2 Nisan 2019 Salı

"HATIRLAYANLARINIZ VAR MI?" BONCUK*


"HATIRLAYANLARINIZ VAR MI?"
BONCUK*

         Davulcunun son tokmak darbesi ile zurnanın sesi aynı anda kesildi.                        Çığırtkan     elindeki tenekeden yapılmış, huni biçimli megafonun dudak                 şekline   göre yapılmış çukur ağızlığını ağzına iyice yapıştırdı, kelimelerin               son  hecelerini uzatarak yayına başladı.
“Ey Ahâlî... Memleketin en ünlü cambazı... Boncuk kasabamızda... Sadece iki gün... Koşun... Koşun... İki mezar arasındaki alana gelin... Bu fırsatı sakın kaçırmayın...” Ağızlık, dudak hareketlerini kısıtladığından sesi boğuk ve metalik çıkıyordu.
“İki başlı altı ayaklı buzağıyı da görün... Meşhur Boncuk şehrimizde...” Kasaplar çarşısından kırmızı peştamallarının alt uçlarını beline sokmuş kasap çırakları alaylı haykırışlar ve alkışlarla caddeye çıktılar. Her sokak arasından fırlayan üç beş çocuk telaşla ve coşku ile korteje katıldı. Zurnanın çatlak nağmesi ve davulun vuruşu yeniden başladı.
En önde bu bir saatlik tanıtım için kiralanmış, davul zurna ve çığırtkan  ardında çiçekli basmadan bol şalvarı, gömleği ve aynı kumaştan koni şeklindeki uzun külâhı, boyalı yüzü ile elindeki tefi  şıkırdatarak  yarı dans eder yürüyen İbiş ve beş on adım gerisinde kırmızı satenden bol kollu gömleği, aynı kumaştan paçaları  üç metre uzunluğundaki pantolonu ve görünmeyen ayakları ile bu uzun boya göre küçük adımlarla yürüyen Boncuk. Ardı sıra her sokak başında biraz daha kalabalıklaşan, kimi yalınayak, kimi giyimli, bazılarının bir askısı kopmuş ardından sürünen her yaştan ve her sınıftan çocuk güruhu... Ve eğitilmişler gibi bir ağızdan, uyum içeresinde tekrarladıkları nakarat.
“Çalkala Boncuk çalkala...”
Nasıl olduğu bir muammadır; İbiş’in tefle çalıp söylediği bu nakarat ilk kez geldiği bir yer de bile eksiksiz bilinir ve çocuk ordusunun dilinde ardından da günlerce söylenirdi.  Eskiden beri vardı da Boncuk mu benimsemişti, yoksa Boncuk dile getirmiş halk mı yaymıştı bilinmez? Ama onunla özdeşleşmiş kendine has melodisi olmuştu.
“Hey dingala dingala,
Kömürü de koydum mangala,
Ayşe de Fatma dostum var,
Çalkala Boncuk çalkala.
Babamdan çok mal kaldı
Onu da kadınlar aldı,
Kadınların derdinden
Cepte de mangır kalmadı.
Çalkala Boncuk çalkala...”
Asıl adını kimse bilmezdi. Cambaz bir baba tiyatrocu bir anneden doğmuş, bebekliği çocukluğu, gençliği hep panayırlar, bayram yerleri, köyler kasabalar dolaşarak geçmiş, soğuk çadırlar, bitli hanlar, bayırları inleyerek çıkan, sık sık arızalanan kiralık kamyonlar, devamlı taşınan kalın direkler, halatlar arasındaki küçük dünyasının dışında bir tek askerliğinde farklı insanlar ve başka mekânları tanımıştı.  Babası felç olup Trakya’nın bir köyünde yatalak yaşama mahkûm olunca gene eski bir cambaz olan Mestan amca ile işi yüklenmişler, kaderin onlara yeryüzünde reva gördüğü Sırat ’ta rızk peşinde yürür olmuşlardı. O ipe çıkmış, babasının ortağı Mestan amca da İbişliği üslenmişti. Basit şaklabanlıklarla halkı direk etrafında toplar, gösteri bitiminde tepsi dolaştırarak seyircilerin attığı üç beş kuruşla hem kendilerinin hem yatalak babasının geçimini sağlarlardı. Genelde bu bahşişler dönemin en küçük metallerinden oluşurdu. Öyle ki pek işe yaramayan küçük paralar için;
“Bu parayla adama cambaza bile baktırmazlar.” Değimi yerleşmişti. Ama “damlaya damlaya göl olur.” Misali; toplu eğlence ve temaşa imkânlarından yoksun “Yurdumun İnsanı”na sunulan bu gösterilerle bu günlere kadar doymuşlardı.
Bugün destek bastonlarını almamıştı. Böylesi tehlikeli oluyordu ama hem daha fazla kalabalık toplamasına sebep oluyor hem de kendisi mazoşist bir zevk alıyordu bundan. Bastığı ufacık destek tahtalarının üstünden bacaklarına bez kuşaklarla dolanmış üç metre yüksekliğindeki tahta çıtaların üzerinde yürürken zemindeki parke veya Arnavut kaldırımı döşemeler büyük tehlike oluştururdu. En ufak çarpık basma, kayma, tökezlenme düşme demekti. Ardından gelecek kırık çıkıkların önemi yoktu. Nasılsa Mıstık Amca kuru üzümle dövülmüş hava cıva yakısı, rendelenmiş sabun yumurta akı alçısı ya da sıcak kuyruk kapağı kompresi ile tamir ederdi onu ama seyircinin önünde prestij kaybı ölümden beterdi. Ayaklar, beyin ve denge merkezleri şaşmaz bir uyum ve dikkat içinde olmalı idiler. İp üzerinde de böyle idi bu. Atılacak her adım, ayaklar altındaki halatın gerginliği, ortalara geldikçe artan esneme mesafesi, ipin rezonansı, direklerin sallantıları, belin ve omuzların ileri geri eğimleri, eldeki denge çubuğunun sağ sol yatımları ve gözler. Tabanlar halat ile konuşmalı idiler, ne ezecekmiş gibi sert ne kaçacakmış gibi yumuşak temas. İpin dilini algılayabilmek için ya yalınayak ya da çok incecik tabanlı yumuşak ayakkabılar giyer cambazlar. Sırığa ya da ipe çıktıklarında nabız yükselir, adrenalin artar, korku, heyecan ve zevk karışımı bir sarhoşluk ve tatmin hali başlar.
Arkasından yükselen çocuk haykırışları onda başka bir tatmin duygusu daha yaratıyordu. Belki de hiç okul görmediğinden olacak okul önlerinden geçerken gıpta ve biraz da hasetle ile dinlediği çocuk çığlıklarıyla hesaplaşma süreçleriydi bu anlar. O çocuklarını okula gönderecekti. Tabii önce bir kasabaya yerleşecek, ya bir aşçı dükkânı açacaktı ya da bisiklet kiraya verecek, çocuklar doluşacaktı dükkânının önüne, Velespitçi Boncuk’u bütün kasaba tanıyacaktı.  Helâlinden bir karı bulacaktı, kesinlikle gezginci panayır esnafından olmayan, sonra çocukları olacaktı. Yaşı otuzları geçmişti. Cambazlığın sonu ya kötürüm olmaktı ya unutulmak ya da İbişlik.
Bir ömür boyu yollar ve zorluklar. Hem nakil masrafını paylaşmak hem de seyirciye farklı şeyler sunmak için ya bir kasnakçı, ya çadır kumpanyası, ya da farklı organlarla doğmuş hilkat garibesi hayvanlar hatta kiralanmış sakat çocuklarla birlikte dolaşılırdı. Bir şehir veya kasabaya gelince ilk iş, direk dikecek meydan bulmak, sahibiyle kirada anlaşmak. Direkler için toprak hem sert olmalı idi hem de taşsız. Alan kalabalığı toplayacak kadar büyük olmalı ama kaçakları kontrol dışı bırakacak kadar değil. Etrafta beleş seyirci barındıracak binalar ve ağaçlar bulunmamalı. Emniyetten, belediyeden izin almak hepsinden zoru. Oysa panayır kurulan kasabaların belediyeleri hiç zorluk çıkarmadığı gibi yer kirası almaz hatta devlet radyosundan, bütün yurda, günlerce ilanda bulunur.
“Biga belediyesinden bildirilmiştir. Geleneksel canlı hayvan ve eşya panayırı 10-20 Eylül tarihleri arasında kurulacaktır. Sayın halkımıza ilân olunur.” Bu yüzden gezici kumpanyalar panayırları severler.
Bu son kasaba ile turne bitiyordu. Peş peşe panayırlar, aralarındaki boşluklarda bir günlük iki günlük kasaba, köy gösterileri, gün aşırı kazılan çukurlar, dikilen, sökülen, taşınan ağır direkler, yolculuklar, rahatsız yataklar, yetersiz beslenmeden yorgun düşmüştü.   Bereketli bir yıl olmuştu ama bıkkındı. Sırtı evdeki yün yatağını özlemişti.
Boncuk küçük çadırın aralık kapısından dışarıyı gözlüyordu. İbiş direklerden yere çakılı kazıklara uzanan meyilli ipe tırmanmaya çalışıyor, beceremeyip düşme taklidi yapıyor, aslında ipte yürümekten daha fazla beceri isteyen bu gösterisi kahkahalara sebep oluyordu. Elinde tef bir yandan dans ediyor bir yandan söylüyordu;
“Kabağı da boynuma takarım aman,
Sağıma da soluma bakarım,
Aldırmayın genç kızlar,
Sizlere madik atarım.
Kabak da pişmiş tuz ister,
Ana benim canım kız ister,
Kız olmazsa dul olsun,
İlle şeftalisi bal olsun.”
Yeterli kalabalık toplanmış hatta huzursuz kıpırdanmalar başlamıştı. Biraz daha uzatsalar İbişin bütün gayret ve şaklabanlığına rağmen çözülmeler başlayabilir, ayrılan bir kaç kişi aniden artabilirdi. Beyaz atlet ve dar cambaz donlu kıyafetini, bir karış enindeki siyah lastik kemeri beline yerleştirerek tamamladı. Çadırın önünde ellerini beline dayayıp bir süre dikildi. Görünmesi ile alkışlar ve tezahürat başladı. Alımlı adımlarla yürüdü, halkı selâmladı, direkleri ve gergi iplerini son bir defa abartılı bir dikkatle denetledi. Ana direğe şahadet parmağının boğumu ile üç defa vurdu, sağ kulak memesini çekiştirdi. Hiçbir din terbiyesi almamıştı, kimden alsındı ki?  İtikadı ipe çıkarken direğe vurmak ve destursuz yere işememekten öte değildi. Çevik bir hareketle çelik gergi halatlarına tırmanarak ana ipe çıkıp sırtını ipin üzerinden yükselen bir metrelik kütüğe dayadı. Yanına dayalı dört metre boyundaki denge çubuğunu aldı. Tutulmaktan cilası silinmiş bölgesinden her iki eli ile avuçladı. Aşağıdaki kalabalığa “ip altından uzaklaşmalarını, zor durumda kalırsa denge değneğini atacağını, altında kalabileceklerini” ihtar etti. Bu gösteriye ilgi ve heyecan katmanın gereği idi. Hatta bazı kereler çubuğu bilerek atar, düşüyormuş gibi bir numara ile ipi yakalar, yeniden tırmanıp kollarını yana açarak çubuksuz yürürdü. Aslında çubuğa gereksinimi yoktu. Tabanı ortadan çukurlaştırılmış bir gaz tenekesine girip ip üzerinde sekerek yürürken, lastikleri sökülmüş bisikleti ile ip üzerinde pedal çevirirken değneğe gerek olmazdı. Ama denge çubuksuz cambaz da olmazdı.
Rahat adımlarla yürüyerek ortalara geldi, ipi kendi inisiyatifi ile zıplatarak denge ararmış gibi duraladı, ritmi yeniden yakalayıp karşı direğe kadar gitti, değneği tek eline alıp keskin bir dönüş yaptı, alkışları dinledi, yeniden yürüyüşe geçti. Bir iki adım atmıştı ki midesinde bir bulantı ve safra baskısı hissetti. Gözleri karardı, ayaklarında ani bir dermansızlık, titreme... Denge çubuğunu attı,  kolları ile ipe doğru uzandı, ip inanılmaz bir hızla bulutlara doğru yükseliyor, kulaklarındaki uğultu artıyor, ziller çalıyordu, okul çocukları neşeli çığlıklarla bahçeye koşuşuyorlardı. Yaklaştılar, yaklaştılar, ellerini uzatsa onlara dokunacaktı... Birden hepsi karanlıkta ve sessizlikte yok oldular, başındaki dayanılmaz acıyı, boynundaki kütürtüyü, gırtlağındaki buruk lezzeti aynı anda algıladı ve her şey bitti.
Kalabalık önceleri oyun sandığı bu gösteriden  hoşlanmış sonra donakalmıştı. İbiş elindeki tefi fırlatıp seğirtti, kırmızı allıklı yanakları, sırıtık makyajlı yüzü ile şakın bakışlı gözleri bir tezat oluşturuyor, süzülen yaşlar pembe damlalar halinde boynuna iniyordu. Savcı köye keşfe gitmiş, başında süngülü jandarmanın saatlerce beklediği, gazete kâğıtları ile örtülü ölü bedeni o gün en büyük ve fakat en verimsiz kalabalığı topladı. Cenazesini belediye kaldırdı. Bir kaç kişilik bir cemaatle garipler mezarlığına gömdüler. Geride mezar taşı bile kalmadı, ama kış gecelerinin kasvetli ve dumanlı köy kahvelerinde anlatılan menkıbesi ve ondan çok sonraları doğan çocukların bile dilindeki tekerlemesi;
Hey dingala, dingala.
Çalkala boncuk çalkala...                          


 Kasım 2001
                                                                                                         






* Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu Mayıs 2002 Öykü yarışmasına katıldı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...