BURSA AŞKI*
Bir
kişiyi daha ilk görüşte seversiniz. Tanıdıkça duygularını, iç dünyasını
keşfeder, beğeninize, manevi değerlerinize hitap eden çizgilerle karşılaşınca
daha da sever, bağlanırsınız. Zamanla hayranlıktan da derin hislerle dolar,
öğrendikçe asil bulgularına vakıf olursunuz, küçücük ayrıntılar bile
düşkünlüğünüzü tetikler. Bundan ötesi aşktır.
Çocukluğumun
yaz aylarında akraba ziyaretlerine geldiğimiz Bursa benim için yanında bir
kemanî ile gezinen, yuvarlak kutusu renk renk tatlarla dolu macuncu idi. Küçük
tahta sandıklarda alınıp pudra şekeri ile yenilen mis kokulu çilek, İskender
kebabı, muhallebici Şaban’dan tavukgöğsü, Turan Pastanesinde Frigo, Uludağ
Gazozu, yaşadığım Anadolu kentinde bulamadığım lezzetler ve kelebeğinin
çıkışını merakla beklediğim ipek kozası...
Yaşım
ilerledikçe bu ziyaretler anlam kazanmaya ve özleme dönüştü. On beş yaşında
yerleşimci olarak geldiğimde mevsim bahardı. Şimdi büyük kısmı betona dönüşmüş
ova ve Uludağ yamaçları taze ve coşkun yeşile bürünmüş, o zamanlar daha geç
açan pembe şeftali çiçekleri ile bezenmişti. Çekirge’deki evimizin hemen
önünden başlayan ovada, sırtını dayadığı Uludağ eteklerinde sabah ezanı ile ilanı aşka başlayan bülbüllerin, karatavukların musikisi; güller, akasyalar,
morsalkımların baygın kokusu hâkimdi havaya.
Delikanlılık
yaşımdaydım, plâtonik sevgilerin ve romantik duyguların dürtüsüyle hassas, tüm
yaşıtlarım gibi şair olduğum dönemimdi. Komşu kızıyla birlikte Bursa’ya da âşık
olmuştum. Daha doğrusu çocukluğumda Bursa’ya her gelişimizde uzun, sıkıcı kara
yolcuğunun bitimine yakın İnegöl ve Bursa ovasına, yeşil denizinin içine ilâhi
bir mozaik gibi serpiştirilmiş kırmızı damlı köy evlerine hayranlığımın Bursa
aşkının ilk filizleri olduğu gerçeğini keşfetmiştim. Yuvarlanmış iri taşlar
arasından köpükler ve coşku ile akan gümrah derelerin de… Benim yaşadığım
Anadolu kenti, bu kiremitli damlardan da coşkulu derelerden de mahrumdu.
Komşu
kızı duygularımı öğrenemeden başka bir ile gitti, Bursa kaldı bana. Burada
okudum, arkadaşlar, dostlar edindim, ekmeğini yedim, suyunu içtim, rızıklandım.
Burada evlendim, çocuklarımı burada büyüttüm. Babam, anam, sevdiklerim,
dostlarımın bedenleri toprağına karıştılar.
Elli
yılda Bursa’nın iyi kötü günlerini birlikte paylaştık. Benimle beraber o da
büyüdü, genişledi. Önceleri beğeniyle karşıladığımız beton binalarla yüksek
apartmanların doymak bilmez bir iştahla eski konakları, karakteristik evleri
yutup yok edeceğini göremedik. Moloz kamyonları bahçe duvarları ile birlikte
güzelim ağaçları, köşe başlarındaki tarihi çeşmeleri acımasızca yükleyip
götürürken uyanmadık. Mesken ihtiyacıyla parsellenip satılan birinci sınıf
tarım arazileri kontrolsüz, ruhsatsız yapılarla dolarken önlem almak yerine art
arda af, teşvik getiren yöneticilere sessiz kaldık. Kanalizasyonu düşünülmemiş
binlerce caddeye, sokağa su, elektrik, telefon hizmeti götürüp otobüs seferleri
koydular. Oy kaygıları ve rekabet şehircilik anlayışının, Bursa’ya saygılarının
önüne geçti. Sanayiciler, şirketler, sermaye sahipleri, holdingler aynı mümbit
arazileri “teşhir merkezleri” adı altında beton yapılarla, fabrikalarla
doldurdular. Adamsendecilik, umursamazlık, rüşvet, partizanlık, “iline hizmette
bulunma” yanlış anlama veya yönlendirmeleriyle en küçük görevliden
parlamenterlere kadar geniş bir kitle yıllar boyu ortak oldu bu talana, ya da
“üç maymunları” oynadı.
Bahçeli,
ahşap evimiz yerine teklif edilen birkaç apartman dairesini yeğlerken mahalle
kavramını yitireceğimizi, çiçeği artık sadece saksıda görebileceğimizi,
dalından dut yeme zevkimizin kalmayacağını, eriği manavdan alacağımızı bizlere
kimse söylememişti. Hevesle yerleştiğimiz dairelerin ilk ciddi depremde yıkılma
riski olduğunu kimse hatırlatmadı. Pazarlıklar, arsa sahibi için bir daire
fazla almak, müteahhit için fazladan kat çıkmak, kaçak çatı katı yapmak,
caddeye biraz daha taşmak, ruhsatlı garajı iş yerine çevirmek ekseninde döndü
hep. Belediyeler ise aldıkları harçlara ve otopark bedeli için ödenen rakamlara
tamah edip sustular, yabancı şehir planlamacılarına yaptırılmış nâzım plânları
görmezden geldiler. Başlangıçta sanayi patlamasına sevindik. Her yeni
fabrikanın yeni iş sahaları açacağını, dolaylı olarak binlerce aileyi
doyuracağını sanıyorduk. Bilmiyorduk ki her yeni tesis getirdiği fayda kadar
menfi etki de yapacak; yeni göçlere, nüfus patlamasına, imarsız yapılaşmaya
sebep olacak; havayı kirletecek, doğayı tahrip edecek, yeşili yok edecek,
kuşları kaçıracak. Ak taşlı derelerimizin sanayi atıkları ve kimyevilerle her
gün başka renkte akacağını, evsel atıkların katkısıyla kötü kokular yayan lağım
kanallarına dönüşeceğini bilemezdik.
Değişim
ve gelişim fırtınalarına hangi ağaç dayanabilmiş ki? Ama hiç değilse eski
şehrin bir bölümünü yeni kuşaklara tarih mirası olarak intikal ettirebilse
idik. Ve bu güzellikleri ancak slâytlardan izleyebilen gençler, orta yaşlı
amcalardan(!) masal dinlemek zorunda kalmasa idi.
*YAVUZ BUBİK- BİR AVUÇ BURSA 2012
Çok güzeldi, keyifle okudum...
YanıtlaSil