HELA TEMİZLİĞİ VE DAYAK
Okuduğum gazetenin köşe yazarı Ege
Cansen, “hela temizleme skandalı”
başlıklı yazısında Konya’da bir teknik lisede öğrencilere rutin hela temizliği
görevi verilişini savunuyordu. Kendisi ile aynı fikirdeyim. Öğrencilerin,
kullandıkları mahalleri ve özellikle tuvaletleri temizlemek zorunda olurlarsa
buraları temiz bırakmak gereğini de öğreneceklerini savunuyordu yazısında.
Aslında bu terbiyenin daha öğrenci lise
seviyesine gelmeden önce evinde sonra yuvada, ilkokulda almış olmalı idi. Bugün bekçisi olmayan umumi helalara bir
bakınız lütfen… Rahmetli Emekli General Sadık Aldoğan’ın Millet Partisi
mitingindeki bir konuşmasını anımsıyorum. Herkese oy eşitliğinden bahsediyordu.
Şöyle diyordu; “hangi millete oy eşitliği? Daha helada dışkısını deliğe denk
getirmeyi bilemeyenlere mi? istetseniz istasyon helasına kadar gidip bir bakın.”
Umumi hela duvarlarında “şakule
dikkat” uyarısı vardır. Tabii başka metinler de. Han duvarlarınki, mescit
duvarlarındaki, kaplıca soğukluklarındaki, türbe duvarlarında, mezar taşlarında
olduğu gibi hela duvarlarında da yazılar, aslında bir edebiyat dünyası vardır…
Özellikle hela edebiyatı çok zengin ve renklidir ki bir adı da “tosun
edebiyatıdır.” Bunun en esprili örneğini
bir arkadaşım Milano Operasının tuvalet duvarında görmüş. “Bendeniz Tosun,
burada da emrinizdeyim!”
Asker ocağında çavuş kursunu bitirenlerin koluna terfiyesini takan
kumandanı bir de tokat atarmış ve “Ulan
dikkat et topuğuna yapma.” Çünkü yeni çavuş bütün gün kafası sağa dönük kolundaki işareti seyredermiş. Tabii
tuvalet esnasında da… O zaman dışkı haliyle topuğuna denk gelir!
Bazı hallerde tokat ve dayak o kadar
doğaldı ki bizim kuşağımızda…
Babalar çıraklığa verdikleri oğullarını ustaya teslim
ederken serbest iradeleri ile “Eti senin
kemiği benim” ahdi ile sunarlardı. Daha evvel mahalle mektebine götürülen
çocuklar da hocalarına böyle teslim edilirmiş. Seksen yıllık yaşamımda bu
teslimden kemik olarak geri alınmış ne bir talebe gördüm ne de çırak. Tam
tersine icabında gerekli dayağı yiyerek eğitilmiş bu adamlardan âlimler, becerikli ustalar, başarılı fabrikatörler,
varlık sahibi olmuş iş adamları ile çok karşılaştım. İstisnasız hepsinin de
hocasını, ustasını hürmet, hayır duası ve rahmet ile andıklarına şahit oldum.
Bizim okula başladığımız yıllarda bu seremoni
kalmamıştı ama kuşağımızdan öğretmen dayağı yememiş, kulağı çekilmemiş kimse
olabileceğini hiç sanmıyorum. Üstelik hiç de kişiliksiz, ezik, sapık bir toplum
olmadık. Şahsen ortaokul sıralarında yere attığım kalemi bahane ederek
bacaklarını seyrederken yakalandığım matematik hocamdan tebeşirle kara tahtaya
daire çiziminde kullanılan ağaç pergel ile yediğim dayağı hiç unutmadım. Hocamı
hiç haksız bulmadım, kırılmadım, sonraları kendisinden çok iyi notlar aldım.
Çocukluk içgüdüsü ile yaptığım yaramazlığa verdiği cezadan hiç şikâyetçi
olmadım. Suç işledim, terbiye dışı
davrandım, cezamı çektim, dersimi aldım ve bitti. Disiplin Kuruluna verilerek,
afişe edilerek geleceğimle oynanmadı. Rahmetle anıyorum.
1950
evveli bulunduğum Anadolu ilinde bir Sami Çavuş vardı. Uzatmalı Jandarma
gediklisi. Kırsal alanın asayiş ve namusu ondan sorulurdu. Elinde sığır
organından, saç örgüsü copu ile görüntüsü bile yeterdi. Ortakçımız dul kadın,
Sami çavuşa rüşvet olarak kaymak, yoğurt getirir, haşarılığı ile baş edemediği
oğlunu dövdürürdü. Sonraki yıllarda falakası ile meşhur İzmir’deki Kantar
karakolunu hatırlıyorum. Suçluların en büyük korkusu bu karakola düşmekti.
Kabadayılar ve mafya babalarının en çekindiği şey mahkûm olmak, hapse düşmek
değil polis dayağı yüzünden karizmalarının çizilmesi idi yakın zamana kadar.
Kültürümüzde çocuğunu terbiye ve
cezalandırma için makul ölçülerde dayak vardır. “Ananın vurduğu yerde gül biter.” “Kızını dövmeyen dizini döver.”
Aşırı dayakçılar, kadın dövenler ise ruh hastaları, sadistler ve alkolikler
olup asıl dayak ile cezalandırılması gereken kimselerdir.
İngiltere’de çok yakın zamana kadar
okullarda alenî dayak cezası vardı. Aristokrat ve kraliyet ailesi çocukları da
bu cezadan muaf tutulamazdı. Bugün ki uygulamayı bilemiyorum.
İslâm fıkhında zinâ ve dört şahit ile
ispatı gereken zinâ isnadı suçlarına dayak cezası vardır. Ve sopa adedi Nur
suresinde tayin edilmiştir. “Dayak
cennetten çıkmadır” deyimi bir inanç haline gelmiştir. Ki; Tevrat’ta
cennetten çıktığı söylenen dayak aslında “Tayak”
olup çubuk, sopa, ậsậ anlamındadır. Yani Musa’nın ậsậ’sıdır. Ama zamanla
dayak’a ve dayak atmaya dönüştürülmüş.
Hatta Yazarını bilemediğim bir beyitte:
“Gökten
indi dört kitâb,
Beşincisi
tedib-i-darb.[1]
Olmayaydı
darb,
Hüküm
edemezdi dört kitâb.” Şeklinde yazılıma girmiştir.
“Bugün ülkemizde bir gerçek var. Gazete başlıklarını
TV. Haberlerini inceleyiniz; guruplar halinde dolaşan, saldıran, tinerciler,
gaspçılar, serkeşler, travestilerden hakaret gören, geri çekilmek zorunda
kalan, tabancası elinden alınan, otomobilleri tahrip edilen, sarhoşların
oyuncağı haline getirilen polisler, sokaklarda sürüklenen yaşlı kadınlar, bir
çanta için bıçaklanan genç kızlar, darp edilen doktorlar, sağlık görevlileri, devamlı
şiddet gören eşler, hunharca öldürülen komando yüzbaşıları, tahrip edilen,
yağmalanan işyerleri rutin haberler haline geldi.
Üç beş yıl evveline kadar görmediğimiz,
en azından ender karşılaştığımız bu tablonun oluşumunda; gereksiz aflar, infaz
yasaları, “Cumuk’lar”, sadece suçluları kollayan İnsan Hakları kuruluşları(!),
fanatik sivil toplum örgütleri, sorumsuz medya mensupları kadar polisin elinin
bağlanmasının da etkisi yok mu? Kanun Koyucu kolluk kuvvetlerinin sopasına
müsamahayı kaldırırken maalesef yerine bir müeyyide bir çözüm koyamamıştır.
Polis kimi döveceğini (talihsiz istisnalar dışında) çok iyi bilirdi. Tabii toplu
gösterilerdeki aşırı ve oransız güç kullanımını kast etmiyorum.
Artık hapishanelerde ilk girişteki kapı
altı seremonisi(!) , Beyoğlu Polis Merkezinde, Hortum Süleyman nam Komiser yok
ama İstanbul’un göbeği Taksim’de asayiş de yok.
Babamdan hiç dayak yemedim, dövmekte tehdit ettim ama çocuklarımı hiç
dövmedim. Yedek Subay iken erlerimi de. Okurlarım beni çağ dışı
bulmasınlar. Sakın ola işkenceyi savunduğum sanılmasın. Dayaktan yana olduğum da.
Önce dayağın benim kuşağımdaki kabul şeklini
nakil ettim sonra da farklı bir pencereden bir yorum getirdim önünüze.
Diyorum ki; acaba olaylara hep aynı
açıdan bakmak çok mu doğru? Lafontain hikâyeyi farklı sonla bitirse idi;
Ağustos Böceği “Bütün yaz sevgilime serenat yaptım, mevsimi aşk, müzik ve
doğayı duyarak geçirdim. Şimdi açım ama mutluyum. Ya sen? Yaşamdan hiç zevk
almadan kolonin için sadece çalıştın, hamallık etin de ne oldu?”
Dese idi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder