Dünkü yazımı okuyan ve beğenenlere teşekkür ederim. Bundan cesaret alarak, hikayenin ikinci bölümü de aşağıdadır. Sevgi ve saygılarımla...
ESKİ KAPLICA VE ARMUTLU HAMAMI
Yine kasvetli pısır, pısır
bir gündü. Böyle günlerde içi sıkılır, kalorifere rağmen dizleri daha farklı
ağrımaya başlardı, Elmas Hanım’ın. Sabah kalkmış, günlük temizlik işlerinden
sonra menekşelerinin dallarını ayıklamış, çiçekleri ile bir süre sohbet
etmişti. Eski evleri apartmana dönüşürken avluları gittikten sonra pencere
içinde bir sıra saksıyla sınırlanmıştı çiçek zevkleri. Gürültü etmeden, yavaş
adımlarla gitti, geldi. Çocukların gününde, eski tahta zeminde ayaklarını
vurarak, merdivenleri gıcırdatarak, terliklerini sürükleyerek dolaşmalarına
kızardı hep. Özlüyordu o günleri. Evin içinde daima bir hareket, gürültü,
babaları ile saatler süren, yüksek sesli sohbetleri gerilerde kalmıştı.
Kanatlanan yuvadan uçmuş, “çocuklarım bana çok yakın olmasın, kendi hayatını
yaşasın” temennisinden biraz pişmanlık duyar olmuştu. Muzaffer Bey uyuyordu halâ.
Prostatı sıkıştırdığından geceleri üç dört kere tuvalete kalkıyor, uykusu kaçıp
oturuyor, sabah namazından geldikten sonra da o kalkarken yatıp uyuyordu.
Yatağı birlikte paylaştıkları süreler hemen kalmamış gibiydi. Yatak odasının
kapısını araladı, müşfik yumuşak sesiyle “Cuma vakti yaklaşıyor Muzaffer Bey” dedi.
Kocası kalp yetmezliği neticesi sırt üstü yatamadığından her zaman olduğu gibi
duvar tarafına dönmüş uyuyordu. Bir daha seslendi, bir daha... Her zamanki
endişesi ile iyice yaklaştı ve gerçekle karşı karşıya kaldı. Buz gibi bir ter
boşandı boynundan aşağı, boğazındaki yumruğu zorlukla yuttu. Yine sessiz
adımlarla, eski konsolun üzerindeki telefona uzandı, bir numara çevirdi, alelâde
bir şeyi söyler gibi, tek düze bir sesle; “Babamız öldü, Mehmet’im” dedi. “Hep
istediği gibi, çekmeden ve çektirmeden.” Yataklara düşmekten, menhus
hastalıklardan korkardı hep. “Güvercinim” derdi. Bir kötü hastalığa tutulursam
sakın son üç beş kuruşu doktorlara yedirmeyin,” “Çok paraya, ağrılı, sancılı
bir iki yıl değer mi? Sana da yazık bana da.” Ona seslenirken “güvercinim”
derdi hep, bazen “ak güvercinim.”
Namaz örtüsünü başına
bağladı, karyolanın yanındaki iskemleye çöktü, yorganın dışına sarkmış sol
elini avuçlarının arasına aldı. Halâ yumuşacıktı elleri.
“Berber eli yumuşak olur” derdi. Hep sabunla kremle birliktelikten. Elleri
bedeninde dolaştıkça bir hoş olurdu. Ne zamandır bedeninde hissetmemişti o
yumuşak elleri? Çok mu olmuştu?
“Hemen geliyoruz” demişti,
Mehmet. Geliyoruz dediğine göre çocuklar da gelecek. Bu saatte okuldadırlar.
Özlüyordu onları, sokakta gördüğü Çingen çocuklarını bile seven Elmas Hanım,
torunlarını dilediği gibi basamamıştı bağrına, ah gurbet... Gelini iyi kızdı,
zaman zaman arar hatırını sorar, karşılaştıklarında sıcak samimi ama hep mesafeli.
Onun kaynanası ile kurduğu diyalog oluşamamıştı. Geldiklerinde pahalı hediyeler
getirir, bir iki gün kalırlar, daha
izinleri bitmeden ya âni bir iş, toplantı çıkar ya da yapmayı
unuttukları bir konu birden akıllarına gelir, apar topar dönerlerdi. Kızı
suçlamıyordu, Mehmet’i de. Haklıydı gençler, onlar da kendi akranları ile kendi
hayatlarını yaşayacaklar, dünyaları farklı bu yaşlılara bu kadar zaman
ayırabileceklerdi. Onların genç olup, yaşlılarla birlikte yaşadıkları
köprülerin altından çook sular geçmiş, dünya değişmişti...
Metin’e ağabeyi haber
verirdi elbet. Ya onlar gelebilecek mi, yetişebilecekler miydi? Ne zaman uçak
var? Alman Gâvuru
istediklerinde izin verir mi? Metin’i daha çok özlüyordu. Küçük olduğundan mı,
uzakta olduğundan mı? Her yaz bir kaç gün geliyorlar, haklı olarak Akdeniz’e
kaçmağı yeğliyorlardı. Onlara da hak veriyordu, Almanya’da güneş, deniz
gördükleri mi vardı? Alman gelini de çok
sevmişti, iyi kızdı, oğlunu mutlu ediyordu ama iletişim ne kadar zor. Bildiği
üç beş kelime Türkçe ile hangi ortak konuyu konuşacak, hangi eski dostlardan
görüşeceklerdi? Hele Suzan’ı- nedense Alman gelinlerin çocukları hep Suzan
oluyordu- sarı saçları, mavi gözleriyle kendisi doğurmuş gibiydi. Ama çocuk
sokaklarda, bahçe duvarlarında gezen kedilere, seneden seneye gördüğü büyük
anneden, büyük babadan daha çok ilgi duyuyordu. Üst katın çocukları tepelerinde
pıtır pıtır koşuştukça içinde bir şeylerin burulduğunu duyardı hep.
Ne güzel günler
geçirmişlerdi Muzaffer beyle. O kazandığını eve getirir, kendi de ince
hesaplarla idareli gider, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi. Ne güzel
anlatırdı Muzaffer Bey ne çok konuşurdu. Her olaydan bilgisi, her konuda fikri
vardı. Bazı yaz akşamları avludaki tahta masada en iyi mezeleri anında
hazırlardı onun için. Bir kadeh rakı içince pes perdeden, “Senin, o Nermin kolların” diyerek şarkıya
başlar, utançla müdahale ederdi “Ne olur sus Muzaffer Bey komşular duyacak.”
Yazları hemen her gece yürüyüşe çıkarlar, Havuzlu Park’a pazar günleri Hüsn-ü
Güzel bahçesine, kışın her hafta mutlaka bir başka otelin hususi banyosuna...
Çocuklar Üniversiteye başlayınca gece yarılarına kadar dikiş dikmek zorunda
kalmıştı. İstanbul’un pahalı yaşamına yetmiyordu eşinin bütün çabası. Çocuklar
da, Allah’ları var hiç üzmediler, hiç sene kaybı vermeden bitirdiler iyi
okulları. Şimdi onlar kendi dünyasında, bunlar kendi dünyalarında “Bir Köroğlu
bir Ayvaz.”
Her şey iyi giderken son
yıllarda bir şeyler olmuştu Muzaffer Beye. Bir yere çıkmak istemiyor, “Sen
arkadaşlarınla git, güvercinim. Bana dokunma.” Diyordu. Kırk yıl berber koltuğu
önünde dikilmekten kronikleşmiş varisleri, dolaşım bozukluğundan etkilenen efor
kaybı ile merdivenden yokuştan kaçınıyor, yakındaki Cami dışında bir yere adım
atmıyordu. O da hoş görüyordu bunları.
Ama son zamanlar, bir durgunluk, bir ilgisizlik. O çok konuşan insan susuyor,
katılmıyor, karışmıyor, sık sık sorduğu fikirleri bile geçiştiriyordu. Oysa o
hep sorardı, eşi de hep cevaplar. Dikiş diktiği yıllarda, müşterilerinin
modellerine bile katkıda bulunurdu.
Emekli olup, dükkânı bırakmak mı yıkmıştı onu? Yoksa kendisinin
“Ağabeylerim hakkında konuşma, çocuklar aleyhinde konuşma, dünürlere, torunlara
bir şey söyleme, arkadaşlarımı yerme.” Konulu müdahaleleri mi kırmıştı şevkini?
Sanmıyordu, öyle olsa bir kaç gün sonra mutlaka bir lâf sokuşturur
veya her zaman olduğu gibi açık açık ortaya getirirdi alındığını. Olsa olsa
yaşlılıktı bunlar.
“Biliyordum bir gün dul
kalacağımı” dedi. “Biliyordum, Muzaffer Bey. Ama biraz erken oldu, hazır
değildim daha...” Ağlıyordu, eşine veya çocuklarına kırıldığında, gizli, gizli
ağladığı gibi...
Lâmi
Çelebi Camii'nden müezzinin Cuma sâlâsı yankılanıyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder