Kaç
yaşınızda olursanız olun dönme dolaba binmeyeniniz yoktur. Bugün, ebatları ile
Avrupa şehirlerinin büyüklük yarışındaki,
lunaparklarda eğlence dünyasına girmeden önce, sanayinin hizmetinde olan
başarılı yapım... Belki de tekerleğin
icadından sonra yapılan ilk makine. Tarihin
eski dönemlerinden beri ya metrelerce yarıçaplı tahta bir çemberin etrafına
dizili küçük tahta dolapçıklara yüksekten akan suyun verdiği hareketle değirmen
taşlarını döndürmekte, makineleri çalıştırmakta ya da sistemi tersine işleterek
büyükbaş hayvan yardımı ile döndürülen dolaplar dizisinin derin kuyulardan
aldığı suları baş aşağı geliş pozisyonunda yalağa boşaltarak, bostan
kuyularından su çekmek veya daha aşağı seviyelerdeki suya irtifa kazandırmak
için kullanıldı. Bizim çocukluğumuzda, panayırları gezen seyyar dönme dolaplar
nerede ise hâlâ bu ilk dönem teknolojisinin özelliklerini taşırlardı.
Bursa'da 1955 yılında Reşat Oyal kültür Parkı açılıp burada Luna Park oluşuncaya değin Pınar Başı bayram yerinde bu basit dönme dolaplar hep vardı. Luna Parkın açılışından sonra bile bir süre korudular mevcudiyetlerini. Kültür-parkın tesisinden önceki yıllarda ise Çekirge Murat Hüdavendigar Camii bahçesinde daha sonra da Kükürtlü Kaplıcaları bahçesinde Bursa Sergisi açıldığını anımsıyorum, ama buralarda değil dönme dolap başka oyun araçlarına bile alan yoktu...
Konu buraya gelince, lise sıralarında edebiyat öğretmenimin verdiği
ödev gereği okuduğum; Prof. İsmayıl
Hakkı Baltacıoğlu’nun bir tiyatro oyununu anımsadım. Baltacıoğlu Pedagoji ve Felsefe hocasıdır.
İçlerinde Kuran Çevirisi, Büyük Tefsir,
Allah Nedir? gibi dinî yayınların da bulunduğu birçok eser bırakmıştır.
Baltacıoğlu’nun
“Dolap
Beygiri” isimli bu yapıtında: Hatırladığım
kadarıyla; Afrika’da bir kabilenin
kutsal topraklarında yakalanan üç esir, kabile reisinin karşısına çıkarılırlar.
Siyahi kral öldürülmelerini irade eder. Esirlerden birisi doktordur. Ateşler
içinde baygın yatmakta olan reisin eşini muayene izni ister ve sıtma teşhisi
koyar. Cebindeki Kinini içirince kraliçe kendine gelir. Büyücünün günlerdir
başaramadığı bu mucize sayesinde hayatı bağışlanır. İkinci kişi elindeki tüfeği
ateşleyerek uçan bir kuşu yere indirir. Elindeki sihirli sopayı krala hediye
karşılığı hayatını kurtarır.
Ve bunlar
üçüncü kişinin kendilerinden çok önemli birisi, bir ilim adamı, Felsefe
Profesörü, olduğunu, hayatının bağışlanmasını isterler kraldan. Eserin sonraki
sayfaları; Felsefe profesörü bir yandan diğer iki arkadaşı bir yandan krala felsefe
ilminin ne olduğunu anlatma çabalarını, daha doğrusu anlatamama aczini çok
güzel işler. Sonunda kabile reisi bir işe yaraması şartı ile onun
da hayatını bağışlar.
Yapabileceği tek iş olarak da beygiri ölmüş su dolabını çevirmesi görevi
ile yaşamına izin verilir. Nefis
bir oto-kritik idi.
1950’li
yıllarda bile Kükürtlü kaplıcasının derinde olan suyunu böyle bir dolap
marifeti ve hayvan gücü ile hamama çıkarırlardı. Su kesildiğinde hamamdaki
kadınların; “eşek gene durdu, şuna dah deyin” avazı ile bağırdıklarını
naklederlerdi.
İşte
zavallı dolap beygiri bir ömrü bu çarkı çeviren okun çizdiği çemberde geçirir
de, monoton hayattan huysuzlaşmasın diye bağlı gözleri ile kendisini düz yolda
yürüyor sanır.
Zaten
dolap kelimesi dol ve ab (su) dan
üretilmiştir. Ve Genelde döndürme fiil ile birlikte kullanılmıştır.
Eskiden
konaklarda selâmlık bölümüne haremden servis yapmak için böyle dolaplar
varmış. Servis yapan kadının eli erkek
tarafından görünmesin diye, duvara açılmış bir delikteki dolap kendi mihveri
etrafında yarım tur dönerek haremde konulmuş tabakları selâmlığa aktarırmış.
Eski Bursa konaklarında ve Mudanya’da Tahir Paşa Konağında örneğini görebilirsiniz.
Bundan galat hâlâ daha görünüşü ile
sonucu farklı işler yapanlara “dolap çeviren” deyimi buradan gelir.
İllüzyonistler
de bir takım araçlarının imalinde bundan esinlenmiş olsa gerek.
Harem
dolabından, tel dolabına, buzdolabından, dümen dolabına uzanan yolda bir
şeyleri “dolaba koyduk” bir şeyleri
“dolaba kaldırdık.” dolapçıların saygın olduğu coğrafyamızda!
Dönme
dolabın en yaygın kullanıldığı saha değirmenleri çalıştırmasıydı.
Köylerde
veya üç beş köyün rahat ulaşabildiği bir alanda un değirmenleri olurdu. Tabii
dağlardan yönlendirilmiş bir akarsu kolunun dolabı çevirecek debi ve yüksekliğe
sahip bir arazi kesimi varsa. Orada bir
değirmen kurulur, hasat sonrası at, eşeksırtında arabalarla, traktör römorkları
ile buğdayını (Karadeniz yöresinde mısırını) getirmiş üreticiler sıraya
girerlerdi. Dönme dolabın gıcırdayarak hareket
ilettiği bir metre çapında iki değirmen taşı arasına akıtılan mahsul ezilerek
un haline gelir, sahibinin çuvalına doldurulurdu. Değirmenlerde para geçmezdi. Elde edilen unun
belirli bir oranı değirmenciye “hak” olarak verilir. O da bunu sonradan paraya
çevirirdi. “Hak değirmende olur!”
Sonbahar gelip yeni mahsul bitince değirmen ambarlanmış buğdayların
öğütülesinde kullanılırdı. Kışın ise tümüyle uykuya dalardı. Yine kış geldi,
kışlığını yapamadan geçiyor bile. Ama günler de geçiyor ve değirmen dönüyor... “Ve
Değirmen Dönerdi Lütfen Dokunmayın.” Bu Haldun Taner’in 1958’lerde Bursa AVP Devlet
Tiyatrosunda izlediğim bir tiyatro oyunu idi. Başrol aktristi Tijen Par’ı ise
hiç unutmuyorum. Sanatçılığı dışında
alımlı güzelliği ile gençlik yılları belleğinde derin iz bırakmış… Ve değirmen
hep döner, dönmekle kalmaz, edebiyatımızda da, türküleriyle, şarkılarla,
şiirlerle geniş bir alanı işgal eder. Halk şairi Vehbi Çizmeci’nin bir beytinde
olduğu gibi;
“Kahpe
de Felek değirmenin döndü mü? /Döne, döne nöbet bize geldi mi?/ Ben yaparım,
sen yıkarsın bendimi.”
Felek,
âlem demek. Eflâk âlemler. Halk edebiyatı biraz Yaradan'a isyan, biraz
kurulu düzeni taşlama için felek kelimesine sığınmış. Âlem’i kahpe yapıp kaderi
de aynı anlamın içine sokuvermiş. Biraz
da kaderden şikâyet için “kahpe felek” demiş çıkmış. Namık Kemal’den de bir
nazire;
“
Felek bütün cefasın toplasın, gelsin,/ Dönersem kahpeyim millet yolunda bir
azimetten.”
İşleri
ters gidenler, “feleğin sillesini yer.” Başarısızlar veya devamlı felâkete
uğrayanlar “felek kırdı kanadımı, kolumu.” diye serzenişte bulunur. Ummadığı olaylarla karşılaşanlar “Feleğini
şaşırır.” “Feleğin çemberini kıranlar” da yönünü ve yolunu değiştirir. Moda
deyimle “köşeyi döner.” Âlemlerin devamlı dönüşünden esinlenerek olmalı bir
merkez etrafında dönen bütün apareylere “Çarkı felek” deyivermişler. Ruletin ağababası olan bu çarkıfeleklerle
benim çocukluğumda panayırlarda kumar ya da bu günün deyimi ile talih oyunları
oynatırlardı. Şimdi TV’lerde
cızırdayarak dönen diskin daha küçüğü ve cahil halkın katılımı için rakam
yerine renk renk boyanmış yay dilimlerine,
rengine göre para basan kazanır veya kayıp ederdi. Tabii daha çok kayıp ederdi. “Hacı baba kazanırdı hep!” Çığırtkan devamlı
bağırırdı “Haddeyyy Hasan almaz, basan
alır...”
Hemen
bitişiğinde de kasnakçılar olurdu. Yere
biraz meyilli kurulmuş tahta bir platform üzerine dizili sigara kutularına
uzaktan atılan bir simit büyüklüğündeki tahta kasnaklarla sigara paketi avlamak
esasına kurulu bu düzenin başında mutlaka dudakları abartılı boyalı o günler
için seksi kıyafetli hanımlar dururdu. İnce bir değnek yardımı ile topladıkları
kasnakları kısa kollu elbiselerinin açık bıraktığı tombul kollarına dizerler,
kasnağı almak için her eğildiklerinde, kısa eteklerinden kalın bacaklarına
frikik vererek müşteri toplarlardı!
Felek
bir yana çark; dönmek, dönen anlamında. Mevleviler sağ ayak başparmağını merkez
edip sol ayakla “Çarh” ederler. Hem
kendi etrafında, hem belli bir yörüngede ve hem de “Sema”nın bir döneminde
Pir’in etrafında dönerek bir manada âlemlerin dönüşünü temsil ederler.
Her
iki tarafın da kabahatli bulunduğunu belirtmek için “hata iğde de ver çarkta
da” deyimi kullanılır.
Dolap
faslını Yunus ile bitirelim;
“Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim.
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim var inilerim.”