22 Kasım 2017 Çarşamba

DEYİMLER

Diller barındırdıkları deyimlerin (ıstılah/idiom) çokluğu ile zenginleşirler. Türkçe'miz bu yönden oldukça varlıklıdır.

Kişisel lügatimize ilk giren yeni bir kardeşe sahip olduğumuzda komşu teyzenin söylemidir; PAPUCUN DAMA ATILDI. Cumhuriyet döneminde Esnaf Teşkilatları kurulana değin Osmanlılardan hatta daha evvelinden süregelen; esnaflar ve üreticileri denetleyen, tüketici haklarını koruyan Lonca Teşkilatı hâkimdi. İşte bu cümleden yaptığı hileli imalat veya müşteri ilişkileri yüzünden üç kez ihtar cezası alan bir kunduracı dükkânına, kethüda (dernek başkanı), Yiğitbaşı (başyardımcı) ve bir esnaftan oluşan üç kişi gelir. Dükkân önünde teşhirdeki bir pabucu alarak dükkânın damına atar. Bu eylemden sonra o kişi tüm itibarını yitirir ve bir daha o kentte esnaflık yapamaz.
-Acelen ne DAHA FİNCANIN SOĞUMADI? Bu deyim de Lonca Jargonundan kalmıştır.
Bir kahvehanede servis edilen kahve veya çayın fincanı soğumadan boşunun alınması kuraldır. Bu, dakikayla tespit edilmemiş zaman sürecinde fincan kırılırsa müşteri bedelini öder. Daha sonraki zaman sürecinde olacak kırılma için servisi yapan-daha doğrusu zamanında yapmayan- suçudur.
Dervişin yanına aldığı bir çömez çok küfürbaz olduğundan dervişi tarafından ağzında devamlı iri bir bakla taşımakla görevlendirilmiş. Bir ramazan günü yanında çömezleri omuzlarında Keşkül, cerre çıkmışlar (iane ve sadaka toplama yöntemi).  Bir konağın önüne gelmişler, kapı tokmağına vurmuşlar, kafes arkasından bir hanım sesi;
-Derviş Efendi, biraz bekleyin.
Biraz değil, iyi bir iane geleceği umudu ile uzun süre beklemişler.
-Artık gidebilirsiniz.
-Be hatun bizi bu kadar niye beklettin?
-Tavuğum gurk olmuş altına yumurta koyuyordum. Kapı önünde külahlı biri olursa, civcivler tepeli çıkarmış.  Derviş, çömezine dönmüş.
- BAKLAYI ÇIKAR AĞZINDAN.
Afyon Sakızı (Opium) keyif verici bir maddedir. Günümüzde artık tiryakisi kalmamış olsa da çok yaygın olduğu yıllarda bunu yutarak keyiflenen tiryakiler ramazan ayı için bir formül bulmuşlar. Mercimek kadar afyon sakızını bir kat sigara kâğıdına bir başkasını iki kat kâğıda üçüncüsünü de üç kat kâğıda sarıp sahurda hepsini birden yutarlarmış. Bu adamlara ÜÇKÂĞITÇI denilirmiş. Mide asitlerinin etkisi ile saatler sonra önce tek kâğıt eriyerek Opium açığa çıkar yani o kişinin AFYONU PATLAR.  Belirli süre sonra iki katlı ardından üç katlı çözülerek gün boyu keyif sürdürme metodu… Günümüz üçkâğıtçılarına göre çok masum değil mi? Üç iskambil kâğıdı ile numara yapanlara da bu isim verilmiş olsa da bunlar ÇAKMA üçkâğıtçılar.
 1970’li yılların ikinci yarısında ülke ciddi şekilde döviz darboğazına girdi. O zamanların Başbakanı Demirel’in deyimi ile “yetmiş sente muhtaç” hale geldik.  Birçok ithal mal meyanında oto yedek parçaları da bulunamaz oldu. O yılar otomobillerin en çok yıpranan aksamı fren ve debriyaj balatalarıdır. Yenisi ya yoktur ya çok pahalıdır. İşte o yıllar Bursalı ustalar fren pabuçlarına ve debriyaj disklerine asbest malzeme çakarak bu sorunu çözdüler. Ve terminolojimize ÇAKMA BALATA deyimi girdi.   Sonraları orijinal dışı, taklit,  sahte anlamlarını da yüklendi ÇAKMA’ya…
.
Kesilmiş çam ağaçlarının geniş gövdelerinin içi maharetle oyularak bir testi şekline sokulurdu. Suyu hem serin tutar hem de çam kokusu ile güzle bir aroma kazanırdı.  Ben bu BARDAK’lara yetiştim. Genç, askere gitmiş. Askerliğin çok uzun olduğu yıllar. Sonunda köyüne dönmüş ama köyün girişindeki o devasa çam ağaçları artık yok.  Babasına ne olduğunu sormuş;
-Oğul, ESKİ ÇAMLAR BARDAK OLDU.  Sonradan hurda cam kırıklarının değerlendirildiği yakıştırması ile (eski camlar bardak oldu) değil.
Osmanlılarda arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. Bu iş için bez torbalar kullanır ve her aya ait biriken evrakı bir torbaya doldurarak saklanır ve torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın ismi yazılırmış.   Geçim sıkıntısındaki bir arşiv memuru boş torbalardan alıp evine götürmüş hanımına, iç çamaşırı diktirmiş. Gel zaman, git zaman; kısa sürede anlaşılamaz şekilde yükselmiş. Hep doğruluktan devlet malını canı gibi koruduğunu ve hırsızlık yolsuzluk yapmadığını vurgulamış durmuş. Hatta önüne gelen amir memur demeden suçlar ve övünürmüş. Yine böyle bir mecliste, hamam, hastalık, çamaşır ipi gibi bir vesile ile iç çamaşırı üzerinde CEMAZİYÜLEVVEL (hicri takvimde beşinci ay)  yazısını görmüş olan bir arkadaşı dayanamayıp her şeyi anlatmış ve arkasından eklemiş:  “ Canım, şimdiki haline bakmayın, biz onun CEMAZİYÜLEVVELİNİ BİLİRİZ.” 
Resim sergisini ziyaret eden bir kişi bir tablonun önünde çok uzun süre durmuş. Sergi sahibi ressamın dikkatini çekmiş bu hal yaklaşıp sormuş.
-Çok ilgilendiniz, nasıl buldunuz?
-Bu resimde büyük bir yanlışlık var.
-Yaa. Ne gibi?
-Atın üstündeki bu adamın çizmesi beş körüklü. Oysa süvari çizmesi dört körüklü olur. Ben çizmeciyim. Bu işi iyi bilirim.
-Teşekkür ederim öğrenmiş oldum.  Ressam ayrılmış, adam ayrılmıyor. Ressam biraz sonra geri dönmüş. İzleyici;
-Bakın Süvarinin kırbaç tutan eli de yanlış, gölge ters…
- Yoo.  Sen ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMA.
Yazı bir hayli uzadı çizmeden yukarı çıkmamayım.
Hapşırınca ÇOK YAŞA deriz. Bu söylem Sümerlerden kalmış. Onların inanışına göre insan ruhu ölüm esnasında burundan çıkarmış.  Bu temenni ile ölümü önlediklerine inanırlarmış.  Bu söylem oradan hemen her dile benzer anlamlarla geçmiş. 
Hapşırmasanız da çok yaşayın ama iyi yaşayın…






14 Kasım 2017 Salı

1950-60 BURSASI –III-



                                      VE KIŞ KIŞLIĞINI YAPARDI


Deniz modası başlamamıştı, sahillerde yapılaşma da.  Çok sınırlı bir kesimin Mudanya ve Burgaz köyünde yazlık evleri, kürekli sandalları,  varlıklı kesimin gençlerinde az sayıda kıçtan takma motorlu sandalları, vardı.   Moda Taksi’den Mudanya ve Uludağ otobüsleri de kalkardı.  Pazar günleri kır gezisine aileler (piknik deyimi daha girmemişti terminolojimize) veya yüzmeye giden gençler dışında yaz Uludağ’da geçerdi. Dağdaki Beden Terbiyesinin Kayak Evi dışında tek tesis Büyük Oteldi. Beceren; lokantası ve tahta barakaları ile profesyonel konaklamanın ilk öncüsüdür. Fatma Hanım ve Mehmet Beyin tek kişilik orkestra gibi her hizmete yetiştiği o günleri çocukları bile bilmezler. Çadırlar, portatif barakalarla kurulan Arıcılar Kampı, Kılıbıklar Kampı, Öğretmenler Kampı, Kızılay Kampı ve münferit yerleşimlerde babalar sabah şehre iner akşam çıkardı erzak torbalardı ile birlikte.
Ve bu yükü yıllar boyu Karcı‘nın Austin otobüsü ve Esat’ın şasisi uzatılmış jeep’i taşıdı. Bütün angaryaları da bilâ bedel, kadirşinas Moda Yazıhanesi. Gündüzleri guruplar halinde, Zirve’ye, Aras’a, Göller’e Bakacak’a, Dombay çukuruna, yürüyüşler düzenlenir, gözü yiyenler Softaboğan’da dondurucu suya girer, belki de günbatımının yeryüzünün en güzellerinden olduğu Belvü’de gurup seyredilir, otobüsten inecek eşyalı babalar karşılanır, gece de gündüz ki yürüyüş esnasında toplanmış kuru dallarla kamp ateşi yakılır, şarkılı türkülü eğlenceler olurdu. Sönen ateşin küllerine de yumurta ve patates gömülürdü.
Kirazlıyayla Sanatoryumunun sundurmalı teraslarında battaniyelerine sarılı hastalar güneşlenirdi. Valiliğin de taştan bir kulübesinin olduğu bu bölgede Fahri’nin iki katlı ahşap oteli Bursa ve İstanbullu müdavimlerin kaldığı sıcak bir aile yuvası idi. Dağda kolluk kuvveti yoktu ama asayiş vardı. Açık çadırlar, kapısı tel ile bağlı barakalardan hırsızlık olduğunu hiç hatırlamam, yabancılar hemen seçilir, sarhoşluk veya serkeşlikle huzuru bozmaya yeltenenler, kampçılar veya buradan geçimini sağlayan kişilerce uygun şekilde (!) cezalandırılır, bir daha tekerrüre cesaret edemezdi.
Kışın kayakçılar otobüslerle ulaştıkları dağdan tepelere skileri ile tırmanır, dönüşte de Bursa’ya kadar kayarak inerlerdi. O zamanlar Kış kışlığını yapar, daha fazla kar yağar, daha uzun süre kalırdı. Geceleri kadınlı erkekli guruplar Namazgâh, Maksem, ipekçilik yokuşlarından merdivenle kayarlardı.   Böyle zamanlarda caddelerde atlı kızakları ve kuş göçü mevsiminde, kentin en ışıklı kesimi heykel önünde bıldırcın yağmurlarını anımsarım
Dilerseniz sizlerle Çekirge’ye kadar bir yürüyüş yapalım.  Tophane yamaçlarından sonra ortası bulvar, ağaçlıklı Altıparmak Caddesi; Turig Otel, Haşim İşcan İlkokulu, karşı sırada bahçe içindeki şirin köşkte hizmet veren Özel İnal- Ertekin ilkokulu, Bursa mimari tarzlı birkaç büyük bina, bir tütün deposu dışında iki katlı, dar cepheli Yahudi evleri ile dolu idi.  Sanırım bir ilâ iki apartman da vardı.   Tabii sadece üç katlı idiler. Stadyum karşısında; beyaz boyalı,   ahşap Yağcı Cemal Bey’in konağında hizmet veren Sigorta Hastanesi.  Sonra, Çelikpalas’a kadar atkestanelerinin üzerini kapattığı ağaçlıklı yol kıvrımlarla Çekrige’ye kadar varırdı.  Sağda şimdi Kültürpark’ın bulunduğu yerde bahçelikler, solda kayalık dik yamaçlardan sonra, Beşikçiler’de Banka Evleri yapılıyordu. Bu binalar bazı bankaların her yüz liralık tasarrufa verdikleri bir numara ile ikramiye olarak çekilişe sokulurdu. Tepede bahçe içeresinde Vali Konağı, biraz sonra Atatürk Köşkü, Çelikpalas Oteli, karşısında bir kaç ev, Yeni Kaplıca, Kara Mustafa hamamları,  Kükürtlü Kaplıcaları, Orman Okulu, karşısında iki üç ev, Süleyman Çelebi türbesi, Çekirge karakolu, karşısında üç beş ev daha.  Bir kaç bahçeli köşk ve Süleyman Çelebi Türbesi yanında iki apartman. Yol boyundaki bütün yapılaşma bu kadardı. Süleyman Çelebi Türbesi Eski Eserler Kurumunca yeniden yaptırılmış, meydana çıkarılmıştı. Karagöz ve Hacivat mezarlarının karşısında olduğunu bilirdik o kadar.  Bağlar, bahçeler, fundalıklar ile Bursa Ovası asfaltın kuzeyinden başlar, karşı dağlara kadar devam ederdi. Belirli aralıklarla geçen Belediye Otobüsleri ve birkaç özel arabanın gürültüsü dışında duyduklarınız; bülbül şakımaları, faytonların çıngırak ve nal sesleri ve Yeni Kaplıcadaki gelin hamamına yürüyerek, giden genç kızlar ve hanımlar guruplarının darbuka ve türkü nağmeleridir. Çekirge; karakolun üst yamaçlarındaki Gürcü Mahallesi ile Askeri Hastane ve karışındaki banyolu otellerle sınırlı bir banliyö durumunda. Sonrası Uludağ yamaçlarına, batıya, kuzeye uzanan dutluklar, bahçelikler, yeşillikler, yeşillikler...  Kaplıcalar,   çok sayıda banyolu otel, sıcak sulu konaklar ve evler.   
Özellikle yaz ayları bir başka olurdu. Romalılar döneminden beri şifa veren büyük havuzlu hamamlar, kimi konak, kimi otel olarak yapılmış, hepsi banyolu otel olan onlarca ahşap, oymalı bina. Yine onlarca, özel banyolu, küçük aile otelleri, bir han kapısından girilircesine tek katlı binanın ardında yükselen yeni Gönlüferah Oteli, Adapalas. Sarp yamacın üzerinden, yaşlı çınarların gölgesinde ova, günbatımı ve gurubun renklerini yansıtan Nilüfer Deresi peyzajı ile Hüsnügüzel ve Selvinaz bahçeleri ve hamamları, banyoculara pansiyon veren yüzlerce ev ve ahşap binası ile Askeri Hastane. Bu kadar yabancıya hizmet veren her türden esnaf dükkânı ve yakın köylerden, bahçelerden taze sebze, meyve, süt getirip satan köylüler.
Başkaca bir yol olmadığından İzmir ve Mudanya yönüne giden bütün araçlar Çekirge’den geçerdi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurundan gelen otobüs ve kaptıkaçtılar, isterepenteli (ek rahatsız oturma düzineli) dolmuşlar, taksiler Armutlu meydanına yanaşır, arabaların çevresini pansiyon temin eden, bavul taşıyan çocuk kalabalığı ve gürültüsü sarardı. Bu kadar yatağa rağmen yer bulamayıp dönenler olurdu. Güneşin batması ile beraber art arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. Hüdâvendigâr Camii’nin bahçesinde Bursa Sergisi kurulurdu. 
Muhittin Baha beyin (Pars) Havuzlu Park’ı yalnız Bursa’nın değil ülkenin tek tesisi idi o zamanlar. Bir büyük, bir küçük, bir derin atlama havuzunun bir yanını sıra sıra soyunma kabinleri kaplar, karşı yönde kat kat teraslarla yükselen büyük arazide çay bahçesinin demir, yuvarlak masa ve sandalyelerinde oturacak yer bulunmazdı. İkindi vaktinden sonra, banyocularla nüfusu dörde beşe katlanmış bütün Çekirge’liler ve fayton fayton, otobüs, otobüs Bursa’dan gelenler yanlarında getirdikleri yiyecek çıkınlarını açar, yalnız çay bahçesini değil ulu ağaçların gölgelediği, yapay gölün kenarındaki alana da yayılırlardı. Gölde sandallar dolaşır, yandaki hayvanat bahçesinin tavşanları ile oynaşılır, semt delikanlıları yabancı kızlardan iş çıkarırdı! Akşamları çay bahçesinin sahnesinde ünlü sanatçılar program yapar, geceleri de yapay gölün ortasındaki Ada Gazinosu geç saatlere kadar çalışırdı. Meydandan Acemler tren istasyonuna kadar olan yolda tek bina Muhittin Baha Beyin Pembe Köşkü ve aşağılardaki un değirmeni. Bağlar bahçeler arasından yankılanan musiki sesi ile uyuyan Çekirge’liler sabahları da kuş seslerinin nakaratı ile uyanırlardı.
Kış gelince gariplik ve sessizlik çökerdi Çekirge’ye.  Kaplıcalar bohçalı kadınlara, otellerin özel banyoları da evlenme cüzdanı ibraz etmek kaydı ile çiftlere kalırdı
Gün oldu devran döndü ve Bursa kentten metropole dönüştü. Bu dönüş çok sancılı olmadı ama her dönüşümde olduğu gibi bazı değerleri de beraberinde tarihin derinliklerine gömdü.  Çok eski yıllardan bu yana var olan koza çekme,  ipek dokuma ve emprime fabrikaları,  boyahaneler, havlu tezgâhları mahalle aralarına dağılmıştı ve birçoğu ev ekonomisi düzeyinde idiler. 1950’lerden sonra bu tezgâhlar motorize olmaya başlamıştı. 1960’lardan sonra ciddi sanayi kuruluşlarına dönüşmeye başladılar.  Tercihlerin kara yoluna kayması neticesi at arabası imal eden atölyeler kamyon şasileri üzerine otobüs karoseri imaline başladılar.  Bir çekiç bir el örsü yardımı ile çarpık arabaları düzelten maharetli ustalar yetişti. 1957’den sonra ülkenin girdiği ekonomik dar boğazla birlikte ithali zorlaşan oto parçalarını, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı. Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan kuruluşlar oluştu. Sanayi hamleleri iç göçü tetikledi.  İki otomobil fabrikasının Bursa’da yapılanması bu göçü hızlandırdı. 1959’da santral garaj açıldı. Yeni Yalova ve İzmir yolları yapıldı. Yerleşim alanlarını şehrin kuzeyine yönlendiren bu oluşumlar ovaya doğru imarsız arsa pazarını ve plânsız yapılaşmayı doğurdu. 1960’larda yapılan Organize Sanayi Bölgesi bu yapılaşmayı batıya da taşıdı.
Altıparmak’ta Haşim İşcan ilkokulunda öğrenime başlayan Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Kente ek nüfus,  ekonomiye etkinlik katan bu oluşum yaşantımıza genç neslin cıvıltısı ve renkli yaşamı ile birlikte ek sorunlar da getirdi. Özellikle kampüsleşme oluşumuna kadar.
1980’li yıllarda terör nedeni ile doğudan, ardından asimilasyon gerekçeli Bulgaristan’dan toplu göçler oldu. Köylerden şehirlere akım arttı. Kontrol altına alınamayan imarsız ve çarpık yapılaşma, genişleyen alanlarla merkez arasındaki ulaşım rasyonel yönlendirilemeyince, eski kente yeni yollar açılamayınca ve sanayi yoğunlaştıkça hava kirliliği, çevre kirliliği, ses kirliliği, ışık kirliliği arttı.  Baca gazlarının etkisi ile iklim bile değişti.
Ve bu günkü milyonlar nüfuslu Bursa’ya geldik.  Artan nüfusla birlikte şehirlerin yatay veya düşey veya her iki yönde birden genişlemeleri kaçınılmaz bir olgudur. Ama gönül isterdi ki; büyük şehrin nimetleri, küçük şehrin tarihini, kültürünü, doğasını, peyzajını, birçok değerlerini toptan yok etmese idi. Hiç değilse eski şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası olarak intikal ettirebilse idik.
Ve genç kardeşlerim sizler bu güzellikleri sararmış fotoğraflardan izlemek, yaşlı amcalardan masal dinlemek zorunda kalmasa idiniz.


SEVGLİ DOSTLARIM, SEVGİLİ BURSA SEVERLER,
ÜÇ GÜN ARKA ARKAYA ALTMIŞ KÜSÜR YIL EVVELİNİN BURSA’SINI DİLE GETİRDİM. BÖLÜMLER İN UZUN OLDUĞUNUN BİLİNCİNDEYİM. BUNA RAĞMEN YÜZLERCE, OKUMA, BEĞENİ, YORUM, KUTLAMA, PAYLAŞIMLAR VE BU KADARINI HAK ETMEYİ DÜŞÜNMEDİĞİM ÖVGÜLERİNİZİ ALDIM. HEPİNİZE AYR AYRI TEŞEKKÜRDEN ACZİMİ LÜTFEN TAKDİR EDİNİZ. SAĞ OLUNUZ, VAR OLUNUZ.
BENİM DÖNEMİME YETİŞMEMİŞ OLSALAR DA, DAHA GENÇ KUŞAKLARA KENDİ ESKİ BURSA’LARINI ANIMSATMIŞ OLMAYI UMUYOR VE BUNDAN
DA MUTLULUK DUYUYORUM.
BURSA ÖYLE BİR İLAHİ ESER Kİ; SÖYLEŞİLERE, YAZILARA, CİLTLERE SIĞMAYACAK GÜZELLİK, GENİŞLİK VE DERİNLİKTE... 
EVET, ESKİ BURSA DEĞİL, HİÇ BİR ŞEY ESKİSİ GİBİ DEĞİL AMA BURSA GENE DE GÜZEL, ÇOK GÜZEL VE SEVİLMEYE, ÖVÜLMEYE LAYIK. 
HİÇ AŞIKIN GÖZÜNDE MAŞUK YAŞLANIR MI? ESKİLERİN DEYİMİYLE , “CAM İ YIKILSA DA MİHRAP YERİNDE.”
SEVGİ, SAYGI VE SELAMLARIMI LÜTFEN KABUL EDİNİZ. 
YAVUZ BUBİK
Bursa sevdalısı bir şair şöyle diyor:
Adını ilk defa
Yedibelâ Rasimin hançerinde okudum.
Çocuktum.
Çatal geyik boynuzu kabzasında
İlk Bursalıyı tanıdım:
"Bıçakçı Remzi" yazıyordu.
Ve kıvrak, söğüt yaprağı çeliğinde
Bir yara izi gibi kazılmıştı: Bursa.
(…)
Mesele şu ki
Bursa eyi, Bursa güzel.
Bursa için destan yazılır,
Bursa için iğneyle kuyu kazılır;
(…)
Bursa eyi, Bursa güzel.
Eminim ki ben bâsübadelmevt
Orda olurdu:
Yalan yazmasa kitap
Yıkılmasaydı mihrap!..

Niyazi Akıncıoğlu 1916-1979

BURSA 1950-60’LI YILLAR -II-


SETBAŞINDAN YEŞİL'E DOĞRU


Şehrin nabzı üç noktada atardı; Atatürk Caddesi, Kapalıçarşı ve Çekirge. 
Atatürk Caddesi; dört tane kapalı, üç dört tane yazlık bahçe sineması, evvelce Halkevi iken 1957 yılından sonra Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Şehir Kulübü, Dağcılık Kulübü iki tane pastane, muhallebici salonları, tatlıcılar kahve ve kıraathaneler, bir iki otel, bankalar, postane. Evlerin alt katlarında her gün bir yenisi ilâve olan mağazalar hep burada toplanmıştı. Tabii resmi daireler de.  Böyle olunca bütün sosyal faaliyet Atatürk Caddesinde oluşurdu. Mesainin bitimi ile caddede turlama başlardı.  Dairelerinden çıkmış memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez müdavimleri ikili üçlü guruplar halinde kol kola Postane, Setbaşı arsında ileri geri yürür, (huzur turları) aşina yüzler devamlı birbirleri ile selâmlaşırdı. Maliye binası ile Setbaşı köprüsü arasına açılmış bulunan cadde yeni binalarla dolarken Şafak (Saray) sinemasında köprüye kavuşan eski Ünlü Cadde ihtişamını yitirmiş terziler ve ısmarlama kunduracılara kalmıştı.
Piyasa”ya Yeni Postanenin köşesinden başlanılır. Önleri vitrin pencereli lobisi ve kıraathanesi ile Luca Palas Oteli. Öğlen saatlerinde müşterilerin önünde kuyruk olduğu,  tek masalık, kuru fasulyeci Âdem. Kunduracı Refik, İş bankası, Güven Taksi, Bulut taksi. Hüzmen Zade’nin acentası, önünde akşam saatlerinde cüce yemişçi Habil’in sarı parlak arabası (sinema saatinde Tayyare Sineması köşesinde)  Tatlıcı Nezir, Saatçi, Gökmener Eczanesi, berber salonu, Gürses Radyo, Kumaşçı İngiliz Halit.  Naci Kurtul ’un Güven Sigortası, Hazır Elbiseci, Temizel Lokantası, yan yana iki terzi dükkânı.  Karagöz’ün banisi Şeyh Küşteri’nin mezarı (Bir gece içeresinde yok edilerek dükkân yapıldı), Kafkas Pastanesi, bir saatçi daha, önünde oturulabilen içerlek muhallebici.  Gömlekçi ve her şeyci Şükrü Tüfekçi, Meraklı Yemişçi, Eczacı Bediha Hanım, soğuk Uludağ gazozu içilen sigara bayii, Foto Rekor, Eski Postane (Daha sonra T. Ticaret Bankası oldu) ve Hükümet önü. Atatürk Heykeli, ardında Mimar Ekrem Ayverdi’nin planladığı Vilayet, Adliye, Defterdarlık üçlüsü. Süreyya Öğünç’ün beyaz eşya mağazası, Orhan Akkök ve Berk mağazaları, tuhafiyeci, Frigosu ile ünlü Turan Pastanesi, ayakkabıcı Sabri Türemen ve önünde oturulabilen, vişneli dondurması harika Mavi Köşe muhallebicisi. Ahmet Tevfik beyin eczanesi, Dondurmacı Şaban ve dar Setbaşı köprüsü (sonradan bir misli genişletildi ),  altında coşkulu akan Gökdere, kenarındaki alanda mahkûmlara yaptırılmış voleybol sahası. Mahfel; Demir ayaklı, yuvarlak mermer masaları, demir sandalyeleri ile çay bahçesi. Kapısında ama gazeteci, bir sıra küçük dükkânlar, tam karşısında caminin önünde yine sıra dükkânlar; Kuru Kahveci Nermin Hanım, Karlıova Kitapevi, köşede çapraz kapısı ile muhallebici Şaban, bitişiğinde tuhafiyeci Süreyya Hanım ve Suavi. Parke döşeli küçük meydanın ortasında ihtişamlı bir çınar ağacı ve arkasında ahşap karakol. Tur bu noktada biter geri dönülürdü.   Başlama ve bitim noktalarının dışına katiyen çıkılmazdı. Kuzey yönündeki karşı kaldırıma ise asla. Piyasa erbabı o yöne ya ilin tek çiçeksi için ya sinemaya, tiyatroya, Mudanya vapuruna bilet almaya ya da Ulucami yanındaki fırının önünde çınara dayalı camekânı ile meraklı ayakkabı boyacısı Sait için geçerdi. Tabii bütün şehri tanımak mümkün değildir. Ama yabancıları hemen fark ederdik.
Aileler sinema evveli çay bahçelerinde, tatlıcılarda oturur, gece 12’ de biten son otobüs seferleri ile birlikte cadde de uykuya dalardı. Hafta tatilinin başladığı Cumartesi öğlen ve bittiği Pazar akşamı Heykel önündeki bayrak törenini gerçekleştiren emektar bando takımı, Şef Tatar Halil ve sempatik trampetçisi Mikro Niyazi coşku ile alkışlanırdı.
 Bursa çarşısı Çakırhamam ile Bat Pazarı, Sobacılar aksında ve buna paralel Atatürk Caddesi, Cumhuriyet Caddesi arasında uzanırdı. Şehrin başka yerlerinde rastlayabileceğiniz; sadece bakkal dükkânları, kundura tamircileri ve mahalle berberleridir.   Çarşılar hâlâ arasta düzenini korumaktaydı. Şekerciler, kavaflar, aktarlar, sarraflar, havlucular, manifaturacılar, yorgancılar, mobilyacılar, bıçakçılar, demirciler, sobacılar kendi isimlerini taşıyan bölümlerde yoğunlaşmıştı. Atatürk Caddesi kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu. Çarşının en hareketli bölümü kapalı kısımdır. Burada ağırlıklı olarak havlucular ve manifaturacılar bulunur ve yalnız Bursa’nın değil civar illerin ihtiyaçlarına da cevap verirdi. Özellikle yaz ayları, yılbaşı ve bayram tatilleri, Bursa dışından gelenlerle dolardı. Banyo ve tatil için gelen bu kesim havlu ve ipekli kumaş ihtiyaçları ve hediyelik eşya alımları ile şehir ekonomisine önemli katkıda bulunurdu. Özellikle koza mevsimi Koza Handa açık koza borsası kurulur, çarşıya bereket yağardı…
 Kentte her yaş ve sosyal sınıfın toplanma alanları farklıydı. Aileler Belediye önündeki Dağcılık Kulübü ve Halkevi bahçesinde, (Şimdi güzel sanatlar galerisi) Tophane saat kulesi altındaki bahçede, Yeşil kahvelerinde, Temenyeri’nde ve Çekirge’deki Hüsnügüzel, Selvinaz, Kükürtlü bahçelerinde, Havuzlupark’ta  otururdu. Ve genelde Uludağ gazozu içilirdi. Köylü kesimi kendi köy adlarını taşıyan hanlarda veya Tahtakale kahvelerinde. Esnaf sınıfı Çakırham'daki Kadifelikahve’de, memur ve emekliler özellikle asker emeklileri Setbaşı'ndaki Mahfel’de… Asker emeklileri işletmecisi Rıdvan beyin hep büyük ceviz masasının ardında oturduğu ana binada, gençler Mahfel’in bilardo salonu ve önündeki sette ya yan aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın işlettiği Akın Spor Lokalinde veya Mahfel’in karşısında, Gökdere üzerine asma balkonlarla uzanmış Ferah Kıraathanesi’nde (şimdi Kütüphane) barınırlardı. Merinos Fabrikası mensupları içine kapalı olarak kendi sosyal tesislerinde, elit sınıf ise Çelikpalas Otelinin salonlarındadır.
 İnsanlar giyimine özen gösterirdi. Şehirli hanımlar, başörtüsü ile yetinirdi. Genç hanımlar ve çalışanlar tayyör-eteği yeğlerdi.  Erkekler yaz kış mutlaka kravatlı ve ceketli olurdu.  Ceket yakalarında, meslek, okul, kulüplerini belirten rozet taşırlardı.  Bu rozetler, Dağcılık Kulübünün bahçe duvarı önüne sıralı, süslü sandıklı ayakkabı boyacılarının yanında demir parmaklıklara yasladığı mukavva panoda her cins rozeti teşhir eden Rozetçi Cici’den temin edilirdi.
Orta yaşa gelmiş olanların kısa kollu gömlekle gezmesi ayıptı. Ve genelde fötr şapkalı olurlardı. Yaz ayları hasır Panama şapkalarına geçilirdi. Orta öğrenim öğrencileri kız erkek okul kasketi giymek zorunda idiler. Liseler sarı, Ticaret Lisesi kırmızı, Meslek Liseleri yeşil şerit taşırdı kasketlerinde.  Nedense bu kasketleri pardösü içine saklayarak bu mecburiyeti delmeye çalışırdık. Kızlar da biraz yukarı kaldırdıkları şemsiperin altından kâküller çıkartırlardı. Kız okullarının dağılma saatinde Mavi Köşe Dondurmacısı önünde veya Basak Caddesinin başında beklerdik, sadece platonik sevgililerimizle bakışmak ve arkaları sıra evlerine kadar yürümek için.   Yüksekokula başlar başlamaz da büyük bir hevesle fötr şapka edinir ve bıyık bırakırdık.   İlkokullar dışında iki özel kolej, iki resmi Orta Okul, Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Askeri Lise, Kız Sanat ve Erkek Sanat Enstitüleri, Ziraat Okulu, Kız öğretmen Okulu tekli öğrenimle yeterdi genç nüfusa. Ticaret Lisesi dışında okullar karma olmadığından çaylar ve okullar arası sosyal etkinliklerde Erkek Lisesi Kız Lisesi ile Askeri Lise Kız Öğretmen Okuluyla Ticaret Lisesi Kız Enstitüsü ile işbirliği yapar, Erkek Sanat Okulu sanırım yalnız kalırdı. Ziraat Okulu ise esasen uzaklarda ve lokalize idi. Orta öğrenim kurumları şehrin merkezinde olduğundan kitap ve kırtasiyeciler de sadece hükümet civarında toplanmıştı. Şekercioğlu, Suhulet, Zeki Mumcu, Kitapçı Ali Haydar belki bir iki tane daha.
Çekirge, Yıldırım ve Hürriyet Mahallesi dışındakiler okullarına ve işyerlerine yürüyerek ulaşırdı. Böyle olunca da sayısı ancak on adedi bulan, saat başı, Muradiye yolu ile Emirsultan-Çekirge, yarım saatte bir Çekirge-Yıldırım, daha sonraları Davutkadı-Çekirge, Belediye önü-Muradiye, İtfaiye–Yıldırım, her çeyrekte Yeşil- Çekirge seferi yapan kırmızı boyalı Bussig marka belediye otobüsleri yeterli idi. Başlangıç duraklarında hareket saatini bekleyen bu otobüslerin belediye önünde biri Muradiye hattı, biri çekirge hattı yolcularını kuyruğa sokan demir kulvarlı ana durağı ve üç memurluk idare ofisi vardı. Bu bürodan aylık paso da satın alınabilirdi. Yanındaki küçük bürodan da Mudanya Vapuru için bilet alabilirdik. Belediye otobüslerinde talebe beş, tam bilet on kuruş. Hürriyet Mahallesine İtfaiye önünden kalkan özel bir otobüs firmasının seferleri vardı.
 Merinos ve İpekiş fabrikaları dışında servis diye bir şey yoktu, minibüs de. Dolmuş ile 1959’da Santral Garajın yapılması ile tanıştık. Evvelce Çakırhamam önünde bekleyen ve eşyası olanları Çekirgeye taşıyan sadece iki tane dolmuş vardı. Kazalardan ve başka illerden gelen otobüsler, Ulucami Meydanı, Yeniyol, Heykel önündeki yazıhanelerde yolcu alır bırakırdı. Caddelerin belli yerlerinde durakları bulunan faytonlar ve yük arabaları bu insanları evlerine taşırdı. Taksi yazıhaneleri özellikle Mudanya ve Yalova’ya dolmuş yapar, az sayıda taksi şehir içinde kullanılırdı. Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi” deyimi kalmıştı. Bir de Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik meczup Hafız… Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
 Özel otomobil sayısı elliyi geçmezdi ve bu arabaların kimlere ait olduklarını bilirdik. Böyle olunca da park ve trafik sorunu yoktu, gürültü sorunu da. Daha trafik ışıkları ile tanışmamıştık.  Bir tanesi Belediye Önü, bir tanesi Valilik önünde iki tane sabit trafik noktası vardı. Yılbaşı akşamları araba sahiplerince bu noktalara hediye paketleri bırakılırdı.  İki ciple hizmet veren motorize polis ekibi ve semt karakolları, akşam ezanı ile göreve çıkan Çarşı ve Mahalle Bekçileri asayişi sağlamada yeterli idiler. Bir tek Valinin bir adım gerisinde yürüyen makam polisi bir de Cumhuriyet Savcısının makam kapısında sembolik olarak polis memuru bulunurdu. Koruma orduları nedir bilmiyorduk. Gece bekçileri karakolları değil mahalle ve çarşıları korurdu.
Dışarıdan gelenlere Uludağ Gazozu ikram edilirdi, Vilâyetin karşında, Çınarlı Kahve’nin bitişiğine, İnegöl Köftesi ve mutlaka İskender Kebabı. İskender; şimdi de orada olan Atatürk caddesindeki Kebapçı Nurettin’in dükkânında, şimdi Vakıflar bankasının bulunduğu yerdeki Tatlıcı Mecit’in bitişiğindeki tekkenin bahçesine dar bir cepheden dik merdivenlerle inilerek Hacı Bey’de ya da özellikle Kayhan çarşısındaki Süleyman Efendi’de yenilirdi.
Belli meslekler dışında seyyar satıcı yoktu. Yaz aylarında okul çocukları önlerindeki tahta tepsilerle sokaklara dökülürdü. “Abdül Vahit Turan, yeni çıkan Yeni Hayat, iki tane beş kuruşa”   Ya  da boyunlarına asılı termoslu tahta sandıkçıklarda küçük çubuklara sarılı Sütsal Dondurmaları satarlardı. İller arası otobüslerin hareket saatlerine beyaz kıyafetleri ve maniler eşliğinde satış yapan nane şekerciler, simitçi ve şerbetçiler dışındakiler genellikle mahalle aralarında dolaşırdı. Omuz askılı veya ittirme arabalı dondurmacılar, iki kişilik saz takımı ile macuncular, yoğurtçular, atlı ve arabalı manavlar, hallaçlar, kalaycılar, at ve eşeksırtında odun satıcıları, baltalı, bıçkılı odun yarıcıları, eşekli seyyar ikinci el kitapçılar ve sırtı çuvallı eski alıcıları...


         

1950-60'LI YILLAR BURSASI -I-

             GRİ BURSA’DAN HOŞNUTSUZLUK O KADAR ARTTI Kİ; YEŞİL BURSA’YI HİÇ TANIMAYAN KARDEŞLERİME BİLGİ, AKRANLARIMA HATIRLATMA VESİLESİ OLUR DİYE ESKİ BİR SÖYLEŞİMİMDEN BİR BÖLÜM AŞIĞIDADIR. 


                       



1954 YILI BAŞLARINDA ÇEKİRGE SELVİLİ CADDEDEN BURSA OVASI


 
                                                                                                                                                    VE AYNI AÇIDAN 2002 YILI BURSA OVASI                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           










                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               Merhabalar ;          
(…)Sizleri yaklaşık yarım yüz yıl gerilere götürmek istiyorum.     1950-60’lar Bursa’sı nüfusu ancak 100 binleri bulabilen bir huzur kentidir. Eski deyimle abu-havası (havası suyu) latif, sebzesi, eti lezzetli ve ucuz.   Nüfusun yerli halktan sonraki büyük bir bölümünü 93 Osmanlı Rus harbinden sonra yerleşen ve devam edip gelen Balkan, Kafkas, Kırım göçmenleri ve her dönemden emekliler oluşturur. Asker emeklileri, sivil emekliler, sanatçılar, aydınlar. İstiklal harbi ile Rum ve Ermeni azınlık şehri terk etmiş. Sadece Altıparmak’ta geniş bir mahallede Sefaret Yahudileri var.
Şehir; Uludağ eteklerine yaslanmış olarak Yıldırım, Emirsultan, Mollarap, Temenyeri, Maksem, Muradiye, Beşikçiler, Stadyum, Merinos evleri (Şimdiki Darmştat caddesi), Şehreküstü, Reyhan, Atpazarı (Gökdere Bulvarı civarı), incirlik sınırları ile bir elips çizer. İpekiş, Merinos fabrikaları, elektrik santralı, Fomaro binası (ki yabancı kökenli bir tütün firmasının deposudur), hâl binaları ovaya, Askeri Lise yamaçlara çıkmış uzantılardır. Çekirge ve 1950 Bulgaristan göçmenleri için yapılan Hürriyet ve İstiklâl Mahallesi ana şehrin çok dışında farklı yerleşim noktalarıdır. Gerisi, doyumsuz güzellikte ve yeşillikte Bursa Ovası. İlkbaharda pembe beyaz şeftali ve erik çiçekleri,  sonbaharda sarı ve kahverenginin bütün tonları ile bezeli. Aralarına Tanrısal bir mozaik gibi serpiştirilmiş, beyaz minareli, kırmızı kiremit damlı köyler.
Ben, kırmızı kiremitli köylerle Bursa’da tanıştım.   Bu gün bu şirin köyler büyük şehrin, doymaz iştahı ile yutulmuş, birer mahallesi ve beton yapılar, sıvasız duvarlarla doldurulmuş. Kavak yükseltileri küflü demirli, kolon filizleri ile yer değiştirmiş durumda. Ve ben bundan rahatsızlık duyuyorsam lütfen anlayışla karşılayınız.  
Evliya Çelebi “Velhasıl Bursa sudan ibarettir” diye yazar. Anlatmaya çalıştığım yıllarda da Bursa bir su şehri idi. Kentin ortasından üç dere geçerdi ve yaz ve kış iri dere taşlı yatağından coşkun şırıltılarla akardı. Setbaşı’ndaki Gökdere kış aylarında aktif.  Molaaraptan gelip Yeşil caddesini kat ederek ona karışan kolu yok oldu. Muradiye’den inerek Stadyum yanından ovaya uzanan Cilimboz deresi kurudu, üstü kapatıldı, kanalizasyon deşarjı haline geldi.  Evlerdeki su şebekesinin dışında Pınarbaşı’ndan başlayıp evden eve geçerek Reyhan’dan sonra ovaya açılan Pınarbaşı suyu vardı.  Bu su bir yer altı sistemi ile evden eve geçerek bazılarında bahçe çeşmesi, bazı evlerin salonlarında şadırvan olarak devamlı akardı. Ve kullanımında kirletilmemesine aşırı bir özen gösterilirdi.  Mahalle aralarında sokak başlarında sebil ve hayır çeşmeleri vardı. Belediye oluşumundan sonra köşelere yerleştirilmiş Fransız yapımı demir döküm çok şık çeşmeler vardı. Setbaşında içme suyu olarak evlere taşınan Devrengeç suyu vardı. Ayrıca dağdan mahallelere yönlendirilmiş akarsular vardı. Çekirge’de ise Romalılardan beri hizmet veren hamamlarda, otellerde ve birçok evde bulunan doğal sıcak sular. Ovayı kat eden, içilecek temizlikteki Nilüfer, Panayır, Balıklı, Hacivat, Deliçay dereleri. 
Resmi daireler dışında sadece Heykelden Setbaşı yönünde yeni açılmış cadde üzerinde ve dağınık mahallerde yapılmış 3 katı geçmeyen apartmanlar dışında, evler Osmanlı ve Ermeni mimari tarzında, genellikle iki üç katlı, büyük giyotin pencereli, çıkmalı, ahşap veya yarı kâgir ama mutlaka büyük bahçeli idiler. Hâl binası karşısındaki Çingene Mahallesi dışında gecekondu hemen yok gibiydi.   Bahçelerden meyve, özellikle dut ve asma dalları sarkar, manolya kokuları taşardı. Bu kadar çok su ve ağaç olunca da bir o kadar kuş olurdu. Mevsimine göre, saka, karatavuk, bülbül ve gugucuk terennümleri dinlerdik.  Sonra yap-satçılar geldiler,  bu güzelim konaklarla birlikte, ağaç köklerini ve anıları da moloz kamyonlarına yükleyip götürdüler. Sular kurudu, kuşlar yok oldular. Yeşil Bursa’da gri Bursa oldu.       
Şehrin nabzı üç noktada atardı; Atatürk Caddesi, Kapalıçarşı ve Çekirge.  Dört tane kapalı, üç dört tane yazlık bahçe sineması, evvelce Halkevi iken 1957 yılından sonra Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu, Oda Tiyatrosu, Şehir Kulübü, Dağcılık Kulübü iki tane pastane, muhallebici salonları, tatlıcılar kahve ve kıraathaneler, bir iki otel, bankalar, postane. Evlerin alt katlarında her gün bir yenisi ilâve olan mağazalar hep burada toplanmıştı.  Tabii resmi dairelerde.  Böyle olunca bütün sosyal faaliyet Atatürk Caddesinde oluşurdu. Mesainin bitimi ile caddede turlama başlardı.  Dairelerinden çıkmış memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez müdavimleri ikili üçlü guruplar halinde kol kola Postane, Setbaşı arsında ileri geri yürür, aşina yüzler devamlı birbirleri ile selâmlaşırdı. Tabii bütün şehri tanımak mümkün değildir. Ama yabancıları hemen fark ederdik. Aileler sinema evveli çay bahçelerinde, tatlıcılarda oturur, gece 12’ de biten son otobüs seferleri ile birlikte cadde de uykuya dalardı. Hafta tatilinin başladığı Cumartesi öğlen ve bittiği Pazar akşam saatlerinde Belediye Bandosu caddede gösteri yapardı. 
Bursa çarşısı Çakırhamam ile Bat Pazarı, Sobacılar aksında ve buna paralel Atatürk Caddesi, Cumhuriyet Caddesi arasında uzanırdı. Şehrin başka yerlerinde rastlayabileceğiniz sadece bakkal dükkânları, kundura tamircileri ve mahalle berberleridir.   Çarşılar hâlâ daha arasta düzenini korumakta; şekerciler, kavaflar, aktarlar, sarraflar, havlucular, manifaturacılar, yorgancılar, mobilyacılar, bıçakçılar, demirciler, sobacılar kendi isimlerini taşıyan bölümlerde yoğunlaşmıştı. Atatürk Caddesi kozmopolit ve daha lüks mağazalardan oluşmuştu. Çarşının en hareketli bölümü kapalı kısımdır. Burada ağırlıklı olarak havlucular ve manifaturacılar bulunur ve yalnız Bursa’nın değil civar illerin ihtiyaçlarına da cevap verirdi. Özellikle yaz ayları, yılbaşı ve bayram tatilleri, Bursa dışından gelenlerle dolardı. Banyo ve tatil için gelen bu kesim havlu ve ipekli kumaş ihtiyaçları ve hediyelik eşya alımları ile şehir ekonomisine önemli katkıda bulunurdu. Özellikle koza mevsimi Koza Handa açık koza borsası kurulur, çarşıya bereket akardı.
 Kentte her yaş ve sosyal sınıfın toplanma alanları farklı idi. Aileler Belediye önündeki Dağcılık Kulübü ve Halkevi bahçesinde, (Şimdi güzel sanatlar galerisi) Tophane saat kulesi altındaki bahçede, Yeşil kahvelerinde, Temenyeri’nde  ve Çekirge’deki Hüsnügüzel, Selvinaz, Kükürtlü bahçelerinde, Havuzluparkda  otururdu. Ve genelde Uludağ gazozu içilirdi. Köylü kesimi kendi adlarını taşıyan hanlarda veya Tahtakale kahvelerinde, esnaf sınıfı Çakırham'daki Kadifelikahve’de, memur ve emekliler özellikle asker emeklileri Setbaşı'ndaki Mahfel’de, gençlik Mahfel’in bilardo salonu ve önündeki sette, şimdi İl Kütüphanesi olan yerdeki Ferah Kıraathanesi’nde veya Akınspor lokalinde barınırdı. Merinos Fabrikası mensupları içine kapalı olarak kendi sosyal tesislerinde, elit sınıf ise Çelikpalas Otelinin salonlarındadır.
 İnsanlar giyimine özen gösterirdi. Şehirli hanımlar, başörtüsü ile yetinirdi. Genç hanımlar ve çalışanlar tayyör-eteği yeğlerdi.  Erkekler yaz kış mutlaka kravatlı ve ceketli olurdu.  Ceket yakalarında, meslek, okul, kulüplerini belirten rozet taşırlardı.    Orta yaşa gelmiş olanların kısa kollu gömlekle gezmesi ayıptı. Ve genelde fötr şapkalı olurlardı. Yaz ayları hasır Panama şapkalarına geçilirdi. Orta öğrenim öğrencileri kız erkek okul kasketi giymek zorunda idi. Liseler sarı, Ticaret Lisesi kırmızı, Meslek Liseleri yeşil şerit taşırdı kasketlerinde.  Nedense bu kasketleri pardösü içine saklayarak bu mecburiyeti delmeye çalışırdık. Kızlar da biraz yukarı kaldırdıkları şemsiperin altından kâküller çıkartırlardı. Kız okulların dağılma saatinde Mavi Köşe dondurmacısı önünde veya Basak Caddesinin başında beklerdik, sadece platonik sevgililerimizle bakışmak ve arkaları sıra evlerine kadar yürümek için.   Yüksekokula başlar başlamaz da büyük bir hevesle fötr şapka edinir ve bıyık bırakırdık.   İlkokullar dışında iki özel kolej, iki resmi Orta Okul, Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Askeri Lise, Kız Sanat ve Erkek Sanat Enstitüleri, Ziraat Okulu, Kız öğretmen Okulu tekli öğrenimle yeterdi genç nüfusa. Ticaret Lisesi dışında okullar karma olmadığından çaylar ve okullar arası sosyal etkinliklerde Erkek Lisesi Kız Lisesi ile, Askeri Lise Kız Öğretmen Okulu ile, Ticaret Lisesi, Kız Enstitüsü ile iş birliği yapar, Erkek Sanat Okulu sanırım yalnız kalırdı. Ziraat Okulu ise esasen uzaklarda ve lokalize idi.
Çekirge,Yıldırım ve Hürriyet Mahallesi dışındakiler okullarına ve iş yerlerine  yürüyerek ulaşırdı. Böyle olunca da sayısı ancak on adedi bulan Belediye Otobüsleri bütün şehre yeterdi.  Merinos ve İpekiş fabrikaları dışında servis diye bir şey yoktu, minibüste. Dolmuş ile 1959’da Santral Garajın yapılması ile tanıştık. Evvelce Çakırhamam önünde bekleyen ve eşyası olanları Çekirgeye taşıyan sadece iki tane dolmuş vardı. Kazalardan ve başka illerden gelen otobüsler, Ulucami Meydanı, Yeniyol, Heykel önündeki yazıhanede yolcu alır bırakırdı. Caddelerin belli yerlerinde durakları bulunan faytonlar ve yük arabaları bu insanları evlerine taşırdı. Taksi yazıhaneleri özellikle Mudanya ve Yalova’ya dolmuş yapar, az sayıda taksi şehir içinde kullanılırdı. Özel otomobil sayısı elliyi geçmezdi ve bu arabaların kimlere ait olduklarını bilirdik. Böyle olunca da park ve trafik sorunu yoktu. Gürültü sorunu da.  Bir tanesi Belediye Önü, bir tanesi Valilik önünde iki tane sabit trafik noktası vardı. Yılbaşı akşamları araba sahiplerince bu noktalara hediye paketleri bırakılırdı.  İki ciple hizmet veren motorize polis ekibi ve semt karakolları asayişi sağlamada yeterli idiler. Bir tek Valinin bir adım gerisinde yürüyen makam polisi bir de Cumhuriyet Savcısının makam kapısında sembolik olarak polis memuru bulunurdu. Koruma orduları nedir bilmiyorduk. Gece bekçileri karakolları değil mahalle ve çarşıları korurdu.
Belli meslekler dışında seyyar satıcı yoktu. Simitçi ve şerbetçiler dışındakiler genellikle mahalle aralarında dolaşırdı. Dondurmacılar, iki kişilik saz takımı ile macuncular, yoğurtçular, atlı ve arabalı manavlar, hallaçlar, kalaycılar, at ve eşeksırtında odun satıcıları, baltalı, bıçkılı odun yarıcıları ve sırtı çuvallı eski alıcıları.
Deniz modası yoktu. Sadece gençler pazar günleri Mudanya’ya yüzmeye giderdi.  Çok sınırlı bir kesimin Mudanya ve Burgaz köyünde yazlık evleri vardı.     Yaz ayları barakalar, çadırlar, kamplarla Uludağ’a çıkılırdı.  Dağda Kayakevi ve Büyük Otel dışında sadece Beceren’in basit tesisleri vardı.
 Kışın kayakçılar otobüslerle ulaştıkları dağdan tepelere skileri ile tırmanır, dönüşte de Bursa’ya kadar kayarak inerlerdi.
Kış kışlığını yapar, daha fazla kar yağar, daha uzun süre kalırdı. Geceleri kadınlı erkekli guruplar Namazgâh, Maksem, ipekçilik yokuşlarından merdivenle kayarlardı.   Böyle zamanlarda caddelerde atlı kızakları ve kuş göçü mevsiminde, kentin en ışıklı kesimi heykel önünde bıldırcın yağmurlarını anımsarım.
Çok eski yıllardan bu yana var olan koza çekme,  ipek dokuma ve emprime fabrikaları,  boyahaneler, havlu tezgâhları mahalle aralarına dağılmıştı ve  birçoğu ev ekonomisi düzeyinde idiler. 1950’lerden sonra bu tezgâhlar motorize olmaya başlamıştı. 1960’lardan sonra ciddi sanayi kuruluşlarına dönüşmeye başladılar.  Tercihlerin kara yoluna kayması neticesi at arabası imal eden atölyeler kamyon şasileri üzerine otobüs karoseri imaline başladılar.  Bir çekiç bir el örsü yardımı ile çarpık arabaları düzelten maharetli ustalar yetişti. 1957’den sonra ülkenin girdiği ekonomik dar boğazla birlikte ithali zorlaşan oto parçalarını, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı. Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan kuruluşlar oluştu. Sanayi hamleleri iç göçü tetikledi.  İki otomobil fabrikasının Bursa’da yapılanması bu göçü hızlandırdı. 1959’da santral garaj açıldı. Yeni Yalova ve İzmir yolları yapıldı. Yerleşim alanlarını şehrin kuzeyine yönlendiren bu oluşumlar ovaya doğru imarsız arsa pazarını ve plânsız yapılaşmayı doğurdu. 1960’larda yapılan Organize Sanayi Bölgesi bu yapılaşmayı batıya da taşıdı.
Altıparmak’ta Haşim İşcan ilkokulunda öğrenime başlayan Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Kente ek nüfus,  ekonomiye etkinlik katan bu oluşum yaşantımıza genç neslin cıvıltısı ve renkli yaşamı ile birlikte ek sorunlar da getirdi. Özellikle kampüsleşme oluşumuna kadar.
1980’li yıllarda terör nedeni ile doğudan, ardından asimilasyon gerekçeli Bulgaristan’dan toplu göçler oldu. Köylerden şehirlere akım arttı. Kontrol altına alınamayan imarsız ve çarpık yapılaşma, genişleyen alanlarla merkez arasındaki ulaşım rasyonel yönlendirilemeyince, eski kente yeni yollar açılamayınca ve sanayi yoğunlaştıkça hava kirliliği, çevre kirliliği, ses kirliliği, ışık kirliliği arttı.  Baca gazlarının etkisi ile iklim bile değişti.
Ve bu günkü milyonlar nüfuslu Bursa’ya geldik.  Artan nüfusla birlikte şehirlerin yatay veya düşey veya her iki yönde birden genişlemeleri kaçınılmaz bir olgudur. Ama gönül isterdi ki; büyük şehrin nimetleri, küçük şehrin tarihini, kültürünü, doğasını, peyzajını, birçok değerlerini toptan yok etmese idi. Hiç değilse eski şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası olarak intikal ettirebilse idik. Ve sizler bu güzellikleri slaytlardan izlemek, orta yaşlı amcalardan masal dinlemek zorunda kalmasa idiniz.



10 Kasım 2017 Cuma

10 KASIM

10 Kasım 1953, tam altmış dört yıl önce, 13 yaşında ortaokul öğrencisiyim:  
Bugün Atatürk’ün Anıtkabir’e nakil töreni var.  Vatandaşların bu ender töreni izleyebilmeleri için çok ucuz fiyatlı tren seferleri tertiplendi. O zaman bulunduğum Afyon’dan bir arkadaşımla birlikte Ankara’ya gittik. O bir akrabasında ben Siyasal Bilgiler Fakültesinin öğrenci yurdunda kalacağım. Ankara ve civarındaki bütün oteller resmi kuruluşlara ait misafirhaneler, öğrenci yurtları, akraba evleri dolu. On binler buraya akmış. 
Güneşli bir gün, sabah erkenden fakültedeki ağabeylerle yollara düşüp kortejin geçeği güzergâhı ve alanları doldurmuş insan seli arasında Tandoğan Meydanındaki bir kavşakta yerimizi alıp beklemeye başladık. Direklerdeki hoparlörlerden Ankara radyosunun canlı yayını o anda kortejin nerelerde olduğunu ve detayları anlatıyor. 
Saat 11 civarında kortej göründü. Önde Kara Harp Okulu ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu müştereken Chophin’in cenaze marşını çalıyor. Arkasında boru trampet takımı,   Harp Okulu Sancağı, tören komutanı, karargâhı, bir Amiralin taşıdığı siyah kadife yastık üzerinde Atatürk’ün istiklâl madalyası ve ardında Ata’yı taşıyan top arabası. Top arabasının önü ve arkasında beyaz kumaşla sarılmış beş sıra halinde zincirler, bu zincirlerin aralarına bağlanmış, yine beyaz kumaş kaplı traversler ve bu traverslere yapışmış, beyaz eldivenli Harp Okulu öğrencileri. Öndekiler top arabasını çekerken arkadakiler yokuşlarda fren görevini yapıyor. Top arabasının üzerinde atlas bir bayrakla örtülmüş naaş. Ardında her üç kuvvetten oluşan silâhendaz kıtası, bir izci alayı. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan, manevi evlâtları. Başta Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, olmak üzere hayatta olan yakın silâh arkadaşları, hükümet üyeleri, Genel Kurmay Başkanı ve karargâhı, kordiplomatik, protokol, Diyanet İşleri Başkanı. Özel giysileri ile Rum, Ermeni, Yahudi, Katolik dinî liderleri, gaziler ve vatandaşların oluşturduğu uzun kortej.  Top arabasının iki yanında yürüyen on iki general. 
Korteji havadan izleyen ve zaman zaman üzerine küçük paraşütlere bağlanmış, siyah kurdeleli çiçek demetleri atan Hava Kuvvetleri uçakları, Ata’nın bez üzerine yapılmış çok büyük resimlerini artları sıra çeken THK uçakları...  Kortej ağır adımlarla önümüzden geçip kayboldu. Gözyaşları ile izledik. 
Aradan geçen altmış dört yılda törene katılanların, top arabasını çekme şerefine erişen Harbiyeli gençlerin, izleyicilerin muhtemelen büyük kısmı öldüler. Benim için çok özel yeri olan bu anımı genç okurlarımla paylaşmak istedim. Derlediğim o güne ait detayları da:
*  Top arabasını çeken Harbiyeliler önde ve arkada toplam 136 kişiydi.
* Nakil töreni saat tam 9.05’de verilen (Ti) işareti ve Ankara kalesinden top atışları geçici kabir Etnografya Müzesi önünden başladı. 
* Defin saat 12.55’i buldu. 
* İslami usullere göre kefenlenmiş naaş Diyanet İşleri Başkanının idaresinde 12 Muhafız Alayı eri tarafından toprağa verilip, kıble yönüne yatırıldı. 
* İlk toprağı Cumhurbaşkanı Celâl Bayar attı.
* Defin, o zaman sayısı 67 olan illerden, Selânik’teki evinin bahçesinden, Kıbrıs’tan, Kore Türk Şehitliğinden, Suriye’de Caber kalesinden getirilen ve etnografya müzesindeki geçici kabrin dolgu toprağının karışımına yapıldı. 
* Definden sonra Anıtkabir halkın ziyaretine açıldı. 19 Kasıma kadar tam 70.000 kişi ziyarette bulundu. 
* Törende 1938 yılında Ata’yı taşıyan top arabası kullanıldı.
* Tabut gül ağacından yapılma ve 500 kilogramağırlığında olup, üzerini örten atlas bayrak Ankara Kız Teknik Okulu öğrencilerince işlendi.
* Etnografya Müzesindeki geçici mezar 4 Kasım 1953’de özel bir heyet tarafından açıldı.
* Bu heyette; Celâl Bayar, A. Menderes, Refik Koraltan, Gn.Kur.Bşk. Nuri Yamut, Ankara Valisi Kemal Aygün, Bl. Bşk. Atıf Benderlioğlu, kız kardeşi Makbule Atadan hazır bulundu,
* Buradaki lahittin sökülme ve açılma işleminde Erkek Teknik Sanat Okulu öğrencileri kullanıldı.
* Tabut Muhafız alayı erleri tarafından saygı katafalkına taşındı ve 10 kasıma kadar generaller, subaylar, izciler, üniversite öğrencileri saygı nöbeti tuttu
* Atatürk’ün cenaze namazı 19 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı.
* Yerli yabancı birçok iştirakçinin katıldığı “anıt mezar uluslararası yarışmasını” Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Orhan Arda’nın projesi kazandı.
* 9 Ekim 1944’de başlanılan Anıtkabir inşaatı 1 Eylül 1953’de bitti. Yurdun her yöresinden getirilmiş taş ve mermerler kullanıldı
* İnşaatın yapıldığı Rasat Tepe kabrin inşaatından sonra Anıttepe olarak anıldı.
* Anıtın işgal ettiği alan 750 bin metrekare. 
* 262 metre uzunluğundaki Aslanlı yolun iki tarafında 24 Hitit aslanı sıralı olup kahramanlık ve yiğitliği, oturur pozisyonları barışı simgeler.
* Selçuklu çadır mimarili 10 kule vardır.
* 33.5 metre yüksekliğindeki bayrak direği Amerika’da yaşayan Nazmi Cemâl isimli bir yurtdışımız tarafından özel yaptırılıp hediye edilmiştir. 
* Kabirdeki lahit 40 ton ağırlığında tek parça mermer bloktur.
* Asıl kabir bunun 7 metre altındadır, bu özel odaya sadece Gn. Kur. Bşk.’ın özel izni ile girilebilir.
Rahmetle anıyorum. 


8 Kasım 2017 Çarşamba

KASIM GÜNLERİ


Geçtiğimiz Çarşamba günü 1 Kasım’dı. Haftaya çarşamba günü yani 8 Kasımda, yine 1 Kasım. “Bu ne iştir?” diyeceksiniz. Haklısınız ama bu Kasım Başka Kasım.
Eski, Şemsi (güneşe endeksli) Arap takvimine dayalı halk takvimine göre yıl Kasım ve Hızır olarak ikiye bölünür. Bu takvime göre; 1 Kasımda soğuk günler olarak adlandırılan Kasım günleri (Eyyam-ı Rûz-ı Kasım) başlar. Bu kış günlerinin başlangıcı demektir. Miladi 5 Mayıs akşamına kadar devam edecek olan 179 günlük (Şubat 29 çekerse) 180günlük kış mevsimi kendi içende bölümler ihtiva eder. Kasımın 46’sında (Milâdî 21 Aralık) Arapça kırk demek olan ERBAİN, Kasımın 86’sında elli demek olan (Milâdî 31 Ocak) HAMSİN başlar. Sonunda, kışın en soğuk günleri geçmiş olur. Halk arasında kasımın yüzüncü günü için “geldik yüze, çıktık düze.” söylemi yaygındır. Kasımın yüz beşinde ilk cemrenin düşüşü ile havalarla beraber gönüller de ısınır. İlk cemre havaya haftasına ikincisi suya ve bir hafta sonra da üçüncüsü toprağa düşer. Yüz ellinci günü için ise “yüz elli, yaz belli”, söylemi gelirdi eski takvimi izleyenlerce. Rahmetli babaannem “Bugün padişahın atları çayıra çakılacak.” derdi. 
Kışın son günlerinde, çoğunlukla 10-16 Mart arasında bastıran soğuklara “kocakarı soğuğu” denir. Bir yoruma göre, bu soğuklarda ihtiyarlar üşüdüğü için bu ad verilmiştir. Bir başka yoruma göre; kocakarı soğuğuna eski dilde “berd-el acuz” denirdi. Buradaki “acuz” kelimesi “acz” den gelir ki, böylece “berd-el acz” kışın sona ermek üzere olduğu günlerde görülen “son soğuklar” demek olur. “Acuz” kelimesinin “kocakarı” anlamına gelen “acuze” ile karıştırılması bu soğuklara “kocakarı soğuğu” denilmesine yol açmıştır.
Miladi 5 Mayısta ise Hıdırellez ile 186 gün sürecek olan yaz günleri (eyyam-ı Ruz-i Hızır) başlar. 
Kasım ve Hızır günlerinin toplamı ile yıl, 365 gün olarak tamamlanmış olur. 
(Ay endeksli) kameri takvim ise başka bir konu. 
Kışınız sağlıklı ve hayırlı olsun!



                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...