8 Aralık 2018 Cumartesi

İKİ BİNBAŞI




Bursa bir göç kentidir. İmparatorluk toprak kayıp ettikçe büyük topluluklar Anayurda göçmüş, büyük kısmı da Bursa’yı mesken edinmiştir. 93 Osmanlı - Rus Harbi, Balkan savaşları,  İstiklal harbi sonrası mübadele, Bulgaristan asimilasyonu, daha niceleri…
Her göç ayrıklılar, acılar ve ardında acıları da beraberinde hikâyeler de taşırlar.
Aşağıdaki benim ailemin hikâyesidir. Tümüyle gerçektir.
***
Motorlu kaptan filikası rüzgârı başa almış, burnu hafif yukarıda, güçlü motorundan köpükler çıkartarak, küçük çalkantılı denizde, tatlı zıplamalara yol alıyordu. Gri boyalı, çelik küpeştesinden sarkıtılmış örgülü kenevir iskele yastıklarının, üzerinden atladığı her küçük dalgada, Boğaz’ın  mavi-yeşil suları ile kucaklaşmasından kaynaklanan şırıltı, kıçtaki kromaj direğe çekilmiş abartılı boydaki Yugoslavya  Federatif Halk Cumhuriyeti bayrağının dalgalanırken yaydığı periydik fona bir solo gibi ekleniyordu. Siyah denizci üniformalarının üzerine mantar can yelekleri kuşanmış, uzun boylu, gösterişli üç deniz eri ve arka küçük havuzda iki kişilik, beyaz keten kılıflı koltuğa oturmak yerine önündeki parlak bariyere tutunarak ayakta durmağı yeğlemiş deniz subayı. 1954 yılının sıcak, güneşli bu nisan gününün Karadeniz çıkışlı rüzgârı pantolon paçalarını bacaklarına yapıştırıyor.   Boyu 1.90’ın üzerinde, kılaptan kokartlı, geniş viziyerli, beyaz şapkasının altından, görünen, aralarına ak düşmüş, kısa kesilmiş kumral saçlar, güneş yanığı, sert ifadeli yüz hatları, keskin bakışları erken gelmiş baharla yeşili tazelenmiş Boğaz yamaçlarını en ince detayları hafızasına kaydederek taramakta. Geniş omuzlu, atletik yapılı bedenini itina ile ütülenmiş, bol metal düğmeli, kruvaze, siyah üniforma olduğundan da heybetli gösteriyor. Gösterişli ceketin kollarındaki Binbaşı sırmaları dışında, göğsünde bir dizi işaretler ve Yugoslav Kahramanlık Madalyası simgesi. Sağ omuz başından iç içe üç sarmal yaparak göğüs cebine uzanan, sırmalı yaverlik kordonu ve kol üzerinde zarif defne motifleri ile işlenmiş Mareşallik amblemi.
Filika yol kesti sonra köpükler çıkartarak fiyakalı bir U dönüşü ile iri blok taşlı rıhtımın tam dar merdiveni önüne bordaladı, iskele alabanda, yarım tornistan. Erlerden biri çevik bir hareketle ucu kancalı, cilâlı sopayı asırlık dövme demir halkaya takarak tekneyi sabitledi.  Beyaz köpüklerin arasından yükselen yanmış benzin kokusu hâkim oldu havaya, bir süre için.  Denizci erler bu maharetli gösteriden mutlu, bakışları ile gülümsediler.
Binbaşı dalgalarla bir inip bir yükselen tekne ile basamak arasındaki uygun birlikteliği yakaladığı an çevik bir hareketle sıçrayıp rıhtıma çıktı. Görkemli saray ile zarif Barok üsluplu camiin arasında kalan mermer meydandaki aşırı emniyet tedbirlerini hemen algıladı tecrübeli, asker gözleri. Her ülkede olduğu gibi, uzun boylular arasından özenle seçilmiş yakışıklı inzibat erleri; beyaz tozluklu, boyalı postalları, ütülü kıyafetleri,  beyaz eldivenleri, çapraz kavradıkları Thomson tabancaları ile belirli aralıklarla ve ikişerli olarak meydan çevresine dizilmiş. Caminin yanındaki boşlukta silâh çatmış bir takım kadar piyade erleri, cadde boyuna dağınık resmi kıyafetli polis memurları, aralarında sivil kıyafetlerine karşın “ben polisim” diye bağıran atletik tipler. Caddenin karşı tarafındaki stadyumun önündeki platformda dizili CMC’ler, Jeep’ler...
                                                           ***
Soğuk harbin en çalkantılı dönemleriydi; Evvelce ciddi bir komünist ve Sovyet yanlısı olan ve fakat iki üç yıldan bu yana batıya yanaşıp Sovyetleri dışlayan politikası ile bütün komünist bloğun, husumet ve şimşeklerini üzerine çeken Yugoslav Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito 28 Şubat 1953’te imzalanan Ankara antlaşmasının ardından dünden beri Türkiye’nin misafiriydi. Varşova Paktı ülkelerinden Çin’e, Küba’dan Kuzey Kore’ye bütün solcuların dışında birçok etnik guruptan oluşmuş Yugoslavya’da da ideolojik düşmanlarının ve sistemini kuruncaya kadar her türlü baskı uyguladığı bir kısım halkının da tehditleri altıda idi Tito. Türkiye, Dostluğuna büyük önem verdiği bu tehlikeli misafirin ziyaretinden çok kuşkulu idi. Ziyaret tarihinin kesinleştiği bir aydan bu yana Dış İşleri Bakanlığı, Genel Kurmay, Ankara ve İstanbul Valilikleri tedirgin ve telaşlı bir hazırlığın içinde idiler. Ülkemizde yapılabilecek bir suikast ihtimali yöneticileri tedirgin etmekte idi.   Mareşal’i taşıyan harp gemisi Uluslararası sulardan itibaren Türk Deniz Kuvvetlerinin koruması altında yolculuk yapmış, Dolmabahçe açıklarına demirledikten sonra da muhripler ve hücumbotlar tarafından adeta ablukaya alınmış, sicilli komünistler ve “eski tüfekler” bir emniyet tedbiri olarak, kritik dönemlerde hep yapıldığı gibi, çeşitli vesilelerle Emniyet Birinci Şubeye misafir(!) edilmişlerdi. Mareşal’in dün Vilâyete ve Ayasofya’ya yaptığı ziyaret için bütün yollar kesilmiş ilin muhtelif yerlerinde hazır kuvvetler bulundurulmuştu. Yarın Ankara’ya demiryolu ile yapılacak yolculuk için günlerdir süren tedbirler tamamlanmış, Haydarpaşa-Ankara arasındaki yola ordu birlikleri intikal ettirilmiş, çadırlı ordugâhlar, seyyar mutfaklar kurulmuş,  özel katarın gidiş dönüşü süresinde demiryolunun her iki tarafına yüzer metre ara ile dizilecek silahlı askerler eğitilmiş, tünel ve köprüler harp zamanı gibi korumaya alınmıştı.  Ankara’da görkemli bir geçit resmi ve Harp Okulu öğrencilerinin Sırpça terimlerle sunacakları silahlı gösteri için yoğun provalar gerçekleştirilmişti. Silâh tutan genç kolların her hareketinde gür sesleri ile tempolayacakları sloganlar eşliğinde; "Ti-to, dob-ro, doş-le.../ hoş geldin Tito"
                                         ***
Kendisini selâm vaziyetinde bekleyen Türk İnzibat teğmenine mukabele etti. O anda meydanın ortasında bekleyen Türk subayı ile göz göze geldiler. Uzun boylu, yuvarlak çehreli, açık renk tenli, yakışıklı. Beli hafif oturtulmuş, koyu mavi havacı üniforması iyi dikilmiş. Sol göğsünde bir sıra renkli semboller ve altında çift kanatlı Jet pilotluğu brövesi, yakasında kurmay renkleri ve omuzlarında özenle parlatılmış Binbaşı yıldızları.
Bir yerden komut almışçasına aynı anda harekete geçerek birbirlerine doğru yürümeye başladılar, eşit adımlarla.  Sanki defalarca prova edilmiş, kusursuz bir gösteri sunarcasına yaklaştılar. Aralarında bir adım mesafe kalmıştı. Gene kusursuz bir zamanlama ile aynı anda durdular, iki çift topuğun birbirine vuran sesleri aynı anda yankılandı. Biraz gurur, biraz kıskançlık, biraz üstünlük iddialı ama sevecen bakışlar çakıştılar.  Mensup oldukları orduların disiplin ve yeteneklerini kıyaslayan bir ciddiyetle sağ eller bir süre için şapka siperlerine yükseldi sonra avuç avuça kavuştular. İlk konuşan Türk subayı oldu,  İngilizce olarak:
- Binbaşı Saffet Ural. Hoş geldiniz binbaşım.
Diğeri Türkçe cevapladı, vurguları farklı:
- Binbaşı Rauf Cabi. Teşekkür ederim, hoş bulduk.  Sesinde bir titreme hisseder gibi oldu. İsimlendiremeyeceği duygular içeresinde idi şu an. Ne on yedi yaşında, bıyığı terlememiş bir delikanlı iken gizli örgüte girerken ki heyecana benziyordu.  Ne Partizanlara katılırken duyduğu gurura,  ne sarp Balkan dağlarındaki gerillâ savaşlarının ıssız, karlı gecelerdeki ürpertisine, yanı başında, kucağında gözlerini yuman kendi yaşındaki yüzlerce ideal arkadaşlarını gömerken hissettiği burukluğa... Ne de 15 Alman tümenini küçücük kuvvetler ama büyük zayiatlarla durdurdukları günlerin hazzına,  ne 1944 Ekiminde Kızılordu birlikleri ile birlikte Belgrat’a girerlerken ki coşkuya benzeyen, farklı, tarifsiz duygular... İlk defa ayak bastığı yabancı topraktan mı kaynaklanıyordu vücut kimyasını etkileyen elektrik? Havasından mı? Bu duygusal buluşmadan mı? Algıladıkları sevinç değil, hüzün hiç değil, mutluluk, tahassür, heyecan hiç biri... Bütün izahsız dürtüler, yükselen adrenalin, gerilen sinirler, genişleyen damarlar, salgılar, askeri eğitimlerin, disiplinin, savaşların katılaştırdığı göz pınarlarında birkaç damla gözyaşı olup süzüldüler, bir müsekkin etkisi ile...
Havacı görmezden geldi, hamle etti,  kırk yıldır tanışıyorlarmışçasına bir içtenlikle sarılıp kucaklaştılar ve uzun süre kaldılar öylece. Birkaç adım ötede, esas duruşta bu farklı seremoniyi anlamsız gözlerle izleyen teğmen nihayet çekilmesi gerektiğine karar verip ağır adımlarla uzaklaştı. Bir el hareketi ile hâlâ selâmda olan erler rahata geçtiler. 
-Hepsi buradalar mı?
-Evet, sadece Suphiye gelemedi. Onunla Ankara’da görüşürsünüz.
-İngiliz’ce ya da Fransız’ca mı konuşalım?  Boşnakçan nasıl?
-Hepsi olabilir.
-Babam? Görüşecek mi acaba benimle?
-Bilemiyorum.  Dayım, Boşnakların bütün inat ve ters huylarını taşır. Tabii on üç yılın burukluğu da var. Sana kırgınlığı da.
-Benim için de hiç kolay olmadı. Bugün aynı şeyi yapar mıydım? Bilemiyorum. Çok gençtim.  On sekiz yaşın ruh dünyasında gerçekler bambaşka idi.
Kol kola girmiş, ağır adımlarla sarayın bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Uzun gövdeli çınar ağaçları erken baharla çiçek tutmuş, polenleri uçuşuyordu havada.
-Babam tam bir burjuva gibi düşünüyordu. Öyle de hareket etti. Kolay yolu seçti o. Malı mülkü satıp Türkiye’ye göçme hazırlığında idi. Tıpkı Avusturya-Macaristan istilâsında bütün Boşnakların yaptığı gibi. Halamların, babanların korkak saydığım bütün akrabaların yaptığı gibi.   Zaten Boşnaklar hiçbir zaman benimsemediler Yugoslav olmayı. Hep arkalarındaki Osmanlı’ya güvendiler, ona dayandılar. Ne yönetime katılmaya heves ettiler, ne topraklarını sahiplenmeye. Ya tekkelerde huu çektiler ya da en rahat şartlarda yaşayıp düzenin devamına şükür ettiler. Şartlar zorlayınca da sat sav Anadolu’ya. İnegöl’e yerleş, bağ bahçe edin ya da dükkân, pitta’lar pişsin, rakılar açılsın, cezveler sürülsün, sohbet devam etsin hep.
Bana fikrim hiç sorulmadı. Hoş sorulsa da kabullenmeyeceklerdi düşüncelerimi. Biz milliyetçiler farklı düşünüyorduk. Hitler Almanya’sı hızla yayılıyordu. Kral Petar küçüktü ve tecrübesiz. Bütün yetki naip Pavel’in ellerinde, o Almanlardan yanaydı. Maçek’in Hırvatistan Banoviniası’na katılma yanlısı. Ama Vatan bizimdi. Teşkilatlanacaktık, Kralı atacaktık.  Almanları sokmayacaktık topraklarımıza. Sonunda kazandık da. Ama ne kayıplar ne acılarla.
Bugün düşünüyorum da; gidenleri eskisi kadar suçlayamıyorum. Kalanlar çok acılar çektiler. Savaş çok acımasız, çök kötü. Şimdi otuz bir yaşındayım. Biz iki kardeşin çocukları aynı yaştayız. Ama ben senden çok yaşlıyım. Sen harp görmedin. Masum köylülerin ambarlarını ateşe vermedin, evleri, fabrikaları, köprüleri yıkmadın, beynine kurşun sıktığın kendi yaşındaki gençlerin yalvaran bakışlarınla karşılaşmadın hiç. Mavzerini göğsüne hedeflemiş hiç tanımadığın insanların gözlerindeki kini ve nefreti de tanımadın.   Seni ilk gördüğüm an ne düşündüm bilir misin? “İşte dedim savaşta olsak gemilerimi bombalayacak filonun komutanı bu.” “Onun uçaklarının kara dumanlar çıkartarak çakılışını izlemek ne kadar zevkli olurdu.” Bizler askeriz ölmek ve öldürmek için eğitildik. Oysa şimdi ben senin topraklarındayım, askerlerin bana selâm duruyor, işbirlikçilik ile itham edilmeden kol kola yürüyoruz. Kuzen olmamız şart değil, hangi milletten olursak olalım, hangi dinden olursak veya Allahsız;  Şu güzelim Bosfor’un kıyısında bir lokantada oturup rakı içmek varken, savaşmak niye?  Biz askerler savaşmak için yetiştiriliriz de savaşı bizler çıkartmayız. Onu pişirip kotaranlar sırça saraylarında oturmayı ve onu korumayı becerirler hep.
- Şuradan binelim mi artık? Annenler seni beklemekte.
- Yürüyelim. Biraz daha bekleyebilirler, on üç yılın üstüne bir saat ne fark eder ki? Gün batımına kadar izinliyim. Hem onlar beni değil yüzü sivilceli on sekizindeki Rauf’u bekliyorlar. Aradaki dönem sadece akraba mektuplarındaki havadisim ben. Benim belleğimdeki son fotoğraf da Sarajevo istasyonundaki siyah-beyaz kare: Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Babam İnegöl’e gidip gelmiş, orada bir ev satın alınmıştı. Buradaki mülkler paraya çevrilmiş, azaltılan eşyalar trene verilmiş, yanımızda götürülecekler, yolluklar hazırlanmıştı. Son geceyi en yakın komşularımızda geçirdik. İstanbul’a gidecek tren öğlen vakti hareket edecekti. Sabah arkadaşlarla vedalaşmak bahanesi ile ayrıldım.  Kararlı idim. Trene binmeyecektim. Ben korkak değildim. Ailenin ilk anarşisti olarak övünüyordum kendimle. Biriçkaların komşu kapısına geldiği saatte beni çok aramışlar. Sonra çaresiz, istasyonda olabileceğim düşüncesi ile hareket etmişler. Gerçekten istasyonda idim ama kimsenin beni göremeyeceği benim ise onları rahat izleyebileceğim bir kuytuda. Örgüt tarafından izlendiğimden de emindim. Komşular dış kapı ile peron arasında sürekli gidip geliyorlardı, telaşlı ve tedirgin bakışlarla. Babam sık sık istasyon karakoluna girip çıkıyor, annem tren penceresinden yaşlı gözlerle tarıyordu etrafı. Refik ve Suphiye küçüktüler pek bir şeyler anladıklarını sanmıyorum.  Ben ise bu görüntülerden garip bir zevk duyuyordum.  Kampanalar çaldı, düdükler öttü, görevli onu itercesine kapıdan soktuğu ana kadar vagon basamağında kaldı babam. Gözlerindeki hiç tükenmeyen ümidi ile. Sonra katar yavaş yavaş ayrıldı. Birden boşalıverdi peron. Uğurlayıcılar, hamallar, görevliler, polisler, gürültü, hareketlilik hepsi bir anda bitti.  Yalnız peron camlarından süzülen öğlen güneşi ve ben kalakaldık.  Yalnızlığın ne demek olduğunu bilir misin sen? Ben o günden sonra çok yalnız kaldım.  Akşam olduğunda genç, yaşlı, herkes evine doğru gidiyordu ben örgütün yolunu tuttum. Artık evim orası olacaktı, ailem de arkadaşlarım.  Ve tabii ki mefkûremiz.  Bir tercih gerekmişti ailemle ülkem arasında ben ülkemi seçmiştim, hepsi bu. İnsanlar bir yeri ağrıyıncaya kadar o organının mevcudiyetini hissetmezler ve ancak onu kaybederlerse yokluğu duyarlar. İlk günler fazla bir şey anlamadım. Ama zamanla bir şeylerin eksikliğini duyar oldum. Aile dört bacaklı bir masaya benzer. Bir ayağı ebeveyn, bir ayağı büyükler, bir ayağı çocuklar, birisi de kardeşler.  Birinin eksikliği dengeyi bozar, ikisi eksikse devrilir. Ben bu unsurları örgütümle tamamladım, arkadaşlarım ve ideallerimizle, sonraları ordumla ve tabii Tica (Hatice)ile. Masanın bacakları arasında senkron çok önemli ve de paylaşma. Her zaman birbirinden alacağı bir şeyler olmalı ve de vereceği. Benim aileli sürecimde belki eksik olan buydu, bilemem.  Partizani oluşumu bu kadar sert karşılamasa idi, beni bir kere olsun dinlese idi babam, bilmem bir şeyler değişir mi idi?  
Çok geçmeden Alman orduları girdiler, bizler dağlara çekildik. Çok çetin ve kanlı geçen dört yıl sağ kalmak ve hedefe ulaşmak mücadelesi ile geçti. Koptuğum ailemi düşünecek zamanım yoktu. Onlar sadece bazı kokular, bazı lezzetler, bazı seslerle duyguları kısa süre harekete geçiren anılardı. Savaş bitmişti ama görevimiz yeni başlıyordu. Biz bir ekiptik. Daha 1942’de Bihaç’ta geçici federal hükümeti kurmuştuk.  Yanmış yıkılmış bir ülkeyi yeniden yapılandıracaktık. En önemlisi parçalanmış etnik topluluklardan bir devlet yaratacaktık.  Tito’nun “Hırvat, Sırp, Sloven, Makedon, Macar, İtalyan, Arnavut, Çetnik, Boşnak, Çingene daha bir sürü milletten Yugoslavyalı yaratmak” doktrinini uygulayacak, dağılmış pazılın parçalarını bir araya getirecek neferlerdik, sağ kalabilenler. Bir taraftan Harp Okuluna devam ettim. Kurslar, eğitimler, görevler, rütbeler, ardından yeni hedefler, mücadele. Bu on üç yıl böyle geçti. Bu arada Hatice ile evlendik. Birlikte duvarlara kırmızı boyalarla  “Kahrolsun Faşistler” yazdığımız, sivil polislerin takibinden beraber kaçtığımız günlerdeki arkadaşlığımız aşka dönüştü. Sevgiye dayalı bütün duyguları onda tattım ben. Bütün boşluklarım onunla doydu.  Doğup büyüdüğüm ev, bağlanıp dayak yediğim palmiye ağacı çok uzaklarda kalmıştı. Doğurup büyütenler ise başka iklimlerde. Hasret korunun üzerindeki kül tabakası her gün biraz daha kalınlaştı. Ta ki Bosfor’un tatlı meltemi bu külleri savurup ateşi canlandırana kadar.            
Bir süre konuşmadan yürüdüler. Yüz hatlarında ki gergin ifade kaybolmuş boşalmanın, rahatlamanın sakin çizgileri yerleşmişti.
-  Biliyor musun Saffet?  Bunları ilk defa birisi ile paylaşıyorum. Kolunda kendi kanından birinin sıcaklığını duymak güzel bir şey. Bunu da ilk defa tadıyorum desem belki de yalan olmaz.  Hadi artık binelim...   
                                                                       ***
Saffet: Tuğgenerallikten emekli oldu. Bursa Senatörü ve Millet Vekili olarak parlâmentoya girdi.  1996’da öldü.
Rauf: Albaylıktan emekli oldu. Yugoslavya’nın en müreffeh ve saygın günleri ardından gelen etnik çatışmaları yaşadı. Hatice erken öldü. Arterio-siklaros’tan bir bacağını kayıp etti. Hırvatların emekli maaşını kesmesi üzerine büyük mahrumiyet ve sıkıntılar ardından Türkiye’ye sığındı. (Bu yazı kaleme alındıktan bir hafta sonra Ankara’da öldü. Cenazesi Mostar’da “vatanında” Hatice’nin yanına defnedildi. )
Yugoslavya: Tito’nun ölümünden sonra yeniden iç karışıklıklara ve etnik çarpışmalara sahne oldu. Parçalandı dağıldı.  1991’de Müslümanların da bağımsız devlet kurma teşebbüsü üzerine Sırpların uyguladıkları kıyım yüzünden yüz binden fazla Boşnak Medeni dünyanın gözleri önünde katliama uğradı.                                                                                                                                                                    Bursa, 2003



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...