Geçen hafta otobüs ile bir İstanbul yolculuğum oldu.
Tertemiz, düzenli bir terminalden tam saatinde hareket eden şık, konforlu
otobüsler. Tek tip kıyafetli yönlendiriciler, kabin görevlileri, şoförler...
Yolculuk kahvaltı kutusu ile
başladı. Bir Hamburger ekmeği, bir parça kek, plastik ambalajında tek
porsiyonluk tereyağı, peynir, reçel ve poşet çay. Dileyene kahve, meyve
suyu. Plastik servis çatal, bıçağı.
Osmangazi köprüsünü kullanarak bir buçuk saat süren ve iç hat uçak yolculuğu
ikramlarını aşan bir ağırlama. Baş yastığı, günlük gazete, bulmaca, çocuklar
için boyama kitabı; ihtiyaç halinde çocuk, hatta kadın peti servisi. Varış terminalinde ulaşacağınız semt servisine
transferinizi yapan, bagajınızı aktaran yine tek tip kıyafetli görevliler.
Bursa’nın civar illerine yıllarca otobüs yolculukları yaptım. Kamyon
karoserine, ahşap kasalı, Bursa yapımı Austin otobüslerden ithal malı konforlu
otobüslere, aynı otobüslerin ülkemizde önce monte sonra imal süreçlerini yıl
yıl, adım adım yaşadım. İllerde, ilçelerde eski araba hanlarında, dükkân
bozması yazıhanelerde, tahta sandalyeli kahvehane köşelerinde belirsiz hareket saatini
bekledim. Benzin istasyonlarında değil de şehir içlerinde benzinci
dükkânlarından teneke ile benzin ikmallerine şahit oldum. Başka türlüsü yoktu
ki. Yol boylarında yakın köylülerce tesis edilmiş, üç beş çeşit tencere yemeği
sunan, elektriksiz, bol sinekli mola yerlerinde -şoför ve muavinine ücretsiz
sunulan sofranın bitimini bekleyerek- karın doyurdum. Buraların bahçe içindeki,
altından çay akan, pis kokulu, tek göz tahta helâlarında sıra bekledim. Yeni yeni oluşan benzin istasyonlarının bir
derece yüksek lokantalarında “çaylar
müesseseden” ikramına nail oldum. Yan yana mantar gibi biten dinlenme tesislerinin(!) teneke fonik sesli “yolcu kalmasın” neşriyatına dayandım. Koltukların dolu olmasına rağmen her el
kaldırana durulan, her köy ayrımında indi bindi yapılan “ kavşağa kadar idare
edelim abey” mazeretli yolculuklar yaptım. Bir vasıta geçince incecik toz
zerrelerinin saç diplerine, iç çamaşırınıza, bavulunuz dibine işlediği;
şoselerden stabilize yollara, asfalt kaplamalardan tek şeritli, çift şeritli
arterlere, otoyollara, tünellere, viyadüklere uzanan sürecin her fazına şahit
oldum.
Bu süreç altmış yıllık bir zaman dilimi.
O altmış yıl evvelinde Bursa’yı İstanbul’a Mudanya veya üç buçuk saat
süren bir kara yolculuğundan sonra Yalova vapuru bağlardı. Kara yolu çok güç
şartlarla İzmit-Kandıra-Şile güzergâhından giderdi. Kayın validem 1940’lı
yıllarda İnegöl’den Biga’ya gelin giderken vapurla Mudanya’dan İstanbul’a
oradan yine ancak bir gün sonraki vapurla Karabiga’ya ulaşabildiklerini
anlatır. Çanakkale’ye ulaşım da böyle idi.
Eskişehir’e direkt kara yolu bağlantısı yoktu. Bilecik yakınında Karaköy
istasyonundan trenle ulaşılırdı Anadolu’ya. Tren saatinde Kamil Koç’un posta
otobüsü yolcuları ve posta torbalarını alır Bursa’ya getirirdi yaklaşık beş
saatte. O otobüs gitti mi ertesi güne kadar başka araç yok.
1947-48 yılları olmalı. Rahmetli babamla Afyon’dan İnegöl’e geliyoruz
Karaköy’den otobüse bindik. Bol virajlı,
rampalı, tozlu Ahı (Ağa) dağı yolları. Ülkenin harp ertesi kıtlık yılları.
Lastik patladı. Şoför ve muavin
onardılar, bir daha patladı, yine onardılar. Dördüncü patlamadan sonra şoför
eline parçalanmış iç lastikle gelip; “devam edemeyeceğiz beyler” dedi. Muavine
dönerek “dağıt beylerin
paralarını.” Bir otobüs yolcusu kadın, erkek, çocuk elde bavullar,
sepetler bir iki kilometre kadar yürüyerek Nazif Paşa köyüne ulaştık. İkinci
Dünya Savaşı filmlerinin trajik göç sahnelerini anımsatan bir görüntü ile. Bir
kısım yolcu oradaki ayrancı Ahmet Ağanın kahvesinde sabahlayarak ertesi günkü
seferi bekledi. Biz bir kaç kişi köyden kiraladığımız bir yaylı arabası ile
saatler sonra İnegöl’e vasıl olmuştuk.
Şimdiki olanaklara bakıyor, dünü hatırlayarak “nereden nereye?” diyorum.
Çinlilerin bir bedduası var;
“Umarım değişimin olduğu bir dönemde yaşarsın.”
Benim kuşağım, Allah’a şükürler
olsun, yurt sathında savaş görmedi ama müspet, menfi o kadar çok değişiklikle
karşılaştı ki... Sosyal yaşamda, ahlâk ve namus anlayışındaki farklılıklar...
Ulaşım, teknoloji, iletişim alanındaki
akıl almaz gelişim... Bir kısmına çabuk
intibak ettik, eskiyi unutarak en küçük aksaklıklardan bile şikâyetçi olmağa
başladık. Bazılarını kabulde zorlandık, direndik, beceremediklerimizde çeşitli
bahanelere sığındık. Bu arada büyük dedeme hep rahmet okudum. Yaşadığı şehre
elektrik şebekesi geldiğinde evlerine tesisat yapılmasına epeyce direnmiş.
Sonunda gençlerin baskısına yenik düşmüş. Cereyanın bağlandığı gece bütün
ışıkları yakılmış eve bahçeden uzun uzun bakıp “güzel oldu, çok güzelmiş ama bu
elektrik dediğiniz benim ağzımda buruk bir tat yapıyor,” mazereti ile ancak
kabullenmiş yenilgiyi...
Evvelâ
zengin, yoksul kavramları değişti. Mahalle aralarında dolaşan yoksullara sadece
bir dilim ekmek verildiği, bu kişilerin yamalık kumaş parçaları istediği
dönemler çok gerilerde kaldı Çok şükür ki ben yıllardır yamalı elbise ile
dolaşana rastlamadım. Siz hiç sokak aralarında dolaşan, ay sonlarında öğrenci
yurtlarının kapısını mesken tutan sırtı çuvallı, eski elbise ve ayakkabı satın
alan kişileri görüyor musunuz? Kullanılmış pantolonlar para etmediği gibi, bu
meslek dalı da bitti, tükendi. Büyük bir
aradan sonra sokaklarda çöp tenekelerini karıştıran kişileri görür olduk. Ama
biliyoruz ki bunlar yiyecek değil, artık çöpte bolca bulunan geri dönüşümü
mümkün atıkları.- bu atıklar da o kadar çok ki.- toplayan ve satan becerikli
kişiler. Elinde naylon poşetle dolaşandan el arabası, at arabası, kamyonetle
dolaşana kadar kademeli bir yelpaze.
Günümüz
gelirleriyle, çocukluğumun harcama ve geçim standardını yaşayabilsek-tabii ki
arzu edilmez- parayı koyacak yer bulamazdık. Haklı olarak, daha fazlası istenilen
refah ve yaşam kalitesi yüzündendir, gelirlerdeki yetmezlik.
Bu
en küçük bireyden en büyük harcama yapmak zorunda olan devlete kadar böyle.
Çocukluğumun devlet dairelerinin yetersiz ve perişan mefruşatı bu gün
karikatürlerde bile yok. 1950’li
yıllarda Vehbi Koç’un Arçelik’i kurması ile çelik eşyaya dönüş süreci yıllarca
sürdü. Arçelik bu niyetle kurulmuş ve çelik büro malzemesinde doyuma
ulaşıldıktan sonra -başlangıçta montaj olarak- beyaz eşya imalatına dönüşmüştür.
Bir
arkadaşım 1958 yılına Keles kazasına kaymakam vekili olarak atanmıştı. O
yıllarda bile kazanın Bursa ile iletişimini tek hatlı, -ikinci hattı toprak
tamamlardı- manyetolu Jandarma telefonu sağlıyordu. Sık sık kesinti yapan bu
telefonun tek teli bazen direk, bazen ağaç dalları üzerinden, köyden köye ile
ulaşıyordu. Olanaklar ve tel o kadar kıttı ki; bir köyün mezarlığı boyunca
çekilmiş dikenli tel bile bu şebekeye eklenmiş. Ülkenin birçok kaza ve köyleri
ile ulaşım bundan farklı değildi. Şimdi
aksayan hizmetlerden hemen yakınanlar, o yılların Bursa’sında bile olanakların
bu kadar kısır olduğunu acaba biliyorlar mı? Doğuya eksik hizmet götürüldüğünü
iddia eden, masa başından kalkmamış kalemşorlar acaba biliyor mu bu ülkenin
nereden nereye geldiğini? Şükürden âciz, tatminsiz yeni kuşaklar geçmişimizden
ne kadar haberdar?
Her neyse, Rahmetli Nijat
Keles’te göreve başladığının haftasında muhtarlardan şikâyet gelmiş. Kazadaki
tavuk hırsızlığından yakınmışlar. Hemen ardından Jandarma Kumandanı Astsubayı
çağırmış. Şikâyetleri nakletmiş, amirane bir tavırla suçluların derhal
yakalanmasını istemiş, Astsubay, kırık bir sesle “yakalayamayız, kaymakam bey,”
demiş. “Tavukları biz çalıyoruz, karakolun tayın bedeli gelmiyor, erata ne
yedireceğim? Ayrıca soğan da çalıyoruz!”
Altmış yıl içindeki değişim bazen
tedrici bazen çok hızlı geldi. 1950 Demokrat Parti ve 1980’lerdeki Özal dönemi
gibi.
Rahmeti Özal, biraz da alayla;
“alışırsınız, alışırsınız,” demişti. Birçok şeye alıştım. İyiye ve güzele çabuk
alışılıyor. Ama TV’lerdeki magazin programlarına, tele-vole kültürüne
alışamıyorum. Yetiştiğimiz dönemde ayıp sayılan metreslerin meşrulaştırılışına,
şimdi adı “seviyeli birliktelik olan” ilişkilere, evlilik dışı gebelikleriyle
iftihar edenlere, hele bu haberleri çarşaf çarşaf yayınlayan ciddi(!) gazetelerimize
alışamıyorum.
Ne yapalım savaş görmedik ama
“değişimim olduğu bir döneme” rastladık...
Konforlu bir otobüs yolculuğu
bana neleri anımsattı? Bilemiyorum; “Atlı araba ile yarışmak için geç, uzay
bisikleti ile Satürn’e gitmek için erken” bir dönemde gelmekten memnun mu
olmalıyım, şikâyetçi mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder