Bursa bir göç kentidir. İmparatorluk
toprak kayıp ettikçe büyük topluluklar Anayurda göçmüş, büyük kısmı da Bursa’yı
mesken edinmiştir. 93 Osmanlı - Rus Harbi, Balkan savaşları, İstiklal harbi sonrası mübadele, Bulgaristan
asimilasyonu, daha niceleri…
Her göç ayrıklılar, acılar ve ardında
acıları da beraberinde hikâyeler de taşırlar.
Aşağıdaki
benim ailemin hikâyesidir. Tümüyle gerçektir.
***
Motorlu
kaptan filikası rüzgârı başa almış, burnu hafif yukarıda, güçlü motorundan
köpükler çıkartarak, küçük çalkantılı denizde, tatlı zıplamalara yol alıyordu.
Gri boyalı, çelik küpeştesinden sarkıtılmış örgülü kenevir iskele
yastıklarının, üzerinden atladığı her küçük dalgada, Boğaz’ın mavi-yeşil suları ile kucaklaşmasından
kaynaklanan şırıltı, kıçtaki kromaj direğe çekilmiş abartılı boydaki
Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti
bayrağının dalgalanırken yaydığı periydik fona bir solo gibi ekleniyordu. Siyah
denizci üniformalarının üzerine mantar can yelekleri kuşanmış, uzun boylu,
gösterişli üç deniz eri ve arka küçük havuzda iki kişilik, beyaz keten kılıflı
koltuğa oturmak yerine önündeki parlak bariyere tutunarak ayakta durmağı
yeğlemiş deniz subayı. 1954 yılının sıcak, güneşli bu nisan gününün Karadeniz
çıkışlı rüzgârı pantolon paçalarını bacaklarına yapıştırıyor. Boyu 1.90’ın üzerinde, kılaptan kokartlı,
geniş viziyerli, beyaz şapkasının altından, görünen, aralarına ak düşmüş, kısa
kesilmiş kumral saçlar, güneş yanığı, sert ifadeli yüz hatları, keskin
bakışları erken gelmiş baharla yeşili tazelenmiş Boğaz yamaçlarını en ince
detayları hafızasına kaydederek taramakta. Geniş omuzlu, atletik yapılı
bedenini itina ile ütülenmiş, bol metal düğmeli, kruvaze, siyah üniforma
olduğundan da heybetli gösteriyor. Gösterişli ceketin kollarındaki Binbaşı sırmaları
dışında, göğsünde bir dizi işaretler ve Yugoslav Kahramanlık Madalyası simgesi.
Sağ omuz başından iç içe üç sarmal yaparak göğüs cebine uzanan, sırmalı
yaverlik kordonu ve kol üzerinde zarif defne motifleri ile işlenmiş Mareşallik
amblemi.
Filika
yol kesti sonra köpükler çıkartarak fiyakalı bir U dönüşü ile iri blok taşlı
rıhtımın tam dar merdiveni önüne bordaladı, iskele alabanda, yarım tornistan.
Erlerden biri çevik bir hareketle ucu kancalı, cilâlı sopayı asırlık dövme
demir halkaya takarak tekneyi sabitledi.
Beyaz köpüklerin arasından yükselen yanmış benzin kokusu hâkim oldu
havaya, bir süre için. Denizci erler bu
maharetli gösteriden mutlu, bakışları ile gülümsediler.
Binbaşı
dalgalarla bir inip bir yükselen tekne ile basamak arasındaki uygun birlikteliği
yakaladığı an çevik bir hareketle sıçrayıp rıhtıma çıktı. Görkemli saray ile
zarif Barok üsluplu camiin arasında kalan mermer meydandaki aşırı emniyet
tedbirlerini hemen algıladı tecrübeli, asker gözleri. Her ülkede olduğu gibi,
uzun boylular arasından özenle seçilmiş yakışıklı inzibat erleri; beyaz
tozluklu, boyalı postalları, ütülü kıyafetleri,
beyaz eldivenleri, çapraz kavradıkları Thomson tabancaları ile belirli
aralıklarla ve ikişerli olarak meydan çevresine dizilmiş. Caminin yanındaki
boşlukta silâh çatmış bir takım kadar piyade erleri, cadde boyuna dağınık resmi
kıyafetli polis memurları, aralarında sivil kıyafetlerine karşın “ben polisim”
diye bağıran atletik tipler. Caddenin karşı tarafındaki stadyumun önündeki
platformda dizili CMC’ler, Jeep’ler...
***
Soğuk harbin en
çalkantılı dönemleriydi; Evvelce ciddi bir komünist ve Sovyet yanlısı olan ve
fakat iki üç yıldan bu yana batıya yanaşıp Sovyetleri dışlayan politikası ile
bütün komünist bloğun, husumet ve şimşeklerini üzerine çeken Yugoslav Devlet
Başkanı Mareşal Josip Broz Tito 28 Şubat 1953’te imzalanan Ankara antlaşmasının
ardından dünden beri Türkiye’nin misafiriydi. Varşova Paktı ülkelerinden Çin’e,
Küba’dan Kuzey Kore’ye bütün solcuların dışında birçok etnik guruptan oluşmuş
Yugoslavya’da da ideolojik düşmanlarının ve sistemini kuruncaya kadar her türlü
baskı uyguladığı bir kısım halkının da tehditleri altıda idi Tito. Türkiye,
Dostluğuna büyük önem verdiği bu tehlikeli misafirin ziyaretinden çok kuşkulu
idi. Ziyaret tarihinin kesinleştiği bir aydan bu yana Dış İşleri Bakanlığı,
Genel Kurmay, Ankara ve İstanbul Valilikleri tedirgin ve telaşlı bir hazırlığın
içinde idiler. Ülkemizde yapılabilecek bir suikast ihtimali yöneticileri
tedirgin etmekte idi. Mareşal’i taşıyan
harp gemisi Uluslararası sulardan itibaren Türk Deniz Kuvvetlerinin koruması
altında yolculuk yapmış, Dolmabahçe açıklarına demirledikten sonra da muhripler
ve hücumbotlar tarafından adeta ablukaya alınmış, sicilli komünistler ve “eski
tüfekler” bir emniyet tedbiri olarak, kritik dönemlerde hep yapıldığı gibi,
çeşitli vesilelerle Emniyet Birinci Şubeye misafir(!) edilmişlerdi. Mareşal’in
dün Vilâyete ve Ayasofya’ya yaptığı ziyaret için bütün yollar kesilmiş ilin
muhtelif yerlerinde hazır kuvvetler bulundurulmuştu. Yarın Ankara’ya demiryolu ile
yapılacak yolculuk için günlerdir süren tedbirler tamamlanmış,
Haydarpaşa-Ankara arasındaki yola ordu birlikleri intikal ettirilmiş, çadırlı
ordugâhlar, seyyar mutfaklar kurulmuş,
özel katarın gidiş dönüşü süresinde demiryolunun her iki tarafına yüzer
metre ara ile dizilecek silahlı askerler eğitilmiş, tünel ve köprüler harp
zamanı gibi korumaya alınmıştı.
Ankara’da görkemli bir geçit resmi ve Harp Okulu öğrencilerinin Sırpça
terimlerle sunacakları silahlı gösteri için yoğun provalar gerçekleştirilmişti.
Silâh tutan genç kolların her hareketinde gür sesleri ile tempolayacakları
sloganlar eşliğinde; "Ti-to, dob-ro, doş-le.../ hoş geldin Tito"
***
Kendisini selâm
vaziyetinde bekleyen Türk İnzibat teğmenine mukabele etti. O anda meydanın
ortasında bekleyen Türk subayı ile göz göze geldiler. Uzun boylu, yuvarlak
çehreli, açık renk tenli, yakışıklı. Beli hafif oturtulmuş, koyu mavi havacı
üniforması iyi dikilmiş. Sol göğsünde bir sıra renkli semboller ve altında çift
kanatlı Jet pilotluğu brövesi, yakasında kurmay renkleri ve omuzlarında özenle
parlatılmış Binbaşı yıldızları.
Bir yerden komut
almışçasına aynı anda harekete geçerek birbirlerine doğru yürümeye başladılar,
eşit adımlarla. Sanki defalarca prova
edilmiş, kusursuz bir gösteri sunarcasına yaklaştılar. Aralarında bir adım
mesafe kalmıştı. Gene kusursuz bir zamanlama ile aynı anda durdular, iki çift
topuğun birbirine vuran sesleri aynı anda yankılandı. Biraz gurur, biraz
kıskançlık, biraz üstünlük iddialı ama sevecen bakışlar çakıştılar. Mensup oldukları orduların disiplin ve
yeteneklerini kıyaslayan bir ciddiyetle sağ eller bir süre için şapka siperlerine
yükseldi sonra avuç avuça kavuştular. İlk konuşan Türk subayı oldu, İngilizce olarak:
- Binbaşı Saffet
Ural. Hoş geldiniz binbaşım.
Diğeri Türkçe
cevapladı, vurguları farklı:
- Binbaşı Rauf
Cabi. Teşekkür ederim, hoş bulduk. Sesinde bir titreme hisseder gibi oldu.
İsimlendiremeyeceği duygular içeresinde idi şu an. Ne on yedi yaşında, bıyığı
terlememiş bir delikanlı iken gizli örgüte girerken ki heyecana
benziyordu. Ne Partizanlara katılırken
duyduğu gurura, ne sarp Balkan
dağlarındaki gerillâ savaşlarının ıssız, karlı gecelerdeki ürpertisine, yanı
başında, kucağında gözlerini yuman kendi yaşındaki yüzlerce ideal arkadaşlarını
gömerken hissettiği burukluğa... Ne de 15 Alman tümenini küçücük kuvvetler ama
büyük zayiatlarla durdurdukları günlerin hazzına, ne 1944 Ekiminde Kızılordu birlikleri ile birlikte
Belgrat’a girerlerken ki coşkuya benzeyen, farklı, tarifsiz duygular... İlk
defa ayak bastığı yabancı topraktan mı kaynaklanıyordu vücut kimyasını
etkileyen elektrik? Havasından mı? Bu duygusal buluşmadan mı? Algıladıkları
sevinç değil, hüzün hiç değil, mutluluk, tahassür, heyecan hiç biri... Bütün
izahsız dürtüler, yükselen adrenalin, gerilen sinirler, genişleyen damarlar,
salgılar, askeri eğitimlerin, disiplinin, savaşların katılaştırdığı göz pınarlarında
birkaç damla gözyaşı olup süzüldüler, bir müsekkin etkisi ile...
Havacı görmezden
geldi, hamle etti, kırk yıldır
tanışıyorlarmışçasına bir içtenlikle sarılıp kucaklaştılar ve uzun süre
kaldılar öylece. Birkaç adım ötede, esas duruşta bu farklı seremoniyi anlamsız
gözlerle izleyen teğmen nihayet çekilmesi gerektiğine karar verip ağır
adımlarla uzaklaştı. Bir el hareketi ile hâlâ selâmda olan erler rahata
geçtiler.
-Hepsi buradalar
mı?
-Evet, sadece
Suphiye gelemedi. Onunla Ankara’da görüşürsünüz.
-İngiliz’ce ya da
Fransız’ca mı konuşalım? Boşnakçan nasıl?
-Hepsi olabilir.
-Babam? Görüşecek
mi acaba benimle?
-Bilemiyorum. Dayım, Boşnakların bütün inat ve ters
huylarını taşır. Tabii on üç yılın burukluğu da var. Sana kırgınlığı da.
-Benim için de hiç
kolay olmadı. Bugün aynı şeyi yapar mıydım? Bilemiyorum. Çok gençtim. On sekiz yaşın ruh dünyasında gerçekler
bambaşka idi.
Kol kola girmiş,
ağır adımlarla sarayın bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Uzun gövdeli çınar
ağaçları erken baharla çiçek tutmuş, polenleri uçuşuyordu havada.
-Babam tam bir burjuva gibi düşünüyordu. Öyle de hareket etti. Kolay yolu
seçti o. Malı mülkü satıp Türkiye’ye göçme hazırlığında idi. Tıpkı
Avusturya-Macaristan istilâsında bütün Boşnakların yaptığı gibi. Halamların,
babanların korkak saydığım bütün akrabaların yaptığı gibi. Zaten Boşnaklar hiçbir zaman benimsemediler
Yugoslav olmayı. Hep arkalarındaki Osmanlı’ya güvendiler, ona dayandılar. Ne
yönetime katılmaya heves ettiler, ne topraklarını sahiplenmeye. Ya tekkelerde
huu çektiler ya da en rahat şartlarda yaşayıp düzenin devamına şükür ettiler.
Şartlar zorlayınca da sat sav Anadolu’ya. İnegöl’e yerleş, bağ bahçe edin ya da
dükkân, pitta’lar pişsin, rakılar açılsın, cezveler sürülsün, sohbet devam
etsin hep.
Bana fikrim hiç
sorulmadı. Hoş sorulsa da kabullenmeyeceklerdi düşüncelerimi. Biz milliyetçiler
farklı düşünüyorduk. Hitler Almanya’sı hızla yayılıyordu. Kral Petar küçüktü ve
tecrübesiz. Bütün yetki naip Pavel’in ellerinde, o Almanlardan yanaydı. Maçek’in
Hırvatistan Banoviniası’na katılma yanlısı. Ama Vatan bizimdi. Teşkilatlanacaktık,
Kralı atacaktık. Almanları sokmayacaktık
topraklarımıza. Sonunda kazandık da. Ama ne kayıplar ne acılarla.
Bugün düşünüyorum
da; gidenleri eskisi kadar suçlayamıyorum. Kalanlar çok acılar çektiler. Savaş
çok acımasız, çök kötü. Şimdi otuz bir yaşındayım. Biz iki kardeşin çocukları
aynı yaştayız. Ama ben senden çok yaşlıyım. Sen harp görmedin. Masum köylülerin
ambarlarını ateşe vermedin, evleri, fabrikaları, köprüleri yıkmadın, beynine
kurşun sıktığın kendi yaşındaki gençlerin yalvaran bakışlarınla karşılaşmadın
hiç. Mavzerini göğsüne hedeflemiş hiç tanımadığın insanların gözlerindeki kini
ve nefreti de tanımadın. Seni ilk
gördüğüm an ne düşündüm bilir misin? “İşte dedim savaşta olsak gemilerimi
bombalayacak filonun komutanı bu.” “Onun uçaklarının kara dumanlar çıkartarak
çakılışını izlemek ne kadar zevkli olurdu.” Bizler askeriz ölmek ve öldürmek
için eğitildik. Oysa şimdi ben senin topraklarındayım, askerlerin bana selâm duruyor,
işbirlikçilik ile itham edilmeden kol kola yürüyoruz. Kuzen olmamız şart değil,
hangi milletten olursak olalım, hangi dinden olursak veya Allahsız; Şu güzelim Bosfor’un kıyısında bir lokantada
oturup rakı içmek varken, savaşmak niye?
Biz askerler savaşmak için yetiştiriliriz de savaşı bizler çıkartmayız.
Onu pişirip kotaranlar sırça saraylarında oturmayı ve onu korumayı becerirler
hep.
- Şuradan binelim
mi artık? Annenler seni beklemekte.
- Yürüyelim. Biraz
daha bekleyebilirler, on üç yılın üstüne bir saat ne fark eder ki? Gün batımına
kadar izinliyim. Hem onlar beni değil yüzü sivilceli on sekizindeki Rauf’u
bekliyorlar. Aradaki dönem sadece akraba mektuplarındaki havadisim ben. Benim
belleğimdeki son fotoğraf da Sarajevo istasyonundaki siyah-beyaz kare: Bütün
hazırlıklar tamamlanmıştı. Babam İnegöl’e gidip gelmiş, orada bir ev satın
alınmıştı. Buradaki mülkler paraya çevrilmiş, azaltılan eşyalar trene verilmiş,
yanımızda götürülecekler, yolluklar hazırlanmıştı. Son geceyi en yakın
komşularımızda geçirdik. İstanbul’a gidecek tren öğlen vakti hareket edecekti.
Sabah arkadaşlarla vedalaşmak bahanesi ile ayrıldım. Kararlı idim. Trene binmeyecektim. Ben korkak
değildim. Ailenin ilk anarşisti olarak övünüyordum kendimle. Biriçkaların komşu
kapısına geldiği saatte beni çok aramışlar. Sonra çaresiz, istasyonda
olabileceğim düşüncesi ile hareket etmişler. Gerçekten istasyonda idim ama
kimsenin beni göremeyeceği benim ise onları rahat izleyebileceğim bir kuytuda.
Örgüt tarafından izlendiğimden de emindim. Komşular dış kapı ile peron arasında
sürekli gidip geliyorlardı, telaşlı ve tedirgin bakışlarla. Babam sık sık
istasyon karakoluna girip çıkıyor, annem tren penceresinden yaşlı gözlerle
tarıyordu etrafı. Refik ve Suphiye küçüktüler pek bir şeyler anladıklarını
sanmıyorum. Ben ise bu görüntülerden
garip bir zevk duyuyordum. Kampanalar
çaldı, düdükler öttü, görevli onu itercesine kapıdan soktuğu ana kadar vagon
basamağında kaldı babam. Gözlerindeki hiç tükenmeyen ümidi ile. Sonra katar
yavaş yavaş ayrıldı. Birden boşalıverdi peron. Uğurlayıcılar, hamallar,
görevliler, polisler, gürültü, hareketlilik hepsi bir anda bitti. Yalnız peron camlarından süzülen öğlen güneşi
ve ben kalakaldık. Yalnızlığın ne demek
olduğunu bilir misin sen? Ben o günden sonra çok yalnız kaldım. Akşam olduğunda genç, yaşlı, herkes evine
doğru gidiyordu ben örgütün yolunu tuttum. Artık evim orası olacaktı, ailem de
arkadaşlarım. Ve tabii ki mefkûremiz. Bir tercih gerekmişti ailemle ülkem arasında
ben ülkemi seçmiştim, hepsi bu. İnsanlar bir yeri ağrıyıncaya kadar o organının
mevcudiyetini hissetmezler ve ancak onu kaybederlerse yokluğu duyarlar. İlk
günler fazla bir şey anlamadım. Ama zamanla bir şeylerin eksikliğini duyar
oldum. Aile dört bacaklı bir masaya benzer. Bir ayağı ebeveyn, bir ayağı
büyükler, bir ayağı çocuklar, birisi de kardeşler. Birinin eksikliği dengeyi bozar, ikisi
eksikse devrilir. Ben bu unsurları örgütümle tamamladım, arkadaşlarım ve
ideallerimizle, sonraları ordumla ve tabii Tica (Hatice)ile. Masanın bacakları
arasında senkron çok önemli ve de paylaşma. Her zaman birbirinden alacağı bir şeyler
olmalı ve de vereceği. Benim aileli sürecimde belki eksik olan buydu,
bilemem. Partizani oluşumu bu kadar sert
karşılamasa idi, beni bir kere olsun dinlese idi babam, bilmem bir şeyler
değişir mi idi?
Çok geçmeden Alman
orduları girdiler, bizler dağlara çekildik. Çok çetin ve kanlı geçen dört yıl
sağ kalmak ve hedefe ulaşmak mücadelesi ile geçti. Koptuğum ailemi düşünecek
zamanım yoktu. Onlar sadece bazı kokular, bazı lezzetler, bazı seslerle
duyguları kısa süre harekete geçiren anılardı. Savaş bitmişti ama görevimiz
yeni başlıyordu. Biz bir ekiptik. Daha 1942’de Bihaç’ta geçici federal hükümeti
kurmuştuk. Yanmış yıkılmış bir ülkeyi
yeniden yapılandıracaktık. En önemlisi parçalanmış etnik topluluklardan bir
devlet yaratacaktık. Tito’nun “Hırvat,
Sırp, Sloven, Makedon, Macar, İtalyan, Arnavut, Çetnik, Boşnak, Çingene daha
bir sürü milletten Yugoslavyalı yaratmak” doktrinini uygulayacak, dağılmış
pazılın parçalarını bir araya getirecek neferlerdik, sağ kalabilenler. Bir taraftan
Harp Okuluna devam ettim. Kurslar, eğitimler, görevler, rütbeler, ardından yeni
hedefler, mücadele. Bu on üç yıl böyle geçti. Bu arada Hatice ile evlendik.
Birlikte duvarlara kırmızı boyalarla
“Kahrolsun Faşistler” yazdığımız, sivil polislerin takibinden beraber
kaçtığımız günlerdeki arkadaşlığımız aşka dönüştü. Sevgiye dayalı bütün
duyguları onda tattım ben. Bütün boşluklarım onunla doydu. Doğup büyüdüğüm ev, bağlanıp dayak yediğim
palmiye ağacı çok uzaklarda kalmıştı. Doğurup büyütenler ise başka iklimlerde. Hasret
korunun üzerindeki kül tabakası her gün biraz daha kalınlaştı. Ta ki Bosfor’un
tatlı meltemi bu külleri savurup ateşi canlandırana kadar.
Bir süre
konuşmadan yürüdüler. Yüz hatlarında ki gergin ifade kaybolmuş boşalmanın,
rahatlamanın sakin çizgileri yerleşmişti.
- Biliyor musun Saffet? Bunları ilk defa birisi ile paylaşıyorum.
Kolunda kendi kanından birinin sıcaklığını duymak güzel bir şey. Bunu da ilk
defa tadıyorum desem belki de yalan olmaz.
Hadi artık binelim...
***
Saffet: Tuğgenerallikten emekli oldu. Bursa Senatörü ve Millet Vekili olarak
parlâmentoya girdi. 1996’da öldü.
Rauf: Albaylıktan emekli oldu. Yugoslavya’nın
en müreffeh ve saygın günleri ardından gelen etnik çatışmaları yaşadı. Hatice
erken öldü. Arterio-siklaros’tan bir bacağını kayıp etti. Hırvatların emekli
maaşını kesmesi üzerine büyük mahrumiyet ve sıkıntılar ardından Türkiye’ye
sığındı. (Bu yazı kaleme alındıktan bir hafta sonra Ankara’da öldü. Cenazesi
Mostar’da “vatanında”
Hatice’nin yanına defnedildi. )
Yugoslavya: Tito’nun ölümünden sonra yeniden iç
karışıklıklara ve etnik çarpışmalara sahne oldu. Parçalandı dağıldı. 1991’de Müslümanların da bağımsız devlet
kurma teşebbüsü üzerine Sırpların uyguladıkları kıyım yüzünden yüz binden fazla
Boşnak Medeni dünyanın gözleri önünde katliama uğradı. Bursa,
2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder