AH
GÜZEL İSTANBUL –III-
(…)
Taksim meydanı Tarlabaşı yönünde genişledi, o kadar. İnönü (Taksim) Gezisini
boylamasına kat edip, sonuna ulaşınca bir köprü ile İstanbul Sergisinin
kurulduğu ağaçlıklı, geniş alana varırdınız. Taşkışla, Emlâk
Caddesi, Askeri Müze, Harbiye, Divan Otelinin çevrelediği geniş adada sadece
Radyoevi ile Divan Oteli arasında cadde boyuna sıralanmış birkaç büyük apartman
ve Lütfü Kırdar’ın yaptırdığı Spor ve Sergi Sarayı vardı. Bu binanın
merkeziyetinde, yanındaki boş alanda her yaz İstanbul Sergisi açılır, bir nevi
fuar düzeyindeki bu etkinlikte İtalyan Lûna Parkı kurulurdu. Çarpışan
otomobiller, uçan sandalyeler, dönme dolap ve Rus Dağları (Roller Coasters) ile
bizim ve bizden önceki kuşak orada tanıştı. Onlarca arabalık konvoyu, devasa
çadırı ile Medrano Sirkini de orada tanıdığımız gibi. Spor ve Sergi sarayında,
Japonların çok görkemli Bebek Sergisini ve Rus Buz Balesini izlediğimi de
hatırlıyorum. Sonraları bu etkinlikler biraz daha eğlence ağırlıklı olarak Gülhane
Parkı‘na taşındılar.
İstanbul’un
o yakası Şişli’de biterdi. Taksim Abidesi’nin etrafından bir yuvarlak çizen
tramvay hattı, Pangaltıdan bir yol Kurtuluş’a, Harbiye’nin köşesinden bir yol
tek hat olarak Nişantaşı ve Maçka’ya ayrılır, Maçka Palasın önünde son bulan
hat kalın bir demir sehpa ile kapanırdı.
Burada Vatman iner, önce vagonun arkasından sarkan ipi çekerek tepedeki
traversi ters yöne çevirir, kumanda için kullandığı iki manivelâyı
şimdi ön olmuş olan arka mahalle monte eder, biletçi de arkalıkları ittirilince
yön değiştiren koltukları yeni hareket yönüne hazırlardı.
Ana
hat ise, inşa halindeki Şişli Camii’ni geçip, tramvay deposunda son
bulurdu. Buradan dar bir parke yol
şehrin bir hayli, dışındaki şirin Mecidiyeköy’e bahçelikler ve bostanlar arasından
uzanırdı. Ondan sonrası mı? Uçkur gibi, daracık bir asfalt, Maslak yolu ile
dağlar ve ormanlar arasından Boğaza, Kefeliköy’e varırdı. Etiler ve Levent boş
arazide uydu kent olarak inşa ediliyordu. Ve “Allah’ın dağlarında” kimlerin oturacağı, bazıları için merak
konusu idi. Seyrek bağ evlerinin
arasında tek bina -sanırım şimdi Ulus
tarafları- olan Polis Okuluna aitti.
Taksimden
Şişhane yolu ile Karaköy’e gelen hat, biri Boğazkesen yolu ile Beşiktaş’a
diğeri Galata Köprüsünü geçip, Eminönü, Sirkeci, Divanyolu güzergâhı
ile Beyazıt’a, burada ikiye ayrılarak, Fatih üzerinden Edirnekapı, diğeri
Aksaray’a burada da ikiye ayrılarak, bir kol Kacamustafapaşa bir kol
Şehremini-Topkapı’ya uzanırdı. Şehreminindeki bir depo daha vagonları
barındırırdı.
Anadolu
yakasında ise; Kadıköy'den kalkan seferler, Altıyoldan tek hatla Moda’ya, bir
kol Üsküdar-Kısıklı’ya, bir kol da Bağdat Caddesini takiben yüksek duvarlar,
ulu ağaçlar arkasına gizlenmiş konaklar, köşkler arasından Bostancı’ya
ulaşırdı. Bu hatta yaz ayları yanları açık, tenteli vagonlar çalışırdı.
Ve
bu noktaların sınırladığı sahada İstanbul biterdi. Oralardan öteleri sayfiye yerleri veya gerçek
manâda
köylerdi.
Haydarpaşa’dan
Pendik’e, Sirkeci’den Halkalı ’ya varan banliyö trenleri, Köprüden, Haliç ve
Boğaz kıyıları, Haydarpaşa-Kadıköy, Moda, Adalar, Pendik’e sefer yapan Şehir
Hattı Vapurları ulaşım için yeterli idiler. Şehrin bütün yurt ve dışarı ile
bağlantısını demiryolları ve gemiler karşılardı. Tek sıkıntı karayolu ulaşımı
arttıkça bir felâket
halini alan Kabataş-Üsküdar arasındaki arabalı vapur kuyruklarında saatlerce
sıra beklemek idi.
Ancak
bir milyon nüfusu barındıran şehir bugünkü gibi geniş ve yaygın değildi.
Direklerdeki
sokak aydınlatmaları devrin teknolojisi gereği şapkalı olurdu gökyüzünü değil,
genelde sarı bir ışıkla caddeleri aydınlatırdı. Ses kirliliği gibi, ışık
kirliliği de yoktu. Gökyüzü bol yıldızlı olurdu. Şaire,“yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey.” dizelerini yazdırtacak
kadar. Bazı geceler Alemdağ, Kayışdağı ve Avrupa yakasından ismini bilmediğim
tepelerden çok kuvvetli ışık huzmeleri uzanırdı göğün derinliklerine. Gökyüzünü
tararlar, bazen iki yakadan gelen huzmeler birebirleri ile çakışarak gösteri
yaparlardı. Bunlar havadaki düşman uçaklarını tarayan sistemlermiş. Gayri,
ikinci Dünya Savaşı şartları kalmamıştı ama bu birlikler yerini muhafaza eder,
muhtemelen eğitim yaparlardı. Sanırım radar ağları kurulmamıştı henüz. Tıpkı
uçaklarla telsiz bağlantılarını sağlayan metrelerce yükseklikteki ve onlarca
adetlik anten direkleri tarlaları gibi… Yeşilköy Hava Alanının bitişiğindeki
böyle bir direk (pilon) arazisinin yıllarca semte “telsiz” ismini verdiği gibi... Belki hala daha aynı adla
anılıyordur oralar.
En
hoşlandığım yer Galata Köprüsü idi. Orta noktaya gelince çok kimsenin yaptığı
gibi, parmaklıklara dayanıp limanı seyir ederdim. Köprü üzerindeki iskelelere
yanaşıp kalkan, arada bir “fire-up” yapıp bol isli kara dumanlar çıkaran yolcu
vapurları. Tophane istikametinde sıra sıra demirlemiş büyük gemiler. Küçücük
boylarına bakmadan, arkasına bir dizi mavnalar, şatlar bağlamış, köprü altından
geçerken uzun bacasını kırarak yatıran çatanalar. Hem yelken basmış hem de bordasından sular
akıtarak motorlarını çalıştıran hantal gövdeli yük motorları. Nerede ise
soktuğunuz parmağınıza yapışıp gelecek kadar bol balığın bulunduğu Haliç ağzına
yayılmış yüzlerce balıkçı kayığı. Gemilerin beyaz köpüklerle yırttığı
mavi-yeşil çarpıntılı deniz. Ardında Sarayburnu ve daha gerilerde yeşil
tepeleri ile Üsküdar. Birbirileri ile
melodili konuşan vapur düdükleri, aradan çatanaların incecik sesleri ile
fırlayan çığlıkları, motorların mutannan pa-ta-pa-ta-ları, martı haykırışı, korna sesi,
tramvay çanı, polis düdüğü, satıcı bağırtılarının eklendiği bir senfoni ve
arada is tadı da getiren yosun ve deniz kokusu ağırlıklı bir tatlı meltem.
Köprüyü kat eden, aralarında sırtları bina boyu hamule yüklü hamalların da
bulunduğu yoğun insan kalabalığı, İstanbul’a ilk gelenlerin şaşkın bakışları…
Kınalı Ada’daki Ruhban Okulunun özel kıyafetli papaz namzetleri. Yüksek
kaldırımdaki okullardan çıkıp karşı yakaya geçme telâşındaki,
tombul, beyaz bacaklarını siyah muslin çorapların boğduğu, tüy bıyıklı,
sıhhatli, şakrak Ermeni kızları. Tahta bavullu askerler, bahriyeli mi gemici mi
olduğunu bir türlü ayıramadığım beyaz üniformalı adamlar. Köprüye yanaşmış
kayıklardan çiftini elli kuruşa aldıkları, ağızlarından küçük iple biri birine
bağlanıp bir tahta çubuğa asılarak ancak taşınabilen torik balıklarını evlerine
götürme telaşındaki insanlar. Her kılıktan, her milletten ve nerede ise il
nüfusunun dörtte birini oluşturan azınlıklardan müteşekkil bir mozaik.
Köprü
altındaki küçücük dükkânına katlanarak giren, ülkenin en uzun boylu adamı Uzun
Ömer’in Milli Piyango Gişesi. İkindiyi geçen saatlerde ise, Bab-ı âli
yönünden koşarak ve ana manşetleri bağırarak gelen gazete satıcısı
çocuklar. Koltuk altlarında, dizilmiş
gazetelerin baskı kalıbını oluşturan mukavva matrisler arasına yerleştirdikleri
akşam baskısı gazeteler.
“Hadeyyy Şehremini cinayetini
yazıyorrrrr.”
“Yazıyooo, Meclisteki kavgayı yazıyoo.” Günlük gazetelerin dışında Akşam Gazeteleri
çıkardı. Günün taze haberleri ve biraz
da sansasyonel asparagaslarla yüklü olarak; Son Posta, Son Havadis, Son
Telgraf, Ekspres gibi. Ya da Rumca, Ermenice, Eski İspanyolca (Ladino) gazete
satıcılarının haykırışları yankılanırdı;
“Appoyematini.... Appoyematini.”
“Jamanak geeldi.”
İstanbul’da
her gün birkaç dilden gazete yayınlanırdı. Cumhuriyet bile akşamları, ayrı bir
tap olarak Fransızca Repoblik, ve Akşam Gazetesi La’Akşam Fransa adı ile
piyasaya çıkardı. Vapurla evlerine giden insanların çoğu gazete okuyarak
geçirirdi yol süresini. Son zamanlara kadar dayanan Suvat, Dilnişin,
Tarzınevin, Kaptan Ziya isimli Şirket-i Hayriye vapurları yanında yandan çarklı
vapurlar da çalışırdı. Moda ve Adalara sefer yapan Moda Vapuru yandan çarklı
idi. Her iki yan ortasında güverte
yüksekliğine kadar çıkan, su kesiminden yukarı tarafı yarım daire sac
muhafazaya alınmış, yaklaşık bir metre eninde kanatlardan oluşan bir değirmen
çarkı, dönerek hareket sağlardı bu gemilere. Yanaşmaları ve manevraları biraz
zor olurdu ama sallı tekneler olduklarından dalgadan çok etkilenmezlerdi.
Bir
akşam mutlaka Emirgân’a pazar gün ise Sarıyer’e giderdik, ya vapur ya da Taksimden binilen dolmuşlar
ile. Emirgân
iskelesinin karşısındaki ulu çınarın altındaki, yuvarlak demir masalar ve yine
yuvarlak demir sandalyelerin döşediği çay bahçesinde tiryakiler, nargile ve her
masaya özel getirilen kömür ateşli semaverler ve porselen demliklerde demlenmiş
çay içerlerdi. Çocuklar ise Kireçburnu Fırınının bol ballı kâğıt
helvası ile Fertek Gazozu. Önce parke, sonra Arnavut kaldırımı dar yol ile
Koru’ ya kadar küçük bir gezinti yapar, her dönemin şairlerine ilhâm
kaynağı olmuş, gurubun “karşı camlarda”
alev alev tutuşturduğu tablo bitip de akşamın karanlığı Boğaz’a çökünceye değin
deniz kenarında kalırdık.
Bir
başka Pazar, kıyı boyunca aralarındaki yeşil alanlarla parçalanmış, her biri
ayrı yerleşim merkezi köyleri kat edip, Sarıyer’e ulaşırdık. Küçük çarşı
içeresinde birbirini taklit ederek oluşmuş üç dört börekçiden en eskisi olanı
tercihlerdik. Üst üste üç dört asma kat ilâve edilerek büyütülmüş
küçük dükkânın taa terasına tırmanır, deniz serinliği ve yosun kokusu
refakatinde, zavallı garsonun günde binlerce basamak tırmanarak servis yaptığı
bol yağlı kol böreği, ardından da tatlı lokma ile öğlen yemeğini alırdık.
Unutuyordum dönemin ve yerin favori içeceği limonata yandaşlığında.
Bir
akşam Moda’ya Teyzeme, Eniştelere gidilir, benim tek başıma bir hafta kadar
misafir kaldığımda olurdu. Eniştemle vapura bindiğimizde alt katta çarkçının
kamarası yanındaki enlemesine, tek
sıralı bölmede otururduk. Bütün vapurda olduğu gibi burada da yolcular, gişe
memurları, biletçiler birbirlerini tanır, herkesin belli oturma yerleri olurdu.
Devamlı yolcular bilet almaz, evvelce toplu satın aldıkları, küçük defter
yaprağı abonmandan bir sayfa kopararak biletçiye verirlerdi. Beyaz, keten
şilteler yayılı olurdu kanepelerde. Moda Vapurunun müşterisi kaliteli olurdu.
Tıpkı Maçka tramvayında olduğu gibi. Seçkin ve kültürlü bir sınıf otururdu
Moda’da. Akşam 5.15 vapuru, uzun rıhtımın ucunda zarif yapılı, iki katlı
bekleme salonu olan iskeleye yanaşırken rıhtımın üzeri babalarını, eşlerini
karşılamaya gelmiş, kadın ve çocuk kalabalığı ile dolu olurdu. Bu, akşam vapurunu karşılamak için şık
kıyafetler giyilir, iskele üzerinde piyasa yapılırdı, bekleme süresince.
Babaların ellerindeki fileler çocuklar tarafından kapılır, anneler kolda birçok
kimse ile selâmlaşılarak,
yavaş yavaş evlere yürünürdü.
İskelenin
bitiminde, sol tarafta, geniş terası ve ağaçların kuytusunda kalan binası ile
Moda Kulübü vardı; geceleri caz seslerinin yükseldiği, aristokratlar kulübü.
Sağ tarafta ise Salih Efendi ve kardeşlerinin kayıkhanesi. Üst katı ve terası
birahane olan yüksek tavanlı hangarda devamlı tekne bakımı yapılır, küçük
yelkenli ve kotralar kışın buraya alınır, sırt üstü çevrilmiş, kürekleri dizi
dizi duvara dayanmış sandallara sülyen ve macun çekilir, kıyı kokusuna bezir
yağlı boya kokusu karışırdı. Önündeki çakıl taşlı küçük koyda denize uzanan
tahta iskeleye bir dizi kayık bağlı olurdu. Buradan saati 60 kuruşa kayık
kiralayanlar koyda dolaşır, açıklarda denize girer, karşı burundaki Şifa’ya ev
gezmesine giden kadınlar tepeyi yürümek yerine kürek çekerek ulaşımı
yeğlerlerdi.
Kayıkhanenin
sağındaki dik yardan sonra Moda Deniz Hamamı başlar. Kazıklar üzerine bina
edilmiş, ahşap, dört köşe platformun etrafını tahta kabinler çevrelemiştir.
Ortası kare bir havuz gibi boş bırakılmış delikten denize girilir, yalnız kadınlara
mahsus olan bu plaja yaklaşmak isteyen kayıklı röntgencileri yine sandallı
görevliler kovalarlardı.
Eniştemin
biraz da kolladığı bu kayıkhaneden ben ücret ödemeden dilediğim süre ile sandal
alır, dolaşırdım. En büyük zevk, rıhtımın altındaki bir metre yükseklikteki
dehlizden sandalla geçmekti.
İskelenin
bitimi ile yokuş başlar, elli metre sonrada önünü bir putrelin tıkadığı tramvay
hattı. Yüksek çınar ağacının yanındaki yeşil boyalı, oymalı elektrik direğinin
üzerinde kırmızı emaye levhada “Son Durak” yazar. Buradan sola, iki yandaki
çınar ağaçlarının artık tepesini de örttüğü ve Moda Burnuna uzanan sokağa
girersiniz. “Beşbıyık sokak”. Bahçeler içeresinde iki katlı köşklerin yer
aldığı, serin ve ıssız sokağın yedi numarasında teyzemler oturur. Kahverengi,
yarım daire tahta merdivenleri çıkınca, bahçeye bakan odada yatırırlardı beni.
Gecenin sessizliğinde, açıktan geçen yük motorlarının pa-ta-pa-talardan başka
ses duyulmazdı. Sabah gugucuk kuşlarının ve ne dedikleri tam anlaşılamayan ama
her biri bir ayrı melodi içeren, sokak satıcılarının sesleri ile uyanırdım. “Rikkicçii” nin neden sora eskici
olduğunu keşfedebildim. Yoğurucu, çan çalardı. Bir de sokağın ilerisinde “Mano’nun
pansiyonunda” yemek vakitlerini bildiren kampana. Gündüzleri çok sıkılırdım.
Alt kattaki erkek aşçı ile yarenlik eder, eniştemin tıpkı kayıkhane gibi
beziryağı kokan, hobi odasındaki boya kutuları ile ve marangoz aletleri ile
oyalanırdım. Sokağın sonundaki Moda Koyuna veya yan sokaktan Deniz Kulübünün
üzerindeki yara kadar gidip saatlerce açıkları seyreder, hayâl
kurardım. Kürek çekmek de olmasa burada
gün katiyen bitmezdi. Birkaç ev ilerde, balkonda duran papağanı konuşturabilmek
şansına ise hiç ulaşamadım.
Bir
yıl Kabotaj Bayramında burada idim. İskelenin damına çıkmış bir deniz eri
elindeki flâma
ile açıklardaki harp gemilerine mesaj gönderip almıştı. Yanımızda bu dili anlayan amcalar vardı. Ne
büyük bir meziyetti. Yavuz Zırhlısı bile geçmişti. Ama ertesi gün bir matem yaşandı Modada; gece
tam hızla dönüş yapan donanmanın yarattığı dalgalar koyda ve Kurbağalıdere’de
birçok tekneyi kıyıya vurup parçalamıştı.
O
zamanlar Kurbağalıdere, şimdiki Fenerbahçe Stadının bulunduğu yerlere kadar iki
kenarı bahçeli evlerin iskelelerine bağlı yüzlerce sandalın barındığı bir
sayfiye semti idi. Yanılmıyorsam, büyük gürültülerden sonra devlet bir miktar
tazminat ödemişti.
Her
şey gibi sayılı gün de biterdi. Bir akşamüzeri Haydarpaşa Garından Kurtalan
Ekspresi’ne binerdik. Her zaman diliminde ve her yerde görebileceğiniz, hemen
aynı sahnelerin yaşandığı ayrılış... Gardan ayrılıp Söğütlüçeşmeyi geçince,
tren yolunun iki yanında teraslarında veya çamlarla örtülü bahçelerinde akşam
yemeğine oturmuş, müreffeh insanların iskânındaki köşkleri, bahçeli, evleri
geçmeye başlardık. Demiryolunu kesen caddelerde, kapalı bariyerlerin arkasında
bekleyen faytonlar veya beyaz şortlu ayaklarını yere dayamış, kızlı erkekli
bisikletli gençlere el sallardım. Gittikçe evler seyrekleşir, sadece Bostancıda
duran katar, daha sonra bir yanını denize verip kıyıyı takiben hızla yol
alırdı. Tarlaların, bostanların, muntazam tarhlanmış marul bahçelerinin
arasından geçerek, akşamın mor ışıkları ile artık koyulaşmış denize ve
uzaklarda kalan İstanbul’a veda ederdik. Evini özleyen her insanın aceleciliği
ve ayrılığın burukluğunu içimde duyarak…
Terkedilmiş
bir eski sevgili gibi, hasretle ve fakat artık sevmediğim, sadece şarkılarda
kalmış İstanbul’a...
“Ahhh. Güzel İstanbul...”
Bursa Eylül 1995
PS (hamiş);
“Unutulmuş isimlerde,
Bilinmez ki nasıl nerde,
Şimdi yalnız resimlerde
Eski dostlar, eski dostlar…”
Bilinmez ki nasıl nerde,
Şimdi yalnız resimlerde
Eski dostlar, eski dostlar…”
Üçe
bölerek sunduğum yazı yaklaşık yirmi beş yıl önce kaleme alındı. O günden bu
yana çok sular geçti köprülerin altından.
Bugün artık İstanbul olmayan İstanbul’un hal-i pürmelalini hepiniz
görüyor ve biliyorsunuz. Rengi, estetiği, esprisi, cazibesi kalmamış, beton
yığını, Arapça tabelalı, Arabi kıyafetli İstanbul’a ne şiir yazan var ne beste
yapan. Heyhat, artık şarkılarda da yok…
“Zaman olur ki anın hacle-i
visalinde,
bir inziva ve o cananı bi-vefa bulurum.
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde,
hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum.”
bir inziva ve o cananı bi-vefa bulurum.
Zaman olur ki gözümden kaçan hayalinde,
hayat-ı ruhuma müşfik bir aşina bulurum.”
(Zaman
olur ki kavuştuğumuz odada o sevgiliyi vefasız bulurum. Ve dünyadan eli eteğimi
çekesim gelir. Bazen de gözümden kaçan hayalinde hayatım ve ruhum için şefkat
dolu bir tanıdık sevgi bulurum.)