19 Mart 2019 Salı

(Bir Eski Hikâye) LEMAN ABLA


(Bir Eski Hikâye) LEMAN ABLA

İnegöl; doğup büyüdüğüm bu kasabaya tam otuz yıldır uğramamıştım. Ta ki, bir iş teması için geç vakit gelip, otele yerleşene değin. Yorgun, yatağa atmıştım kendimi.
Çocukluğumun geçtiği mahallede yürüyorum. Bursa Otobüsü yanık benzin kokusu bırakarak geçip gitmiş. Rüzgârın önüne katıp getirdiği farklı yönlerden farklı kokular; kuru ot kokusu, yonca, çiçek kokuları, hayvan kokuları, kereste fabrikasından hızar cızırtıları eşliğinde taze talaş kokusu. Hele o güzelim pişmiş ekmek kokusu…
İşine tarlasına gidenler çoktan boşaltmış caddeyi. Sabah erken sürüye giden sığırların henüz kurumamış atıkların kokusu geliyor burnuma. Tekerlek sesleri yankılanıyor uzaklardan. Onları göremesem de biliyorum. Her zaman hayranlıkla seyrettiğim, büyüyünce o arabaları yapan ustalardan olmayı hayal ettiğim; Bursa’dan yola çıkmış Anadolu’ya sevk edilen Bursa yapımı rengârenk boyalı Tatar arabaları.  Dört beş tanesi arka arkaya bağlanmış, kuvvetli bir çift atın çektiği, o güzelim konvoylar…  Pırıl pırıl metal tekerlek kovanlarından tatlı tınılar, koşumlardan ince çan sesleri kulaklarımda…
Ortası daha yüksek, bombeli, parke taşı döşeli,  her iki yanda bordür süz, Arnavut kaldırımı trotuarlarla bir su oluğu oluşmuş. Annemden azar işitmeyi umursamadan giriyorum o dereciğin içine, ıslanıyor ayakkabılarım. Kenarında oluşmuş yosun tabakalarına tepicikler atıyorum. Kopan yosun parçaları suyun akıntısına kapılıp nazlı nazlı gidiyorlar bir süre.
Kaldırımlara yol boyunca fidanlar dikilmiş, ince, tahta çıtadan çapraz çakılı üçgen prizmalarla korumaya alınmışlar. İri kaplama taşlarının ev kapılarına gelen kısımları sabah erkenden hamarat ev hanımlarınca yıkanmış, süpürge darbeleri ile araları oyulmuş, hala daha nemliler.
Su basmanına kadar toprak boyayla bordür çekilmiş, kimi beyaz kimi çivit badanalı, pek çoğu iki katlı ahşap evler… Boyasız hane kapıları, tahta eşikleri, pencere pervazları Arap sabunu ve bulaşık telleriyle ovularak tüylendirilmiş, sarartılmışlar. Alt kat pencerelerde itina ile kapatılmış, uçları dilimli, işli, beyaz patiska perdeler. Üst katlarda havalandırılmak için açılmış camlara bahçelerden uzanmış meyveli ağaç dalları, boru çiçekli sarmaşıklar. Evler arasında uzanan üstleri bir sıra yerli kiremit dizili, alçak bahçe duvarları. Duvar boyu yükseklikte, bazen daha da yüksek, üstleri sundurmalı, sarı, pirinç halkalı bahçe kapıları. Kapı tokmaklarını çalıp kaçmak geliyor içimden, ama yapmıyorum; korkuyorum bilmediğim birilerinden.   Çoğunun kasalarında, kapı kanatlarında buraya girip çıkan at arabalarının dingil uçlarıyla oluşmuş derin çizikler var. Duvar köşeleri, sürtünerek kaşınan mandaların vereceği zarara karşı, dikenli tellerle tuzaklaştırılmış. Bazı bahçeler yağmurun, güneşin, yılların etkileriyle kararmış, yamulmuş tarabalarla sınırlanmış. Artlarında yüksek direkler üstüne kondurulmuş mısır ambarları.
Akarsuyu olmayan evlerin kızları mahalle çeşmesinden su taşıma işini bitirmişler, avlularda toplanmış çeyizlerini işlemekte, hanımlar evler arası komşu gezmelerinde olmalı. Bu saatlerde terk edilmişlik duyguları uyandıran, durgun sessizliği tek bozan bahçelerden yükselen horoz sesleri, gugukçuk, karatavuk ötüşleri, sabah yeli ile hışırdayan kavak yaprakları.
Her iki yanında tavanları daha yüksek, damları Marsilya kiremidi döşeli, üst katları çıkmalı, büyük giyotin pencereleri, çift kanatlı hane kapıları yağlı boyalı evler. Köşede önünde küçük bahçesi ile İsmet Paşa İlkokulu.
Öğretmenim Asiye Hanım siyah önlüğü ile bahçede, el sallıyor. Çevresine toplanmış okul çocukları da katılıyor ona şen cıvıltılarla…
Sağda tek katlı küçük evlerin sıralandığı, bahçe duvarlarına tütün askılarının dayandığı Arnavut kaldırımı dar sokaktan Kavaklar’a yöneliyorum. Buraya yalnız gelmeme izin yok ama umursamıyorum.  Burası da sessiz, kimseler yok. Ama birden bir rüzgâr çıkıyor, hışırdıyor kavaklar, yaprakları düşüyor art arda, ayaklarımı örtüyorlar, birikmiş yaprakları tekme darbeleri ile savurarak yürüyorum.
Aniden sesler yankılanıyor kulaklarımda güneş yok oluyor dalların arasından. Akşam karanlığı çöküyor. Kadınlar hızla iş bohçalarını, poğaça sepetlerini topluyorlar. Oyundan kopamayan çocuklarını çekiştirme telaşındalar. Örgülü saçlı genç kızların yangın alayı bozuluveriyor, acele sarıyorlar atladıkları kalın ipi. Sadece ikili üçlü gruplarla turlayan delikanlılar kalıyor çevrede. Korku ve endişeyle ürperiyorum, eve geç kalacağım, gene kızacak annem.  Koşmak istiyorum, koşamıyorum, boğazımda bir düğüm. Koşuyor ama yol alamıyorum, bir güç çekiyor sanki arkamdan yakalamış.
Zorlukla ana caddeye çıkıyorum,  orası aydınlık ve ferah, rahatlıyorum. İşte karşıda Kaymak’ın Kahvesi, geçince her iki yol sivri bir üçgenle çakışıyor burada ve genişliyor. Kaldırımda kiralık bisikletlerin sıralandığı küçük dükkânında bir ayağı sakat velespitçi amca, el sallıyorum.
Yanında anneannemin evi; kapıyı çalmama gerek kalmadan açılıyor ardına kadar. Evin avlusuna açılan alçak bir tahta kapıdan arka bahçeye geçiyorum, kasılarak gezinen horozlar, aceleci tavuklar dolanıyor. Duvar dibinde terk edilip paslanmış bir biçerbağlardan bir tavuğun feryadı yükseliyor. Demir tekerlerin altındaki samanları karıştırıyorum, gizli folluktaki sıcak, taze yumurtayı alıyorum oradan
En çok bu evdeki kış gecelerini severim. Ürkütücü sessizlikte sadece zaman zaman sokaktaki boza ya da portakal satıcılarının haykırışları, bekçi düdükleri yankılanır. Ve uzaklardan birbirilerine cevap veren köpek havlamaları...
Sabah incecik bir cızırtıyla açarım gözlerimi. Erkenden yakılmış odun sobasının üzerine konulmuş güğümden kızgın saca kayan damlalar incelip kalınlaşan ses dalgalarıyla öter bir süre. Çatırdayarak yanan çıralı odunlar, arada bir devrilirken çıkardıkları tok sesler eşlik eder bu musikiye. Yeni bir damlanın düşmesini bekler, bu arada soba kapağının küçük penceresinden yalazaları izlerim keyifle. Hiç kimse “artık kalk” demez. Ta ki mangala çıkarılmış közde maşa üzerinde kızartılmış ekmek kokusu gelene değin. Ardından bir şişe takılarak soba kapağından içeri uzatılan sucuğun kokusu yayılır tüm odaya. O zaman arzusuyla yorgan keyfini bitirir, ağzım sulanarak fırlarım, doğru kahvaltı masasına…
Sessizlik ve hüzün kış gündüzleri de hâkim olur kasabaya. Tarlalar karla kaplanır, kadınlar evlere, erkekler kasvetli kahvelere kapanırlar. Bastıkça gıcırdayan karlarda yürüyenler azalır, sürüler damlarından çıkamaz, kuru ile beslenirler. Nadiren geçen arabaya koşulu mandaların salyaları incecik süngülerle donar, uzarlar. Saçaklarını buz sarkıtlarının süslediği evlerin yola çıkarılmış soba bacalarından odun dumanı kokuları yayılır etrafa...
Şu karşıdaki Osmanların evi, köşesinde araba dingilleri çarpmasın diye dikilmiş bir silindirik taş var, üzerine oturuyorum. Altımdan serinliğini duyuyorum. Ama ayaklarım yere basıyor şimdi, yukarılarda sallanıp kalmıyor. Bir sarı kedi geçiyor önümden, kuşkulu gözlerle bakıyor bana. Bense hemen tanıyorum onu. Her yaz başı ısrarla minik yavrularını benim yatağıma taşıyan kedi bu. Kalkıp ardı sıra yürüyorum, meydanın bitişiğindeki bizim evimiz, yanındaki de Leman Abla’nın.
Leman Abla cumbada, dirseklerini aralıklı tahtalarına dayamış sarı saçları omuzlarında. Dalgın bakışlarını ufuklara dikmiş gene öylece durgun, hüzünlü. Her zaman hüzünlüdür zaten. Yıllar evvel Çanakkale Boğazında, sabaha karşı, bir yabancı şileple çarpışıp batan Dumlupınar Denizaltısındaki şehit kocasını düşünür. Gemiden su yüzüne çıkan haberleşme şamandırasının bağlantısı kopmadan son sözleri “vatan sağ olsun” olmuş. Göreve gidecekleri sabah kızı boynuna sarılıp “ baba ne olur gitme” demiş de Recep Başçavuş “gitmem gerek kızım, ben bir askerim vazife kutsaldır” demiş ve öpüp ayrılmış. Leman Ablayla öpüşememişler bile. Gidiş o gidiş. 

Bahçemizdeki yüksek armut ağacına çıktığım zamanlar Leman Ablayı bitişik bahçelerinde çamaşır asarken görürüm. Dilinde ince yanık sesi ile hep aynı şarkı; “gitti de gelmeyiverdi ahh gözlerim yollarda kaldı.”  Denizaltı batınca bir süre sonra içerde oksijen bitermiş, nefes alamayan denizciler çok büyük acılar çekerek, çırpınarak ölürlermiş. İşte o zaman en büyük rütbeli sırayla bütün arkadaşlarını vurur sonra kendi beynine çekermiş tetiği. Öyle anlatır babam. Gözlerimde o sahne, Leman Abla söyler ben ağlarım armut ağacının tepesinde, boğazımda buruk bir tat. 
Ayaklarımı sürükleyerek yaklaşıyorum, “Leman Abla,” diye sesleniyorum, coşkulu bir sesle, “ben geldim, Recep.” Sevgiyle bakıyor, mavi gözleri sevinçle ışıldıyor, yatık ikindi güneşinin ışıklarıyla. “Recep!” diyor. “Kurabiyen hazır”. Cumbanın demirleri arasından bir defter yaprağına sarılmış kurabiyemi uzatıyor. Elleri permanant kokuyor, kâğıda da sinmiş bu koku. Leman Abla kuaför, bütün gün evinin altındaki odada perma yapar. Kadınlar saçları kıvrım kıvrım çıkarlar oradan. Bir süre permanant kokusu bırakırlar arkaları sıra. İştahla ısırıyorum Un Kurabiyesini.   Mis gibi tereyağı kokuyor. Birkaç gün önce yapılmış olmalı. Yağını dışarı vurmuş, üzerindeki unlar hamurlaşmış. Dişlerimin arasına sıvaşıyor yağlı hamur.  Damağımda tereyağı, burnumda permanant kokusu…
Silkinerek uyanıyorum. Etraf karanlık sadece aralık perdeden bir sokak lambasının huzmesi vuruyor gözlerime. Uzun süre nerede olduğumu kestiremiyorum. Ayaklarımı aşağı sallıyorum karyoladan, yere değiyorlar. Sanki Osman’ların köşe taşında oturuyorum, ama taşın sertliği ve serinliği yok.
Evet, rüya gördüm, mahallemi, çocukluğumu. Kalkıp yüzümü yıkıyorum ama çözemediğim bir şey var; damağımda tereyağı lezzeti ve odada keskin bir permanant kokusu…
Ertesi gün işimi hızla bitirip eski mahalleme yöneliyorum. Her şey otuz yıl evvel bıraktığım gibi. Parke taşı döşeli yollar. Sanki bütün boyutlar küçülmüş; evlerin cepheleri eskimiş, solmuşlar. Ovularak sarartılmış hane kapıları şimdi koyu saman rengine dönüşmüş, yer yer çatlaklar oluşmuş üstlerinde, kapı eşikleri çöküntüye uğramışlar.  Şu bahçe duvarı daha yüksek olmalıydı. Yerde bulduğumuz ekmek parçalarını öpüp başımıza koyarak sıkıştırdığımız oyukları büyümüş, genişlemişler… Ekmek nimettir yerde bırakılmaz, bir de kâğıt parçaları; kutsaldır, üzerine Kuran yazılıyor.
Karşıda Osmanların evi, köşesinde yarı silindirik taş. Yok, her şey eskisi gibi değil, taşın boyu daha kısa, sanki yol yükselmiş.
Bir garip sessizlik var sokakta. Mahallenin tüm çocukları yok olmuş. Ne ip atlayan kızlar var ne kapı diplerine gruplaşmış kıkırdayan ablaları.   
Önümden bir sarı kedi geçiyor, kuşkulu gözlerle bakıyor bana, bu kediyi tanıyorum. Her zaman bir sarı kedi vardır bu eski mahallelerde. Horoz sesleri yansıyor uzaklardan.
Çocukluğum, dün geceki rüyam ve şu an aynı boyutta birleşmişler. Sanki aynı tiyatro dekorunda ısrarla aynı oyun icra edilircesine… Aynı mekânda birisi düşler âleminden üç ayrı zaman... Ama mizansen bire bir,   çakışırcasına aynı… Tek uyumsuzluk bende, bir türlü algılamıyorum hangi zaman diliminde olduğumu. Hangi detay otuz yıl evvelinde, hangisi rüyamın, hangisi tükettiğim zamanın?
Köşe taşına ilişiyorum. O kadar alçak ki;  ancak çömelerek oturabiliyorum, gözlerimi ovuşturuyorum bir süre. Bu şifreyi çözecek bir tılsım bekliyorum, ya da bir uyarı beni gerçekler dünyasına geri getirecek.
Kalkıp eski evimize doğru yürüyorum. Leman Abla cumbanın tahtasına dirseklerini dayamış, uzun sarı saçları omuzlarında. Hayret,       bunca yıla karşın hiç yaşlanmamış, aynı çocukluğumdaki gibi. Aynı rüyamdaki gibi.  Şaşkınlık ve heyecanla ona yöneliyorum. Cumba şimdi benim boyumda.
“Leman Abla!” diyorum, sesim titreyerek. Mavi gözleri bana yönleniyor. İkindinin yatık ışıkları ile parlamıyor gözleri, bir hüzün perdesinin ardındalar.
“Leman Abla, ben geldim, Recep” diyorum bir daha, kuvvetli ve umutla. Uzun süre öyle ruhsuz bakıyor, neden sonra tek düze bir sesle yanıtlıyor
“Ben Deniz’im.”
“…..”
“Annem öldü.”
“…..”
 “Dün toprağa verdik onu.”
“…..”
“Seksen yaşındaydı.”





1 yorum:

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...