmada bina altlarının iş yerleri olarak plânlanması ile kentlerin her yeri alışveriş mekânları olmuş ama Çarşı olamamışlardır.
Benim elli yılımı geçirdiğim Bursa Çarşısı da uzun yıllar bu özellikleri ve bu kültürü taşıdı. Binaların mülkiyeti çoğunlukla kişilerde olup mülk sahibi olsun, kiracı olsun esnaf pek sık değişmezdi. Genelde babadan oğula veya patrondan uzun yıllar çalışmış kalfaya devirler olur, herkes müşterisini tanır, ayartma veya mal kötüleme gibi fiiller çok ayıplanırdı. Patron, usta, kalfa, çırak düzleminde saygıya dayalı bir hiyerarşi hâkimdi.  Özellikle Kapalı Çarşılı olmak bir ayrıcalık, bir meziyetti. İş yeri sahipleri mutlaka takım elbiseli, kravatlı olurlardı. Sabah namazı sonrası dükkân açama ısrarını yaşatanlar ve cenaze malzemesi satıcılarını saymazsak dükkânlar erkence kalfalarca açılır, kendilerine henüz anahtar verilmeyen çıraklar kapı önlerinde kalfaların gelişin beklerdi. Kış aylarında gaz sobası olmayanlar mangallarını yakar, övdürürdü. Sabah temizliği yapılır, Kapı önleri yıkanır, büyük kıymet verilen ilk siftah (günümüzde bu ritüeli de yitirdik) ve patron beklenirdi.  1970’li yıllardaki elektrik kesintileri sabah 08-10 arasına rastlayınca bu erkencilik alışkanlığı yok oldu. Çarşıların müşterisi büyük oranda hanımlardan oluşurdu. Onların alışverişe çıkış saatleri ise sabah ev temizliklerini, yemeklerini yapma sürecine bağlı olarak öğle saatlerine doğu kayardı. Tabii o yıllar televizyon olmadığı için sabah programları ve diziler bu süreçte etken değildiler.
O yıllar öğle tatili kavramı vardı. Dükkânlar yazın bir buçuk, kışın bir saat kapatılırdı.  Yemeğe gitmeyecekler ışıklarını kapatır, kepenklerini yarıya indirir veya vitrin önüne çıkarılmış malları bir çarşafla örterek, kapı önüne bir sırık veya metre dayayarak satış yapmadıkları mesajını veridi. Seyyar, börekçiler, pilavcılar, ciğerciler, kuzu çevirmeciler, kelleciler, su muhallebiciler, Şam, tulumba tatlıcılar dolaşmaya başlar veya belli köşelerinde kuyruk olmuş müdavimlerine servis sunarlardı. Yazın dondurmacılar,  şerbetçiler,  ayrancılar, sucular kışın bozacı, salepçi, kestane kebapçılar temizlik ve lezzetleriyle renk katardı çarşıya. İkindi saatleri poğaçacı, tuzlu çubukçu, simitçi hasretle beklenirdi. Akşam kışın saat altı yazın yedide kapanırdı dükkânlar.  Artık “Esnaf Şeyhi” veya “Kethüdası” kalmamış olsa da çıraklar kepenk sopalarını kancalara takar bu görevi sahiplenmiş Mustafa Amcanın polis düdüğünü beklerdi. Düdük sesi ile bir anda abartılı bir cızırtı ve gürültü kopar, farklı kepenklerin farklı yataklarından kaynaklanan bir senfoni (!) yankılanırdı tavandan. Mustafa Amca bu iş için hiçbir yerden yetki ve görev almamıştı. Ama emirlerine kesinlikle uyulurdu. Demir kepenkler ara sıra yağlanmazsa zor işlemesi bir yana kulak tırmalayıcı metalik bir ses verirler.  Bütün Türkiye’de bu yağlama işi gerçek adını kimsenin bilmediği Marshal’ın tekelinde idi. O belirli periyotlarla Edirne’den Ardahan’a bütün kent ve kasabaları dolaşır tek sermayesi, dar boya fırçasının ucuna çaktığı çıta, kente gelişinde bir konserve kutusuna doldurduğu yanık yağla izin gereği duymadan dükkân kepenklerini yağlar ve karşılığında aldığı 25-50 kuruşla geçimini sağlardı. Çarşı bekçileri ortaya çıkar, kapı kilitlerini yoklar, ara sokakların tahta kepenklerini dizelerdi ve onların dışında çarşı uykuya dalardı.
Çarşılarda alışveriş mevsimler, aylar ve günlerle bağlantılıydı. Meselâ Cuma günleri hanımlar ya çarşıya çıkmaz veya namazdan sonraki saatlere kayarlardı. Cumartesi günleri her ilde olan hafta sonu hareketinin dışında Bursa çarşısında İstanbullu tekstil tüccarlarının yoğunluğu yaşanırdı. Zira o gün İstanbul toptancı piyasasının kapalı olması dışında dokuma, emprime ve boya fabrikalarının mal teslimi Cumartesiye rastlardı, satıcılarda çeşit bol olurdu. Çarşının komisyoncuları müşterilerini körfez yerlerdeki satıcılara yönlendirirdi.   Esnaf lokantaları ve kebapçılar, köftecilerde yer bulmak sorun olurdu. Daha sonraki yıllarda Anadolu tüccarları da Bursa’ya mal mubayaasına gelir olmuşlardı. Koza Han; Emir Han, Ticaret Odası aralığı, Cumhuriyet Caddesi akşam saatlerinde emanetçi hararlarından geçilemeyecek hale gelirdi.
Emanetçilik Bursa Çarşısına has bir meslek dalıydı. Bu işi yapan fevkalade emin kişiler veya firmalar mallarınızı paket veya hiç ambalajsız olarak teslim alır, brandadan hararlara doldurur, kamyonlar gece yol alır sabah İstanbul veya başka illerdeki iş yerleri açılmadan yüklerini alıcı dükkânların kapısı önüne bırakırlardı. Hiçbir ek ücret almadan para, çek, senet taşımacılığı da yaparlardı. Tekstilcilerin, kunduracıların, hırdavatçıların, kuyumcuların emanetçileri farklıydılar. Özellikle kuyumcu emanetçileri ellerindeki çantalarla yapardı bu hizmeti ve hizmet bedeli haftalık veya aylık olarak ödenen çok makul rakamlardı. Nakliye şirketleri, kargo kuruluşları bu meslek dalını da yok ettiler.
Yaz ayları tüm ülkede çarşılar hareketini kaybeder. Yerleşikler deniz, dağ, yayla, kaplıca bölgelerine taşınır. Köylü mahsulünü idrak peşindedir. Eski söylemle “zürra kırdadır”. Ama Bursa Çarşısı bu durgunluğu yaşamak bir yana en hareketli dönemini geçirirdi. Kaplıca kenti olma özelliğini Gönen’e kaptırmamıştı. Banyo mevsiminde Çekirge otellerinde yer bulunmazdı. İstanbul ve Anadolulu varlıklı aileler birkaç hafta süreyle kalır. Öğleden sonra çarşıya inilir. Hacı Baba özellikle patronun masasına oturtulur, hanım bütün sülalenin ihtiyacı kumaşları ve hediyelikleri seçer, akşam kumaş veya havlu paketleri çıraklarca otellerine götürülür, bahşişleri kabul edilirdi. Tabii bu arada çarşı kahvecisinin yaptığı koruk şerbeti ikram edilirdi. Mevsiminde bu şerbeti içmek için özellikle Bursa’ya gelenleri hatırlarım. Şişeli meşrubatın hâkimiyetiyle bu nefis içecek de yakın tarihin derinliklerine gömüldü gitti.
Yalnız banyo mevsimi mi? Milli ve dini bayram tatillerinde yine aynı yoğunluğu yaşardı Bursa ve çarşısı. Tatil arifelerinde otel ayırtma talebi ile karşılaşacağımız dost telefonlarını endişeyle beklerdik.
Banyo mevsiminin öncesinde koza (Beyaz Altın) zamanı vardır.  Üreticilerin küfeleri sabah erkenden çarşı boyunca Koza Han kapısına kadar dizilir, handa açık Koza Borsası kurulurdu. Mağazalardan lokantalara, seyyar satıcılara, arabacısından sırt hamalına, geçici işçilerden “tezkere kırıcıları”na, “badelciler”e kadar çarşıya bereket akardı. Kozayı satın alan tüccarlar bunun bedelini ertesi gün öderdi. Bir gün beklemeyi yeğlemeyen satıcı elindeki kıymet yazılı alım tezkeresini bu işi yapan kırıcılara -genellikle öğrenci gençlere- verir yüzde bir eksiğine parasını alır, alışverişe çıkardı. Dört haftalık çok meşakkatli bir uğraş olan koza üretimi  (Tohum açmak) genelde kadınların iş gücü ile olurdu. Ve gelenek gereği koza parası kadının harcamasına bırakılır, o da giyim, takı, çeyiz, dikiş makinesi gibi çeşitlere yatırırdı bu parayı. Bu harcamada badelciler girerdi devreye. Ayak komisyoncusu bu adamlar tanıdıkları veya yanaştıkları köylüleri alışveriş için kendi tanıdıkları dükkânlara yönlendirir, alış veriş bitiminden sonra bir ara uğrayıp komisyonunu alırdı. Ardından sünnet, evlenme düğünleri mevsimi gelir, sonbaharda torak mahsullerinin hasadı ile çarşıda hareket ve bereket hiç kesilmezdi. Haç zamanının gelişi ve hacıların dönüşü ayrı bir hareket kaynağıydı.
İnsanların olduğu gibi kentlerin ve çarşıların kaderini değiştiren olaylar vardır. Yüz yıllar boyu yangınlar, depremler, işgaller, yağmalar, özellikle 1801’deki büyük yangın ve halkın küçük kıyamet diye andığı 1854 depremi, kapalı tuz pazarı kesimini açıkta bırakan 1927 yangını ve iki bine yakın iş yerini ve hanların birçoğunu yok eden 1958 yangını Bursa çarşısının arasta düzeyini bozamamıştı. Ama 1970’li yıllarda kronikleşen enflasyon altını ziynet eşyası olmaktan çıkarıp günlük yatırım enstrümanları arasına soktu. Altın lira ve kuyum ürünlerinin çok sık el değiştirmesi, iş sahibine hem alışta hem satışta para kazandıran farklı ticaret yapısı kuyumculuk mesleğini patlattı. Döviz alım satımının serbest bırakılması ile döviz büfeleri de bu furyaya katıldılar. Anarşik nedenlerle Güney-doğudan Bursa’ya göçen birikim sahiplerinin mekânlara ödeyebildiği yüksek bedel ve kiraların cazibesi, AVM’lerin devreye girmesi, manifaturanın yok olma süreci ile birleşince ana caddedeki iş yerleri hızla kabuk değiştirdi. Ve 1990’ların sonuna gelindikde ne tarih kaldı, ne arasta düzeni. Sadece havlucular yeni bir arasta oluşturdu. Eski kültürden devam eden hemen tek etkinlik her yıl düzenlenen toplu sünnet şöleni.
Çarşı her zamankinden daha varlıklı, daha hareketli. Ama varlık kültür hazinelerinde, kozanın dört haftalık fedakâr ömründe değil; altının acımasız zenginliği dövizin ruhsuz dünyasında. Eski komşuluklar kalmamış, ne eskiye saygı var, ne de geçmişe vefa, gelenekler örfler büyük ölçüde hasara uğramış, çarşı olma kimliği ve hasletleri yok gibi.
Yeni bir dünya ve yeni bir yaşam bu. Değişim rüzgârlarına hangi ağaç dayanabilmiş ki?
              





18 Eylül 2018 Salı

TEKRAR YEVMİ AŞURA


TEKRAR YEVMİ AŞURA

Eylül Ayının 11. Salı günü  “Muharrem” geldi. Kim Bu Muharrem? Diğer bazı Arabi ay adlarının isim olarak kullanıldığı bir yana,  Muharrem, gök (Arabi)  takviminin birinci ayıdır. Zilhicce (Bayram) bitişi ile yeni ay ve yeni yıl girer. O gün akşam saatlerinde incecik bir yay gibi batı ufkunda yeni hilal görülür.  Bunu ilk kez görenler “Ay gördüm Allah, Amentü billah” diyerek yeni ayı ve aynı zamanda yeni yılı kutlarlar. Mümkün olan en kısa zamanda da ayın bereketli olması için altın bir maddeye veya küçük bir oğlan çocuğunun yüzüne bakarlar. Bazı toplumlarda, erkek çocuğunun kıza nazaran değerli oluşu inanışı burada başlar…
Günümüzde, tüm batı âlemi ile birlikte Güneş Takvimi kullanmaktayız. Eski dönemlerde ve İslam dünyası hala daha Ay Takvimi ( kameri Takvim)  kullanmaya devam etmektedir. 
Güneş Takviminde, dünyanın güneş etrafında döndüğü süre=365 gün, 1 yıl olarak belirlenirken, Ay Takviminde ayın dünya etrafında yaptığı hareketler (bir ay 29, diğer ay 30 gün olarak devam edecek şekilde) 354 gün olarak belirlenmiştir. Arada 11 gün fark vardır Bu on bir günlük fark toplandığında otuz üç yılda 366 gün yani bir yıl fark eder ve hicri takvimi kullanalar miladi takvimi kullananlardan her otuz üç yılda bir yaş daha evvel yaşlanırlar.    Sonuçta; İslam ritüellerindeki günler Arap Takvimi/ay Takvimine göre belirlendiğinden her yıl 11 gün evvel gelir.
Hâl böyle ise de Peygamberimizin doğun günü olarak kutladığımız Mevlut kandili ve Mekke’nin Fethi’nin her yık farklı tarihlere gelmesi gereğine karşın; “Kutlu Doğum Haftası” Miladi (Güneş Takvimi) ile 23 Nisan, keza “Medine’nin Fethi Kutlamaları”, 31 Aralık gecesine endekslenmiştir…
İşte bu yıl, 20 Eylül Perşembe günü Aşure gününü idrak edeceğiz. Ki;  1440 yılının 10 Muharrem günüdür. Aşağıdaki yazım geçen yıl yayınlamış olmakla beraber okuyamayan dostlarım için bir kez daha yayınlamayı uygun gördüm. 

Yevm Arapça gün demektir. Yevmiye = gündelik. Aşer ise on. Kelime olarak onuncu gün anlamına gelen bu tamlama Türk-İslâm terminolojisinde ikinci ve tatlı bir anlamı da taşır; “Aşure Günü.” Hemen her dinde kutsal sayılan bu gün hakkında rivayetler çok zengindir. Eski kaynaklarda, cennetin ve büyük dört meleğin bu gün yaratılmış olduğundan tutunuz, Hz. Âdem ile Havva’nın yeryüzünde buluşmaları, Davut Peygamberin tövbesinin kabulü, Hz. Süleyman’a hükümranlık verilmesi, Yunus’un balığın karnından kurtuluşu, Musa’nın Kızıl denizi yarışı, İbrahim’in atıldığı ateşten çıkışı, Nuh’un gemisinin denizdeki son günü hep bu tarihe endekslenmiştir.
İşte o nefis ve doyurucu tatlının icadı da Hz. Nuh’a mâl edilir. Gemide farklı yemekler için herkese yetecek malzeme kalmamıştır. Peygamberin emri ile çok az kalmış bütün malzeme tek kapta toplanarak pişirilir. Tahıllar, bakliyatlar, kuru incir, üzüm, vs.
İslâm’dan evvel de Anadolu’da pişirildiğini bildiğimiz, sevmeyenine hemen hiç rastlamadığım bu muhteşem tatlı Türk mutfağında ve folklorunda önemli bir yere sahiptir. Osmanlılarda ayın onu ile yirminci günleri arasında saray mutfağında Helvacıbaşının nezaretinde kazanlarla pişirilip Aşure Testisi denilen özel kapları ile padişaha sunumla başlayıp, saray erkânının konaklarına dağıtım yapılırmış. Bu âdet kademe kademe tüm ülkeye ve zamana yayılmış, günümüze kadar gelmiştir. Büyük yerleşim merkezlerinde apartman yaşamının bu örfümüzü de yok etmese bile yaraladığı bir gerçek.
O gün evimizde de rahmetli annemin pişirdiği bu güzelliği tepsi tepsi komşularımıza taşımak benim ve kardeşimin göreviydi; üzerindeki peçeteleri düşürmeme mücadelesiyle...
Evlilik çağında kızı olan anneler dağıtım sınırını daha geniş tutar ve bu servisi kızlarına yaptırırlardı. Kutsal aşurenin kısmet açıcı tılsımı ile servis gösterisinin ortak etkisinden yarar umarak... Komşulardan da onlarca kap aşure gelirdi; ait oldukları yörenin özelliklerini yansıtan. Az tatlı, çok tatlı, pekmezli, sütlü, gül sulu, damla sakızlı, kurban eti karışımlı, açık renk, esmer, az süslü, çok süslü... Mutfağı ünlü komşu teyzelerin lezzeti hemen fark edilirdi. Hele içinde bol miktarda, incir, kuru kayısı olanlar favorimdi. Köklü ailelerin evlerinden özel yapım, açıkağızlı sürahi biçiminde Aşurelik’lerle gelirdi bu ikram. Aşure ikram ve dağıtımının bereket getireceği inanışı vardır. Pişirme kabının üzerine örtülen tepside toplanan buhar gözlere sürüldüğünde kuvvet verir. Aşure tenceresinin yıkama suyu çiçekle dökülür.
Dinimizde de on Muharrem gününün farklı bir yeri vardır. Aziz Peygamberimiz bu gece yapılan ibadetlerle geçmiş günahlarımızın affa uğrayacağını müjdeler. Bu gün nafile oruç tutulur, hatta aynı gün oruç tutan Hıristiyan ve Musevilerden ayrı olmak için üç gün oruç tutanlar vardır. Aleviler Kurbandan sonraki yirmi günü oruçlu geçirir. Muharrem ayında şehit edilen Hz. Hüseyin’e Kerbelâ’da çektirilen sıkıntıya saygıdan bu sürede olabildiğince az su içerler. Caferiler kendilerine eziyet edip kan akıtarak katılırlar bu yasa...
Tüm dünya mutfaklarında her malzeme ayrı pişirilip servis anında tabağa alınırken sadece Türk mutfağı, tüm malzemenin tek tencerede pişirilmesi ve birbirinden tat alması esasına dayanır.  
İçine konulması arzulanan kırk çeşit gıda ve hepsinin tek kapta pişirilmesi prensipleri ile Türk mutfağının karakteristik örneği ve vazgeçilmezidir aşure. Sıcak ve soğuk tüketilebilen bu çeşni davet ve toplantılarda tatlı olarak sunulduğu gibi, bazı yörelerde
muhallebicilerde yıl boyu bulunur.
Gayri komşulardan aşure pek gelmiyor, gelse de diyabetim bunları doyasıya yemeğe mâni. Sadece marketlerde “Aşurelik buğday bulunur” levhaları Muharrem ayının geldiğini hatırlatıyor.
Ay takvimiyle de yeni yılınız kutlu, aşureniz tatlı olsun.
Formun Üstü
Muhteşem
İnanılmaz
Üzgün

12 Eylül 2018 Çarşamba

SAĞLIK VE BURSA*II



SAĞLIK VE BURSA*II

                                                           (Eski Askeri Hastane )

(İkinci bölüm)
1950’lerin ikinci yarısında Bursalı olduğumda sağlık tesisleri, bağlı ve serbest hekim sayısı, eczaneleri yönünden çok zengin bulmuştum kenti.  Şöyle ki;
Evvela Memleket (Devlet Hastanesi). Çok büyük bir bina idi. 1951 yılında Vali Haşim İşçan tarafından yaptırılmış. İnşaatı ve para temini için yapılan gayretler halâ anlatılmaktaydı. Haşim İşçan o zamanlar tahsise tabi malların dağıtım ve satışını Bursalı iş adamlarına belli bağışlarını alarak verirmiş ancak. Piyangolar tertiplenmiş. Beşikçiler’de Ziraat Bankası ve Emekli Sandığı’nın her yüz liralık mevduat karşılığı bir numaraya kazanılan ikramiye apartmanları yanına üç katlı bir apartman da hastane derneği tarafından yaptırılıp biletleri satılmış. Köyde oturan bir vatandaş aldığı bileti Kuran’ın arasında unutmuş. Ancak bir iki yıl sonra bileti bularak sahip olmuş dairesine. Hastane binası çok büyüktü, bodrum hariç yedi kat ve 600 yatak.
Hemen karşısında tepe üstünde ovaya bakan eski hastane binası vardı. Ahşap, bazı bölümleri iki katlı büyük ve çok şık binaydı.  Ahmet Vefik Paşa tarafından yaptırılmış. Buranın da 120 yatağı Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak hizmet vermekteydi. Ne yazık ki bu binanın bir bölümü 1956 yılında yanınca tümü yıktırıldı. Şimdi yerinde Ekrem Barışık’ın Belediye Başkanlığı sırasında yaptırdığı park var. Bir kısmı da otopark olarak kullanılıyor. 
Çekirge’de banyolu otellerin olduğu bölgede gene çok zarif bir binada Askeri Hastane vardı. 80 odalı bu bina  (Splendid Palas Oteli) Atatürk’ün emri ile daha Cumhuriyetin ilk yıllarında açılmış. 300 yatağa sahipti.
Uludağ Kirazlıyayla’da yine Haşim İşçan’ın valiliği döneminde yaptırılmış Uludağ Sanatoryumu vardı. Güneşe karşı uzun balkonlarında battaniyeleri dizlerinde tüberkülozlu hastalar yatarlardı gün boyu. Yanılmıyorsam Başhekimi Siyami Hersek akciğer ameliyatları yapardı. Stadyum karşısında Yağcı Cemal Bey’in yine çok zarif, ahşap konağında Sigorta Hastanesi vardı.
Bunların dışında Setbaşı Hocalizade sokakta, yine Bursa mimari tarzlı bir ahşap binada Özel Doğumevi ve Cerrahi Kliniği, Yağcılarda yeni bir binada Özel Sağlık Yurdu Hastanesi ve bir de Özel Yeşilyurt Kliniği hizmet vermekteydi ilde. 
Ve çok sayıda doktor muayenehanesi vardı. Muayenehaneler kentin merkezinde toplanmıştı. Genelde ahşap eski Bursa evlerinde. Yakın zamanda açılmış olan caddenin devamında, Mavi Köşe civarında karşılıklı, ilk dönem Cumhuriyet mimarisi özelliklerini yansıtan, yuvarlak balkonlu, kavisli çıkmalı apartmanlarda. Atatürk Caddesi, buna açılan kuzey ve güneydeki cadde ve sokakların caddeye yakın binaları, Nalbantoğlu, İpekçilik, Setbaşı, Cumhuriyet Caddesi. Ünlü Cadde de.  Zaten o yıllar kentin merkezi dendiğinde anlaşılan da buraları. Ve de köy ve kasabalardan gelen araçların konakladıkları hanlar civarı. Çekirge’de bir iki tane askeri Hastanene Fizik Tedavi Uzmanının muayenehanesini de eklemek lâzım.
Altıparmak Caddesi yeniden yapılanma furyasına başlamamış, Turink Otel, Bozkurt apartmanı,  Haşim İşçan Okulu, Özel İnal Ertekin Okulu’nun bulunduğu bahçe içindeki köşk, Kağıtçıbaşılar’ın konağı ve yanındaki bir başka binanın dışında daracık cepheli iki katlı Yahudi evleri muayenehane olamazdı ki… 
Salık Bakanlığı verilerine göre 1953 yılında yurt genelinde 7432 doktor var. Bunun 3558’i kamu kurumlarında 875’asker 2999’u serbest çalışıyor. Toplam 1242 diş hekiminin ise 1128’ i serbest çalışanlar.
O yılların Bursa doktorları kimlerdi,  deseniz elde hiç kaynak yok.  Bursa Tabip Odası’nın çok kapsamlı yayınında[1] ise daha çok Bursa Tabip Odasının faaliyetleri ve yönetim kurulları konu edilmiş.   Bırakınız kentteki doktor isimlerini, maalesef 1923 ve sonrası dönemlerine ait “odaya üye doktorların dahi isimlerine ve karar defterlerine ulaşılamadı” kaydı var.
O zaman iş düşüyor başa, hafızaya ve bir dostun hafızasına müracaata.  Oysa “Hafız-i beşer nisyan ile maluldür.” Kişi belleği unutma özürlüdür. Yalnız unutma mı?  Zaman, mekân ve isim koordinatlarında yanılma ve sapma her zaman mümkün. Bu sebeple sınırı 1955-1960 dönemine kadar genişleterek sıralamaya çalıştım o yıllar Bursa’da hizmet veren isimleri:
Neşati Üster, Zeliha İzbul, Hayri Rüştü Akyürek, Adnan Türkgil, İbrahim Alp (Çataloğlu)[2],  Naki tez, Cemal Özemek, Cemal Dursunoğlu, M.Ali Büyükçakmak,  Ahmet Esen, Özhan Kaleoğlu[3], Avni Domaniç, İhsan Urgancıoğlu, İbrahim Öktem, Arif Sözen, Talat Berent, Kemal Ataç, Hüseyin Kurdoğlu, Fehmi Berke,  Suat Mengü Paşa, Salih Ergezen, Osman Dirim, Muvaffak Ersöz,  Ekrem Korukoğlu, Ali Ömer Yörük, Nurettin Çelikaksoy, Ekrem Paksoy, Ayten Bozkaya, Necla Kitay, Şerafettin Zeytinoğlu, Süleyman Kocagil, Şefik Gözcü, Rıza Tahir Berger, Tahir Alyanak, Fazıl Güven, Mustafa Ortaç, Tevfik Berkol, Kenan Gerekli, Oğuz Dirimci, İhsan Futacı, Salih Ergezen,  Cahide Ergezan, Behiye Mirat Olgaç, Galip Ortaç, Hasan Bozkurt, Orhan Bilgin, Sezai  İldoğan, Firuzan Bagana, Sabahattin Yücel, Hamit  Arca, Emin Yücel, Fehmi Keten, Mustafa Onur, Ali Haydar Tuğrul, İbrahim Altay, Faik Akalın, Raşit Durusoy, Orhan Bilgin, Refik Tilkicioğlu ve de unutulanlar… 
İki elin parmakları kadar bir sayıda hayatta olanların dışında hepsi de başka iklimlerde, rahmetle anıyorum, kalanlara sağlıklar dileyerek.
O yıllar doktorlarının günümüzdekilerden farklı bir özelliği vardı. Tanı imkânları o kadar kısıtlıydı ki;   tansiyon aleti, radyografi, kan ve idrar tahlilleri dışında bir şey yok gibiydi. Tomografi, MR, Sintigrafi, Ultrason, Holter, Lazer ve benzerlerinden hiç birinin adı bile yoktu henüz.  Gebelik testi için bile dişi kurbağaya muhtaç tahlil Laboratuvarları... Bu sebeple önce anemnez ve kulağına dayanarak teşhisini koyar sonra bunu pekiştirmek için eldeki imkânları kullanırdı hekimler. Bugün olay tamamen tersidir. Doktor önce tüm tahlil ve tetkikleri istemekte sonra tanı için karar vermekte. 
Diş doktorlarına gelince; çok az isim hatırlıyorum. Fahir Koman, Adil Onan, Mansur Pars, Halil Zor, Edip Rüştü Akyürek, Ali Güven, Mevlüt Sözeri, Şadi (?).
Yıllar sonra arkadaş olduğumuz Ayten Uğuralp (Demirağ)’ın ise 1957’li yıllarda kısa süreli muayenehane açtığını ve bir süre Bursa’nın tek hanım diş tabibi muayenehanesi olduğunu çok sonraları öğrendim.
Sağlık hizmetinin bir önemli ayağı da eczanelerdir. Altmış yıl evvelinden bahsederken o günkü eczaneleri de resimlemek lazım.1927 yılında çıkarılmış bir kanuna göre il ve ilçelerde eczane açabilmek nüfusa endeksliydi. Ancak on bin ve küsurları için ve aralarında belirli bir mesafe olmak kaydı ile bir eczane açılabilirdi. Nüfusu on binden az yerleşim merkezlerinde taliplisi çıkarsa eczane izni verilir, olmazsa doktorlar  ecza dolabı” açabilirdi. 
Eczane dükkânları iki bölümdür. Laboratuvar ve daha küçük bırakılan ön kısımdaki satış ve teşhir bölümü. Bu iki bölüm arasında kapı veya aralık dışında ilaç teslimi için bırakılmış büyücek bir pencere bulunurdu.  Eczanenin büyük kısmını laboratuvar işgal ederdi. Zira her doktorun kendine özel ilaç terkipleri olurdu.  Muayeneden sonra bunları etken maddeleri ve gramları ile reçeteye yazarlar bu terkipler kalfalar tarafından laboratuvarda elde üretilirdi.  Ardından tezgâhın dükkâna açılan bölümü önündeki kocaman, kalın deftere bütün içeriği detaylı olarak kayıt edilirdi.   Bu nedenlerle Eczacı Kalfalığı önemli ve uzun yıllar verilerek sahip olunan bir meslek dalıydı. Yanlarında büyük dikkatle yapılan işleri takip eden,  onlar gibi beyaz önlüklü çıraklar bulunurdu. 
Laboratuvarda mermer tezgâhların üzerinde cam muhafazasının içeresinde bir ilâ daha fazla hassas terazi. Porselen havanlar, porselen veya emaye karıştırma kapları, çelik spatüller, cam huniler, sıvıölçerler, tüpler, kaynatma kapları ve ispirto ocakları...  Raflarda üzerleri desenli tek tip porselen kavanozlar, kahverengi büyük boy şişeler, kapaklı, yuvarlak kavanoz boyunda tahta kutular...  Hepsinin üzerinde Latince isimler. Tezgâh altı çekmecelerde içlerine kürek sokulmuş çeşitli tozlar… Güllaç kaşeleri, çeşit büyüklükte mukavva kutular.
Bir duvarda yeşil boyalı tarafında “hafifi zehirler”, kırmızı boyalı tarafında “kuvvetli zehirler” yazılmış, kilitli dolaplar.
Merhemler çok ince tahta kutulara, şuruplar şişelere, tozlar yarım iskambil boyu kesilmiş ve sistemli bir katlama tekniği ile zarfçıklar haline getirilmiş pelür kâğıtlara konulur sonra da sürme çekmeceli mukavva kutulara dizilirdi.  Toz ilaçları ağıza bulaştırmadan yutmak bir maharet işidir. Hele acı olanları yutmak bir işkencedir. O zaman bu tozlar palto düğmesi boyunda güllaç kapsüllere konulur ve öyle kutulanırdı. Bu işler genelde çırakların görevidir. Sonra; kalfa kutuların, şişelerin üzerine kare veya yuvarlak ama mutlaka kırmızı bir etiket yapıştırır ve gerekli bilgileri kaydederdi.   Tentürdiyot, alkol, oksijen gibi ilk yardım malzemeleri mantar kapaklı küçük şişelere konulur ve üzerlerine yine o kırmızı etiketten yapıştırılırdı. Artık ilaç, teslim penceresinin önüne konulabilir.
Ön bölüme gelince: Çarşı içindeki -toz kalkmasın diye yanık motor yağı veya mazot sürülmüş ahşap zeminli-  diğer dükkânlardan farklı olarak eczaneler, mozaik veya karo kaplı olurdular. Bu temizlikten ürken köylü müşteriler ayakkabılarını dışarıda çıkarıp girerlerdi.
Emaye kantar, üzeri sifonlu, fısfıslı kolonya binlikleri,  ilaç firmalarının takvimlerinden camlatılarak asılmış, İsviçre dağ manzaraları değişmez dekoru oluştururdu. Bir kere mobilyalar ve dolaplar olabildiğince klasik ve tabii koyu renk,  cilalı ahşap olurdu, başka malzeme yoktu ki.
Dolaplarda; içlerinden küçük testereler çıkan ampul ve damla ilaçlar, kapaklı teneke kutularda, metal tüplerde ya da üzerine pamuk tıkılmış küçük şişelerdeki tabletler dışında kutulu hazır ilaç ( müstahzar denilirdi)  o kadar azdı ki. Aklımda kalanlar, Aspirin, Kinin (halk dilinde Sulfata) , Gripin, Derman, Atebrin, Ultraseptil, Purjen Şahap, Purjen Cemal, Nevrol Cemal, Optalidon belki birkaç tane daha.  Yıllar sonra çıkan üç, dört santim boyunda, lastik kapaklı Penisilin şişeleri içlerine renkli su konularak bir sonraki kuşağın oyuncağı oldular.
Camlı tezgâhlarda Silindirik teneke kutularda Çocuk Pudrası, İdrofil pamuk, sargı bezi paketleri, Radyolin Diş Macunu, yuvarlak teneke kutuda krem, biberon,  bebek emziği, termometre, paslanmaz çelik kutusunda her seferinde kaynatılarak kullanılan enjeksiyon takımları, plaster kutuları.   Ve çocuk muşambası; kâğıttan bebek bezi diye bir şey olmadığından patiska, tülbent, havludan dikilmiş, her seferinde kaynatılıp ütülenerek kullanılan çeşit boydaki bezler bu muşambaya sarılarak kundak yapılırdı bebeklere.
Hazırlanan ve satılan ilaçları paketlemek de ayrı bir beceri gerektirirdi. Çeşitli boylardaki kutuları ambalaj kâğıtlarına öyle yerleştireceksiniz ki; muntazam bir blok oluşsun.  Naylon poşet, paket lastiği, seloteyp yoktu. Tek malzeme çeşitli boylarda kesilmiş ambalaj kâğıtları ve arkası tutkallı kâğıt bantlardır. Bu rulolar takılı oldukları aparattan koparmak için geçerken küçük haznesi içine su konulmuş bir metal silindirden geçer ve bu esnada tutkallı tarafı ıslanırdı. Bizim kuşak naylon poşetle Kore Savaşından dönen ordu mensuplarının getirişi ile tanıştı.  Renkli bazen desenli bir naylon poşete sahip olmak büyük ayrıcalıktı. Bu sahneyle 1980’li yıllarda Çavuşesku’nun Romanya’sında karşılaşmıştım. Gösterişli bir naylon poşetle genç yaştaki kiralık kızla birlikte olmak mümkündü.
Kış ayları geldi mi camlarına “taze balık yağı geldi” yaftaları asılırdı. Yaşlılar ve çocuklar, hastalıklara karşı dayanıklılık kazanmak için balık yağı içerdi. Büyük damacanalarla gelen bu berbat tattaki sıvı yarım, bir kiloluk şişelerle satın alınır, evin serin bir yerinde muhafaza edilirdi. Her sabah aç karnına, burnunuzu iki parmağınızla tıkayarak bir yudum içilir, üzerine yenilen portakal dilimine rağmen ağır kokusu bütün gün genzimizden silinmezdi.
Doktor muayenehaneleri genelde eczanenin üst katında veya yanında olur, doktor boş zamanlarında burada laflardı. Hasta geldiğinde çağırılır ya da buradan bir faytona alınarak evlere götürülürdü.  Özellikle kasabalarda tek olan ve geç saatlere kadar açık kalan eczaneler mesai bitiminde memurların uğrak yeri olur, aydın kesim yüksek tahsilli eczacıları Şehir Kulübüne tercih ederdi. 1956 yılında on bin nüfusa bir eczane açabilmek kısıtlaması kalmış olsa da o yıllar Bursa’da eczane sayısı çok artmamıştı.   Hatırlayabildiklerim:
Kâzım Yazgan (Halk), Adnan Gökmener (Gökmener), Sabahattin Eralp (Sabah),
Sadettin Dayıoğlu (Dayıoğlu),  A. Tevfik Öber ( Setbaşı), Eşref Belen (Uludağ),
Suzan Bozkurt (Bozkurt), İlhan Özmert (Yeşil Bursa), İsmail Uzunoğlu (Uzunoğlu), Şeyma Erem ( Çekirge Erem), Mefküre Yeşin (Mefküre), İhsan Dekak (Dörtyol), Handan Dekak- Sonradan Seyhun Çetik (Yıldırım), Mukaddes Budak (Budak), Jale Özmen (Özmen), Bedia Şener(?), … (Hisar).Altmış yılda çok sular aktı köprülerin altından, neler bulunmadı, neler yapılmadı ki?2013 verilerine göre Bursa’nın nüfusu 2.741.000 Sadece merkez ilçede sağlıkla ilgili bir üniversite ve hastanesi,  Sağlık Bakanlığına bağlı birisi kanser hastanesi olmak üzere 10 hastane, 29 özel hastane ve tıp merkezi var. Sağlık bakanlığının 80 Sağlık Merkezi hizmet vermekte. İl genelinde 3.938 doktor görev yapmakta, bunun 741’ i Aile Hekimi,  Osmangazi, Nilüfer ve Yıldırım ilçelerinde toplam 563 eczane var. Yedi Anadolu Meslek bir o kadar da özel sağlık meslek okulu var. Ben Bursa’nın 1955-60 yıllarını aksettirmeye çalıştım. Daha sonraları için yeterince kaynak ve doküman var. Bunları incelemek daha genç belleklerin ve yeni kalemlerin görevi olmalı.

YAVUZ BUBİK, 2015


*BURSA SAĞLIK TARİHİ  OPR. DR. CEYHUN İRGİL
Bursa Büyük Şehir Belediyesi  yayınları 2017











[1] BURSA TABİP ODASI TARİHİ. DR. ÇETİN DOR. HAZİRAN 2013 BURSA
[2]  Atatürk caddesindeki hem evi hem muayenehanesi olan binayı Mersin’deki portakal bahçeleri, İstanbul’da çok sayıda gayrimenkulün tamamını Türk eğitim Vakfına bağışladı. Nalbantoğlu Caddesinin başındaki evi şimdi çok katlı bir İşhanı.
[3] Çarşamba günleri bedava muayene yaptığından “Çarşamba Doktoru” diye anılırdı.


SAĞLIK VE BURSA*I


SAĞLIK VE BURSA*I



(Birinci Bölüm)
Uykusuz geceler uzundur, hastalıklı geceler daha da uzun, hastanedeki geceler ise en uzundur.
“Şeb-i Yelda’yı müneccimle muvakkit ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.” (En uzun gecenin hangisi olduğunu takvim yapanlar ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin! Aşk yüzünden gam müptelası olmuşa sorun ki; geceler kaç saattir?) Diyor Fuzuli.
Geçen ay bir rahatsızlık nedeni ile yoğun bakım ünitesinde geçirdiğim ilk gece en uzun geceydi, yetmiş beş yıllık yaşamımda.  Ta ki hemen karşıdaki camiden sabah ezanları yükselene değin. Okunan sabah ezanı yeni bir günün müjdesidir, özellikle hastalar için.  Biraz sonra ortalık aydınlanacak, hastane koridorlarında hareket ve sesler, sabah ölçümleri, ardından doktorların vizit’i başlayacak. Sabah iğneleri yapılacak, ağrılar sancıların teskini bir yana yeni bir yaşam umudu yerleşecektir.
İmparatorluk döneminde Cerrahpaşa Semtindeki bir caminin müezzini namaz vaktinden çok evvel sabah ezanını okuduğu için semt sakinlerince Şeyh-ül İslâm makamına şikâyet edilir. Huzura celp edilen müezzine bu hatasının sebebi sorulur. Verdiği cevap ilginçtir “Bu bir hata değil efendim, tarafımdan bilerek yapılmaktadır. Malûmunuz civarımız Cerrahpaşa, Haseki, Guraba Hastaneleri ile yoğundur. Yatmakta olan yüzlerce hasta büyük bir umutla sabahın gelişini beklemektedir, sabah ezanı ile onlara biraz sonra yeni bir günün yaşam müjdesini vermek istediğimdendir.”
Kolumda serum bağlantısı, göğsümde elektrotlar, hayat destek ünitelerinin bip- bip senfonisi, arada inleyen, yardım isteyen, daha iyi olduklarından olsa gevezelik eden yatak komşuları. Artık başlarında o karizmatik ama kullanışsız kepleri taşımayan tertemiz, şık üniformaları içinde gencecik, güzel hemşire. Yeni ihdas edildikleri için sıfatları bulunmayan ve yanlış olarak “hemşir” diye anılan erkek sağlık görevlisi,  hastabakıcı hanımlar…  Malûm;  hemşire Farsça kız kardeş, bacı demektir ve dişilik ifade eden bir kelimedir ki; bazı batı dillerinde de aynı anlamla hastaya bakım ve tedavide doktora yardımcı olan mesleğin sahibi kadın personel için kullanır.   Ülkemizde kadın erkek ayrımının hâkim olduğu bir dönemde,   Balkan Harbi yıllarında gönüllü olarak bu mesleğe atılan hanımlara “kız kardeş” denilerek mesleğin kutsiyeti ifade edilmek istemiş ve bu güne kadar da kullanıla gelmiştir.
İşte bu ortamda çocukluk yıllarımın hastalarını ve sağlık koşullarını düşündüm sabaha kadar. Çocukluğum bir Orta Anadolu kentinde geçti; 1950 yılının evvelinde ve sonrasında.  Kent içinde ulaşım aracı faytonlardı. Mahalleye bir faytonun gelişi bir animasyondu ve bir olayı çağrıştırırdı.  Özellikle geceleri, ya komşulardan birisine şehir dışından bir yolcu gelmiştir, çünkü bütün yolcu trenleri gece yarısından sonra gelirdi kente ya da bir eve doktor veya ebe getirilmiştir.
 Eğer hasta doktora gidemeyecek durumda ise ancak o zaman doktor eve getirilirdi. Bu olay bütün komşuları ilgilendirirdi. Zira mahalle demek neşe ve kederin paylaşıldığı, sadece yakın komşular değil tüm mahallenin birbirini tanığı, tasasıyla, özellikle hastalık ve doğumu ile yakından ilgilenmek görevi ile yükümlü olduğu anlayış ve terbiyenin etken olduğu bir sosyal toplumdu.  Mahallede çocuk beklemekte olan hanımlar, hatta muhtemel doğum günü zaten bilinmekte olduğundan ertesi sabah müjdeli haberi beklemek ve yardıma koşmak dürtüsüyle şartlanmıştı hanımlar. Gece doğum sancıları başlarsa, ilk iş mahalle bekçisi bulunurdu. Bu hiç zor bir iş değildi, nasılsa bekçi veya devriye polisi kısa aralıklarla ve düdük çalarak geçecekti kapı önünden. Zaten mahalle sakinleri gibi, mahallenin bir parçası olan bekçiler de bilirdi muhtemel doğum tarihini.  Ebeler gece vakti ancak mahalle bekçisinin refakati ile gelirlerdi. Ebe Hanımları kötü niyetleri için istismar edecek tipler o zaman da vardılar.
Gece gelen bir faytonun hastayı alarak gitmesi ise onun hastaneye yatırılacağı gerçeğinin işaretiydi. Zira hastaneye yatmak ciddi bir olaydı ve ölümcül hastalığın bildirgesiydi. “İstanbul’a götürmüşler” söylemi ise daha da vahimi.
Hele bir ambulansın (cankurtaran) gelişi çok ciddiydi.    O yılların Anadolu illeri ve büyük ilçelerinde belediyelerin itfaiye garajında bir ambulans da bulunurdu.  Hastaneler ise az sayıda yatağa sahip, hemen iki üç doktorun görev yaptığı, olanakları kısıtlı tesisler. Bulunduğum ilde pek az yerleşimlerin sahip olduğu büyücek bir hastane vardı;  Doktor kadrosundan sadece iki kişiyi anımsıyorum.  Dâhiliye Mütehassısı  (iç hastalıkları uzmanı) Avni Bey, Hariciye Mütehassısı Cerrah Safa Bey ve tabii yardımcısı “Pansumancı Şükrü”.
Şükrü Efendi hastanenin her şeyiydi. Pansuman yapar, dikiş atar, basit müdahalelerde bulunur,  ameliyatlarda Safa Beyi asiste ederdi.  Safa Bey’in zaman zaman ona “bıçak verdiği” söylemlerini duyardık.  Mesleki bir eğitimi olup olmadığını bilmiyorum ama askerde sıhhiye çavuşu olduğunu bilirdik. Zaten o yıllar sıhhiye askerliği en büyük personel kaynağıydı sağlık kurumlarının.  Bir diğer kişi de “Sarı Hasan”. Çok küçük yaşta geçirdiğim bisiklet kazasından sonra karnımdan tetanos serumunu yapan kişiyi nasıl unuturdum. Günlerce yürüyememiştim.  Muhtemelen bir iki doktor daha olmuş olmalı ama meşhur ve popüler olanlar Safa ve Avni Beylerdi.
1953 yılında yeni yapılmış olan 150 yataklı hastaneye beden eğitimi dersinden rapor almak için girdiğim Heyeti Sıhhiye (sağlık kurulu) odasında ise 5-6 doktorun oturduğunu hatırlıyorum. Doğal olarak doktor ve personel sayısı artmıştı.
Cerrahlara uzun süre evvel Operatör denilmeye başlanmış olsa da halk söyleminde “cerrah” geçerliliğini koruyordu.  Bu operatör kelimesinin bir öyküsü vardır.
Cerrah kelimesi dilimize Arapça “cerh” = yaralama kökünden girmiş. İrin karşılığı olan cerahat, yarayı yaran, kesen, ameliyat eden tabiplere “cerrah” denilmesi de hep aynı köke dayanıyor. Diş çeken, hacamat vuran, yaralara müdahale eden halk doktorlarına cerrah denildiği gibi, tıp tahsili görüp ameliyatları yapan doktorlara da cerrah denilmiş çok uzun yıllar. Tahsilli, gerçek cerrahlar nedense bu birlikte söylenişten hiç rahatsız olmamışlar.  Ta ki, 1889 yılına değin.
Askeri Tıbbiyeyi bitirip ihtisas için Fransa’ya gönderilen ve üç yıllık öğrenimini tamamlayan Cemil Bey dönüşünde Serasker Kapısı’na  (Harbiye Bakanlığı)  gider. Sıhhiye Reisi Paşa, kendisini Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne Ser Cerrah (Baş Cerrah) olarak atadığını söyler. Cemil Bey, paşa babasının da arkadaşı olan Sağlık Dairesi Başkanına;
“Paşa hazretleri, cerrah tahsilli olmayan, alaylı hekimlere, köylerde sülük çekenlere de deniliyor. İzninizle cerrah demeyelim. Beni Fransızca karşılığı “Chirugien” sıfatı ile atayınız.”  Ricasında bulunur. Paşa, bu kelimenin çok zor telaffuz edildiğini, yanlış anlamalara yol açacağını savunur. Sonunda yine Fransızca operasyon yapan, ameliyat eden karşılığı olan Operatör sözcüğünü bulurlar. Cemil Beyin “Ser Operatör” sıfatı ile tayin kararı yazılır, ertesi gün işe başlaması emredilir.
O sıralarda bir iş takibi için Serasker Kapısında bulunan hastane Kapı Çuhadar’ı acele Baş Tabip Mehmet Paşa’ya koşar. Ertesi sabah hastaneye Operatör adlı bir Fransız paşasının teftişe geleceği haberini getirir. Bütün gece hastane temizlenir, bahçeler yıkanır, dış kapıdan itibaren yol halıları serilir, askeri bando ve merasim kıtası kapı dışında yerini alır.
Beklenen yabancı paşa ve yanındakiler bir türlü gelmezler. Hazırlıkları gözden geçirip odasına dönen Mehmet Paşa’ya kendisini bir yüzbaşının beklediğini söylerler. Kabul eder, elindeki zarfı açar. İçinde “Kolağası Cemil Efendi’nin Ser Operatör sıfatıyla tayin olunduğuna” dair yazı vardır.
Böylece bu terim literatürümüze girmiş olur. İhtisas dalının isim babası Cemil Bey (Cemil Topuzlu Paşa);  Paşalığa kadar yükselir, yıllarca Tıp Fakültesinde hocalık yapar, Dekan olur,  birçok yeni ameliyat tekniklerini geliştirir, iki defa İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) görevini üslenir. Belediye teşkilatını ve zabıtasını modern yapıya kavuşturur, Gülhane Parkı ve çok sayıda bulvar onun eseridir. Damat Ferit Paşa Kabinesinde Nafıa Nazırlığı yapar. Bugün İstanbul’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu, bir cadde ve civarı onun adını taşımaktadır.
Günümüzde özel makinelerini kullanarak birçok işleri yapan kimselere, telefon, telsiz santralını kullananlara, birçok konunun teknisyenine de operatör denmesinden Doktor Operatörler hiç rahatsız olmamakta.
Ya doktor sıfatı;  Bir fakülte ya da yüksekokulu bitirdikten sonra belli bir bilim dalında en yükseköğrenim aşamasına vardığını, geçirdiği özel sınavla ve doktora tezi ile ispat edenlere verilen san olduğu halde doktor denilince sadece tıp doktoru anlaşılmaktadır.
Eskiden Tabip veya Hekim kullanılırdı. Bugün bu sıfat sadece “Baş Hekim” ve yardımcılarında kaldı. Nedense tüm branştakiler doktor ama niçin başlarındaki “Baş Doktor” değil de hekimdir?
O yıların operatörleri beyinden varise kadar bütün iç ve dış organlara müdahale ederlerdi.  İhtisasta henüz yan branşlar yeni yeni ayrılıyordu. Galiba önce bevliyeciler ayrı bir uzmanlık dalı oluşturmuştu.  Daha sonra dâhiliye’ciler göğüs hastalıkları, kardiyoloji, gastroenteroloji gibi dallara ayrıldılar.  Bu arada söylemdeki ihtisas dallarının alışageldiğimiz Osmanlıca terimleri de yerlerini Latince ya da Öz Türkçeye terk etti.  “Emrazı enfiyye ezniyye  hançere–i uzviye (KBB)  mütehassısı” çoktan silinmişti levhalardan ama asabiye, bevliye, nisaiye, intaniye, cildiye, tenasül hastalıkları ve benzerleri halâ yaşamakta söylemlerimizde…
Bir de halk söylemlerinde “mutatabbip”(sahte, yalancı hekim) vardır. Aslında hekim olmadıkları halde bu konuda bilgiç geçinen kimseler için kullanılır.
Büyük iller dışında belki her yerleşimde hastane yoktu ama Cumhuriyet Türkiye’sinin en ölümcül üç hastalığı; Frengi, Trahom ve özellikle Sıtma ile mücadele etmekte olan Sıtma Savaş Teşkilatının en küçük birimlerde bile tesisleri, personeli ve doktoru vardı.  Her ilde valinin otomobili yoktu ama Sıtma Savaş’ın arabası mutlak vardı.
Hastane hekimleri dışında birkaç doktor daha olurdu yerleşimlerde.  Bunlar genelde o ilde bulunan büyük devlet kuruluşlarının ve fabrikaların kadrosunda bulunurdu. Bir de yaşlanıp, emekli olmuş memleketine yerleşmiş eski doktorlar.  Tabii askeri bir birlik varsa “askeriye doktorları”. Bunlar en makbul olan ve güvenilenlerdi. O kadar ki asker olmayanlar bile muayenehanelerine yedek subaylıkta çekilmiş bir resmini çerçeveletip asarlardı.   İster asker kökenli olsun, ister olmasın bir doktorun makbul olması için reçeteye mutlaka iğne (hepsinin genel adı Morfin) yazıyor olması da tercih sebepleri içindeydi.
Çok güvenilmedikleri halde iyi iş yapan doktorlar da olurdu zaman zaman. Bir Dr. Turgut hatırlıyorum. Bir radyografi cihazı getirmişti muayenehanesine; ayakta, endam aynası gibi battal bir cihaz. Hastalarını “aynaya” sokarak tedavi ediyordu! “ Üç kere ( beş kere…) aynaya koydu hiç bir şeyim kalmadı”  Bir başka özelliği de ağrı kesici ilaçları hastanın şikâyetçi olduğu bölgeye enjekte etmesiydi.
Bu küçük yerleşimlerde yoksul hastalarından para almayan, hatta reçete üzerine ilaç parasını da koyan, köyden getirilen tavuk, yumurta vs ile gönlü alınan doktorları da hatırlıyorum.  Çok yıl evvel okuduğum ve yazarını hatırlayamadığım “Bir beyaz gömleklinin hatıraları” isimli kitapta çok çeşit örnekleri vardı bu davranışların.
Kırsalda diş çeken berberlerin mevcudiyetlerini korumasına ve diş protezi atölyelerinin diş doktorluğu hizmeti veriyor olmasına karşın diş hekimleri memnundu işlerinden.  Özellikle Anadolu illerinde, kasabalarda diş doktorlarının asıl kazancını altın kaplama diş sağlardı. Dişi altınla kaplatmak bir sağlık gereği değil zenginlik göstergesiydi. Özellikle hanımlardan tüm dişlerini altınla kaplatanları hatırlıyorum. Yıllar içinde hiç değişmeden bir dişin altınla kaplanması bedeli her zaman bir Cumhuriyet Altını karşılığıydı. Erkelerde de köpek dişlerinden birisini kaplatmak moda olmuştu bir zamanlar. Altın kaplamaya gücü yetmeyenler kron kaplama ile yetinmek zorundaydı.
Ülkede illerin ve ilçelerin çoğunda devamlı elektrik yoktu. Lokomobillerin sağladığı elektrik sadece akşam ezanından gece yarısına kadar verilirdi. Bir de Haber Bülteni (ajans) için öğlen saatlerinde bir saat süreyle. Bu sebeple elektrikli alet ve makine yok gibiydi.  Diş hekimleri bir ayağının altındaki pedala basılarak dönüş sağlayan basit bir aparat kullanırdı. Günümüzün aeratorları gibi su ve hava üfürmediğinden frezeler öyle ısıtırdı ki dişi, ağrı bir yana keskin bir kemik yanığı kokusu yayılırdı.


*BURSA SAĞLIK TARİHİ  OPR. DR. CEYHUN İRGİL
Bursa Büyük Şehir Belediyesi yayınları 2017







5 Eylül 2018 Çarşamba

SOKAK SESLERİ *



SOKAK SESLERİ *


“Nasıl kıydın Mefaret Hanım  kendi kendini,
Çifte doktor doğradı o beyaz tenini.”
Önce yanık erkek sesi sıcak öğlen güneşinin kavurduğu Arnavut Kaldırımı sokaklarda, çivit badanalı duvarlarda, üstü kiremit dizili bahçe duvarlarından uzanmış Dut, Hanımeli, Asma yapraklarında yansıdı.  Ardından giyotin pencerelerin yukarı sürülürken kuru tahtalarda çıkardıkları cızırtı,  açılan bahçe kapılarının parmak basmalı mandal şıkırtıları ve kadın sesleri geldi peş peşe.  1954 yılının yaz aylarıydı. Mahalleye Destancı gelmişti.
“Bodrum Hâkimi Mefharet Hanım'ın intiharı”, “Tatar güzeli Sulhiye ve Şehremini cinayeti”, “Salacak canavarı, Sevim'i ve iki yavrusunu nasıl katletti”    Ülkede ses getiren bir cinayet, aile faciası, çok ölümlü bir kaza, Jandarmayla çarpışıp öldürülen kaçak mahkumlar benzeri sansasyonel bir olay olmasın; bunun hikayesi halk şairleri tarafından asgari yüz mısralık bir şiir haline getirilir, olayı resmeden renkli bir kapakla kitaplaştırılır ve illeri, ilçeleri, köyleri dolaşan sokak satıcıları eliyle bütün yurda dağıtımı yapılırdı.  
Yalnız destancılar mıydı çocukluğumun sokaklarının sesleri? Şarkı Sözleri, Maniler, Rüya Tabirleri satıcıları genelde güzel sesleri ile ellerindeki baskıların içeriğini yüksek sesle okuyarak dolaşırlardı. Satın alanlar sanırlardı ki, elde kitabı olunca genelde Allah vergisi ses ve kulağa sahip bu Çingene kökenli satıcı kadar güzel söyleyebilecekler. Tıpkı sokak satıcısından satın aldıkları mukavvadan yapılmış kemanı onun gibi çalabileceklerini sanarak…
Bir atın iki yanına astıkları tahta raflarda kitap satanlar vardı. Yasin, Namaz Sureleri, dua kitapları yanında Şahmeran, Battalgazi, İslâm’ın Kılıcı hikâyelerinden Pardayanlar serisine, Peride Celal, Muazzez Tahsin’in son kitabına, Pekhosbill, Ateş, Doğan Kardeş, Mani di Fata Nakış dergilerinin eski sayılarına kadar geniş bir yelpazeyle hizmet sunarlardı.
İlde motorlu araç neredeyse parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ara sokaklara çok seyrek olarak girerdi. Yaprak hışırtıları, kuş, horoz ötüşü, su şırıltısı dışında, sokağın sesi çocuk çığlıkları, pencereden pencereye veya kapı aralarından uzanan hanım sohbetleri ve sokak satıcılarının nakaratları olurdu.  Bu nakaratlar farklı etnik köklerin, yöresel şivelerin, gırtlak oyunlarının etkisiyle o kadar renkli, o kadar ritimli bazen de o kadar anlaşılmazdı ki… Ama bir o kadar da ahenkli ve unutulmaz.
Sokak satıcıları her gün belirli saatte, haftanın, ayın belirli günlerinde, mevsimsel periyotlarla veya düzensiz zaman aralıklı, bazen de tek seferlik idiler.
Yoğurtçu saat düzenine en sadık olandır. Ensesine gelen orta kısmı küçük bir yastıkla takviye edilmiş iki, iki buçuk metre boyundaki kalınca bir sopayı taşır omuzlarında. Bu sopanın iki ucundaki üçlü urgan düzeyine oturtulmuş tahta tepsilerde 60 santim çapındaki galvaniz yoğurt tavaları her iki tarafa dengeli olarak dağıtılmışlardır. Yıllar boyu kilolarca yoğurt tavasını taşıyan bu sırık her iki uca doğru esneyip bel vermiş olurdu. Tabii aynı yükü taşıyan yoğurtçunun sırtı da bel vermiş olurdu. Bir elinde Pazar terazisi diğer elinde bazen küçük bir çan.   Dilinde özgün haykırışı, “Yogirtciiii…”  Bu çağrı o kadar özgündür ki; aşina olmayanlar bazen ne dendiğini bile anlayamazlar. Günlük abone kapılarında, çağrılan kapı önünde veya sokağın belirli bir noktasında durur. Bir omuz hareketiyle düzeneğini yere indirir. En üst tavayı kapatan kontrplak kapağı kaldırır. Tavanın alt bir tarafını küçük tahta takozu ile biraz eğdirerek yoğurt suyunun tek yönde toplanmasını sağlar. Evlerden uzatılan kâsenin seyyar el terazisinde darasını alır, elindeki kepçeyle birkaç seferde yanlamasına kestiği yoğurdu, kaymak üstte kalacak şekilde, kâsenize bir sanat düzeyinde kaydırır. El terazisi çok hassas bir tartı sağlamaz. Aldığınız bir kilo yoğurt bazı gün daha az, bazı gün daha çoktur ama bu hiç kimse için olay değildir.
Atlı manavın saat düzeni de şaşmaz.  Atın iki yanına asılmış küfeler muhtelif sepetler, eyer üzerine konulmuş bir iki sandık içindeki sebze ve meyveler yine seyyar terazi ile tartılarak servis edilirdi. Mevsiminde, çilek ve dut tartılmazlar, eyere asılmış çengellerdeki küçük sepetleri ile satılırlardı. 
Yoğurtçunun omuz düzeneğini dondurmacı da kullanırdı.  Sırığın bir yanında gaz tenekesi boyutlarında camlı bir dolap. Raflarına renk renk sivri, yuvarlak dondurma külahları, kâğıt helvalar sıralanmış. Diğer yanda etrafı havlular veya kumaş ile sarılmış tahta fıçı içeresinde tuz ile sıkıştırılmış kar korumasında, derin, silindirik dondurma kabı, üzeri önce çiçekli bir porselen tabak sonra da havlu örtülü olarak yolculuk eder. Dondurma fıçısı ile külah dolabının ağırlığı hiç bir zaman eşit değildir. Zaten dondurma satılıp azaldıkça, fıçıdaki erimiş buzun suyu alttaki delikten zaman zaman tahliye edildikçe denge noktası değişime uğrar. Bu sebeple dondurmacı sırığı omzunda sağa sola kaydırarak dengeyi sağlardı. Dondurmacılar kış ayları aynı düzenekle, bir yanında yuvarlak döküm mangalı üzerinde salep güğümü diğer yanda bardakların dizildiği tepsi veya raftaki fincanları ile salep satarlardı. Fincan yıkamak için teneke ibrik eldedir. Geceleri tek güğümle boza sattıkları da olurdu.
Sokak içine çok nadir olarak üç bisiklet tekerlekli, üzeri tenteli dondurma arabaları da gelirdi. Ardında her yaştan çocuk ordusu ve parasız çocukları "şeytan külahına" konmuş ufacık bir parça dondurma ile gönülleyen peştamallı, babacan dondurmacı.  Bu dondurmacılarda külahtan başka metalden kadeh biçimi dondurma kapları da dizili olurdu. Tekerlek yanında küçük musluklu, asma su deposu. Beyaz peştamallı ustaya genelde aynı kıyafete bürünmüş küçük çırağı veya kendi oğlu eşlik ederdi. Yokuş mahallelerde bu arabayı itme şerefine talip gönüllü çocuklar her zaman vardı; bir parça dondurma ile ödüllendirilmeyi uman… Ama bunlar genelde çarşı, cadde ve otobüs garajları dondurmacılarıdır.
Macuncular bağırmazlar, saz heyetiyle dolaşırlardı. Bir keman, bir darbuka bazen klarnet ve başında kalaylı metalden sekizgen bir tepsi. Merkezi 10 santim çapında yuvarlak etrafı üçgenimsi altı veya sekiz parçaya bölünmüş. Her bölümde farklı renk ve lezzette şeker macunu; naneli, bergamotlu, karanfilli. susamlı, fındıklı çövenli… Elinde taşıdığı üç bacaklı, yüksek sehpayı yere koyar, macun tepsisini üzerine oturtur. Sehpanın bir ayağına asılı torbadan on santim boyunda bir dut çubuğu alır diğer elindeki tornavida yardımıyla kopardığı macunu bu çubuğu döndürerek sarar ve uzatır. Çubuğun üzerinde birkaç renkten oluşmuş bu kombinezon biraz sonra küçük dudaklarca yalanarak bambaşka şekillere dönüşecektir. Bu sırada saz heyeti(!) konserine devam etmektedir.
Sucuların (Saka) da saatleri değişmez. Ya bir eşek veya atın sırtına veya küçük bir at veya eşek arabasına yükledikleri galvaniz su damacanaları ile evlere,  Bursa’da Devrengeç Suyu dağıtırlardı. Sucunun kendini ilânına gerek yoktur, o bağırmaz. Zira su ihtiyacı olan evin alt kat penceresine, sokak kapısının kulpuna veya belirlenmiş bir yerine sabahtan asılmış beyaz bir bez su ihtiyacının bildirisidir. Sucu hiç çekinmeden,  esasen geceleri hariç hiç bir zaman kilitli olmayan bahçe veya bodrum kapısını açar, girer.  Evin en serin yerleri; alt mutfak, bodrum girişi gibi yerlerde duran su küpünü doldurur, çıkar gider. Parasını haftalık veya aylık olarak tahsil edecektir.
Şehirler küçüktü, mahalle daha küçük, sokak ondan da küçük. Devamlı satıcılar sakinleri tanırdı, sakinler satıcıları. Arada bir kardeşlik samimiyeti ve hukuku gelişmişti. Bir “Kör Ömer” anımsıyorum. Doğuştan âmâ olmasına karşın bütün mahalleyi, dudaklarında kendi bestesi monoton ağıt gibi bir melodiyle,  hiç karıştırmadan kapı kapı dolaşır, dilenirdi. Herkesi ismiyle tanırdı sesinden. Hanımlarca kapı aralarından karnı doyurulurdu. Hatta vebali söyleyenlerin boynuna, bazı dul hanımlarca başka türlü de sevindirilirmiş!
Ev hanımlarının hatta çocukların veresiye alışverişleri olurdu. Zaten para her alışverişte söz konusu değildi. Ev hanımlarında her zaman para bulunmazdı ama eskiciye verilebilecek eski giyim eşyası her zaman vardır. Bunlar peşin para karşılığı sırtında torbası ile dolaşan Eskiciye satılırdı.  Veya el arabası ile dolaşıp eski karşılığı bardak,  porselen tabak, emaye kap satanlarla trampa edilirdi. Bu satıcılar daha sonraki yıllarda da bir süre melamin tabak ve teflon tava ile devam ettiler bu trampa ticarete. Daha değersiz giyim eskilerinin alıcısı “Mandalcıydı”.  Sırtında eski torbası elinde mukavvalara dizili tahta çamaşır mandalları dilinde bet sesiyle, değişmeyen sloganı “Hem çamaşıra hem kaynanaların dilini tutmaya.”
Trampayı bizler de yapardık. Bira ve meşrubat şişeleri depozitliydi ama gene de içki, ilaç, vs şişeleri birikirdi evlerde. Bunlarla eşekli satıcılardan keçiboynuzu, iğde, leblebi tozu (kavut) trampa ederdik. Hatta küçük cam kırıkları karşılığında bile. Bu alışverişlerde kazandığımız pazarlık yeteneği tüm yaşantımızda etken olmuştur. Örneğin Mudanya vapurunda çok önemliydi pazarlık. Mudanya vapuru haftanın iki günü Armutlu’ya uğrar ve iskelesi olmadığı için demirleyen gemiye yanaşan mavna ile alır verirdi yolcularını. İşte bu esnada geminin diğer çıkış kapısına onlarca sandal yaklaşır, küçük hasır tabaklar içinde taze balık pazarlarlardı. Barbunyalar, tekirler… Başlangıçta fiyatlar yüksektir ama gemi demir almaya başlayınca iyice düşerdi. Zira satılamayan bu balıklar doğru düzgün kara ulaşımı da olmadığı için elde kalmaya mahkûmdu.
Biz çocukların bir başka beklentisi Poğaçacı, Kaymaklı Kurabiyeci, Horoz şekerci, Elma şekerci idi. Ve tabii ki  “Oyuncakçı Dede.” O zamanki ölçülerimize göre bu yaşlı adam kendi imalatı, ipinden çekilerek yürütülen kavak tahtası arabalar, kız çocukları için torna işi çok renkli beşikler veya yürürken kanatlarını çırpan kelebek veya başını sağa sola çeviren oyuncak ördek satardı. Plastik ve plastik oyuncaklar henüz girmemişti yaşantımıza.
Bir Fahrettin vardı. Otistik görünüşlü bir gençti ama galvaniz telden kıvırarak yaptığı otomobil, otobüs, kamyonlar prototip model olabilecek kadar mükemmel birer sanat eseriydiler.
Mevsimsel satıcılar yaz günleri eşek veya arabalarla dolaşan kavun karpuz satıcılarıdır. Yazın sonu ve sonbaharda ise eşek sırtında kozalak, çıra, at sırtı veya arabalarla odun pazarlayan dağ köylüleridir. Bir at veya eşek sırtındaki odun miktarına “bir yük” denilir ve pazarlık bunun üzerinden yapılırdı. Çok tabiidir ki bu satıcıların ardında “Odun Yarıcılar” dolaşırdı. Omuzlarında baltası, koltuk altlarında katlanmış küçük sehpası ve testereleri ile. Bu sezonun bir başka tipi “Baca Temizleyicisi" idi.
Zamanı belirsiz satıcılar ve zanaatkârlar çok çeşitliydi. Şehirlerin, kasabaların mahalleleri olurdu ve çarşıları. Güzelim ahşap evler, bol ağaçlıklı bahçeler yıkılıp apartman bloklarına, zemin katları dükkâna dönüşmeden evvelki zamanlardı. Mahallelerde bakkal, berber ve ayakkabı tamircisi dışında dükkân olmazdı. Öyle olunca da uzak çarşılara gitmek yerine esnaf sokağınıza gelirdi. Çerçi, Kalaycı, Tesisatçı, Muslukçu, Lehimci, Olukçu, Çeyizci, Bohçacı Somyacı, Hallaç, vs.
Hallaç’ın en önemli aparatı kemane denilen iki metrelik esneyebilir bir ağaç dalına kurutulmuş, bükülü bağırsak(sırım) gerili ok yayı gibi nesnedir. Bunu bir değnek yardımı ile çağrıldığı evin avlusu veya kapı sahanlığında duvara asar. Burası sokağın düz zeminli bir kuytu köşesi de olabilir. Yere yayılmış yaygı üzerine bağdaş kurar, oturur.  Hallaç elindeki ucu çentikli tahta tokmakla bağırsağa vurur. Bağırsak titreşirken yere serilmiş yatak ve yastıklardan boşaltılmış yün veya pamuk kütlesine yönlendirir onu. Titreşen yay temasta olduğu pamuk kitlesini liflendirir, kabartır. Hallaç yayı kaldırır, atılmış pamukları diğer yana iter, bu işlemi defalarca yapar. Tokmağın havadaki yayda yarattığı ihtizaz ile pamuğa teması esnasındaki sesler çok farklı bir tınıyla tan-tıs, tan-tıs ritmini seslendirirler, bir müzik gibi…
Ya Somyacı? Ülke Taş Devri, Tunç Devri gibi Seki, Minder, Somya, Çekyat, Yatar Kanepe devirlerini yaşadı. Somya; karkası dört köşesi pahlı bükülerek sac borudan oluşmuş dikdörtgene her iki ucundan beş santimlik helezon yayla bağlanmış sandık çemberlerinin döşenmesinden oluşurdu. Gündüz seki ve divanların yerini dolduran geceleri karyola görevi yapan bu düzenek çok rahatsız bir oturma sağlardı.  80-90 santim genişlik duvara dizilen yastıklara rağmen rahat bir dayanak sağlayamaz, devamlı oturma yüzünden bazı bölümdeki yaylar esner, uzar, yerlerinden çıkıp düşer. Oturma ve yatış daha rahatsız, folluk gibi bir pozisyona girerdi. Bu süreklilikle her gün daha da bozulurdu yaylar ve çemberler. İşte seyyar somyacı elindeki teneke makası, delik zımbası gibi basit aletler ve çantasındaki yedek yaylarla somyanızı yeniden oturulabilir ve yatılabilir konfora dönüştüren önemli bir elemandı!
İllerin özelliklerine göre sokakların renk ve sesleri de değişirdi. Örneğin aynı 1950’li yıllarda İzmir sokaklarında bir keman veya klarnet bir darbuka ve bir oyuncudan olan üçlüyü anımsıyorum. “Arap havası var, Kürt havası var, Laz oyunu, balkan oyunu…”  Sokakları bu çağrı ile dolaşan üçlü vereceğiniz bahşiş karşılığı dilediğiniz yörenin müzik ve oyununu sunardı sizlere. Ve de Kuş Azatçısı; El arabasına yüklediği büyük tel kafesin içindeki onlarca Saka kuşundan bir tanesini ödediğiniz bir ücret karşılığı biraz okşadıktan sonra havaya salardınız. “Azat mezat Ahîrette beni gözet” temennisiyle. Müşterileri genelde hanımlar, özellikle kısmet bekleyenler olurdu. Mutlu kanat çırpınışlarıyla uçan kuş sanırım evdeki büyük kafese geri dönerdi.
Ben Bursa sokaklarını anlattım ama o yıllar ülkenin bütün kentleri hatta kasabaları ortak özellikleri taşırdı.  Bilemiyorum? Önce sokaklar mı yok oldular, sokak satıcıları mı? Meslek dalları işlevlerini, mallarına ihtiyaçları kaybettiler. Ulaşım ve iletişim araçları gelişti yaygınlaştı, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
Çocukluğumun sesleri ve sahipleri zaman denilen o acımasız katmanlarda birer birer, yitip gittiler. Sütçü motorize oldu.  Bir tek Simitçi kaldı, başında tepsisiyle...Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.

Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş- yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler. Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Yıllar yılları kovaladı, fotoğrafhaneler arttı, hızlandı, askerler, çocuklar bile elde fotoğraf makinesi ile gezer oldular, poloroit makineler çıktı, işler azaldı azaldı... Şimdi cep telefonları resim çekilebiliyor.
Makineleri eskidi, yıprandı, dökülen cilaları yerine kahverengi yağlı boya ile kapatılır oldu ayıpları. Kırılan bakalit objektif kapağının yerini alüminyum ilaç kutusu aldı.  Çatlayan sehpa bacakları teneke yamalarla sarmalandı. Siyah perdeler soldu, yenilenmez oldular. Onlarla beraber fotoğrafçılar da yaşlandı, eskidi. Hiç çözülmemiş kravat düğümleri, formu bozulmuş fötr şapkalarının kenarları yağ bağladı. Kalın çerçeveli, siyah gözlük sapları da tamirli oldular.  Sonra bir gün; “devlet etti fermanı”; “vesikalık resimler renkli olacak” dendi. Bu mesleğin defteri dürüldü. Direnmeye çalışan son birkaçı da makinelerinin titreyen bacaklarını yüklediler bükülmüş omuzlarına, titreyen bacaklarla yitip gittiler.
Birkaç makine hurdacılar marifeti ile sağlığında onun objektifi ile hiç göz göze gelmemiş varlıklı koleksiyoncuların salonlarında bir köşe edindiler kendilerine.
Ya fotoğrafçılar? Sesleri zaten yoktu ki…


*Bursa’nın Sokak Sesleri,
Olay Gazetesi Bursa’da Yaşam Ekim 2011’ekinden


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...