3 Mart 2019 Pazar

BURSA'DA BİR BERBER II

BURSA'DA BİR BERBER II
Dünkü yazımı okuyan ve beğenenlere teşekkür ederim. Bundan cesaret alarak, hikayenin ikinci bölümü de aşağıdadır. Sevgi ve saygılarımla...


ESKİ KAPLICA VE ARMUTLU HAMAMI

Yine kasvetli pısır, pısır bir gündü. Böyle günlerde içi sıkılır, kalorifere rağmen dizleri daha farklı ağrımaya başlardı, Elmas Hanım’ın. Sabah kalkmış, günlük temizlik işlerinden sonra menekşelerinin dallarını ayıklamış, çiçekleri ile bir süre sohbet etmişti. Eski evleri apartmana dönüşürken avluları gittikten sonra pencere içinde bir sıra saksıyla sınırlanmıştı çiçek zevkleri. Gürültü etmeden, yavaş adımlarla gitti, geldi. Çocukların gününde, eski tahta zeminde ayaklarını vurarak, merdivenleri gıcırdatarak, terliklerini sürükleyerek dolaşmalarına kızardı hep. Özlüyordu o günleri. Evin içinde daima bir hareket, gürültü, babaları ile saatler süren, yüksek sesli sohbetleri gerilerde kalmıştı. Kanatlanan yuvadan uçmuş, “çocuklarım bana çok yakın olmasın, kendi hayatını yaşasın” temennisinden biraz pişmanlık duyar olmuştu. Muzaffer Bey uyuyordu halâ. Prostatı sıkıştırdığından geceleri üç dört kere tuvalete kalkıyor, uykusu kaçıp oturuyor, sabah namazından geldikten sonra da o kalkarken yatıp uyuyordu. Yatağı birlikte paylaştıkları süreler hemen kalmamış gibiydi. Yatak odasının kapısını araladı, müşfik yumuşak sesiyle “Cuma vakti yaklaşıyor Muzaffer Bey” dedi. Kocası kalp yetmezliği neticesi sırt üstü yatamadığından her zaman olduğu gibi duvar tarafına dönmüş uyuyordu. Bir daha seslendi, bir daha... Her zamanki endişesi ile iyice yaklaştı ve gerçekle karşı karşıya kaldı. Buz gibi bir ter boşandı boynundan aşağı, boğazındaki yumruğu zorlukla yuttu. Yine sessiz adımlarla, eski konsolun üzerindeki telefona uzandı, bir numara çevirdi, alelâde bir şeyi söyler gibi, tek düze bir sesle; “Babamız öldü, Mehmet’im” dedi. “Hep istediği gibi, çekmeden ve çektirmeden.” Yataklara düşmekten, menhus hastalıklardan korkardı hep. “Güvercinim” derdi. Bir kötü hastalığa tutulursam sakın son üç beş kuruşu doktorlara yedirmeyin,” “Çok paraya, ağrılı, sancılı bir iki yıl değer mi? Sana da yazık bana da.” Ona seslenirken “güvercinim” derdi hep, bazen “ak güvercinim.”
Namaz örtüsünü başına bağladı, karyolanın yanındaki iskemleye çöktü, yorganın dışına sarkmış sol elini avuçlarının arasına aldı. Halâ yumuşacıktı elleri. “Berber eli yumuşak olur” derdi. Hep sabunla kremle birliktelikten. Elleri bedeninde dolaştıkça bir hoş olurdu. Ne zamandır bedeninde hissetmemişti o yumuşak elleri? Çok mu olmuştu?
“Hemen geliyoruz” demişti, Mehmet. Geliyoruz dediğine göre çocuklar da gelecek. Bu saatte okuldadırlar. Özlüyordu onları, sokakta gördüğü Çingen çocuklarını bile seven Elmas Hanım, torunlarını dilediği gibi basamamıştı bağrına, ah gurbet... Gelini iyi kızdı, zaman zaman arar hatırını sorar, karşılaştıklarında sıcak samimi ama hep mesafeli. Onun kaynanası ile kurduğu diyalog oluşamamıştı. Geldiklerinde pahalı hediyeler getirir,  bir iki gün kalırlar, daha izinleri bitmeden ya âni bir iş, toplantı çıkar ya da yapmayı unuttukları bir konu birden akıllarına gelir, apar topar dönerlerdi. Kızı suçlamıyordu, Mehmet’i de. Haklıydı gençler, onlar da kendi akranları ile kendi hayatlarını yaşayacaklar, dünyaları farklı bu yaşlılara bu kadar zaman ayırabileceklerdi. Onların genç olup, yaşlılarla birlikte yaşadıkları köprülerin altından çook sular geçmiş, dünya değişmişti...
Metin’e ağabeyi haber verirdi elbet. Ya onlar gelebilecek mi, yetişebilecekler miydi? Ne zaman uçak var? Alman Gâvuru istediklerinde izin verir mi? Metin’i daha çok özlüyordu. Küçük olduğundan mı, uzakta olduğundan mı? Her yaz bir kaç gün geliyorlar, haklı olarak Akdeniz’e kaçmağı yeğliyorlardı. Onlara da hak veriyordu, Almanya’da güneş, deniz gördükleri mi vardı?  Alman gelini de çok sevmişti, iyi kızdı, oğlunu mutlu ediyordu ama iletişim ne kadar zor. Bildiği üç beş kelime Türkçe ile hangi ortak konuyu konuşacak, hangi eski dostlardan görüşeceklerdi? Hele Suzan’ı- nedense Alman gelinlerin çocukları hep Suzan oluyordu- sarı saçları, mavi gözleriyle kendisi doğurmuş gibiydi. Ama çocuk sokaklarda, bahçe duvarlarında gezen kedilere, seneden seneye gördüğü büyük anneden, büyük babadan daha çok ilgi duyuyordu. Üst katın çocukları tepelerinde pıtır pıtır koşuştukça içinde bir şeylerin burulduğunu duyardı hep.
Ne güzel günler geçirmişlerdi Muzaffer beyle. O kazandığını eve getirir, kendi de ince hesaplarla idareli gider, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi. Ne güzel anlatırdı Muzaffer Bey ne çok konuşurdu. Her olaydan bilgisi, her konuda fikri vardı. Bazı yaz akşamları avludaki tahta masada en iyi mezeleri anında hazırlardı onun için. Bir kadeh rakı içince pes perdeden,     “Senin, o Nermin kolların” diyerek şarkıya başlar, utançla müdahale ederdi “Ne olur sus Muzaffer Bey komşular duyacak.” Yazları hemen her gece yürüyüşe çıkarlar, Havuzlu Park’a pazar günleri Hüsn-ü Güzel bahçesine, kışın her hafta mutlaka bir başka otelin hususi banyosuna... Çocuklar Üniversiteye başlayınca gece yarılarına kadar dikiş dikmek zorunda kalmıştı. İstanbul’un pahalı yaşamına yetmiyordu eşinin bütün çabası. Çocuklar da, Allah’ları var hiç üzmediler, hiç sene kaybı vermeden bitirdiler iyi okulları. Şimdi onlar kendi dünyasında, bunlar kendi dünyalarında “Bir Köroğlu bir Ayvaz.”
Her şey iyi giderken son yıllarda bir şeyler olmuştu Muzaffer Beye. Bir yere çıkmak istemiyor, “Sen arkadaşlarınla git, güvercinim. Bana dokunma.” Diyordu. Kırk yıl berber koltuğu önünde dikilmekten kronikleşmiş varisleri, dolaşım bozukluğundan etkilenen efor kaybı ile merdivenden yokuştan kaçınıyor, yakındaki Cami dışında bir yere adım atmıyordu.  O da hoş görüyordu bunları. Ama son zamanlar, bir durgunluk, bir ilgisizlik. O çok konuşan insan susuyor, katılmıyor, karışmıyor, sık sık sorduğu fikirleri bile geçiştiriyordu. Oysa o hep sorardı, eşi de hep cevaplar. Dikiş diktiği yıllarda, müşterilerinin modellerine bile katkıda bulunurdu.  Emekli olup, dükkânı bırakmak mı yıkmıştı onu? Yoksa kendisinin “Ağabeylerim hakkında konuşma, çocuklar aleyhinde konuşma, dünürlere, torunlara bir şey söyleme, arkadaşlarımı yerme.” Konulu müdahaleleri mi kırmıştı şevkini? Sanmıyordu, öyle olsa bir kaç gün sonra mutlaka bir lâf sokuşturur veya her zaman olduğu gibi açık açık ortaya getirirdi alındığını. Olsa olsa yaşlılıktı bunlar.
“Biliyordum bir gün dul kalacağımı” dedi. “Biliyordum, Muzaffer Bey. Ama biraz erken oldu, hazır değildim daha...” Ağlıyordu, eşine veya çocuklarına kırıldığında, gizli, gizli ağladığı gibi...
Lâmi Çelebi Camii'nden müezzinin Cuma sâlâsı yankılanıyordu...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...