12. yy’ dan bu yana su ve kum saati ile birlikte sarkaçlı, çarklı saatlerin kullanılmaya başlandığını biliyoruz. 18. yy’ da bile saat ancak katedraller, saraylar ve zengin konaklarında bulunan, krallar arası bir hediye vasıtasıydı.
19. yy’ da masa ve cep saatine dönüşen bu araç ancak 20.yy’dan sonra boyutları küçülüp kola takılır hale gelmiş günümüzde ise kuvarslı saatlerin kullanıma girmesi ile pil fiyatına alınıp, bir kere kullanılıp atılabilen yaygın üretime kadar gelişmiştir.
Geçenlerde sünnet hediyesi olarak götürdüğüm saate (kaliteli bir saatti) sünnet çocuğun tepkisi “Eyvah gene saat” olmuştu. Kolunda ve yatağının üzerinde yirmiye yakın saat vardı. Oysa 1947 yılında sünnetimde bana saat hediye edildiğinde nadir insanların kolunda bulunurdu. Sınıfta başka kimsede de yoktu. Bütün sınıf belirli aralıklarla işaretle zile ne kadar kaldığını sorardı.
O yıllar Türkiye’sinde sarkaçlı duvar saatleri ancak zengin evlerinin ve camilerin aksesuarı idiler. Şehirlerde ve büyük kasabalarda 19. yy’ dan kalma saat kuleleri veya tren garlarının duvar saatleri ile vakit öğrenilirdi. Bursa’da Heykel önündeki İş Bankasının kumbara şeklindeki saati 90’lı yıllara kadar hizmet vermişti.
Evlerde daha çok masa saatleri kullanılırdı. Dikdörtgen prizma ön ve arka yüzü cam kapaklı, “kâtibim” melodisi çalan uyarıcı (münebbih) saatler veya yuvarlak, tepelerinde iki adet çan bulunan saatler... Bu kıymetli(!) nesne tenekecilere yaptırılan cam kutular içinde muhafaza edilirdi, evlerin raflarında veya üzerine mendil örtülürdü.
Zaten o yıllarda radyolara üzerleri solanahtarı motifli, işlemeli kılıf giydirilirdi. Telefonların üzerine örtü örtme alışkanlıkları vardı.
Gençler dışındaki erkekler genelde cep saati taşırdı. Bunlar biraz da sınıf ve servet göstergesi idiler, şimdilerin imaj markaları yerine. Bu altın, gümüş, kaplama, nikel saatler yeleğin sağ cebine yerleştirilir, ucuna bağlı yine altın, gümüş, köstekler veya ince zincirler göğsü kat edip sol cebe veya yelek düğmelerine tespit edilirdi. Şehirliler, zenginler, seçkinler daha çok değerli madenlerden yapılan ince zincirli bazen üç dört sıra köstekli saatler taşırlardı. Yelekler özel saat cepli dikilir, pantolonların kemerinde saat cebi olurdu. Bu alışkanlık, cep saatleri kalmasa hâlâ sürmektedir. Daha şık giyinenler de ceketin üst cebine koydukları saatlerin zarif zincirlerini yaka klapasına, rozet deliğine tuttururlardı, bazen taşlı tokaları ile. Kasaba zenginleri ve köy ağaları kadife veya güderi bir kese içine koydukları saatlerini kuşak içine sokar kösteğini kuşaktan dışarı sarkıtırlardı.
Rus malı Serkisof saatler orta kuşağın, DDY’larının lokomotif kabartmalı Şimendifer marka saatleri ise demir yolu personelinin aidiyet ve övünç göstergesi idiler, karayollarının öncelik kazanıp prestijlerini yitirmelerinden önce.
Saatin doğru çalışması bir iddia konusu idi her zaman. İki saat karşılıklı ayarlanıp bir yed i-emine teslim edilir, (saat kapatmaca) yirmi dört saat sonra şahitler huzurunda kontrol edilirdi. Bazen saniye şaşanın bağışlanması neticesine kadar varan bu bahis günlerce konu olurdu çevresinde.
Daha küçük boydaki altın kaplamalı, kapaklı. taşlı ve köstekli saatler varlıklı hanımlarda ziynet eşyası olma özelliklerini daha kayıp etmemişti. Bu gün bile nostalji programlarında dinlediğimiz:
“Odasına vardım şamdan elinde,
“Saatin kordonu ince belinde.” Nağmeleri o ve evvelki dönemlerin esintisini yansıtır.
Çocukluğumda özellikle yaşlılar arasında alaturka saat alışkanlığı sürüyordu. Akşam ezanını 12 kabul eden bu sistemde günün uzama ve kısalmasına göre saatler her gün ileri, geri alınır, yeniden ayar edilirdi. Bu karmaşık sistemden rahatsız olanı görmediğim gibi Alafranga saatin zorluğundan şikâyetçi olanlara bile rastlamıştım. Yaşlılığına yetiştiğim bir Hacı Ali Amca vardı.(Rahmetle anıyorum.) Ömrünce hiç saat kullanmamış. Allah vergisi bir yetenekle saati hiç yanılmadan dakikası ile bilirdi. Sorarlardı;
“Hacı amca saat kaç?”
“Alaturka mı olsun, alafranga mı?” sonra gözlerini üç beş saniye kapatır, dakikası ile bildirirdi, ardından istek üzerine diğerinin de tam karşılığını vererek.
19. yy’ da masa ve cep saatine dönüşen bu araç ancak 20.yy’dan sonra boyutları küçülüp kola takılır hale gelmiş günümüzde ise kuvarslı saatlerin kullanıma girmesi ile pil fiyatına alınıp, bir kere kullanılıp atılabilen yaygın üretime kadar gelişmiştir.
Geçenlerde sünnet hediyesi olarak götürdüğüm saate (kaliteli bir saatti) sünnet çocuğun tepkisi “Eyvah gene saat” olmuştu. Kolunda ve yatağının üzerinde yirmiye yakın saat vardı. Oysa 1947 yılında sünnetimde bana saat hediye edildiğinde nadir insanların kolunda bulunurdu. Sınıfta başka kimsede de yoktu. Bütün sınıf belirli aralıklarla işaretle zile ne kadar kaldığını sorardı.
O yıllar Türkiye’sinde sarkaçlı duvar saatleri ancak zengin evlerinin ve camilerin aksesuarı idiler. Şehirlerde ve büyük kasabalarda 19. yy’ dan kalma saat kuleleri veya tren garlarının duvar saatleri ile vakit öğrenilirdi. Bursa’da Heykel önündeki İş Bankasının kumbara şeklindeki saati 90’lı yıllara kadar hizmet vermişti.
Evlerde daha çok masa saatleri kullanılırdı. Dikdörtgen prizma ön ve arka yüzü cam kapaklı, “kâtibim” melodisi çalan uyarıcı (münebbih) saatler veya yuvarlak, tepelerinde iki adet çan bulunan saatler... Bu kıymetli(!) nesne tenekecilere yaptırılan cam kutular içinde muhafaza edilirdi, evlerin raflarında veya üzerine mendil örtülürdü.
Zaten o yıllarda radyolara üzerleri solanahtarı motifli, işlemeli kılıf giydirilirdi. Telefonların üzerine örtü örtme alışkanlıkları vardı.
Gençler dışındaki erkekler genelde cep saati taşırdı. Bunlar biraz da sınıf ve servet göstergesi idiler, şimdilerin imaj markaları yerine. Bu altın, gümüş, kaplama, nikel saatler yeleğin sağ cebine yerleştirilir, ucuna bağlı yine altın, gümüş, köstekler veya ince zincirler göğsü kat edip sol cebe veya yelek düğmelerine tespit edilirdi. Şehirliler, zenginler, seçkinler daha çok değerli madenlerden yapılan ince zincirli bazen üç dört sıra köstekli saatler taşırlardı. Yelekler özel saat cepli dikilir, pantolonların kemerinde saat cebi olurdu. Bu alışkanlık, cep saatleri kalmasa hâlâ sürmektedir. Daha şık giyinenler de ceketin üst cebine koydukları saatlerin zarif zincirlerini yaka klapasına, rozet deliğine tuttururlardı, bazen taşlı tokaları ile. Kasaba zenginleri ve köy ağaları kadife veya güderi bir kese içine koydukları saatlerini kuşak içine sokar kösteğini kuşaktan dışarı sarkıtırlardı.
