30 Mart 2018 Cuma

LEĞEN İBRİK


                 

        
Plâstiğin acımasız rekabetine yenik düşüp yok olmadan evvel onlar da vardı günlük yaşamımızda. Kız çeyizinden misafir yatak odalarına, saraylara değin. Tenekeden, pirinçten, bakırdan, gümüşten hatta altından…  Basit veya savatlıları, işlemelileri olurdu. Zengin konaklarına ve saraylara sunulan tombak veya mücevher kakmalı tiplerine kadar...  Gerçek bir sanat eseri olarak içindeki iki ayrı sıvıyı tek tek veya birlikte dökebilen çeşitlerine kadar…      
Mutfaklar için ayrı, el yıkama için ayrı, abdest için farklı ibrik çeşitleri olurdu. Konaklarda İbrikdarların, saraylarda İbrikçibaşının bulunduğunu, Bektaşi tekkelerinde İbrikdarın bir rütbe olduğunu okuyoruz. 
Selçuklular zamanında bir sanat dalı olarak gelişip Osmanlı’ları da aşarak çocukluğuma kadar ulaştılar. Şimdi yalnızca antikacı vitrinlerinde, koleksiyoncularda veya eski evlerin tavan aralarında unutulmuş bir obje oldular. 
Evlerde akarsu yoktu. Misafir yatak odalarına, el yüz yıkamak ve özellikle ab dest almak için, leğen ibrik bırakılırdı. Üzerlerine de bir peşkir; evin gelininin çeyizinden özenle seçilmiş, göz nuru, kılaptan işlemeli. Genelde kapı yanına konulurlardı. Misafirin ibadet mahremiyetine girmemek ve ona kıbleyi sorma ihtiyacını bırakmamak için odanın kıble duvarına bir levha asılırdı.
“İşte leğen, işte ibrik, işte peşkir iptedir.
Al abestin, kıl namazın kıble şol caniptedir.” 
İftar ve düğün yemeklerinin ardından sıra sıra leğen ibrikler gelirdi sofraların yanına. En yaşlıdan başlanarak misafirlerin ellerine su dökülür, peşkir tutulurdu. Sabun kalıbını avuç içi ile değil, parmakların üstünde sunmak bir görgü ve nezaket kuralı idi.     Sabunlu, kirli suyun görüntüsünü kapatmak için süzgeçli kapakları olurdu bu leğenlerin.  Bu işlem evin gençleri ve yeni yetişen çocukları için bir görevdi. Namaz vakti geldiğinde bu defa ab dest almak için tekrarlanırdı bu seremoni.
Evin gelini için ise sabah namazından evvel, kışları su ılıtarak, kayınpeder ve kayınvalideye ibrik servisi yapmak bir vecibe ve hürmet vesilesi sayılırdı. 
Dükkânların tenekeden basit ibrikleri olurdu. Çırakların ilk işi sabahları bu ibriği doldurup dükkân içini sulayıp süpürmekti. Yaz günleri kapı önlerini günde birkaç kez sulamak ve patronlara kapı önlerinde ab dest suyu dökmek de onların görevi idi. İbrik doldurmak bahanesi ile sokak çeşmesine kadar bir kaç kez kaçamak yapmak da işin zevkli yanı.
Topkapı sarayının Mukaddes Emanetler Dairesinde peygamberimizin kullandığı iddia edilen leğen ve ibrik vardır. Peygamberin hayatını anlatan Muhammedi'ye denilen eski yazılı kitaplarda bu leğen ibriğin el yapması resimleri olurdu.  Altlarında leğen-i şerif,   ibrik-i şerif ibareleri yazılı.
Hz. Muhammed’in kullandığı eşyalar şerefli manasında şerif tamlaması ile anılır. Sofu yanındaki Bektaşi Babasına duyurmak gayreti ile i yamağına seslenmiş.
- Şu leğeni şerifi getir. İbrik-i şeriften su dök de ab dest alıp namazı edâ edeyim.   Sonra      da Bektaşi’ye dönüp;
- Size de ab dest suyu döksünler...
- Ben özürlüyüm, namaz kılamıyorum. Makatı şerifimde bir yara var da!
- Haşa... Hiç makat şerif olur mu?
- Neden olmasın? Demiş Bektaşi.
- Tenekeci Ağop’un yaptığı ibrik şerif olur da Allah’ın yarattığı beden şerif olmaz mı?
          


25 Mart 2018 Pazar

YAŞLILAR HAFTASI



Yaşlılar Haftası dün sona erdi. Ama bugün Facebook’da aşağıdaki ifadeye rastladım.
“melisa dedi ki:
Ben mi bulamadım, yoksa gerçekten bu sayfada Yaşlılar Haftası ile ilgili şiir mi yok? Bunu anlamadım. Önerimi dikkate alırsanız çoookkk sevinirim”
Olmaz olur mu? İşte Namdar Rahmi Karatay’ın (1896-1953) mısraları. Ki, kendisi Prof. Dr. Canan Karatay’ın kayınpederidir.
GEÇTİ BORUN PAZARI
Başta kavak yelleri estiği günler hani?
Beklediğin nişanlar, şerefler, ünler hani?
Aradığın sevgili, şanlı düğünler hani? 
Selvi gibi ümitler döndü birer iğdeye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
 
Sende cevher var imiş bunu herkes ne bilsin.
Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin?
Şöyle bir dairede müdür bile değilsin. 
 
Ne çıkar öğrenmişsin mesahayı pi diye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
Bilmem ki ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare gibi kitapların arasında yaşadın.
Ne dans ettin eğlendin, ne sevdin kız kadın,
Kim dedi hey serseri gençliğine kıy diye?
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
Gönül ne çalgı ister, ne eğlence ne de dans,
Ne güzel kadınların önlerinde reverans.
Kapandıkça kapandı bunca yıldır kahpe şans. 
İhtiyarlık gölgesi perde çekti dideye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
Fırsatı iyi kolla, sakın olma dangalak,
Keyfine bak dünyada gülerek, oynayarak.
Sende iç şampanyalar, viskiler bardak bardak,
Dokunuyor üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
Hasanın böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli.
Yanıp ta kavrulmadan mükemmelen pişmeli,
Yoksa seni almazlar hiç bir yere çiy diye,
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. 
Namdar Rahmi Karatay Bursa — 1933





23 Mart 2018 Cuma

OT MİNDER



Gazete sayfalarını çarşaf, çarşaf yaylı yatak ve çek-yat ilânlarının doldurmasından evvel evlerimizin değişmez eşyası idi ot minderler ve yastıklar.  Sentetik süngerler de girmemişti daha yaşantımıza. Koltuk ve kanepeler, helezon yaylar bağlanarak oluşturulan karkas üzerine jüt kanaviçe kılıflara sıkıştırılmış kıtık ve otlarla imal edilirdi. Sandalyelerin oturulacak kısımları da ya böyle ot minderler ya da hasır otu ile örülmüş olurdu.   Koltuk ve kanepeler genelde misafir odalarının, az kullanılan mobilyası idiler. Yeni evlenecekler için ev düzülürken bir misafir odası takımı da satın alınıyor olsa da bu takımlar kullanmaktan ziyade teşhir için satın alınırdı. Misafir odalarında hatta daha sonraları salonlarda üzerleri yatak çarşafları ile sarmalanarak öylece ömür tüketirlerdi! Sandalyeler ise yemek masaları için değil daha çok ek oturma düzeni için duvar boyunca sıralanırdı. Arkalığının duvarı zedelememesi için de bu yükseklikte tahta bir pervaz çakılı olurdu duvarlarda. Zira birçok evde yemek yerde yenilirdi. Yaşam odaların iki, bazen üç duvarını çevreleyen sekilerde (sedir) geçerdi.
Oturulunca dışarısının görülebilmesi için seki yükseklikleri pencere yüksekliğine endeksli olurdu. Hatta bazı evlerin yüksek pencerelerine uyum sağlaması için üzerine zorlukla tırmanılanı, iki-üç basamak merdivenlilerini bile hatırlıyorum. Sekilerin üzerlerine pamuk şilteler veya ot minderler konulur bunun üstüne de özel dokunmuş dar sedir halıları veya minder örtüleri yayılırdı.  Ama seki üstlerine, duvar boyunca ot yastık dizilmesi olmazsa olmaz gereklilikti.
Ot minderler seki dışında; oda köşelerinde oturma mahalli olarak kullanılmak üzere daha büyük boyutlarda ve daha yüksek, ot yastıklar ise yaklaşık 0.70x 0.35x 0.15 Cm. boyutlarında prizmalardır.  Kenarları saz kamışları ile desteklenmiş içleri sıkıştırılarak ot doldurulmuş jüt kanaviçeden sert ve sağlam malzemelerdir. Bursa Kapalı Çarşıda Gelincik Çarşısı adlı bölüm bunların hem üretildiği hem satıldığı mekânlardı. Yine özellikle Geyve Hanı ve civardaki bazı hanlar bunların üretim merkezleriydiler. Üzerleri jüt kaplı bu minder veya sırt yastıkları kullanıcının zevkine göre bindallı veya düz kadife, özel dokunmuş desenli kilim veya halı, çiçekli basmayla giydirilir, ya da el ile işlenmiş patiska kılıflar geçirilirdi üzerlerine.
Kız çeyizinde mutlaka beyaz patiska üzerine kanaviçe veya sap işi işlenmiş oda takımı bulunurdu. Seki için kırmalı etek, üst yaygı ve yeter sayıda ot yastık kılıfı… Minder takımı ile uyumlu,  her bir pencerenin iki yanına kanat ve üzerine alınlık olarak üç parçadan oluşan perde takımı... Odada bulunacak raflar ve çiçeklikler için raf örtüleri, ocak perdesi ve radyo için üzeri sol anahtarı işlemeli kılıf… Elde dantel ipliği ile örülmüş, motifli pencere tülleri ve aynı motiflerden avize kenarlığı.
Kare yastıklar o zaman da sekilerin hem süs hem de konfor aksesuarı idiler. Renkli kumaşlar üzerine elemeği, göz nuru çiçek motifleri, manzaralar, markalar işli olarak. Bir dönem siyah kadife üzerine lake baskılı mehtaplı gece manzarası olanlar moda oldu. Günümüzden farkı içlerine sünger kırpıntıları değil pamuk doldurulmuş olmaları idi.
Bu günlerin minimalist anlayışına uygun olarak çok az mobilya bulunurdu evlerde. Beyaz eşya zaten yoktu. Mutfaklarda basit bir teldolabı, tabak rafı, bir maltız veya gaz ocağı yetiyordu. Sık sık tayin olan subay ve memurlar için Memur Mobilyası denilen, ahşap, ayakları katlanabilir; bir masa, iki sehpa ve dört sandalye.  Bu sandalyelerin basit masif veya oymalı, ceviz ağacı olan çeşitleri vardı. Üzerlerine kumaş, kadife minderler veya kare dokunmuş sandalye halıları konulmak sureti ile bir odayı tefrişe yeterlerdi.  Halı ve kilimler Türk evlerinin geleneksel döşeme malzemesi olma özelliğini her zaman korumuşlardır. Tabii şilteler de. Yün doldurulmuş, pamuk, kırpık kumaş doldurulmuş, desenli, “yamalı bohça” şilteler...
Bir dönem sekilerin yerini boru somyalar aldı. Geceleri üzerinde yatma olanağı sağlayan ama oturma esnasında yayları açılıp çukurlaşan, arkalarına dizilen ot yastıklara rağmen geniş satıhları ile fevkalâde rahatsız oturula bilinen divanlar girdi yaşantımıza. Çok uzun yaşayamadan yerlerini sünger zeminli, fabrikasyon çek yatlara kaptırdılar, varoşlarda ve köy evlerinde bile…  Sekiler çoktan sökülüp yakacak olarak tüketildi. Sonra yeniden değişti devran; şimdi moda köşe kanepelerde. Bir parçası açılıp yatak olanları da var. Ot minderler ve yastıklara ise yıkıma uğramış eski evlerin moloz artıkları arasında rastlıyorum zaman zaman.
Doğaya atılanları ise çoktan çürüyüp yok oldular; doğayı kirletmeden. Günümüzün sentetik kaynaklı mobilya hurdalarının ise, çürüyüp yok olmalarını yaşayan kuşaklar göremeyecek. O atıkların ömrü insan yaşamından çok uzun…
Maalesef...

Fotoğraf; Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi'n den.


18 Mart 2018 Pazar

BUGÜN 18 MART.

BUGÜN 18 MART.
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNİN HUZURUNDA TÜM ŞEHİTLERİMİZİ MİNNETLE, ŞÜKRANLA, RAHMETLE ANIYORUM. NUR İÇİNDE YATSINLAR. BUGÜNÜN ANISINA OĞLUM SİNAN VE TORUNUM DEFNE'DEN...



16 Mart 2018 Cuma

DÖNME DOLAP



Kaç yaşınızda olursanız olun dönme dolaba binmeyeniniz yoktur. Bugün, ebatları ile Avrupa şehirlerinin büyüklük yarışındaki,  lunaparklarda eğlence dünyasına girmeden önce, sanayinin hizmetinde olan başarılı yapım...  Belki de tekerleğin icadından sonra yapılan ilk makine.  Tarihin eski dönemlerinden beri ya metrelerce yarıçaplı tahta bir çemberin etrafına dizili küçük tahta dolapçıklara yüksekten akan suyun verdiği hareketle değirmen taşlarını döndürmekte, makineleri çalıştırmakta ya da sistemi tersine işleterek büyükbaş hayvan yardımı ile döndürülen dolaplar dizisinin derin kuyulardan aldığı suları baş aşağı geliş pozisyonunda yalağa boşaltarak, bostan kuyularından su çekmek veya daha aşağı seviyelerdeki suya irtifa kazandırmak için kullanıldı. Bizim çocukluğumuzda, panayırları gezen seyyar dönme dolaplar nerede ise hâlâ bu ilk dönem teknolojisinin özelliklerini taşırlardı.
Bursa'da 1955 yılında Reşat Oyal kültür Parkı açılıp burada Luna Park oluşuncaya değin Pınar Başı  bayram yerinde bu basit dönme dolaplar hep vardı. Luna Parkın açılışından sonra bile bir süre korudular mevcudiyetlerini.  Kültür-parkın tesisinden önceki yıllarda ise  Çekirge Murat Hüdavendigar Camii bahçesinde daha sonra da Kükürtlü Kaplıcaları bahçesinde Bursa Sergisi açıldığını anımsıyorum,  ama buralarda değil dönme dolap  başka  oyun araçlarına bile alan yoktu...
Konu buraya gelince, lise sıralarında edebiyat öğretmenimin verdiği ödev gereği okuduğum;  Prof. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun bir tiyatro oyununu anımsadım.  Baltacıoğlu Pedagoji ve Felsefe hocasıdır. İçlerinde Kuran Çevirisi,  Büyük Tefsir, Allah Nedir? gibi dinî yayınların da bulunduğu birçok eser bırakmıştır.
Baltacıoğlu’nun  “Dolap Beygiri” isimli bu yapıtında: Hatırladığım kadarıyla;  Afrika’da bir kabilenin kutsal topraklarında yakalanan üç esir, kabile reisinin karşısına çıkarılırlar. Siyahi kral öldürülmelerini irade eder. Esirlerden birisi doktordur. Ateşler içinde baygın yatmakta olan reisin eşini muayene izni ister ve sıtma teşhisi koyar. Cebindeki Kinini içirince kraliçe kendine gelir. Büyücünün günlerdir başaramadığı bu mucize sayesinde hayatı bağışlanır. İkinci kişi elindeki tüfeği ateşleyerek uçan bir kuşu yere indirir. Elindeki sihirli sopayı krala hediye karşılığı hayatını kurtarır.
Ve bunlar üçüncü kişinin kendilerinden çok önemli birisi, bir ilim adamı, Felsefe Profesörü, olduğunu, hayatının bağışlanmasını isterler kraldan. Eserin sonraki sayfaları; Felsefe profesörü bir yandan diğer iki arkadaşı bir yandan krala felsefe ilminin ne olduğunu anlatma çabalarını, daha doğrusu anlatamama aczini çok güzel işler. Sonunda kabile reisi bir işe yaraması şartı ile onun da hayatını bağışlar.  Yapabileceği tek iş olarak da beygiri ölmüş su dolabını çevirmesi görevi ile yaşamına izin verilir. Nefis bir oto-kritik idi.
1950’li yıllarda bile Kükürtlü kaplıcasının derinde olan suyunu böyle bir dolap marifeti ve hayvan gücü ile hamama çıkarırlardı. Su kesildiğinde hamamdaki kadınların; “eşek gene durdu, şuna dah deyin” avazı ile bağırdıklarını naklederlerdi.
İşte zavallı dolap beygiri bir ömrü bu çarkı çeviren okun çizdiği çemberde geçirir de, monoton hayattan huysuzlaşmasın diye bağlı gözleri ile kendisini düz yolda yürüyor sanır. 
Zaten dolap kelimesi dol ve ab (su) dan  üretilmiştir. Ve Genelde döndürme fiil ile birlikte kullanılmıştır.
Eskiden konaklarda selâmlık bölümüne haremden servis yapmak için böyle dolaplar varmış.  Servis yapan kadının eli erkek tarafından görünmesin diye, duvara açılmış bir delikteki dolap kendi mihveri etrafında yarım tur dönerek haremde konulmuş tabakları selâmlığa aktarırmış. Eski Bursa konaklarında ve Mudanya’da Tahir Paşa Konağında örneğini görebilirsiniz.   Bundan galat hâlâ daha görünüşü ile sonucu farklı işler yapanlara “dolap çeviren” deyimi buradan gelir.
İllüzyonistler de bir takım araçlarının imalinde bundan esinlenmiş olsa gerek.
Harem dolabından, tel dolabına, buzdolabından, dümen dolabına uzanan yolda bir şeyleri “dolaba koyduk” bir şeyleri  “dolaba kaldırdık.” dolapçıların saygın olduğu coğrafyamızda!
Dönme dolabın en yaygın kullanıldığı saha değirmenleri çalıştırmasıydı.
                                     


Köylerde veya üç beş köyün rahat ulaşabildiği bir alanda un değirmenleri olurdu. Tabii dağlardan yönlendirilmiş bir akarsu kolunun dolabı çevirecek debi ve yüksekliğe sahip bir arazi kesimi varsa.  Orada bir değirmen kurulur, hasat sonrası at, eşeksırtında arabalarla, traktör römorkları ile buğdayını (Karadeniz yöresinde mısırını) getirmiş üreticiler sıraya girerlerdi.  Dönme dolabın gıcırdayarak hareket ilettiği bir metre çapında iki değirmen taşı arasına akıtılan mahsul ezilerek un haline gelir, sahibinin çuvalına doldurulurdu.  Değirmenlerde para geçmezdi. Elde edilen unun belirli bir oranı değirmenciye “hak” olarak verilir. O da bunu sonradan paraya çevirirdi. “Hak değirmende olur!”  Sonbahar gelip yeni mahsul bitince değirmen ambarlanmış buğdayların öğütülesinde kullanılırdı. Kışın ise tümüyle uykuya dalardı. Yine kış geldi, kışlığını yapamadan geçiyor bile. Ama günler de geçiyor ve değirmen dönüyor... “Ve Değirmen Dönerdi Lütfen Dokunmayın.”   Bu Haldun Taner’in 1958’lerde Bursa AVP Devlet Tiyatrosunda izlediğim bir tiyatro oyunu idi. Başrol aktristi Tijen Par’ı ise hiç unutmuyorum.  Sanatçılığı dışında alımlı güzelliği ile gençlik yılları belleğinde derin iz bırakmış… Ve değirmen hep döner, dönmekle kalmaz, edebiyatımızda da, türküleriyle, şarkılarla, şiirlerle geniş bir alanı işgal eder.   Halk şairi Vehbi Çizmeci’nin bir beytinde olduğu gibi;
“Kahpe de Felek değirmenin döndü mü? /Döne, döne nöbet bize geldi mi?/ Ben yaparım, sen yıkarsın bendimi.”
Felek, âlem demek.  Eflâk âlemler.  Halk edebiyatı biraz Yaradan'a isyan, biraz kurulu düzeni taşlama için felek kelimesine sığınmış. Âlem’i kahpe yapıp kaderi de aynı anlamın içine sokuvermiş.  Biraz da kaderden şikâyet için “kahpe felek” demiş çıkmış. Namık Kemal’den de bir nazire;
“ Felek bütün cefasın toplasın, gelsin,/ Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.”
İşleri ters gidenler, “feleğin sillesini yer.” Başarısızlar veya devamlı felâkete uğrayanlar “felek kırdı kanadımı, kolumu.” diye serzenişte bulunur.  Ummadığı olaylarla karşılaşanlar “Feleğini şaşırır.” “Feleğin çemberini kıranlar” da yönünü ve yolunu değiştirir. Moda deyimle “köşeyi döner.” Âlemlerin devamlı dönüşünden esinlenerek olmalı bir merkez etrafında dönen bütün apareylere “Çarkı felek” deyivermişler.  Ruletin ağababası olan bu çarkıfeleklerle benim çocukluğumda panayırlarda kumar ya da bu günün deyimi ile talih oyunları oynatırlardı.  Şimdi TV’lerde cızırdayarak dönen diskin daha küçüğü ve cahil halkın katılımı için rakam yerine renk renk boyanmış yay dilimlerine,  rengine göre para basan kazanır veya kayıp ederdi.  Tabii daha çok kayıp ederdi.  “Hacı baba kazanırdı hep!” Çığırtkan devamlı bağırırdı “Haddeyyy Hasan almaz,  basan alır...”
Hemen bitişiğinde de kasnakçılar olurdu.  Yere biraz meyilli kurulmuş tahta bir platform üzerine dizili sigara kutularına uzaktan atılan bir simit büyüklüğündeki tahta kasnaklarla sigara paketi avlamak esasına kurulu bu düzenin başında mutlaka dudakları abartılı boyalı o günler için seksi kıyafetli hanımlar dururdu. İnce bir değnek yardımı ile topladıkları kasnakları kısa kollu elbiselerinin açık bıraktığı tombul kollarına dizerler, kasnağı almak için her eğildiklerinde, kısa eteklerinden kalın bacaklarına frikik vererek müşteri toplarlardı!
Felek bir yana çark; dönmek, dönen anlamında. Mevleviler sağ ayak başparmağını merkez edip sol ayakla “Çarh” ederler.  Hem kendi etrafında, hem belli bir yörüngede ve hem de “Sema”nın bir döneminde Pir’in etrafında dönerek bir manada âlemlerin dönüşünü temsil ederler.
Her iki tarafın da kabahatli bulunduğunu belirtmek için “hata iğde de ver çarkta da” deyimi kullanılır.   
Dolap faslını Yunus ile bitirelim;
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim.
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim var inilerim.”




9 Mart 2018 Cuma

GAZ LAMBASI VE MAKİNE


Üstteki kartpostaldaki eski yazılı metin; “BURSA ŞEHRİ SET BAŞINDA SARAY CADDESİNDE VAKİ SİNGER DİKİŞ MAKİNALARI MAĞAZASI”. Posta damgası net okunamıyor, tarihi görmek mümkün değil. Bu köşe muhtemelen İpekçilik Caddesinin başlangıç noktasıdır. Bugün Setbaşı’nda Saray Caddesi yok. Eski vali konağı bu cadde üzerinde olduğundan 1884 yılında İpekçilik Enstitüsü’nün yapılışından sonra bir tarihte caddenin adı değişmiş olmalı. Fotoğraf o ve daha eski yıllardan olmalı.

Çocukluğumda makine denilince üç şey gelirdi akla: Kamyon, gaz lambasının fitilini döndüren dişli ve Singer dikiş makinesi. Kamyon ve dikiş makinesine herkes sahip olamazdı ama lambasız ev ve makinesi tamire gitmemiş ev de olmazdı. Başka marka mı yoktu, vardı da bizler mi bilmezdik? Sonraları  “her genç kızın rüyası Zetina dikiş makinası” ifadeli reklamları ve başka markaları gördük.
Orta halli ve üzerindeki sınıfın gelinlik kızlarına dikiş makinesi alınırdı mutlaka. Önceleri çeyizini hazırlamaya sonra bütün ev halkının, kendisinin ve çocukların üzerlerini dikmeye. O kadar çok şey dikilirdi ki; perdeler, çarşaflar, erkeklerin gömlek pijama, donları, kadınların sutyen dâhil iç çamaşırları, gecelik, sabahlık, elbise ve çocuklara ait her şey. Hazır bir şey bulunmazdı, olsa da alınmazdı ki... Makinesi olan konu komşuya bile yetişir, kasnak işi nakış yapar, ailenin ekonomik sıkıntılı dönemlerinde makine para kazandırır, kurtarıcı olurdu.
Birçok şehir ve kasabalarda elektrik gündüz saat 13’de bir saat kadar haberler için olan dışında (o zaman adı Ajans’dı) akşam ezanı ile verilir, gece yarısı söner,  sık sık da kesilirdi. Birçok evde elektrik zaten yoktu. Köylerde mi? Beni güldürmeyin.  Bir dönem unutulan ama 1975’lerde ve sonrasındaki elektrik kesintilerinde yeniden birlikte olduğumuz, vefakâr dost;    karanlık gecelerin kurtarıcısı Gaz Lambaları’mızdı 
Üzerindeki cam baca çıkarılır, fitili biraz yükseltilir, bir kibrit; sarı, ucu isli uzun alev şişe takılınca kendini toparlar, netleşir.  Lamba şişeleri islendiğinden, her sabah ilk iş, içine sokulan nemli bez, bir değnek yardımı ile çevrilerek öttüre, öttüre silinip temizlenirdi.
En küçük boylarına idare lambası denilir. Daha çok gece lambası olarak kullanılır ve çok az bir sarfiyat ile sabaha kadar, söndürmeden yakılırlar... Beş numara diye anılan büyükleri ise çift fitilli ve süslü olurlar.  Şişesinin üzerine takılan renkli camdan karpuzları ile her evin değişmez süsüdür ve ancak misafire yakılırlardı.
Evvelki dönemlerin el işi üzeri somaki mermerli konsolların vazgeçilmezi ve mutlaka çift bu aksesuar önüne konuldukları kristal duvar aynalarına akisleri ile dört tane gibi görünürlerdi. Sonra bir dönem geldi bu nadide konsollar yerlerini formika salon büfeleri ile değiştirdiler. Lambalar mı ya antikacı vitrinlerini ya da yeni model salon büfelerini süslüyor; yüz yıl evvelinden esintiler taşıyarak… 

Lambalar rüzgârda söner.  Bu yüzden dışarıda gemici feneri kullanılır.  Üstüne kıvrılabilen sapından tutarsınız, yürürken eliniz sallandıkça, yere vuran ışık huzmesi bir ileri bir geri hareket eder.  Ayaklarınızın koyu siyah gölgesi yan tarafınızda birbirinin üzerine çakışır, makas yaparlar...
Lamba ve gemici feneri hâlâ var ve kullanılıyor da ama Butan gazın gelişi ile beraber.Pompalı  Lüks Lambası yok oldu. 
En popüler markası Optimus’ du. Bir çay bardağı kadar tüpünün uzun, ince kanülünü özel deliğinden sokup küçük yanma kabına bir tatlı kaşığı kadar renkli ispirto döktüğümüz,  tutuşturarak amyant gömlek fitilini ısıttığımız sonra haznesindeki küçük pompaya defalarca basarak pulvalize ettiğimiz gaz yağının yanışı ile parlak ışık veren cihaz... Haznedeki basınç azalınca matlaşan ışığı takviye için sık sık pompalamak gerekirdi.  Tavana asılanları bir yana büyük mekânlar için, ayaklı, direkli modelleri de vardı.
Bir şey daha vardı; her bakkal dükkânında da gaz yağı satışı… Yarıdan kesilmiş, üstü açık bir varilin içinden; boş şişesini getirenlere, çeyrek, yarım, bir litrelik ölçeklerle doldurularak satışa sunulan...

                   


4 Mart 2018 Pazar

ŞERBET


      


Şurb Arapça içmek mastarıdır. Şerbet (şurup) ise meyve ve çiçeklerden üretilmiş tatlı, içilecek şey manasına gelir. Fermente edilirse adı Şarap olur.
Bizim dünyamızda şerbetin önemli bir yeri vardı. Annelerimiz mevsiminde Menekşe, Gül, Gelincik çiçeklerini veya Vişne, Kızılcık meyvelerinin suyunu bol şekerle kaynatır, şişeler içerinde kiler raflarına dizerdi. Misafir geldiğinde bardak dibine bu konsantreden iki parmak dökülür üzerine su ilâve edilerek karıştırılır ve mutlaka ince uzun bardaklarla sunulurdu. Bir kız çeyizinde bardakları ve sürahisi ile birkaç model Şerbet Takımı bulunurdu. Nişan ve söz törenlerinde özellikle Gelincik Şerbeti ikram edilir, bu davetler “şerbete buyurun” diye yapılırdı.


Birçok yörede gerdek odalarına baklava, kuru yemiş ama mutlaka bir sürahi şerbet ve iki bardak konulurdu. Bu törenin kırsalda halen devam etmekte olduğundan eminim. 
Kış ayları için şerbet dışında Tükenmez ve Hardaliye yapardık. Sonbaharda tahta bir fıçıya Elma, Armut, Ayva, dilimleri, Muşmula, Ardıç, Alıç meyveleri karışımı doldurulur, üzerine su ilâve edilir ve ağır bir taş ile baskıya alınarak bir süre bekletilirdi. Kışın fıçının altındaki musluktan alacağınız kadar suyu üzerinden ilâve ederdiniz.  Çok güzel kokulu ve lezzetli bir içecek idi, biraz kekre olduğundan şeker katılarak içilir, kış boyu “Tükenmez”di. 
Yine Tahta bir fıçıya asma yaprakları ile ayrılmış tabakalar halinde, çürükleri ayıklanmış üzüm salkımları dizilir, küçük bir tülbent içeresindeki toz hardal katılır, ağır bir taş ile baskıya alınarak dinlendirilir ve altındaki musluktan, üzüm cinsine göre, beyaz veya lâl rengi, berrak şerbeti alırdık.
Ev tüketiminin dışında sokaklarda da şerbetçiler yaz ayları “Taze Şerbet” satarlardı. Ki; asıl şerbet taze meyvelerden çiğ olarak (ateş görmeden) yapılandır. Şerbet mevsimi Bursa’da koruk ile başlardı. Çarşıların çay ocakları, kahvehaneler, pastaneler de şerbet sezonunu korukla açarlardı. Tabii seyyar satıcılar da, sırtlarında taşıdıkları;  gövdesi deri bir muhafazaya alınmış, emzik lülesi, boyun ve tepeleri boncuklar, metal pullarla süslenmiş özel güğümleri içeresinde. Termos yapılı iç kabına buz doldurulurdu.  Güğüm, bardakların dizili olduğu bellerine bir kuşak ile bağlanmış kavisli raf ve ellerindeki küçük ibrik sarı metalden ve pırıl pırıl olurdu. Az miktar su ile öttürerek yıkadıkları bardakları tek el ve tabak yardımı ile bir virtüöz gibi seslendirir, bellerinden doksan derece bükülerek yarım metre aşağıda tuttukları bardağa Show yaparak doldurur sunarlardı günlük üretimlerini. Kapalıçarşıda bembeyaz gömlek ve pantolonu, beyaz sakalı ile bu işi yapan  “Şerbetçi Hacı” vardı. Yaşlanıp işi bıraktıktan sonra da oğlu aynı güğüm ve aynı kılıkta yıllarca sürdürdü baba mesleğini. Bir de musluklu,  cam damacanası ile bu hizmeti veren “Şerbetçi Niyazi” vardı. O zamanlar kaplıca kenti olan Bursa’ya Anadolu’nun çeşitli illerinden gelen banyocular, iş için gelenler, çarşıda bu adamlardan özellikle koruk şerbeti içmek için dükkânlarımızı ziyaret ederlerdi.     Koruğun üzüme dönüşünden sonra çilek, vişne, kızılcık, kayısı ile devam eden lezzet ve vitamin bombası, taze meyvenin son bulması ile limonataya bırakırdı pazarı. Ta ki; salep mevsimsine kadar… Koruk henüz olgunlaşmamış üzümdür. Nisan sonları, Mayıs başlarında koruklar dolgunlaşır, ezilerek suyu çıkarılır, bu ezilme esnasında çekirdek ve kabuğundaki lezzetler ve vitaminler de katılmış olur. (Mikser yoktu ki…) Tülbentten süzülür,  az su ve şeker ilave edilir.
Sıcak iklim bölgelerinde, İstanbul’da, özellikle İzmir’de Şerbetçi dükkânları vardı. Buralarda büyük damacanalar veya ağızları limon ile kapatılmış binlik şişelerde onlarca çeşit şerbet bulunur, önlerinde uzun kuyruklar oluşurdu.  
Çilek, Vişne, kızılcık, Kayısı, Şeftali, Elma, Armut, Üzüm,  Karadut, Böğürtlen, Ardıç, Hünnap, Keçiboynuzu, Demirhindi, Sübye(Kavun çekirdeği), Turunç, Portakal, Limon şerbetlerini yan yana görebilirdiniz.
Bir de Şerbetçi otu var ki; anladığımız manada şerbetle bir ilgisi yok. Bira üretiminde kullanılan kendirgiller familyasından, sarılgan ve küçük kozalakları olan bir bitki. Google Amca’ya(!) sorarsanız kurutularak kaynatılan suyu birçok derde deva ama en yoğun kullanıldığı saha hanımların göğüs büyütmek için yaptıkları merhemi imiş.
Panayır ve Pazar yerlerinde seyyar arabaları CO2 tüpü ile donatılmış gazozcular bardağa koydukları bir parça şurup üzerine su ve gaz basarak anında meyveli gazoz imal ederlerdi, sizlere. 
Anadolu’nun her ilinde mutlaka Şerbetçi, Şerbetçioğlu, Şerbetçiler ve benzeri soyadlarını taşıyan ailelere rastlarsınız. Bu kişilerin atalarının şerbetçilikle uğraştıkları bir gerçek. Saraylarda, padişahların “Şerbetçi başı” ve emrinde şerbetçi ustalarının bulunduğunu biliyoruz. Uludağ’ın karının yaz boyu İstanbul’a saraya taşındığını, saray şerbet hanesinde tüketildiğini de…
Sonra “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu”.  Hepsi de şişeli ve kutulu meşrubatın, çokuluslu şirketlerin acımasız rekabeti altında yok olup gittiler.
Esefle kaydetmek gerekir ki bazı değerleri folklorik yönü ile bile koruyamadık...

 




                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...