16 Ocak 2019 Çarşamba

BİR OTOBÜS YOLCULUĞU

BİR OTOBÜS YOLCULUĞU

Geçen hafta otobüs ile bir İstanbul yolculuğum oldu. Tertemiz, düzenli bir terminalden tam saatinde hareket eden şık, konforlu otobüsler. Tek tip kıyafetli yönlendiriciler, kabin görevlileri, şoförler...

Yolculuk kahvaltı kutusu ile başladı. Bir Hamburger ekmeği, bir parça kek, plastik ambalajında tek porsiyonluk tereyağı, peynir, reçel ve poşet çay. Dileyene kahve, meyve suyu.  Plastik servis çatal, bıçağı. Osmangazi köprüsünü kullanarak bir buçuk saat süren ve iç hat uçak yolculuğu ikramlarını aşan bir ağırlama. Baş yastığı, günlük gazete, bulmaca, çocuklar için boyama kitabı; ihtiyaç halinde çocuk, hatta kadın peti servisi.  Varış terminalinde ulaşacağınız semt servisine transferinizi yapan, bagajınızı aktaran yine tek tip kıyafetli görevliler.
Bursa’nın civar illerine yıllarca otobüs yolculukları yaptım. Kamyon karoserine, ahşap kasalı, Bursa yapımı Austin otobüslerden ithal malı konforlu otobüslere, aynı otobüslerin ülkemizde önce monte sonra imal süreçlerini yıl yıl, adım adım yaşadım. İllerde, ilçelerde eski araba hanlarında, dükkân bozması yazıhanelerde, tahta sandalyeli kahvehane köşelerinde belirsiz hareket saatini bekledim. Benzin istasyonlarında değil de şehir içlerinde benzinci dükkânlarından teneke ile benzin ikmallerine şahit oldum. Başka türlüsü yoktu ki. Yol boylarında yakın köylülerce tesis edilmiş, üç beş çeşit tencere yemeği sunan, elektriksiz, bol sinekli mola yerlerinde -şoför ve muavinine ücretsiz sunulan sofranın bitimini bekleyerek- karın doyurdum. Buraların bahçe içindeki, altından çay akan, pis kokulu, tek göz tahta helâlarında sıra bekledim.   Yeni yeni oluşan benzin istasyonlarının bir derece yüksek lokantalarında “çaylar müesseseden” ikramına nail oldum. Yan yana mantar gibi biten dinlenme tesislerinin(!)  teneke fonik sesli “yolcu kalmasın” neşriyatına dayandım.  Koltukların dolu olmasına rağmen her el kaldırana durulan, her köy ayrımında indi bindi yapılan “ kavşağa kadar idare edelim abey” mazeretli yolculuklar yaptım. Bir vasıta geçince incecik toz zerrelerinin saç diplerine, iç çamaşırınıza, bavulunuz dibine işlediği; şoselerden stabilize yollara, asfalt kaplamalardan tek şeritli, çift şeritli arterlere, otoyollara, tünellere, viyadüklere uzanan sürecin her fazına şahit oldum.
Bu süreç altmış yıllık bir zaman dilimi.
O altmış yıl evvelinde Bursa’yı İstanbul’a Mudanya veya üç buçuk saat süren bir kara yolculuğundan sonra Yalova vapuru bağlardı. Kara yolu çok güç şartlarla İzmit-Kandıra-Şile güzergâhından giderdi. Kayın validem 1940’lı yıllarda İnegöl’den Biga’ya gelin giderken vapurla Mudanya’dan İstanbul’a oradan yine ancak bir gün sonraki vapurla Karabiga’ya ulaşabildiklerini anlatır. Çanakkale’ye ulaşım da böyle idi.  Eskişehir’e direkt kara yolu bağlantısı yoktu. Bilecik yakınında Karaköy istasyonundan trenle ulaşılırdı Anadolu’ya. Tren saatinde Kamil Koç’un posta otobüsü yolcuları ve posta torbalarını alır Bursa’ya getirirdi yaklaşık beş saatte. O otobüs gitti mi ertesi güne kadar başka araç yok. 
1947-48 yılları olmalı. Rahmetli babamla Afyon’dan İnegöl’e geliyoruz Karaköy’den otobüse bindik.  Bol virajlı, rampalı, tozlu Ahı (Ağa) dağı yolları. Ülkenin harp ertesi kıtlık yılları. Lastik patladı.  Şoför ve muavin onardılar, bir daha patladı, yine onardılar. Dördüncü patlamadan sonra şoför eline parçalanmış iç lastikle gelip; “devam edemeyeceğiz beyler” dedi. Muavine dönerek “dağıt beylerin paralarını.” Bir otobüs yolcusu kadın, erkek, çocuk elde bavullar, sepetler bir iki kilometre kadar yürüyerek Nazif Paşa köyüne ulaştık. İkinci Dünya Savaşı filmlerinin trajik göç sahnelerini anımsatan bir görüntü ile. Bir kısım yolcu oradaki ayrancı Ahmet Ağanın kahvesinde sabahlayarak ertesi günkü seferi bekledi. Biz bir kaç kişi köyden kiraladığımız bir yaylı arabası ile saatler sonra İnegöl’e vasıl olmuştuk.
Şimdiki olanaklara bakıyor, dünü hatırlayarak “nereden nereye?” diyorum. 
Çinlilerin bir bedduası var; “Umarım değişimin olduğu bir dönemde yaşarsın.”
Benim kuşağım, Allah’a şükürler olsun, yurt sathında savaş görmedi ama müspet, menfi o kadar çok değişiklikle karşılaştı ki... Sosyal yaşamda, ahlâk ve namus anlayışındaki farklılıklar... Ulaşım,  teknoloji, iletişim alanındaki akıl almaz gelişim...  Bir kısmına çabuk intibak ettik, eskiyi unutarak en küçük aksaklıklardan bile şikâyetçi olmağa başladık. Bazılarını kabulde zorlandık, direndik, beceremediklerimizde çeşitli bahanelere sığındık. Bu arada büyük dedeme hep rahmet okudum. Yaşadığı şehre elektrik şebekesi geldiğinde evlerine tesisat yapılmasına epeyce direnmiş. Sonunda gençlerin baskısına yenik düşmüş. Cereyanın bağlandığı gece bütün ışıkları yakılmış eve bahçeden uzun uzun bakıp “güzel oldu, çok güzelmiş ama bu elektrik dediğiniz benim ağzımda buruk bir tat yapıyor,” mazereti ile ancak kabullenmiş yenilgiyi...
Evvelâ zengin, yoksul kavramları değişti. Mahalle aralarında dolaşan yoksullara sadece bir dilim ekmek verildiği, bu kişilerin yamalık kumaş parçaları istediği dönemler çok gerilerde kaldı Çok şükür ki ben yıllardır yamalı elbise ile dolaşana rastlamadım. Siz hiç sokak aralarında dolaşan, ay sonlarında öğrenci yurtlarının kapısını mesken tutan sırtı çuvallı, eski elbise ve ayakkabı satın alan kişileri görüyor musunuz? Kullanılmış pantolonlar para etmediği gibi, bu meslek dalı da bitti, tükendi.  Büyük bir aradan sonra sokaklarda çöp tenekelerini karıştıran kişileri görür olduk. Ama biliyoruz ki bunlar yiyecek değil, artık çöpte bolca bulunan geri dönüşümü mümkün atıkları.- bu atıklar da o kadar çok ki.- toplayan ve satan becerikli kişiler. Elinde naylon poşetle dolaşandan el arabası, at arabası, kamyonetle dolaşana kadar kademeli bir yelpaze.
Günümüz gelirleriyle, çocukluğumun harcama ve geçim standardını yaşayabilsek-tabii ki arzu edilmez- parayı koyacak yer bulamazdık. Haklı olarak, daha fazlası istenilen refah ve yaşam kalitesi yüzündendir, gelirlerdeki yetmezlik.
Bu en küçük bireyden en büyük harcama yapmak zorunda olan devlete kadar böyle. Çocukluğumun devlet dairelerinin yetersiz ve perişan mefruşatı bu gün karikatürlerde bile yok.  1950’li yıllarda Vehbi Koç’un Arçelik’i kurması ile çelik eşyaya dönüş süreci yıllarca sürdü. Arçelik bu niyetle kurulmuş ve çelik büro malzemesinde doyuma ulaşıldıktan sonra -başlangıçta montaj olarak- beyaz eşya imalatına dönüşmüştür.
Bir arkadaşım 1958 yılına Keles kazasına kaymakam vekili olarak atanmıştı. O yıllarda bile kazanın Bursa ile iletişimini tek hatlı, -ikinci hattı toprak tamamlardı- manyetolu Jandarma telefonu sağlıyordu. Sık sık kesinti yapan bu telefonun tek teli bazen direk, bazen ağaç dalları üzerinden, köyden köye ile ulaşıyordu. Olanaklar ve tel o kadar kıttı ki; bir köyün mezarlığı boyunca çekilmiş dikenli tel bile bu şebekeye eklenmiş. Ülkenin birçok kaza ve köyleri ile ulaşım bundan farklı değildi.  Şimdi aksayan hizmetlerden hemen yakınanlar, o yılların Bursa’sında bile olanakların bu kadar kısır olduğunu acaba biliyorlar mı? Doğuya eksik hizmet götürüldüğünü iddia eden, masa başından kalkmamış kalemşorlar acaba biliyor mu bu ülkenin nereden nereye geldiğini? Şükürden âciz, tatminsiz yeni kuşaklar geçmişimizden ne kadar haberdar?
Her neyse, Rahmetli Nijat Keles’te göreve başladığının haftasında muhtarlardan şikâyet gelmiş. Kazadaki tavuk hırsızlığından yakınmışlar. Hemen ardından Jandarma Kumandanı Astsubayı çağırmış. Şikâyetleri nakletmiş, amirane bir tavırla suçluların derhal yakalanmasını istemiş, Astsubay, kırık bir sesle “yakalayamayız, kaymakam bey,” demiş. “Tavukları biz çalıyoruz, karakolun tayın bedeli gelmiyor, erata ne yedireceğim? Ayrıca soğan da çalıyoruz!”
Altmış yıl içindeki değişim bazen tedrici bazen çok hızlı geldi. 1950 Demokrat Parti ve 1980’lerdeki Özal dönemi gibi.
Rahmeti Özal, biraz da alayla; “alışırsınız, alışırsınız,” demişti. Birçok şeye alıştım. İyiye ve güzele çabuk alışılıyor. Ama TV’lerdeki magazin programlarına, tele-vole kültürüne alışamıyorum. Yetiştiğimiz dönemde ayıp sayılan metreslerin meşrulaştırılışına, şimdi adı “seviyeli birliktelik olan” ilişkilere, evlilik dışı gebelikleriyle iftihar edenlere, hele bu haberleri çarşaf çarşaf yayınlayan ciddi(!) gazetelerimize alışamıyorum.
Ne yapalım savaş görmedik ama “değişimim olduğu bir döneme” rastladık...
Konforlu bir otobüs yolculuğu bana neleri anımsattı? Bilemiyorum; “Atlı araba ile yarışmak için geç, uzay bisikleti ile Satürn’e gitmek için erken” bir dönemde gelmekten memnun mu olmalıyım, şikâyetçi mi?
  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...