Rus malı Serkisof saatler orta kuşağın, DDY’larının lokomotif kabartmalı Şimendifer marka saatleri ise demir yolu personelinin aidiyet ve övünç göstergesi idiler, karayollarının öncelik kazanıp prestijlerini yitirmelerinden önce.
Saatin doğru çalışması bir iddia konusu idi her zaman. İki saat karşılıklı ayarlanıp bir yed i-emine teslim edilir, (saat kapatmaca) yirmi dört saat sonra şahitler huzurunda kontrol edilirdi. Bazen saniye şaşanın bağışlanması neticesine kadar varan bu bahis günlerce konu olurdu çevresinde.
Daha küçük boydaki altın kaplamalı, kapaklı. taşlı ve köstekli saatler varlıklı hanımlarda ziynet eşyası olma özelliklerini daha kayıp etmemişti. Bu gün bile nostalji programlarında dinlediğimiz:
“Odasına vardım şamdan elinde,
“Saatin kordonu ince belinde.” Nağmeleri o ve evvelki dönemlerin esintisini yansıtır.
Çocukluğumda özellikle yaşlılar arasında alaturka saat alışkanlığı sürüyordu. Akşam ezanını 12 kabul eden bu sistemde günün uzama ve kısalmasına göre saatler her gün ileri, geri alınır, yeniden ayar edilirdi. Bu karmaşık sistemden rahatsız olanı görmediğim gibi Alafranga saatin zorluğundan şikâyetçi olanlara bile rastlamıştım. Yaşlılığına yetiştiğim bir Hacı Ali Amca vardı.(Rahmetle anıyorum.) Ömrünce hiç saat kullanmamış. Allah vergisi bir yetenekle saati hiç yanılmadan dakikası ile bilirdi. Sorarlardı;
“Hacı amca saat kaç?”
“Alaturka mı olsun, alafranga mı?” sonra gözlerini üç beş saniye kapatır, dakikası ile bildirirdi, ardından istek üzerine diğerinin de tam karşılığını vererek.
O yılların fıkrasında; kadın pazar yerinde küfesini taşıyan hamala sormuş:
“Oğlum saat kaç”
“Kırk.”
“Abe aptal adam, hiç saat kırk olur mu?”
“Be aptal kadın, hiç hamalda saat olur mu?”
Zengin evlerinin en gösterişli aksesuarı “guguklu” saatlerdi. Genelde bir çift ağır topuzunun bağlı olduğu zincirin harekete geçirmesi ile çalışır. Ahşap yapılı ve zarif süslemelidir. İçindeki akıllı(!) “guguk kuşu” yarım saatlerde tek, saat başlarında belirttiği saat sayısı kadar ötüp yuvasının kapakçığını kapatır.
Doğadaki guguk kuşu da onun kadar akıllı ve fakat sahtekârdır. Çok güzel renkleri bulunan bu göçmen kuş katiyen yuva yapmaz. Başka bir kuşun yuvasındaki yeni çıkmış yavruları veya yumurtaları atar, yerine kendi yumurtasını bırakır. Yem aramaktan dönen yuva sahibi anne kuş bu yumurtaların üzerine yatar. Kuluçka dönemi sonunda, bazen kendisinden bile iri olan bu üvey yavruları hayretle sahiplenir, doyurur, büyütür uçurur…
Galiba Amerika’da “kim milyoner olacak” benzeri bir TV yarışmasında yarışmacı son soruya kadar ulaşır. Son soru şöyledir; “guguk kuşu nerede yuva yapar?” Yarışmacı son joker hakkını kullanır, soru telefonla bir bilene iletilir. Cevap; “guguklu saatin içine yuva yapar.” Yarışmacı çaresiz bu cevabı verir.
Sonuç; cevap, esprili bir şekilde doğru kabul edilerek milyon ödenir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder