2 Mart 2019 Cumartesi

BURSA’DABİR BERBER



BURSA’DABİR BERBER*
Muzaffer Efendi, kalın gözlüklerine ilâve olarak elinde tuttuğu adeseyi biraz daha yukarı kaldırdı. Okumaya çalıştığı gazete sütununa iyice odakladı. Son zamanlarda çok bozulmuştu gözleri. Kendini yeniden gazeteye vermeye çalıştı. Bu sıcak yaz gününün öğle güneşi dükânının kaldırımlarına vurmuş, açık kapıdan içeri süzülen ışık demeti ve sıcak hava adamakıllı uykusunu getirmişti. Yan döndürerek kapıya yönlendirdiği rahat berber koltuğunda şöyle bir kımıldandı, uyuklamaması gerektiğini bir daha tekrarladı kendi kendine. Esnaf adama uyuklamak hiç yakışmazdı. Her an içeri girebilecek bir müşteri ne düşünürdü sonra? Müşteri de o kadar azalmıştı ki... Yeni bir çehre ile hemen hiç karşılaşmıyordu. Eski, gedikli müşterileri de olmasa nafakayı çıkarmak bile mümkün olmayacaktı. Her gün bir miktar parayı, çekmecedeki eski ustura kutusunun içine, ayırmasa aybaşında kira ödemek bile imkânsız olmuştu.
Oysa eski yıllarda hem kendisini hem kalfasını iyi beslerdi bu mekân. Çift koltuğa rağmen müşteriler sıra bekler, yaz ayları sayısı ikiye çıkan çıraklar devamlı kapı önünü sular, yere düşen saç demetlerini hemen toplardı faraşa. Çekirge’nin zengin sınıfı, memur sınıfı hep onun müşterisi idiler. Her sabah sakal tıraşına gelen abone müşteriler, abone kartlarını cebinde taşımaz çok güvendikleri Muzaffer ustada bırakırlardı. O da bu kartları aynanın yanına özel yaptırdığı verev kesikli çıtaya üst üste dizer sakal tıraşını bitirdiği müşterinin ismi yazılı kartını alır onun önünde, büyük bir zevkle, bir tıraşlık kuponunu keser sonra kartı yeniden sırasına iliştirirdi. Sabah erkenden geldiğinde kalfanın açtığı dükkân temizlenmiş, aynalar parlatılmış, geceden lizol kavanozuna yatırılan usturalar sıra sıra çekmeceye dizilmiş, mermer konsolun üzerindeki krem, pudra, pamuk kavanozları, kolonya şişeleri bir asker disiplini ile yan yana sıralanmış olurdu. Eski Kaplıcadan veya bedava hizmet veren Horhor Hamamından çıkan bir kaç hamamcı müşteriye hizmet verilmiş, siftah paraları çekmeceye girmiş bile olurdu.
Hele yaz ayları bir başka olurdu Çekirge. Yaz ayları demek bereket demekti. Saat iki sularında Mudanya vapurunun otobüsleri, kaptıkaçtıları ard arda meydana dizilir, sepetler, bavullar, bohçalar üst bagajlardan aşağı sarkıtılır, bir kısmı müdavim bir kısmı yeni banyocu kalabalığına pansiyon pazarlayan, bavulları otellere taşıyan semt çocuklarının çığırtkan haykırışları, şoför muavinlerinin aceleci hareketleri, ilk defa gelen banyocuların pansiyon bulamama telâşındaki hareketlilik ile bir panayır havası oluşurdu. Taa yukarı mahallere kadar pansiyon veren yüzlerce eve rağmen açıkta kalanlar bile olurdu. Banyolarda yirmi gün, bir ay kalacak bu insanların büyük kısmı mutlaka Muzaffer ustanın dükkânından geçeceklerdi. Hele daha zengin sınıf otel müşterileri, her yılın belirli döneminde, kalabalık ailesi ile gelir Adana’lı, Mersin’li, İstanbul’lu bu kalantorlar tıraşa çocuklarını torunlarını da getirirlerdi. Hepsini ismen tanırdı Muzaffer usta. Hizmette ve itibarda kusur etmez, karşılığında da tarifenin çok üstünde ödenen bedeli şükranla kabul ederdi.
Güneşin batması ile beraber ard arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. İşlerin az olduğu bu saatlerde Muzaffer usta sulanmış kapı önüne çıkardığı sandalyeye geçer hem tenezzühe çıkmış faytonları seyreder hem de az evvel tıraşını bitirdiği ünlü saz sanatçıları ile sohbet ederdi. Park otelde konaklayan bu sazendeler meydanın köşesindeki kahvenin arkasında yer alan berber koltuğunu değil Muzaffer ustayı yeğlerler, program başlayana kadar da Onun misafiri olmaktan hoşlanırlardı. O herkese göre lâf, her başa göre tıraşı iyi bilirdi...

Berber dediğin, bilgili olmalıydı, kültürlü, ağzı lâf yapmalı. Bir yabancı geldiğinde sıkmadan ağzından lâf alıp, bir istihbarat subayı ustalığı ile yerini, yurdunu, işini öğrenmeliydi. Ustasından böyle görmüş, böyle öğrenmişti.
Hükümetin karşısındaki Asri Berber salonu Bursa’nın en iyi berber dükkânıydı. Yan yana dört koltuktan cam kenarınki ustanın, diğerleri kıdemine göre kalfaların olurdu.  Tüccarlar, memurlar, savcılar hep orada tıraş olur, içerdeki kotlularda sıra beklemek için yer kalmayınca bazı müşteriler şapkasını bırakıp yandaki Çınarlı Kahveye geçerlerdi. Tonet askılıklarda sıra sıra dizili fötr şapkalar bir bakıma tıraş sırasının da sembolü olurdular. O yıllar erkekler şapkasız gezmezdi ki...  Köylü ve esnaf takımı kasket giyer, beyefendiler ve memurlar fötr şapka. Cumhuriyet’in ikinci on yılları idi, küçük Muzaffer bu dükkâna çırak olarak geldiğinde. O Zafer’le beraber doğmuş, babası da adını Muzaffer koymuştu. Ne kadar çoktu o yıllar; Muzaffer’ler, Kemâl’ler, Fevzi’ler İsmet’ler. İlk okulu bitirince yaz tatilinde babası Onu çırak vermişti. “Eti senin kemiği benim” diyerek. Ustasının elini öpüp işe başlamıştı. İlk günler biraz yadırgadı işi. Sabah erkenden kalkıp Çekirge’den bazen yayan bazen yeni yeni çalışmaya başlayan -Bas bir kaldır iki- Berliet otobüslerle gelip, dükkân temizliği, eski çırakların onu ezen davranışları ağırına gitmişti. Ama tıraştan sonra müşterilerin ceketini tutup üstlerini fırçalamaya, elbise fırçası ile şapkalarını şöyle bir okşayıp sunmaya başlayınca avucuna sıkıştırılan bahşişler hoşuna gitmeye başlamıştı. Annesinin Işıklar Askeri Lisesi için ısrarlarına fazla sıcak bakmamış, bu işten gittikçe hoşlanır olmuştu.  Hele ilk bayram, ayakkabı ve pantolonunu kendi birikimi ile satın alınca iyice keyiflenmişti.
Bir başka idi o yılların bayramları. Arife geceleri geç saatlere kadar çalışılırdı. Bayram namazından çıkıldıktan sonra da ilk ziyaret mutlaka ustaya. Caddelerde takım elbiseli, boyalı ayakkabılı şık erkekler, şapkalı kadınlar ellerinde çocukları, ailecek kapı kapı ziyaretler yapar, kadınların içmeyi bilemedikleri ve fakat reddetme cesaretini de gösteremedikleri renk renk likörler ikram edilirdi, asrilik nişanesi olarak. Sonra da dolmuş yapan yaylı arabalarla şehir turları, Pınarbaşı bayram yerinde eğlenceler, elma şekerleri, horoz şekerleri.
Hele milli bayramlar; her ev her dükkân kudretine göre bayraklar, renkli ampullerle süslenir, şehrin caddelerine taklar kurulur, meydanlarda bandolar, davul zurnalar gün boyu tokmak vururdu. Ustasının dükkânını da kırmızı ampullerden bir ay yıldız süslerdi geceleri.
Ustasına hayrandı. Vali Refik Bey bile onu çağırırdı vilâyete. O zaman askıdan yeni, ütülenmiş bir önlük giyer deri, körüklü berber çantasına takımlarını itina ile yerleştirir, başkasına kullanmadığı, vali beyin özel usturasını alır, alnı biraz yukarda vakarla geçerdi caddenin öte yanına.  Yüksek memurlar, hâkimler avukatlar, müfettişler, tüccarlarla öyle bir konuşurdu ki... Amerika'daki krizden, Almanya'daki hükümet bunalımlarına kadar her konuda fikir yürütür, boş vakitlerde günlük gazeteleri en sonuna kadar okurdu. Akşam eve giderken takım elbisesini giyer, Barselona fötr şapkası başında ayakkabılarını gıcırdatarak öyle bir çıkardı dükkândan, bilmeyenler hâkim falan sanırlardı. Onun kestiği alabros tıraş Amerikan tıraş, berber önlüğünü patlatarak silkişi, kayışa bir ustura vuruşu vardı ki... Berberlikte ustura bilemek, kılağı almak başlı başına bir sanattır. Ustura yağlı kayışın üzerinde belli bir açı ile sert fakat okşar gibi gidip geri dönecek, kayışta çentik yapmayacak kesinlikle ve gözle görülmez çelik parçası kalmayacak keskin ağızda. Bu parça cildin altına girer ve kocaman yaralara sebep olur
Yıllarca ustasının her hareketini dikkatle takip etti, her sözünü nakş etti hafızasına. Öyle ki akşam evde gündüz dinlediklerini kendi fikri imiş gibi nakledince annesi bu kadar bilgiye şaşırır, övünür olmuştu. Işıklar (Askeri Lise) tutkusundan bile vaz geçmişti. Arkadaşlarını çok bilgisiz ve yavan buluyordu artık. Zaman içeresinde ustası da ondaki bu alâkayı sezmiş, ilgilenir olmuştu. Önceleri sakal tıraşı için müşterinin yüzünü sabunlamak görevi ile başlayan aşamalar sakal, sonra saç tıraşına kadar gelmiş ve kalfa olmuştu. Ama bir on yılı da geride bırakarak.
Önündeki tek örnek ustasıydı. Onun gibi kruvaze takım elbiseler diktiriyor, Pazar günleri zor ütülenir poplin gömleğini ustalıkla kolalayıp kravatını bağlıyor, ceketinin üst cebinden ipek mendilini uzunca aşağı sarkıtıyor, başında Barselona şapkası, ayakkabıcı Şükrü Ustaya özel yaptırdığı çift kösele, beyazlı kahveli kunduralarını her adımda gıcırdatarak turluyordu caddelerde ve dikkatini çekiyordu kızların. Bu şıklık genç bir kızın da ilgisini çekti. Sarışın, mavi gözlü, genç bir göçmen kızı. Bakıştılar, saçlarını parmakları ile tarayarak selâmlaştılar. Muzaffer peşine düştü, evini öğrendi ve pazar günleri penceresinin altından geçmeye başladı. Hep bakıştılar o kadar…
Berber salonunda konuşmalar hep Almanya üzerine dönmüştü. Polonya, Danzing, Koridor... Harp kokusu duyuluyordu havada ve beklenen oldu, Avrupa’nın ortası birden ateş topunun içinde kalıverdi. Türkiye harbe girdi girecek. Asker toplanıyor, tahkimatlar inşa ediliyor, evlerin bahçelerine sığınaklar kazılıyor, geceleri karartma yapılıyor, gökyüzü kuvvetli ışıldaklarla taranıyor ve pasif korunma tedbirleri, yokluk, karaborsa, sıkıntı. Bütün ülkede olduğu gibi, seçkin müşteriler de ikiye ayrılmıştı; İngilizciler, Almancılar. Tek konu kimin kazanacağı ve Türkiye’nin kimin tarafında harbe gireceği.
Harbin en hareketli günlerinde Muzaffer torbası sırtında asker ocağının yolunu tuttu. Acemi eğitiminden sonra onu Meclis Muhafız Taburuna verdiler. Mesleğinin faydası burada çıktı meydana.  Tertipleri arazide, siperlerde yatarken o üç yıl boyunca subayları, gediklileri tıraş etti. Gündüzler güzeldi de, Ankara’nın yazı, kışı soğuk, bitmez tükenmez geceleri.  Nöbette, yatakta hep aynı hayâlle avundu. Detaylar çizdi, renklendirdi, şekillendirdi, umutlandı, yeislendi;  terhis olur olmaz açacaktı dükkânını. Babadan kalma küçük bağı satacak, bir dükkân kiralayacaktı. Porselen lavabolar, çinili duvarlar, iki deri koltuk, temiz önlükler. Her gün günlük gazete alınacaktı ortadaki sehpaya, haftada bir de Akbaba dergisi. Akbaba’sız berber düşünülemezdi. Bir de Karagöz gazetesi, daha ikinci sınıf müşterilere. Kapının üzerine kırmızı ampullerle bir yıldız taktıracaktı, yakacaktı bayram geceleri. Ve Allah’ın emriyle alacaktı Boşnak güzeli Elmas’ı. Vermezlerse kaçırarak.
Döner dönmez ustasının elini öptü, icazet istedi. Ustası hemen kendi elleri ile doldurdu ustalık diplomasını, imzaladı verdi. Kaç yıldır Berberler Derneği başkanı idi o. Bir de en sevdiği usturasını hediye etti Muzaffer’e, Çifte Cambaz’lı. Severdi Muzafferi.  İyi adamdı ustası, çok şeyler borçlu idi ona. İstediği gibi yaptı dükkânını. Kapalı çarşıda kolonyacı İsmail Beyden düzdü bütün takımını. Solingen usturalar, Zaza makaslar, makineler, Fredo kolonyalar, pudralar. Camın üzerine de kocaman yazdırdı. Zafer Berberi Muzaffer, şiir gibi.
Anasını zorla dünür gönderdi. Hasan Ağa bir iki ısrardan sonra çok diretmedi. “Ustasından sordum, temiz çocukmuş, kızın da gönlü var, ben de geldiğimde, hiç bir şeyim yoktu. Allah neler verdi, onlara da verir, Hayırlı olsun”
İyi insandı, Elmas. Ne varlıklı arkadaşlarının hayatına özendi, ne yatalak annesine yıllarca bakmaktan yüksündü. Çalışkan, becerikli,  en önemlisi güler yüzlü, sevecen. En dar günlerinde bile sabah kalktığında neşe dağıtırdı. İki katlı ahşap evin hizmeti yetmezmiş gibi, konu komşuya, eşe dosta yetişir, berber dükkânının havluları, peşkirleri, önlüklerini mis gibi yıkar ütüler, yemeği, sofrası, düzeni her şeyi ile herkesçe sevilir olmuştu. Önce Mehmet iki yıl sonra Metin’i sevgi ile büyüttü. Çocukların tahsil zamanı gelip de kazançları yetmemeğe başlayınca dikiş dikti, didindi ve bir tek gün bir şeyden şikâyet etmedi.

Ama şimdi bir şeyler değişmişti. Yeni binalar yapılıyordu Çekirge’de ve altlarında dükkânlar. Yeni berberler açılıyordu. Gençler onlara gidiyor, saç yıkatıyorlardı. Berber tıraş yapardı, natır değildi. Eskisi gibi babaları ile çocuklar gelmez olmuşlardı. Analar kadın berberine götürüyordu çocuklarını. Oğlan çocuğunu kadın berber keserse sonu ne olurdu? Bursa büyümüş, Mezbaha önünden yeni yol açılmıştı, Garaj yapılmıştı Şehreküstü’nün altındaki çöplüğe. Bütün otobüsler yolcuyu orada boşaltıyor, İzmir, Uludağ, Mudanya otobüsleri Çekirge’den geçmiyordu bile. Eşekboğan deresi Kültür park olmuş, Havuzlu Parkın ömrü bitmişti. Ne saz sesleri kalmıştı ne de eski banyocular. İnsanlar şimdi kaplıcaya değil denize gidiyordu yaz ayları.
Tek başına kalmıştı dükkânında kalfasız, çıraksız. Son kalfası mesleği yapmamış Çelik palas karşısındaki büfede ayran satıyordu Yeni Kaplıcadan çıkanlara. Arada bir ustasını tıraşa geldiğinde ukalâ ulakâ “Usta” diyordu, “bu meslek öldü artık, para gıda maddesinde” bir gün yerleştirecekti lâfı, ama sonra kime tıraş olacaktı. Berber kendini tıraş edemezdi ki, başka berbere de gidemez. Tahta berber koltukları eskimişti, şöyle yeni, krom ayaklılardan bir tane olsun alsa. Para yetmiyordu kiraya bile. Mal sahibi Efe, genç yaşında ölüverince karısı “artır” der olmuştu. O da haklıydı, kira ile geçinecek. Artık Akbaba da almıyordu. Müşteriler okudukları mecmualardan getirip bırakıyorlardı. Hatır için tutuyordu bir iki gün. Bunlar dükkâna yakışır şeyler değildi k;  baldır bacak resimleri, artist dedikoduları. Belediye çavuşları bıktırır olmuştu, üç beş günde bir kontrol, üç beş günde bir ceza. Tarifenin üstüne astığı önlüğe bile takılır olmuşlardı. Berberliğin raconu idi bu. Müşteri tarifeyi görmeden dilediğini öderdi. Ustasından öyle görmüştü. O zaman belediye reisleri, hâkimler bile ses çıkarmazdı ustasına.
“Esnaflık örümcek misâli, ağı kurup bekleyeceksin, kurt mu düşer, sinek mi?” Ağı hazır, bekliyordu da nedense sineklerin çoğu başka yerlere takılıyordu.
Gazeteyi katlayıp yana bıraktı. Yorulmuştu gözleri. Tıraş yaparken de zorlanıyordu artık.  Bazen kulak üstlerini eli ile yoklayarak kalan saçları yakalıyordu. O gözleri kapalı bile yapardı tıraşı ama son zamanlarda elleri de titremeye başlamıştı zaman zaman. Birkaç kere kesik vermişti usturada. “Amca seni malûlen emekli ettirelim Bağkurdan” demişti bir müşterisi. Malûlen yani sakat olarak. Yediremiyordu kendine hem sakatlığı hem emekliliği. Normal emekliliğine daha üç dört yıl vardı, dayanabilir miydi acaba? Bağkur çıktığında en dar zamanlarıydı. Allah razı olsun, bir müşterisi “Muzaffer usta, girmek zorundasın” demişti  “giriş aidatını ben yatırırım elin bolalınca ödersin.” Hiç bolalamadı eli. Kira kutusunun yanına bir kutu daha koydu, Bağkur aidatını biriktirmeye. Evi verse müteahhide. Bir daire kendine bir daire kiralık, Çiçekleri ne olurdu avludaki, artık ağaçlaşmış şimşirleri, dut ağacı? Bursa demek dut demekti. Her evin bahçesinde bir dut bulunur, bahar geldi mi evin kızları, kadınları hiç değilse bir paket koza açarlardı. Taze yapraklar her sabah kesilir, 20 -25 günlük bir emekle bir yıllık harçlığını çıkarırdı kadınlar. Ne ipek kalmıştı ülkede ne dutluklar, ne kozaklıklar. Birkaç köy can çekişerek direniyordu bu ecdat üretimine.  Evin etrafı apartman olmuştu tekmil. Avlusu güneş göremez olmuş, çiçekleri, ağaçları güneşe ulaşmak için boylanmışta boylanmış, rutubet adamakıllı artmıştı evin içinde.  Çocuklar kendini kurtarmıştı, bir beklediği yoktu onlardan, bir yardımları da yoktu. Şöyle namuslu bir müteahhit bulsa... Kapatsa dükkânını da... Koltuğu, takımları eve götürür, bir odada eşi dostu tıraş ederdi.  Çantasını alır evlere tıraşa gider, üç kuruş devletten, üç kuruş mesleğinden ne vergi var, ne kira, ne Bağkur aidatı geçinir giderlerdi... Bundan sonrası bir lokma bir hırka, yeter ki Allah hastalık vermesin ve Devlete Millete zevâl. Beklemeyecekti sene sonunu, kapatacaktı otuz beş yıllık mekânı, o genci bulmalıydı, Bağkur’cu genci...




* Türkiye Esnaf ve sanatkârlar  Kofederasyonu  Mayıs 2002 öykü yarışmasına katıldı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...