CEMİL BUBİK
1914-26.09.1994
SİZİN
HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?
Benim bir kere öldü.
Kör oldum.
Babamdan ummazdım bunu,
Kör oldum.”
Cemâl Süreya
“Sabah uyandım, seslendim, öyle yatıyordu” diyor annem. Yatağına doğru
yöneliyorum. Sırt üstü yatıyor, hiç hareketsiz. Gözleri açık ve sabit. Dikkatle
bakıyorum. Bir ifade arıyorum gözlerinde, ama yok. Zaten uzun zamandır yoktu.
Gözler sahteciliği ve yalanı bilmezler. Riyayı da bilmezler. Gözler
dürüsttürler. Sağ oldukları sürece...
Bir süre evvel ölmüştü gözleri. Babacığımın gözleri son bir yıldır
yavaş yavaş öldüler. Önce göz bebekleri küçüldü, matlaştı. Kirpikleri
seyrelmiş, buruşuk göz kapakları ardında kahverengi gözleri de küçüldü, göz
akları sarardı. Hiç bir mana yansıtmaz oldular. Yaşarken öldüler.
Dudakları hafif aralık. Dinliyorum, hiç nefes almıyor. Zayıflamış,
elmacık kemikleri çıkmış, artık renksiz bir deri tabakasından ibaret yüzünde
sakin, mutlu bir ifade sezinliyorum. Uzun süredir hiç bir mana
algılayamadığımız yüzünde; bir huzur ifadesi. “Hastalığın klâsik
tablosudur mask face (maske yüz) ve
kayıkçı karnı” diyordu, doktorumuz.
İki ince kemiğin arasından nabzını arıyorum. Yok.
“Bitmiş” diyorum, anneme. “Bitmiş.”
Annem yanıma dikilmiş, biraz şaşkın, biraz buruk, teslimiyetçi bir ruh
haleti içeresinde, bilip kabullendiği gerçeğin dışında bir cevap alabilmek
arzusu ile bir bana bakıyor, bir babama.
Bitmiş... Bu sözcüğü ne kadar kolay kullandım? Hayret ediyorum. Ve kendime esef ediyorum. Seksen yıllık bir
ömrün sona erişini, akşam var olan birisinin şimdi yok oluşunu ifadede basit,
ruhsuz, tek bir kelime ile mi yetinmeliydim?
Hayrettir, hiç bir şey hissetmiyorum. Acı da duymuyorum, üzüntü de. Yalnız
bir boşluk… Bir şeyler düşünmek istiyorum... Bulamıyorum…
Oysa babamın ölümünü ne kadar çok düşünmüş, ne kadar çok planlamıştım
hafızamda. Hayal ettiğim tablolarda çok farklı hisler yaşamıştım. Zaman zaman
gözlerim dolmuş, ağlamanın rahatlatıcı sükûnetine teslim etmiştim kendimi.
Şimdi gerçekle karşı karşıya kalınca, çizdiğim sahnelerin tamamı, hisler dünyamdaki
tüm duygular toptan yok olup gitmişler. Kendimi bu kayba alıştırdığım için mi
böyle duygusuzum şu anda? Yoksa şok dedikleri mi bu?
Ellerini avuçlarıma alıyorum. Sıcaklığını kayıp etmişler. Zaten uzun zamandır fazla sıcak
olamıyorlardı. Her zaman ince ve zarif olan parmak kemikleri sanki daha da
incelmiş, artık üzerleri kahverengi ölü pigment tabakaları ile benekli, ince
derisi bu kemiklere iki beden büyük geldiklerinden büzülmüşler. Mavi kabarık
damarları, dolaşımı durmuş hayat suyuna rağmen, sertliğini henüz koruyorlar.
Bu ellerle ilk tanıştığım zamanı
hatırlamıyorum. Bilinçsiz bir bebek iken, bana uzanan bu parmakları minicik
ellerimle tutup, kavramaya çalışmış olmalıyım. Acaba onunla o zaman mı arkadaş
olmuştuk? Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım. Onun bir erkek kardeşi yoktu,
benim ağabeyim. O on yaş küçülürdü, ben on yaş büyürdüm… Ne zaman başladığını
bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel
arkadaşım öldü. Şimdi de babam.
Belki bu sebebe, ölümünü bu kadar tabii ve tepkisiz karşıladım. Ama gözlerimin önünde gün be gün tükenen
iletişimimiz ile arkadaşımın ölümü benden çok şeyler götürdü. Özellikle son üç
aydır o benim babam değil. Karyolasında sakin, duygusuz yatan evimizin bir
parçası. Bizim küçük bebeğimiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki ıstırabı yok.
Bir an geçtiğimiz günlere dönüyorum; kısa
süre evveline kadar “Bunlarla köylü, gibi oluyorum.” diyerek, ret ettiği eşofmanlı kıyafeti kabullenmiş,
kanepede veya balkonda oturup annemin ellerini tutuyor, ifadesiz, öyle
oturuyor. İçirmeğe çalıştığımız ilaçları-doktorunun söylediğine göre- bilinçli
olarak reddedip tükürüyor. Bir kaç lokma reçelli ekmeği veya yarım çanak
muhallebiyi zorlukla yutturuyoruz.
“Babacığım nasılsın?”
“İyiyim” diyor. O kadar.
“Dünden beri bir lokma yemedi” diyor, annem. Biraz endişeli, biraz şikâyetçi. Hepsi uğraşmışlar, zaten yetersiz olan, o bir
iki lokmayı da yemiyor, ağzını açmıyor veya aldığını tükürüyor.
Doktorunu arıyorum;
“Serumla beslemeye geçeceğiz” diyor. “Serum-glikoze. İçine vitaminler
ilâve
edilecek.” O anda beklediğim veya beklemediğim bir açmazla karşı karşıya
geliyorum. Yıllardır ilk defa, artık küs olduğum sigara aklıma eliyor.
Nikotinin acı lezzetinden, karbon
monoksitin beyni uyuşturup baş döndüren keyif verici toksik etkisinden medet
umuyorum. Fakat hayır. Annem, eniştem, kardeşimi toplayıp bir müzakere
açıyorum.
Serumla beslemek; yarı bitkisel-hayat gibi. Yatağa mahkûm, ne kadar
süreceğini bilemediğimiz, neticesi belli bir akıbet. Belki de çok uzun süre,
yıllar boyu… Hareketsiz yatmaktan kireçlenmiş eklemler, tutulan adaleler,
açılmış sırt ve bacak yaraları, uzun yatmanın getireceği akciğer amfizemi,
böbrek yetersizliği, üreminin oluşturacağı zor tablo... Beş yıldır süren Demans’ın
bilinen son tablosu... Melek gibi
sabırlı annemin bile tahammül sınırlarını ve yaşlı sinirlerini
hırpalayabilecek, çaresizliğin devamlı hâkim olduğu, aciz ve isyan sahneleri…
Böyle bırakmak; her gün daha fazla eridiğini, güçsüzleştiğini görerek
ölüme terk etmek. Yakınları olarak, velev onun rahatı için olsun, tıbbi
yaklaşımları ret edecek bir yolun tercihindeki, mesuliyet ve vicdan muhasebesi.
Sonunda serum kazandı.
Bir
süredir İstanbul’da kız kardeşimden Bursa’ya evimize döndük. Hayrettir; kucakta getirildiği odasında,
mucize bir gayretle ayağa kalkıp bütün evi ilgi ile dolaştı. Duvarlara baktı. Balkona çıktı. Hatta bir kaç
lokma yemeği kabullendi. Bizleri yeni bir ümit ve beklentilere yönelten bu
tablo çabuk bitti. Elli beş yıldır aynı yatağı paylaştıkları annemden ayrı
olarak, kendi odasındaki hasta karyolasında, kolu serum hortumuna bağlı, somya
altına gizlenmiş idrar torbası, geceleri belinden hava sirkülasyonlu yatağına
emniyet kuşağı ile emniyete alınmış, evimizin bebeği oldu.
Yine geri dönüyorum; Babam yakışıklı bir
adam. Tanıdığımdan beri hep güzel giyinir. Her gün traşlıdır ve hep naziktir.
Korkunç bir Ağustos sıcağı, günlerden pazar, evde balkondayız.
“Kapalıçarşı yanıyor” diyorlar. Bir taksiye atlayıp ulaşıyoruz. Yarım saat içeresinde
bütün çarşı yanıp bitmiş bile. Dükkânımızı, işimizi, çok şeylerimizi kaybettik
ama mutluluğumuz duruyor. Tevekkülü, kanâati, şükrü, ondan
öğrendim. Var olan her şeye şükretti. Kayba da hiç isyan etmedi. Yirmi beş
yaşında bir trafik kazasında yitirdiğimiz, kardeşim Ömer’in tabutu arkasından
beraber yürüdük. Bir yıl sonra, on beş yaşında, lösemiden vefat eden ilk
torununun tabutunu birlikte taşıdık. O bunlara bile rıza ve teslimiyet gösterebilen,
bir inanç sahibi idi.
Kandiller ve cumalar dışında, pek namazı niyazı yoktu ama hiç bir
tarikata meyilli olmadan, tasavvufu çok iyi bilen, Allah nidasını gönülden
söyleyebilen, “İnni ene Rabbike” ayetini tekrar tekrar okurken samimi göz yaşı
dökebilen, hakka ve hukuka saygılı, sevgi dolu, gerçek bir Müslümandı. Vefa’yı
ondan öğrendim. Sevgiyi, sadakati da. Âşık olduğu anneme bir kere bile ihanet
etmediğine yemin edebilirim. O ailesine sevgi verdi, Cenab-ı hak’da ona insanüstü
bir eş, hayırlı evlât, çok sevdiği gelin ve damat, dağıttığı
sevgiyi derlebileceği torunlar verdi.
Bir ömrü hoşgörü, şaka ve espri çerçevesi içinde değerlendirmeği bildi.
Felaket ve acılı günlerin bile, ilk yakıcı tesirlerini atlattığında, geri
döndüğü nokta hep ölçülü espri yeteneği olmuştur. Yaşlılık ve rahatsızlığın
etkisi ile birçok melekesini kayıp ettiği, beslenme içgüdüsünü bile yitirdiği
dönemlerde, ayakta kalan, espri yapma ve algılama yeteneği idi. Bir de
nezaketi.
Baş ve işaret parmaklarımla göz kapaklarını kapatıyorum.. Pikesini
yüzüne çekiyorum. Ağlamak geliyor içimden. Boğazımda bir düğüm var. Ne aşağı
gidiyor yutkununca ne yukarı.
Annem yanımda halâ dikili.
Annemin yanında ağlayamam ki. Ağladığımı ona gösteremem, bu benim tarzım değil. Annemin de tarzı
değil.
Bizler acımızı gösteremeyiz. Sevincimizi de, sevgimizi de. Oysa babamın
üzerine kapanıp doyasıya ağlayabilsem… Ya da anneme sarılsam beraberce
ağlayabilsek…
Şimdi yapılması gereken birçok işlem var.
Sonra ağlarım. Yalnızken, yalnız kalınca...