Muzaffer Efendi, kalın
gözlüklerine ilâve
olarak elinde tuttuğu adeseyi biraz daha yukarı kaldırdı. Okumaya çalıştığı
gazete sütununa iyice odakladı. Son zamanlarda çok bozulmuştu gözleri. Kendini
yeniden gazeteye vermeye çalıştı. Bu sıcak yaz gününün öğle güneşi dükânının
kaldırımlarına vurmuş, açık kapıdan içeri süzülen ışık demeti ve sıcak hava
adamakıllı uykusunu getirmişti. Yan döndürerek kapıya yönlendirdiği rahat
berber koltuğunda şöyle bir kımıldandı, uyuklamaması gerektiğini bir daha
tekrarladı kendi kendine. Esnaf adama uyuklamak hiç yakışmazdı. Her an içeri
girebilecek bir müşteri ne düşünürdü sonra? Müşteri de o kadar azalmıştı ki...
Yeni bir çehre ile hemen hiç karşılaşmıyordu. Eski, gedikli müşterileri de
olmasa nafakayı çıkarmak bile mümkün olmayacaktı. Her gün bir miktar parayı, çekmecedeki
eski ustura kutusunun içine, ayırmasa aybaşında kira ödemek bile imkânsız
olmuştu.
Oysa eski yıllarda hem
kendisini hem kalfasını iyi beslerdi bu mekân. Çift koltuğa rağmen
müşteriler sıra bekler, yaz ayları sayısı ikiye çıkan çıraklar devamlı kapı
önünü sular, yere düşen saç demetlerini hemen toplardı faraşa. Çekirge’nin
zengin sınıfı, memur sınıfı hep onun müşterisi idiler. Her sabah sakal tıraşına
gelen abone müşteriler, abone kartlarını cebinde taşımaz çok güvendikleri
Muzaffer ustada bırakırlardı. O da bu kartları aynanın yanına özel yaptırdığı
verev kesikli çıtaya üst üste dizer sakal tıraşını bitirdiği müşterinin ismi
yazılı kartını alır onun önünde, büyük bir zevkle, bir tıraşlık kuponunu keser
sonra kartı yeniden sırasına iliştirirdi. Sabah erkenden geldiğinde kalfanın
açtığı dükkân temizlenmiş, aynalar parlatılmış, geceden lizol kavanozuna
yatırılan usturalar sıra sıra çekmeceye dizilmiş, mermer konsolun üzerindeki
krem, pudra, pamuk kavanozları, kolonya şişeleri bir asker disiplini ile yan
yana sıralanmış olurdu. Eski Kaplıcadan veya bedava hizmet veren Horhor
Hamamından çıkan bir kaç hamamcı müşteriye hizmet verilmiş, siftah paraları
çekmeceye girmiş bile olurdu.
Hele yaz ayları bir başka
olurdu Çekirge. Yaz ayları demek bereket demekti. Saat iki sularında Mudanya
vapurunun otobüsleri, kaptıkaçtıları ard arda meydana dizilir, sepetler,
bavullar, bohçalar üst bagajlardan aşağı sarkıtılır, bir kısmı müdavim bir
kısmı yeni banyocu kalabalığına pansiyon pazarlayan, bavulları otellere taşıyan
semt çocuklarının çığırtkan haykırışları, şoför muavinlerinin aceleci
hareketleri, ilk defa gelen banyocuların pansiyon bulamama telâşındaki
hareketlilik ile bir panayır havası oluşurdu. Taa yukarı mahallere kadar
pansiyon veren yüzlerce eve rağmen açıkta kalanlar bile olurdu. Banyolarda
yirmi gün, bir ay kalacak bu insanların büyük kısmı mutlaka Muzaffer ustanın
dükkânından
geçeceklerdi. Hele daha zengin sınıf otel müşterileri, her yılın belirli
döneminde, kalabalık ailesi ile gelir Adana’lı, Mersin’li, İstanbul’lu bu
kalantorlar tıraşa çocuklarını torunlarını da getirirlerdi. Hepsini ismen
tanırdı Muzaffer usta. Hizmette ve itibarda kusur etmez, karşılığında da
tarifenin çok üstünde ödenen bedeli şükranla kabul ederdi.
Güneşin batması ile beraber
ard arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları
müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. İşlerin az olduğu bu
saatlerde Muzaffer usta sulanmış kapı önüne çıkardığı sandalyeye geçer hem
tenezzühe çıkmış faytonları seyreder hem de az evvel tıraşını bitirdiği ünlü
saz sanatçıları ile sohbet ederdi. Park otelde konaklayan bu sazendeler
meydanın köşesindeki kahvenin arkasında yer alan berber koltuğunu değil
Muzaffer ustayı yeğlerler, program başlayana kadar da Onun misafiri olmaktan
hoşlanırlardı. O herkese göre lâf, her başa göre tıraşı iyi bilirdi...
Berber dediğin, bilgili
olmalıydı, kültürlü, ağzı lâf yapmalı. Bir yabancı geldiğinde sıkmadan
ağzından lâf
alıp, bir istihbarat subayı ustalığı ile yerini, yurdunu, işini öğrenmeliydi.
Ustasından böyle görmüş, böyle öğrenmişti.
Hükümetin karşısındaki Asri
Berber salonu Bursa’nın en iyi berber dükkânıydı. Yan yana dört
koltuktan cam kenarınki ustanın, diğerleri kıdemine göre kalfaların
olurdu. Tüccarlar, memurlar, savcılar
hep orada tıraş olur, içerdeki kotlularda sıra beklemek için yer kalmayınca
bazı müşteriler şapkasını bırakıp yandaki Çınarlı Kahveye geçerlerdi. Tonet
askılıklarda sıra sıra dizili fötr şapkalar bir bakıma tıraş sırasının da
sembolü olurdular. O yıllar erkekler şapkasız gezmezdi ki... Köylü ve esnaf takımı kasket giyer,
beyefendiler ve memurlar fötr şapka. Cumhuriyet’in ikinci on yılları idi, küçük
Muzaffer bu dükkâna
çırak olarak geldiğinde. O Zafer’le beraber doğmuş, babası da adını Muzaffer
koymuştu. Ne kadar çoktu o yıllar; Muzaffer’ler, Kemâl’ler,
Fevzi’ler İsmet’ler. İlk okulu bitirince yaz tatilinde babası Onu çırak vermişti.
“Eti senin kemiği benim” diyerek. Ustasının elini öpüp işe başlamıştı. İlk
günler biraz yadırgadı işi. Sabah erkenden kalkıp Çekirge’den bazen yayan bazen
yeni yeni çalışmaya başlayan -Bas bir
kaldır iki- Berliet otobüslerle gelip, dükkân temizliği, eski çırakların
onu ezen davranışları ağırına gitmişti. Ama tıraştan sonra müşterilerin
ceketini tutup üstlerini fırçalamaya, elbise fırçası ile şapkalarını şöyle bir
okşayıp sunmaya başlayınca avucuna sıkıştırılan bahşişler hoşuna gitmeye
başlamıştı. Annesinin Işıklar Askeri Lisesi için ısrarlarına fazla sıcak
bakmamış, bu işten gittikçe hoşlanır olmuştu.
Hele ilk bayram, ayakkabı ve pantolonunu kendi birikimi ile satın alınca
iyice keyiflenmişti.
Bir başka idi o yılların
bayramları. Arife geceleri geç saatlere kadar çalışılırdı. Bayram namazından
çıkıldıktan sonra da ilk ziyaret mutlaka ustaya. Caddelerde takım elbiseli,
boyalı ayakkabılı şık erkekler, şapkalı kadınlar ellerinde çocukları, ailecek
kapı kapı ziyaretler yapar, kadınların içmeyi bilemedikleri ve fakat reddetme
cesaretini de gösteremedikleri renk renk likörler ikram edilirdi, asrilik
nişanesi olarak. Sonra da dolmuş yapan yaylı arabalarla şehir turları,
Pınarbaşı bayram yerinde eğlenceler, elma şekerleri, horoz şekerleri.
Hele milli bayramlar; her ev
her dükkân
kudretine göre bayraklar, renkli ampullerle süslenir, şehrin caddelerine taklar
kurulur, meydanlarda bandolar, davul zurnalar gün boyu tokmak vururdu.
Ustasının dükkânını
da kırmızı ampullerden bir ay yıldız süslerdi geceleri.
Ustasına hayrandı. Vali
Refik Bey bile onu çağırırdı vilâyete. O zaman askıdan yeni, ütülenmiş bir
önlük giyer deri, körüklü berber çantasına takımlarını itina ile yerleştirir,
başkasına kullanmadığı, vali beyin özel usturasını alır, alnı biraz yukarda
vakarla geçerdi caddenin öte yanına.
Yüksek memurlar, hâkimler avukatlar, müfettişler, tüccarlarla öyle bir
konuşurdu ki... Amerika'daki krizden, Almanya'daki hükümet bunalımlarına kadar
her konuda fikir yürütür, boş vakitlerde günlük gazeteleri en sonuna kadar
okurdu. Akşam eve giderken takım elbisesini giyer, Barselona fötr şapkası
başında ayakkabılarını gıcırdatarak öyle bir çıkardı dükkândan, bilmeyenler
hâkim falan sanırlardı. Onun kestiği alabros tıraş Amerikan tıraş, berber
önlüğünü patlatarak silkişi, kayışa bir ustura vuruşu vardı ki... Berberlikte
ustura bilemek, kılağı almak başlı başına bir sanattır. Ustura yağlı kayışın
üzerinde belli bir açı ile sert fakat okşar gibi gidip geri dönecek, kayışta
çentik yapmayacak kesinlikle ve gözle görülmez çelik parçası kalmayacak keskin
ağızda. Bu parça cildin altına girer ve kocaman yaralara sebep olur
Yıllarca ustasının her
hareketini dikkatle takip etti, her sözünü nakş etti hafızasına. Öyle ki akşam
evde gündüz dinlediklerini kendi fikri imiş gibi nakledince annesi bu kadar
bilgiye şaşırır, övünür olmuştu. Işıklar (Askeri Lise) tutkusundan bile vaz
geçmişti. Arkadaşlarını çok bilgisiz ve yavan buluyordu artık. Zaman içeresinde
ustası da ondaki bu alâkayı sezmiş, ilgilenir olmuştu. Önceleri
sakal tıraşı için müşterinin yüzünü sabunlamak görevi ile başlayan aşamalar
sakal, sonra saç tıraşına kadar gelmiş ve kalfa olmuştu. Ama bir on yılı da
geride bırakarak.
Önündeki tek örnek
ustasıydı. Onun gibi kruvaze takım elbiseler diktiriyor, Pazar günleri zor
ütülenir poplin gömleğini ustalıkla kolalayıp kravatını bağlıyor, ceketinin üst
cebinden ipek mendilini uzunca aşağı sarkıtıyor, başında Barselona şapkası, ayakkabıcı
Şükrü Ustaya özel yaptırdığı çift kösele, beyazlı kahveli kunduralarını her
adımda gıcırdatarak turluyordu caddelerde ve dikkatini çekiyordu kızların. Bu
şıklık genç bir kızın da ilgisini çekti. Sarışın, mavi gözlü, genç bir göçmen
kızı. Bakıştılar, saçlarını parmakları ile tarayarak selâmlaştılar.
Muzaffer peşine düştü, evini öğrendi ve pazar günleri penceresinin altından
geçmeye başladı. Hep bakıştılar o kadar…
Berber salonunda konuşmalar
hep Almanya üzerine dönmüştü. Polonya, Danzing, Koridor... Harp kokusu
duyuluyordu havada ve beklenen oldu, Avrupa’nın ortası birden ateş topunun
içinde kalıverdi. Türkiye harbe girdi girecek. Asker toplanıyor, tahkimatlar
inşa ediliyor, evlerin bahçelerine sığınaklar kazılıyor, geceleri karartma
yapılıyor, gökyüzü kuvvetli ışıldaklarla taranıyor ve pasif korunma tedbirleri,
yokluk, karaborsa, sıkıntı. Bütün ülkede olduğu gibi, seçkin müşteriler de
ikiye ayrılmıştı; İngilizciler, Almancılar. Tek konu kimin kazanacağı ve
Türkiye’nin kimin tarafında harbe gireceği.
Harbin en hareketli
günlerinde Muzaffer torbası sırtında asker ocağının yolunu tuttu. Acemi
eğitiminden sonra onu Meclis Muhafız Taburuna verdiler. Mesleğinin faydası burada
çıktı meydana. Tertipleri arazide,
siperlerde yatarken o üç yıl boyunca subayları, gediklileri tıraş etti.
Gündüzler güzeldi de, Ankara’nın yazı, kışı soğuk, bitmez tükenmez
geceleri. Nöbette, yatakta hep aynı
hayâlle avundu. Detaylar çizdi, renklendirdi, şekillendirdi, umutlandı, yeislendi; terhis olur olmaz açacaktı dükkânını.
Babadan kalma küçük bağı satacak, bir dükkân kiralayacaktı.
Porselen lavabolar, çinili duvarlar, iki deri koltuk, temiz önlükler. Her gün
günlük gazete alınacaktı ortadaki sehpaya, haftada bir de Akbaba dergisi.
Akbaba’sız berber düşünülemezdi. Bir de Karagöz gazetesi, daha ikinci sınıf
müşterilere. Kapının üzerine kırmızı ampullerle bir yıldız taktıracaktı,
yakacaktı bayram geceleri. Ve Allah’ın emriyle alacaktı Boşnak güzeli Elmas’ı.
Vermezlerse kaçırarak.
Döner dönmez ustasının elini
öptü, icazet istedi. Ustası hemen kendi elleri ile doldurdu ustalık
diplomasını, imzaladı verdi. Kaç yıldır Berberler Derneği başkanı idi o. Bir de
en sevdiği usturasını hediye etti Muzaffer’e, Çifte Cambaz’lı. Severdi
Muzafferi. İyi adamdı ustası, çok şeyler
borçlu idi ona. İstediği gibi yaptı dükkânını. Kapalı çarşıda
kolonyacı İsmail Beyden düzdü bütün takımını. Solingen usturalar, Zaza
makaslar, makineler, Fredo kolonyalar, pudralar. Camın üzerine de kocaman
yazdırdı. Zafer Berberi Muzaffer, şiir
gibi.
Anasını zorla dünür gönderdi.
Hasan Ağa bir iki ısrardan sonra çok diretmedi. “Ustasından sordum, temiz
çocukmuş, kızın da gönlü var, ben de geldiğimde, hiç bir şeyim yoktu. Allah
neler verdi, onlara da verir, Hayırlı olsun”
İyi insandı, Elmas. Ne
varlıklı arkadaşlarının hayatına özendi, ne yatalak annesine yıllarca bakmaktan
yüksündü. Çalışkan, becerikli, en
önemlisi güler yüzlü, sevecen. En dar günlerinde bile sabah kalktığında neşe
dağıtırdı. İki katlı ahşap evin hizmeti yetmezmiş gibi, konu komşuya, eşe dosta
yetişir, berber dükkânının havluları, peşkirleri, önlüklerini mis
gibi yıkar ütüler, yemeği, sofrası, düzeni her şeyi ile herkesçe sevilir
olmuştu. Önce Mehmet iki yıl sonra Metin’i sevgi ile büyüttü. Çocukların tahsil
zamanı gelip de kazançları yetmemeğe başlayınca dikiş dikti, didindi ve bir tek
gün bir şeyden şikâyet etmedi.
Ama şimdi bir şeyler
değişmişti. Yeni binalar yapılıyordu Çekirge’de ve altlarında dükkânlar.
Yeni berberler açılıyordu. Gençler onlara gidiyor, saç yıkatıyorlardı. Berber
tıraş yapardı, natır değildi. Eskisi gibi babaları ile çocuklar gelmez
olmuşlardı. Analar kadın berberine götürüyordu çocuklarını. Oğlan çocuğunu
kadın berber keserse sonu ne olurdu? Bursa büyümüş, Mezbaha önünden yeni yol
açılmıştı, Garaj yapılmıştı Şehreküstü’nün altındaki çöplüğe. Bütün otobüsler
yolcuyu orada boşaltıyor, İzmir, Uludağ, Mudanya otobüsleri Çekirge’den
geçmiyordu bile. Eşekboğan deresi Kültür park olmuş, Havuzlu Parkın ömrü
bitmişti. Ne saz sesleri kalmıştı ne de eski banyocular. İnsanlar şimdi kaplıcaya
değil denize gidiyordu yaz ayları.
Tek başına kalmıştı dükkânında
kalfasız, çıraksız. Son kalfası mesleği yapmamış Çelik palas karşısındaki
büfede ayran satıyordu Yeni Kaplıcadan çıkanlara. Arada bir ustasını tıraşa
geldiğinde ukalâ
ulakâ
“Usta” diyordu, “bu meslek öldü artık, para gıda maddesinde” bir gün
yerleştirecekti lâfı,
ama sonra kime tıraş olacaktı. Berber kendini tıraş edemezdi ki, başka berbere
de gidemez. Tahta berber koltukları eskimişti, şöyle yeni, krom ayaklılardan
bir tane olsun alsa. Para yetmiyordu kiraya bile. Mal sahibi Efe, genç yaşında
ölüverince karısı “artır” der olmuştu. O da haklıydı, kira ile geçinecek. Artık
Akbaba da almıyordu. Müşteriler okudukları mecmualardan getirip bırakıyorlardı.
Hatır için tutuyordu bir iki gün. Bunlar dükkâna yakışır şeyler
değildi k; baldır bacak resimleri,
artist dedikoduları. Belediye çavuşları bıktırır olmuştu, üç beş günde bir
kontrol, üç beş günde bir ceza. Tarifenin üstüne astığı önlüğe bile takılır
olmuşlardı. Berberliğin raconu idi bu. Müşteri tarifeyi görmeden dilediğini
öderdi. Ustasından öyle görmüştü. O zaman belediye reisleri, hâkimler bile ses
çıkarmazdı ustasına.
“Esnaflık örümcek misâli,
ağı kurup bekleyeceksin, kurt mu düşer, sinek mi?” Ağı hazır, bekliyordu da
nedense sineklerin çoğu başka yerlere takılıyordu.
Gazeteyi katlayıp yana
bıraktı. Yorulmuştu gözleri. Tıraş yaparken de zorlanıyordu artık. Bazen kulak üstlerini eli ile yoklayarak
kalan saçları yakalıyordu. O gözleri kapalı bile yapardı tıraşı ama son
zamanlarda elleri de titremeye başlamıştı zaman zaman. Birkaç kere kesik
vermişti usturada. “Amca seni malûlen emekli ettirelim Bağkurdan” demişti bir
müşterisi. Malûlen
yani sakat olarak. Yediremiyordu kendine hem sakatlığı hem emekliliği. Normal
emekliliğine daha üç dört yıl vardı, dayanabilir miydi acaba? Bağkur çıktığında
en dar zamanlarıydı. Allah razı olsun, bir müşterisi “Muzaffer usta, girmek
zorundasın” demişti “giriş aidatını ben
yatırırım elin bolalınca ödersin.” Hiç bolalamadı eli. Kira kutusunun yanına
bir kutu daha koydu, Bağkur aidatını biriktirmeye. Evi verse müteahhide. Bir
daire kendine bir daire kiralık, Çiçekleri ne olurdu avludaki, artık ağaçlaşmış
şimşirleri, dut ağacı? Bursa demek dut demekti. Her evin bahçesinde bir dut
bulunur, bahar geldi mi evin kızları, kadınları hiç değilse bir paket koza
açarlardı. Taze yapraklar her sabah kesilir, 20 -25 günlük bir emekle bir
yıllık harçlığını çıkarırdı kadınlar. Ne ipek kalmıştı ülkede ne dutluklar, ne
kozaklıklar. Birkaç köy can çekişerek direniyordu bu ecdat üretimine. Evin etrafı apartman olmuştu tekmil. Avlusu
güneş göremez olmuş, çiçekleri, ağaçları güneşe ulaşmak için boylanmışta
boylanmış, rutubet adamakıllı artmıştı evin içinde. Çocuklar kendini kurtarmıştı, bir beklediği
yoktu onlardan, bir yardımları da yoktu. Şöyle namuslu bir müteahhit bulsa...
Kapatsa dükkânını
da... Koltuğu, takımları eve götürür, bir odada eşi dostu tıraş ederdi. Çantasını alır evlere tıraşa gider, üç kuruş
devletten, üç kuruş mesleğinden ne vergi var, ne kira, ne Bağkur aidatı geçinir
giderlerdi... Bundan sonrası bir lokma bir hırka, yeter ki Allah hastalık
vermesin ve Devlete Millete zevâl. Beklemeyecekti sene sonunu, kapatacaktı
otuz beş yıllık mekânı, o genci bulmalıydı, Bağkur’cu genci...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder