Günümüzde
dünyanın her yöresine tur programları, TV’de canlı tur yayınları, hatta cep
telefonlarında video ve anlatımlar o kadar çok arttı ki; on yıl evvelki bir gezi notlarının ilgi
çekeceğinden emin değilim. Ama politik nedenlerle bir İsrail gezisi şu sıralar
pek olası değil.
Bu
nedenle 2010 yılındaki İsrail ve Mısır gezimizi paylaşmaya karar verdim. Yazı
bir hayli uzun olduğundan parçalara bölerek paylaşacağım. Tur programı gereği
önce Atina ve Mısır var. İlginize ve sabrınıza…
Sevgili Şart;
30 Eylül öğle üzeri Marmaris’e hareket
ettik. Akşam saat 18 sularında Aydın’ı tuttuk ve orada konakladık. Sabah
Akyaka’da biraz eğlenerek saat 11 gibi Marmaris’e otelimize giriş yaptık. Hava
sıcak, deniz nefis, daha bavulları açmadan Belma denize attı kendini. Ben de
plaj barda oturup bir bardak bira içtim. On beş yirmi dakika sonra Belma geldi.
Yemeğe gitmek niyetiyle ayağa kalktım fakat baş dönmesiyle oturma ihtiyacı
hissettim. Bir dakika sonra yeniden kalktım. Daha doğrusu kalkma teşebbüsünde
bulundum. Sonrası yok. Ne kadar sürdüğünü bilemediğim bir baygınlıktan,
derinlerden bir yerden Belma’nın “Yavuz, iyi misin Yavuz” endişeli seslenişi ile zorla gözlerimi açtım.
Başıma toplanmış kalabalık, yüzüme atılan sular nedeni ile üstüm ıslak,
şiddetli mide bulantısı, baş dönmesi, müthiş bir yorgunluk. Hiç iyi değilim ama
Belma’yı rahatlatmak için biraz ses, biraz el hareketiyle “iyi” olduğumu
söylüyorum o kadar. Yere yığılmamam için Belma kucaklamış, yardım istemiş,
dayanmış olduğum gözlemeci kadının peykesine dört beş kişi zorlukla
oturtmuşlar. Ambulans çağrılmış. Nitekim bir iki dakika sonra geldi. Sedyeye
alındım. O sırada ölçülen tansiyonum altı. Hastaneye gitmemiz gereğini
söylediler. Belma birkaç dakika kendisini beklemelerini isteyerek, zorlukla
şortumun cebindeki oda ve kasa anahtarlarını, cep telefonunu aldı.
Ambulansta
sedyeye bağlı, gözlerim kapalı Belma’yı bekliyor ve onun sağlığı için dua
ediyorum. Karşılaştığı travma benimkinden çok daha büyük. Ama her zamanki soğukkanlı
ve itidalli davranışıyla kimliğimi ve para almış. Siren sesleriyle Ahu Hetman isimli özel
hastaneye intikal ettik. Hemen bir dâhiliyeci ve bir kardiyolog müdahale etti.
Bu arada tansiyonum önce 7 daha sonra 11’lere kadar yükseldi. Mide bulantısı ve
baş dönmesi devam ediyor. Serum bağladılar, ısrarla göğüs ağrısı soruyor,
enfarktüsten şüpheleniyorlar. Yirmi dört saat gözetim altına almayı uygun
buldular. Servise çıkarılıp yatırıldım.
Müşahede
altındaki süre otuz saati buldu. Çok şükür, kan bulgularım ve enzimler,
elektrolar, şeker düzeyim iyi. Tansiyonum normallere geldi. Seyahate çıkmamda
sakınca görmediler. Yine de rapor ve elektrolarımı Bursa’ya müdavi doktoruma
fakslayarak onun da yorumunu aldım. Belma’nın yolculuktan vazgeçelim
tekliflerini şiddetle reddediyorum. Onun kendisini ve moralini toparlayabilmesi
için bu şart.
Neyse, iki gün
daha dinlenme ve denizden sonra 3 Ekim
Pazar sabahı saat 9 gibi Marmaris limanına geldik. Gemimiz Zenith yanaşmış tamamı Avrupalı turist
yolcularını indirmekte. Hazır bekleyen otobüsler onları alarak ekstra turlara
götürdüler.
Bizler de 14
Türk yolcu gemiye alındık. Dört aile
Muğla’dan. Bursa’dan emekli bir jandarma
albayı ve eşi, İzmir’den emekli bir tuğgeneral ve eşi. Pasaportlarımızı teslim
edip, gemi içi kartlarımızı aldık. Bu dördüncü crius yolculuğumuz. Bu manyetik
kartlar bir anlamda kimlik kartlarımız. Limanlara iniş binişlerde pasaport
yerine geçiyor, kamara kapımızı açıyor ve gemi içi harcamalarda, kazino’da,
freeshop’da ve limanlarda ekstra turlara katılımda kredi kartı yenine geçiyor.
Seyahat şirketimiz Pullmantur’da her şey dâhil sistemi geçerli. Kamaralarımıza
yerleştik, bavullarımız gelmiş. Kamaramız dış kabin ve güzel ama gemi çok büyük
değil. On iki güverte ve sadece 1800 yolcu kapasiteli.
Saat 13.- gibi
demir aldık. Kitaplarımızı alıp üst güverteye, havuz başının camla kapalı
koltuklarına yerleştik. Datça Kıyılarını seyrederek yol alıyoruz. Açıklarda
Simi Adası. Rotamız Pire. Kısmetse
sabah 08’de orada olacağız.
4 Ekim pazartesi;
Pire Limanı çok
geniş. Büyük bir doğal körfezin karşılıklı iki kıyısı rıhtım düzenlemesinde.
Yunan Adalarına sefer yapan onlarca feribot, deniz otobüsleri, iç hat gemileri,
şilepler ve bizler gibi, sayısı ona yaklaşan crius gemileri bordalamış.
Yolcuların tamamına yakını boşaldı. Çoğunluğu İspanyol, Portekiz ve
Yunanlılar. Dün akşam yemeğinde mutfak
ve lokanta personeli onları bir gösteri ile uğurladılar. Personelle bir
haftalık birlikteliğin doğurduğu samimiyetle sirtakiler oynandı.
Gemi buradan
yeni yolcularını alacak. Turun başlangıç noktası burası. Limanda bir taksi ile
pazarlık ederek üç saatliğine Atina’yı turlamak üzere ayrıldık. Şoförümüz
Hıristo’nun benim seviyemdeki İngilizcesiyle şehri dolaşmaya başladık.
Daha evvel Atina’yı panoramik
görmüş ve Akrepol’e çıkmıştık. Bu yüzden evvelce hazırlamış olduğum notlar
doğrultusunda tura Plaka bölgesi ile
başladık. Burası Akropolis’in
bulunduğu tepenin hemen eteklerinde Atina’nın en eski yerleşim bölgesi. Daracık
sokaklarında günlük hayatı görebileceğimiz iki bölge sırasıyla Anafiotika
ve Plaka.
Anafiotika, Akropolis’in hemen altında yer almakta. Google’nin verilerine göre bölgenin karakteristik özelliği, çoğu Yunan yerleşiminde de görülen, beyaz boyalı yazlık evler ve pencerelerin, kapıların önlerini süsleyen sardunyalarmış. Biraz ilerisi ise Plaka. Burası tavernaları, daracık taş sokakları, sokaklardaki satıcıları, sardunyalı cumbalı evleri, antika dükkânları, galerileri ve yemekleriyle ünlü imiş ama en yoğun olduğu zaman güneş battıktan sonra başlarmış. Rembetiko, uzo ve lezzetli Yunan yemekleri eşliğinde eğlence sabaha dek devam edermiş. Tabii bunu yaşama şansımız olmadı. Üstelik sardunyalı pencereleri de görmedik. Civarda el işi, nakış işleri ve tabloların sergilendiği Yunan Halk Sanatları Müzesi, onun karşısında yer alan Çocuk Müzesi ve Klasik Yunan – Roma heykelleriyle Bizans ikonalarının sergilendiği Kanellopoulos; Arkeoloji ve Bizans Müzesi varsa da beni müzelerin beni ilgilendirmediğini bilirsin.
Anafiotika, Akropolis’in hemen altında yer almakta. Google’nin verilerine göre bölgenin karakteristik özelliği, çoğu Yunan yerleşiminde de görülen, beyaz boyalı yazlık evler ve pencerelerin, kapıların önlerini süsleyen sardunyalarmış. Biraz ilerisi ise Plaka. Burası tavernaları, daracık taş sokakları, sokaklardaki satıcıları, sardunyalı cumbalı evleri, antika dükkânları, galerileri ve yemekleriyle ünlü imiş ama en yoğun olduğu zaman güneş battıktan sonra başlarmış. Rembetiko, uzo ve lezzetli Yunan yemekleri eşliğinde eğlence sabaha dek devam edermiş. Tabii bunu yaşama şansımız olmadı. Üstelik sardunyalı pencereleri de görmedik. Civarda el işi, nakış işleri ve tabloların sergilendiği Yunan Halk Sanatları Müzesi, onun karşısında yer alan Çocuk Müzesi ve Klasik Yunan – Roma heykelleriyle Bizans ikonalarının sergilendiği Kanellopoulos; Arkeoloji ve Bizans Müzesi varsa da beni müzelerin beni ilgilendirmediğini bilirsin.
İkinci hedef
Atina’nın en önemli meydanı olan Syntagma
Meydanı, Yunanca’da Anayasa Meydanı
anlamına geliyor. Meydanın hâkim yapısı Parlamento Binası.
Binanın meydana bakan ön cephesinde Meçhul Asker Anıtı var.
Parlamento’yu koruyan askerlerin (evzoneler)
Önünde birer fotoğraf aldık; bütün turistler gibi. İlgi çekici nöbet
değişimi töreni evvelce görmüştük.
Ponponlu ayakkabılar ve pilili etekler. Bir söylenceye göre, askerlerin
eteklerindeki 400 adet pile, ülkenin Osmanlı yönetiminde geçirdiği 400 yılı
sembolize etmekteymiş. Biraz ilerideki Zeus
Olympias Tapınağı ve hemen yakınlarında 2004 Olimpiyat Oyunları’na
ev sahipliği yapmış olan Panathenaiko Olimpik Stadyumu bizleri
çok entrese etmeyen yerler.
Arabamızla
meydanı dönüp parlamento binasının arkasına dolanınca Atina’nın
en gözde semtlerinden biri olan Kolonaki.
Küçük, yokuşlu bir meydan, ortasında bir park yer almış. Syntagma Meydanı’nı Kolonaki’ye bağlayan
bulvar boyunca konsolosluklar şık binalar, butikler, ünlü modacıların
mağazaları, sıralanıyor. Kentin en pahalı bar ve restoranları da burada
imiş. Bu bulvarda yer alan, Belma’nın
kapısına kadar gidip, şöyle bir göz attığı evlerden biri müze. Ev eskiden Yunan
diasporasının ünlü ve varlıklı ailelerinden Benakilere aitmiş. Müzede Helenistik ve Roma dönemine,
Hıristiyanlık dönemine ve Ankara, Kapadokya, Batı Ege Yunanlılarına, Osmanlı ve
evvelce İskenderiye’de yaşadığı için Mısır medeniyetine ait sergilenen
eserlerin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanıyormuş.
Sonraki hedef Monastiraki;
burası da Plaka ile benzerlikler taşıyor. Hediyelik eşyalar, biblolar satan dükkânlar,
küçük barlar ve kahvecilerle dolu. Pazar günü kurulan bitpazarında uygun
fiyatlı eşyalar, hediyelikler, antikalar, kıyafetler, gümüş, bakır, bronz
eşyalar bulunabilirmiş. Tabii onu görme şansımız da yoktu. Şoförümüz katedralin
önüne park etti, ayrıldık. Katedral tamirde olduğundan içi iskelelerle kaplı,
görecek bir şey yok. Monastiraki
Meydanı’nın güney kısmında Osmanlı döneminde kalma Tzisdarakis Camisi var. Günümüzde seramik
sergisine ev sahipliği yapmakta. Meydanı ve ara. Sokakları biraz dolaştık,
Kebapçı ve lokantalar yoğunlukta, bir yerde birer kappiçino içtik. Marka
mağazaların aralarına sıkışmış dükkânlar bir zamanların Mahmut Paşa’sını
andırıyor. Hâlâ daha çok sayıda manifaturacı var.
Yeniden
arabamızdayız. Şoför efendi ve Avrupa terbiyesinde bir adam. Her iniş
binişlerimizde inip kapıyı açıyor. Biraz evvel yayan dolaştığımız Monastiraki
metro istasyonundan Athinas Caddesi’ne
sapıp sıkışık trafikte sokak boyunca sağlı sollu kurulmuş pazarı görüyoruz.
Burası Atina’nın merkez pazarı imiş. Bu pazarda et ve balıklar yolun sağında,
sebze ve meyveler ise solunda satılırmış. Görüntü hiç yabancı değil.
Dükkânların önüne çıkarılmış, her çeşitten sepetler, saçaklarına asılmış teneke
ve galvaniz mutfak eşyaları, kaldırımlara taşmış yemiş çuvalları ile bir
Anadolu kasabası çarşısı görünümünde.
Biraz ilerleyince Kotzia Meydanı geliyor. Sonra
solumuzda Belediye Binası ardından da Omonia Meydanı. Burada Ulusal Arkeoloji
Müzesi var.
Saat dolmadı
ama Atina bitti. Belma’nın arzusu ile yeniden şehrin etrafından geniş bir tur
alarak Akrepol’ün aşağıdan en iyi göründüğü ve bütün tur otobüslerinin park
ettiği alana geliyoruz. Atina'nın kuruluş yeri olan
Akropolis, mitolojik öykülere bakılırsa Athena ile Poseidon'un kentin
hâkimiyeti için mücadele ettiği yer. Kente ismini veren zafer tanrıçası
Athena'ya adanan ve bugün Akropolis'in en önemli yapı kalıntılarını oluşturan
kutsal mekânları( Parthenon; Erectheion ve Athena Nike tapınakları) arka fona
alarak resim çektiriyoruz.
Atina bu kadar. Caddeler temiz, muntazam ve ağaçlıklı. Genelde
dut, mandalina, turunç ağaçları tercih edilmiş.
Şehir yeni olduğundan mamur;
Yunanların
1821 yılında Yunan İsyanı
ve Osmanlı egemenliğine karşı ayaklanmaları, 1832 yılında imzalanan İstanbul Antlaşması
ile bağımsız bir ülke olarak tanınmasıyla sonuçlanmış Yunan bağımsızlığının
yıl dönümü olan 25 Mart
1821 Yunanistan'da
ulusal tatil günüdür. Bu tarih özellikle Meryem'e İsa'nın doğacağı vahyinin
verilme günü olan Müjde ile
aynı güne denk getirilmiştir. Bağımsızlık kazanılmış ama bu kez Avrupa
devletlerinin müdahalesi ile Alman kralı Ludving’in on yedi yaşındaki oğlu Otto Kral olarak atanmış. Otto yanında
naibi ve 3500 askeri ile o dönem ülkenin en önemli merkezi olan Larissa’yı (Mora Yenişehir) başkent ilan etmiş. O
yıllarda Atina sadece 5000 nüfuslu, eski ve harap bir yerleşim bölgesi. Akrepol
ve eski Bizans kalıntıları dışında hiç önemi olmayan bir yer. Otto 1836’da
başkenti Atina’ya taşımış ve şehri imara başlamış. İmar için gerekli kaynağı
Yunan halkı üzerine saldığı çok ağır vergilerle karşılayınca halk yeniden isyan
etmiş. 1843’de kralı devirip sürmüşler. Fakat bu kez de Avrupa ülkeleri
Danimarka kralının yine 17 yaşındaki prensi William’ı 1. George adı ile tahta geçirmişler. Bugün Atina’nın nüfusu 5-
6milyon civarında ve ülke nüfusunun nerede ise yarısı burada yaşıyor.
Gemiye
dönerek öğle yemeğimizi aldık. Biraz sonra tekrar çıktık ve Pire’yi bir mini
tren ile şöyle bir dolaştık. Pire ile Atina tamamen birleşmiş. Burası da bir
liman kentinden ziyade mamur bir Avrupa şehri. Saat 16 gibi gemimize döndük.
Gemi
yeni yolcularını almakta. Nerede ise tamamı İspanyol ve Portekizli. Güvertede,
teker teker ayrılan Crius gemilerini izleyerek akşamı ettik. Yemek salonundaki
akşam yemekleri daha öndeki seyahatlerimizde olduğu gibi saat 20 ve 21.30’da
olmak üzere iki gurupla veya açık büfede self servisle alınıyor. Biz
erkenciyiz. Masamız altı kişilik. Mahir
ve Nevres beylerle oturuyoruz.
5 Ekim Salı;
Bugün tam gün denizdeyiz.
Sabah her gemi turunda olduğu gibi alârm tatbikatı yapıldı. Can
yeleklerimizi takarak tahlisiye toplanma noktalarına gittik Öğleden sonra ise
bütün yolcuları guruplar halinde disko da topladılar. Bir masa arkasına oturmuş
üç İsrailli Hanım görevli ve başlarındaki, Hahamın önünden ellerimizde
pasaportlarımızla teker teker geçtik. İncelendik ve İsrail’e girişimiz
onaylandı, vize belgelerimizi receptiondan alacağız. Akşamüzeri ise kaptanla
tanışma ve resim çektirme etkinliği oldu. Sonra kaptan tiyatro salonunda
zabitanı tanıttı. Kaptan İtalyan, zabitan hepsi farklı milletten olmak üzere
personelin tamamı toplam 30 ülkeden oluşmuş. Akşam yemeğimiz ise gala
konseptinde olduğundan kıyafetli. Geceleri Show var ama ben erkenden çöküyorum.
Belma izliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder