"HATIRLAYANLARINIZ VAR MI?"
BONCUK*
Davulcunun son tokmak
darbesi ile zurnanın sesi aynı anda kesildi. Çığırtkan elindeki tenekeden
yapılmış, huni biçimli megafonun dudak şekline göre yapılmış çukur ağızlığını
ağzına iyice yapıştırdı, kelimelerin son hecelerini uzatarak yayına başladı.
“Ey Ahâlî... Memleketin en
ünlü cambazı... Boncuk kasabamızda... Sadece iki gün... Koşun... Koşun... İki
mezar arasındaki alana gelin... Bu fırsatı sakın kaçırmayın...” Ağızlık, dudak
hareketlerini kısıtladığından sesi boğuk ve metalik çıkıyordu.
“İki başlı altı ayaklı
buzağıyı da görün... Meşhur Boncuk şehrimizde...” Kasaplar çarşısından kırmızı
peştamallarının alt uçlarını beline sokmuş kasap çırakları alaylı haykırışlar
ve alkışlarla caddeye çıktılar. Her sokak arasından fırlayan üç beş çocuk telaşla
ve coşku ile korteje katıldı. Zurnanın çatlak nağmesi ve davulun vuruşu yeniden
başladı.
En önde bu bir saatlik
tanıtım için kiralanmış, davul zurna ve çığırtkan ardında çiçekli basmadan bol şalvarı, gömleği
ve aynı kumaştan koni şeklindeki uzun külâhı, boyalı yüzü ile elindeki
tefi şıkırdatarak yarı dans eder yürüyen İbiş ve beş on adım gerisinde kırmızı satenden bol kollu gömleği,
aynı kumaştan paçaları üç metre
uzunluğundaki pantolonu ve görünmeyen ayakları ile bu uzun boya göre küçük
adımlarla yürüyen Boncuk. Ardı sıra
her sokak başında biraz daha kalabalıklaşan, kimi yalınayak, kimi giyimli,
bazılarının bir askısı kopmuş ardından sürünen her yaştan ve her sınıftan çocuk
güruhu... Ve eğitilmişler gibi bir ağızdan, uyum içeresinde tekrarladıkları
nakarat.
“Çalkala
Boncuk çalkala...”
Nasıl olduğu bir muammadır;
İbiş’in tefle çalıp söylediği bu nakarat ilk kez geldiği bir yer de bile
eksiksiz bilinir ve çocuk ordusunun dilinde ardından da günlerce
söylenirdi. Eskiden beri vardı da Boncuk
mu benimsemişti, yoksa Boncuk dile getirmiş halk mı yaymıştı bilinmez? Ama
onunla özdeşleşmiş kendine has melodisi olmuştu.
“Hey dingala
dingala,
Kömürü de
koydum mangala,
Ayşe de Fatma
dostum var,
Çalkala Boncuk
çalkala.
Babamdan çok
mal kaldı
Onu da
kadınlar aldı,
Kadınların
derdinden
Cepte de
mangır kalmadı.
Çalkala Boncuk
çalkala...”
Asıl adını kimse bilmezdi.
Cambaz bir baba tiyatrocu bir anneden doğmuş, bebekliği çocukluğu, gençliği hep
panayırlar, bayram yerleri, köyler kasabalar dolaşarak geçmiş, soğuk çadırlar,
bitli hanlar, bayırları inleyerek çıkan, sık sık arızalanan kiralık kamyonlar,
devamlı taşınan kalın direkler, halatlar arasındaki küçük dünyasının dışında
bir tek askerliğinde farklı insanlar ve başka mekânları tanımıştı. Babası felç olup Trakya’nın bir köyünde
yatalak yaşama mahkûm olunca gene eski bir cambaz olan Mestan amca ile işi
yüklenmişler, kaderin onlara yeryüzünde reva gördüğü Sırat ’ta rızk peşinde
yürür olmuşlardı. O ipe çıkmış, babasının ortağı Mestan amca da İbişliği
üslenmişti. Basit şaklabanlıklarla halkı direk etrafında toplar, gösteri
bitiminde tepsi dolaştırarak seyircilerin attığı üç beş kuruşla hem
kendilerinin hem yatalak babasının geçimini sağlarlardı. Genelde bu bahşişler
dönemin en küçük metallerinden oluşurdu. Öyle ki pek işe yaramayan küçük
paralar için;
“Bu parayla adama cambaza
bile baktırmazlar.” Değimi yerleşmişti. Ama “damlaya damlaya göl olur.” Misali;
toplu eğlence ve temaşa imkânlarından yoksun “Yurdumun İnsanı”na sunulan bu
gösterilerle bu günlere kadar doymuşlardı.
Bugün destek bastonlarını
almamıştı. Böylesi tehlikeli oluyordu ama hem daha fazla kalabalık toplamasına
sebep oluyor hem de kendisi mazoşist bir zevk alıyordu bundan. Bastığı ufacık
destek tahtalarının üstünden bacaklarına bez kuşaklarla dolanmış üç metre
yüksekliğindeki tahta çıtaların üzerinde yürürken zemindeki parke veya Arnavut
kaldırımı döşemeler büyük tehlike oluştururdu. En ufak çarpık basma, kayma,
tökezlenme düşme demekti. Ardından gelecek kırık çıkıkların önemi yoktu.
Nasılsa Mıstık Amca kuru üzümle dövülmüş hava cıva yakısı, rendelenmiş sabun
yumurta akı alçısı ya da sıcak kuyruk kapağı kompresi ile tamir ederdi onu ama
seyircinin önünde prestij kaybı ölümden beterdi. Ayaklar, beyin ve denge
merkezleri şaşmaz bir uyum ve dikkat içinde olmalı idiler. İp üzerinde de böyle
idi bu. Atılacak her adım, ayaklar altındaki halatın gerginliği, ortalara
geldikçe artan esneme mesafesi, ipin rezonansı, direklerin sallantıları, belin
ve omuzların ileri geri eğimleri, eldeki denge çubuğunun sağ sol yatımları ve
gözler. Tabanlar halat ile konuşmalı idiler, ne ezecekmiş gibi sert ne
kaçacakmış gibi yumuşak temas. İpin dilini algılayabilmek için ya yalınayak ya
da çok incecik tabanlı yumuşak ayakkabılar giyer cambazlar. Sırığa ya da ipe
çıktıklarında nabız yükselir, adrenalin artar, korku, heyecan ve zevk karışımı
bir sarhoşluk ve tatmin hali başlar.
Arkasından yükselen çocuk
haykırışları onda başka bir tatmin duygusu daha yaratıyordu. Belki de hiç okul
görmediğinden olacak okul önlerinden geçerken gıpta ve biraz da hasetle ile
dinlediği çocuk çığlıklarıyla hesaplaşma süreçleriydi bu anlar. O çocuklarını
okula gönderecekti. Tabii önce bir kasabaya yerleşecek, ya bir aşçı dükkânı
açacaktı ya da bisiklet kiraya verecek, çocuklar doluşacaktı dükkânının önüne,
Velespitçi Boncuk’u bütün kasaba tanıyacaktı.
Helâlinden bir karı bulacaktı, kesinlikle gezginci panayır esnafından
olmayan, sonra çocukları olacaktı. Yaşı otuzları geçmişti. Cambazlığın sonu ya
kötürüm olmaktı ya unutulmak ya da İbişlik.
Bir ömür boyu yollar ve
zorluklar. Hem nakil masrafını paylaşmak hem de seyirciye farklı şeyler sunmak
için ya bir kasnakçı, ya çadır kumpanyası, ya da farklı organlarla doğmuş
hilkat garibesi hayvanlar hatta kiralanmış sakat çocuklarla birlikte
dolaşılırdı. Bir şehir veya kasabaya gelince ilk iş, direk dikecek meydan
bulmak, sahibiyle kirada anlaşmak. Direkler için toprak hem sert olmalı idi hem
de taşsız. Alan kalabalığı toplayacak kadar büyük olmalı ama kaçakları kontrol
dışı bırakacak kadar değil. Etrafta beleş seyirci barındıracak binalar ve
ağaçlar bulunmamalı. Emniyetten, belediyeden izin almak hepsinden zoru. Oysa
panayır kurulan kasabaların belediyeleri hiç zorluk çıkarmadığı gibi yer kirası
almaz hatta devlet radyosundan, bütün yurda, günlerce ilanda bulunur.
“Biga belediyesinden
bildirilmiştir. Geleneksel canlı hayvan ve eşya panayırı 10-20 Eylül tarihleri
arasında kurulacaktır. Sayın halkımıza ilân olunur.” Bu yüzden gezici
kumpanyalar panayırları severler.
Bu son kasaba ile turne
bitiyordu. Peş peşe panayırlar, aralarındaki boşluklarda bir günlük iki günlük
kasaba, köy gösterileri, gün aşırı kazılan çukurlar, dikilen, sökülen, taşınan
ağır direkler, yolculuklar, rahatsız yataklar, yetersiz beslenmeden yorgun
düşmüştü. Bereketli bir yıl olmuştu ama
bıkkındı. Sırtı evdeki yün yatağını özlemişti.
Boncuk küçük çadırın aralık
kapısından dışarıyı gözlüyordu. İbiş direklerden yere çakılı kazıklara uzanan
meyilli ipe tırmanmaya çalışıyor, beceremeyip düşme taklidi yapıyor, aslında
ipte yürümekten daha fazla beceri isteyen bu gösterisi kahkahalara sebep
oluyordu. Elinde tef bir yandan dans ediyor bir yandan söylüyordu;
“Kabağı da
boynuma takarım aman,
Sağıma da
soluma bakarım,
Aldırmayın
genç kızlar,
Sizlere madik
atarım.
Kabak da
pişmiş tuz ister,
Ana benim
canım kız ister,
Kız olmazsa
dul olsun,
İlle şeftalisi
bal olsun.”
Yeterli kalabalık toplanmış
hatta huzursuz kıpırdanmalar başlamıştı. Biraz daha uzatsalar İbişin bütün
gayret ve şaklabanlığına rağmen çözülmeler başlayabilir, ayrılan bir kaç kişi
aniden artabilirdi. Beyaz atlet ve dar cambaz donlu kıyafetini, bir karış
enindeki siyah lastik kemeri beline yerleştirerek tamamladı. Çadırın önünde
ellerini beline dayayıp bir süre dikildi. Görünmesi ile alkışlar ve tezahürat
başladı. Alımlı adımlarla yürüdü, halkı selâmladı, direkleri ve gergi iplerini
son bir defa abartılı bir dikkatle denetledi. Ana direğe şahadet parmağının
boğumu ile üç defa vurdu, sağ kulak memesini çekiştirdi. Hiçbir din terbiyesi
almamıştı, kimden alsındı ki? İtikadı
ipe çıkarken direğe vurmak ve destursuz yere işememekten öte değildi. Çevik bir
hareketle çelik gergi halatlarına tırmanarak ana ipe çıkıp sırtını ipin
üzerinden yükselen bir metrelik kütüğe dayadı. Yanına dayalı dört metre boyundaki
denge çubuğunu aldı. Tutulmaktan cilası silinmiş bölgesinden her iki eli ile
avuçladı. Aşağıdaki kalabalığa “ip altından uzaklaşmalarını, zor durumda
kalırsa denge değneğini atacağını, altında kalabileceklerini” ihtar etti. Bu
gösteriye ilgi ve heyecan katmanın gereği idi. Hatta bazı kereler çubuğu bilerek
atar, düşüyormuş gibi bir numara ile ipi yakalar, yeniden tırmanıp kollarını
yana açarak çubuksuz yürürdü. Aslında çubuğa gereksinimi yoktu. Tabanı ortadan
çukurlaştırılmış bir gaz tenekesine girip ip üzerinde sekerek yürürken,
lastikleri sökülmüş bisikleti ile ip üzerinde pedal çevirirken değneğe gerek
olmazdı. Ama denge çubuksuz cambaz da olmazdı.
Rahat adımlarla yürüyerek
ortalara geldi, ipi kendi inisiyatifi ile zıplatarak denge ararmış gibi
duraladı, ritmi yeniden yakalayıp karşı direğe kadar gitti, değneği tek eline
alıp keskin bir dönüş yaptı, alkışları dinledi, yeniden yürüyüşe geçti. Bir iki
adım atmıştı ki midesinde bir bulantı ve safra baskısı hissetti. Gözleri
karardı, ayaklarında ani bir dermansızlık, titreme... Denge çubuğunu attı, kolları ile ipe doğru uzandı, ip inanılmaz
bir hızla bulutlara doğru yükseliyor, kulaklarındaki uğultu artıyor, ziller
çalıyordu, okul çocukları neşeli çığlıklarla bahçeye koşuşuyorlardı.
Yaklaştılar, yaklaştılar, ellerini uzatsa onlara dokunacaktı... Birden hepsi
karanlıkta ve sessizlikte yok oldular, başındaki dayanılmaz acıyı, boynundaki
kütürtüyü, gırtlağındaki buruk lezzeti aynı anda algıladı ve her şey bitti.
Kalabalık önceleri oyun
sandığı bu gösteriden hoşlanmış sonra
donakalmıştı. İbiş elindeki tefi fırlatıp seğirtti, kırmızı allıklı yanakları,
sırıtık makyajlı yüzü ile şakın bakışlı gözleri bir tezat oluşturuyor, süzülen
yaşlar pembe damlalar halinde boynuna iniyordu. Savcı köye keşfe gitmiş,
başında süngülü jandarmanın saatlerce beklediği, gazete kâğıtları ile örtülü
ölü bedeni o gün en büyük ve fakat en verimsiz kalabalığı topladı. Cenazesini
belediye kaldırdı. Bir kaç kişilik bir cemaatle garipler mezarlığına gömdüler.
Geride mezar taşı bile kalmadı, ama kış gecelerinin kasvetli ve dumanlı köy
kahvelerinde anlatılan menkıbesi ve
ondan çok sonraları doğan çocukların bile dilindeki tekerlemesi;
Hey dingala,
dingala.
Çalkala boncuk
çalkala...
Kasım 2001
Kasım 2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder