ŞEHİR’DEN METROPOL’E
Aşağıdaki yazı NİSAN 2002 tarihli Olay Gazetesi Bursa
Yaşam eki için kaleme alınmıştır. Üzerinden yirmi yıla yakın bir zaman süreci
daha geçti. Bu süreçte Bursa'nın ne hallere geldiğine hepimiz şahidiz. Hele son yıllardaki yüksek irtifa ile betonlaşma gerçeğine…
Seneye
Bursa’ya gelişimin ellinci yılı dolacak.
Yarım asır çok şeyleri değiştirir.
Nesiller değişir, dil değişir,
değerler değişir, teknoloji, moda değişir, tabii şehirler de... Nostaljiye yenik, yaşlanan belleklerimizde;
yitirdiklerimizin özlem ve burukluğunu kazandıklarımızın getirisi ile
dengeleyemeden...
Bu
perspektiften Bursa’nın dünü ve bu günü o kadar farklı ki... Bugün iki milyon nüfuslu mega kentin en
doğudaki ucu (nerede ise bir orta Anadolu şehri görünümünde) Kestel; eski İnegöl yolunda bahçeler ve çilek
tarlaları arasında şirin bir köydü. Asfaltın köşe yaptığı noktada Yeşil Bursa
ve Bursa Birlik Nakliye ambarlarının meyve sandıklarının istiflendiği toplama istasyonları
vardı. Yaz kış akan doygun dereciklerin kenarında nefis rayihalı yerli tohum
çilek pazarlanırdı, köylü kızlarca. Bu gün yediğimiz dayanıklı ama farklı
lezzetteki tür 1970’lı yıllarda Aroma’nın teşviki ile geldi.
Şehrin
ana girişi Sebze halinin karşısında yola sıralanmış, yerleşik çingenelerin tek
katlı basit evleri ile başlardı. Aradaki 10 kilometrelik yol mu? Kuzeyde
bahçeler ve ulu çınarların gerisindeki Gürsu, güneyde Uludağ’ın yeşil
yamaçlarına saklanmış sıra sıra Kızık’lar ile süslü. Yıldırım, Emir sultan,
Işıklar, Mollaarap, Maksem, Demirkapı, Muradiye, Stadyum, Merinos, Şehre küstü,
Uluyol sınırlarındaki Yüz bin nüfuslu şehir... Diyebilirim ki 1/3 ü çoğu iki
katlı binalar 2/3ü envaı ağaçlarla bezeli bahçelerle kaplı. Arsanın en kıt olduğu Hisar içinde bile
evlerle bahçeler eşitti. Bu bölgedeki
eksiği de mezarlıklar telâfi ederdi Yeşil Bursa’da. Batıda ise, uzaklardaki kaplıca kolonisi Çekirge
ve Nilüfer’in öte yanında 1950 Bulgaristan göçmenlerine yapılan tek katlı
binaları ile Hürriyet ve İstiklâl mahalleleri.
Ovanın yeşil denizine tanrısal mozaik tablolar gibi serpiştirilmiş
kırmızı damları ile Odunluk, Misi, Dobruca,
Beş evler, Fethiye, İhsaniye, Geçit, Ürünlü, Yunus eli, Çeltik, Armut,
Izvat, Soğanlı, Panayır, Demir taş, İsmetiye, samanlı köyleri ve daha niceleri
Büyük Şehrin doymak bilmez iştihası ile yutuldular. Birer mahalle oldular. Arnavut
kaldırımı sokaklarını, berrak sulu derelerini, ata yadigârı kemerli köprülerini
yok ettik. Osmanlı, Rum, Ermeni mimarisinin
ortak kültürü ile şekillenmiş çivit boyalı, güzelim evlerini, konaklarını
koruyamadık. 1960’larda bataklık Yalak Çayırı’na
Organize Sanayi Bölgesi kurulduğunda “Bir gün Bursa’nın Mudanya ile birleşeceği”
kehânetinde bulunurduk. Ama genişlemenin
bu boyutlarda olabileceği hiç hesapta yoktu.
O
yıllar Bursa çok daha rahat ve huzurlu idi. İnsanların dostluğa, sanat
olaylarına kültüre ayıracak daha çok zamanları vardı. Bu kadar değişimden sonra bugün bile
İstanbul’la kıyaslarsanız Bursa’da günler 25 saattir.
Televizyon
gecelerimizi tekeline almamıştı. Onun yerine “sinema günleri” vardı. Şehirdeki
beş- altı kapalı on- on iki kadar yazlık sinema her kültür gurubundaki aileye
cevap verirdi. Tayyare ve Dilek sinemasının mevsimlik kombine biletlerini almak
için kuyruklara girdiğimizi, torpil aradığımızı hatırlarım. Gariptir, varlıklı kesim bu kombinlerin
tenzilatlı halk gecesini yeğlerdi. Uzun tutulan antraktlar en şık kıyafetlerin
teşhirine olanak sağlardı.
Ahmet
Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu 1957’
de açıldı. Her ay değişen eserler için, her hafta Salı günleri satışa çıkarılan
bilet kuyruğuna girerdik. Geçen ay yerel gazetelerde aynı tiyatro müdürünün
seyirci bulamadıkları şikâyetini üzülerek okudum. Binanın bir başka köşesinde,
amatörlerin kurduğu Oda Tiyatrosu perde açardı. Sevgili Celâl Cumurcul’nun Gogol’un
((tek kişilik) Bir Delinin Hatıra Defteri’ni başarı ile sahnelediğini
anımsıyorum. Sonraları Marmara sineması olan alt salonda panayır tiyatrosu
içerikli gösteriler;
“Programımız burada bitti baylar bayanlar”
“Hayri Küçük Tiyatrosu sizi selâmlar.”tiradı ile perde
kapatırdı.
Zaman zaman Tayyare sinemasında İstanbul’dan
gelen özel tiyatroları izlerdik.
Özel arabası ile gelenler sinema ve tiyatro
binasının önüne park eder, programlar gece 24’ te kalkan son otobüs seferine yetişecek
şekilde ayarlanmağa çalışılırdı. .
Bu
günün cep sinemaları üniversite öğrencileri ile yarı-dolu, aileleri görmek pek
olası değil. İki konservatuar ve amatör koroların konserleri de olmasa sanatsal
gösteriler geniş kitlelerden kopmuş gibi.
Elit
sınıfa gece hayatı sunan Çelikpalas’ın Pavyon’u vardı. T. Ticaret Bankası
terasında özel asansörü ile çıkılan Roof açılmıştı. Çay bahçeleri, Kültür park
içinde aile gazinoları ve müzikholler dolardı. 1970’lerdeki anarşi ortamı
aileleri gece eğlencelerinden ve sokaklardan çekti. Uzun durgunluk döneminden
sonra, her gün bir yenisi açılan Kafe’ler, barlar ve diskolar şantörün “bütün
eller havaya” emrine uyan belli bir kesimin ve gençliğin mekânları. Yakın köylerden
çarşıya gelen ailelerin, nişanlı çiftlerin muhallebici ve tatlıcı dükkânlarında
oturma alışkanlığı yok oldu. Bu kesim artık mahalle olan köylerinin
çarşılarında ama oralarda muhallebicide oturma şansları yok. Ayakta beslenme
tarzının getirdiği döner-ekmek ve lâhmacun kültürü oluştu. İlk olarak Dilek
sinemasının karşısında Sirkeci Şaban’ın çocukları, ezilerek ısıtılan sucuklu sandviçi
ve leblebi garnitürlü bozayı (atomlu boza) damak yelpazemize sokmuştu.
İş
Bankası’nın önünde küçük terazisinden, gramlarına, karpit lâmbasından tekerlerine
kadar her yeri parlatılmış pirinç arabasında kuru yemiş satan Köse Habil yok
ama kabuklarını sürekli yerlere saçan Ayçiçeği tüketicisi geniş bir toplumumuz
var.
Öğrenciler şapka giyerdi. İnsanlar şıktı.
Daha doğrusu şıklık anlayışımız ütülü pantolon,
takım elbise, kravat ve fötr şapkaya endeksli idi. Bu günün spor, rahat
ama kişiliksiz giyiminde gözlerimizi tırmalayan bir şeyler var.
Özel kolejler dışında okullar karma olmadığından
Erkek Lisesi- Kız lisesi ile Ticaret lisesi- Necati Bey Kız Enstitüsü ile
Askeri lise- Kız Öğretmen Okulu ile kültürel iş birliği yapar, Erkek Sanat
Enstitüsü galiba eşsiz kalırdı. Ziraat Okulu zaten şehir dışında lokalize
idi.
Vali, Belediye başkanı, Emniyet müdürü halk
içinde idiler. Eskortlar, trafiği kesmeler, koruma orduları yoktu. Sadece
Valinin bir adım gerisinde yürüyen resmi giyimli polisi vardı. Varlıklı iş
adamlarının Body-guard özentilerine gerek yoktu. Şehrin çeşitli yerlerine
konuşlanmış veya hareket halinde polis otoları görmezdik. 1111-1112 telefon
numaralı iki adet jeep olaylara yetişmeye yeterli olurdu. Bekçiler karakolları
değil akşam ezanı ile sefere çıkan guruplar halinde çarşı ve mahalleleri
korurlardı.
Öğrenciler
kendi mahallesindeki okullara gittiğinden, orta öğrenimdekilerin yürüme ve
belediye otobüsünden başka tercihleri olmadığından şehrin bir ucundan öbür
ucuna taşıma yapan servisler girmemişti yaşantımıza. Minibüs te girmemişti. Taksilerin dışında Kaptı-kaçtı
dediğimiz fazla koltuklu otomobiller, Çakır hamam, Heykel yanı, Yeni Yol da
park etmiş faytonlar, tenteli brıçkalar, iş yerleri civarlarında durakları
bulunan Tatar arabaları yeterdi bizlere. Mahalle aralarında yük ile ( at ve eşeksırtında)
odun satan köylüler, baltalı, bıçkılı odun yarıcıları, elinde şimşir tokmağı,
sırtında kemanesi ile hallaçlar dolaşırdı.
Yaz
ayları, dini bayramlar ve tatillerde Bursa yerli turistlerle dolardı. Dostlarımızın otel bulma isteklerini
karşılayamaz olurduk. Banyo şehri olan Bursa bu özelliğini önce Gönen’e
ardından Deniz’e kaptırdı ve bitti. Tüm yurtta beylerin ipek gömlek, hanımların
ipek çamaşır ve elbiselik gereksinimlerini, çeyizlik havlularını karşılayan
Kapalı Çarşı, yangına rağmen bu özelliğini uzun yıllar korudu ama sonunda
kuyumcu ve döviz büfelerinin işgaline yenik düştü.
İnsanların
kaderini değiştiren rastlantılar ve olaylar vardır. Şehirler hatta ülkeler bile
böyle oluşumlardan etkilenirler. 1955 ve sonrasında Bursa’nın yalnız kaderini
değil ekonomik, sosyal, kültürel yapısını da değiştiren oluşumlar ard arda
geldi.
Eski
Bursa’nın 3- 4 katla sınırlı imar planını ilk delen T. Ticaret Bankası iş hanı
oldu. Ardından Altıparmak Caddesine
yüksek irtifa tanındı. Sadece ana caddede değil dar sokaklarda bile bitişik
nizam, yüksek binalar güzelim mimarı örneklerinin, konakların, bahçelerin
yerine hoyratça yerleştiler. Ve emsal olup Eski Bursa’yı yuttular. Çok geç
kalınmış bir tedbir ile tek tük kalanlara yasak getirilince ortaya çürük diş gibi
ucubeler çıktı. Binaların alt katları iş
yeri olarak planlanınca, belli merkezlerde toplanmış çarşılar bütün kente
yayıldı.
Koza ipeği dokuyan büyük fabrikalardan başka yüz
yıllardan beri peştamal, havlu, kadife, atlas dokuyan el tezgâhları 1950 lerde
motorlu olup ikişer üçer tezgâhlık ev sanayiine dönüşmüştü. Ham maddeleri olan
floşun pek az bir kısmı Gemlik Sungipek’çe kalanı ithal girdilerdi. Floş
üretimi için, sanırım 1956’da kurulan,
halka açık Anonim şirket Sifaş’ın sermayesi 1958 devalüasyonundan sonra bu pahalı
teknolojiye yetersiz kaldı. Yıllarca demir ticareti yapan şirket 1960’lardan sonra
O. Sanayi bölgesindeki ilk fabrika olarak Polyester ipliği üretimine yöneldi.
Ardından yenileri geldi. Tercihlerin
kara yoluna kayması neticesi 1950’lere kadar at arabası üreten atölyeler kamyon
şasileri üzerine kasalar ve otobüs karoseri’si imaline başladılar. Çarpık
otomobil kaportalarını bir çekiç ve el kadar seyyar örs marifeti ile mucizevi
bir şekilde aslına çeviren ustalar yetişti. 1957’den sonra ülkenin girdiği
ekonomik dar boğazın etkisi ile ithali zorlaşan oto parçalarını, sanayi
makinelerini, dayanıklı ev gereçlerini imal eden atak müteşebbisler çıktı.
Tarım ürünlerinin katma değerini artırıp dış satıma sunan teşebbüsler oluştu.
Sanayileşme iç göçü tetikledi. İki
büyük otomobil fabrikasının burada yapılanması bu göçü hızlandırdı. Eskiden
beri var olan Balkan ve Kafkas göçmenlerine yeni dalgalar katıldı. Yurdun doğu
bölgelerindeki etnik kökenli olaylar bir başka göç akımını Bursa’ya
yönlendirdi.
Haşim İşcan ilk Okulu’nda öğrenime başlayan
Eğitim Enstitüsü zamanla Üniversiteye dönüştü. Şehrin muhtelif yerlerinde
barakalarda faaliyete geçen fakülteler bu günkü modern kampüsüne yerleşti. İl’e
ek nüfus, ekonomiye etkinlik katan bu oluşum yaşantımıza genç neslin cıvıltısı
ve renkli yaşamı ile birlikte yeni sorunları da getirdi.
Genişleyen
alanlarla merkez arasındaki trafik akımı rasyonel yönlendirilemeyince, eski
şehre yeni yollar açılamayınca artan hava kirliliği, sanayinin ve meskenlerin
baca gazları iklimi bile etkiledi. Ne
eski kışlar kaldı ne de eski lodoslar...
Gönül
isterdi ki; büyük şehir olmanın külfetleri nimetlerini gölgelemesin. Ecdat
mirası değerleri yeni kuşaklara kalem ve objektif vasıtası ile taşıma zorunda
kalmasa idik.
Güzelim
Ova’ya ne oldu? Nerede şehre yeşil bakan yamaçlar, kestanelikler? Sokak
çeşmeleri, asma çardakları, dut ağaçları, şimşirler... İpek çeken eller,
Nilüfer’de yüzen çocuklar, köfteci Salih’teki Misi şarabı nerede siniz?
“Bursa’nın Ufak tefek taşları”
nerelerdesiniz?
“Bakakalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.”
O.V.Kanık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder