“Eskişehir
Hanı’na” dedi, şoföre.
“Anlamadım.”
“Eskişehir
Hanı.”
“Yok,
öyle bir yer.” Boş gözlerle bakıyordu adam, üstelemedi.
“Heykel’e”,
dedi.
Dünkü uzun
uçak yolculuğunun yorgunluğu vardı üzerinde. Gece konakladığı otelde yastık
bir türlü başına uymamış, hiç rahat uyuyamamıştı.
Az
evvel indiği terminal güzeldi ve görkemli. Muntazam peronlar, lüks otobüsler.
Sydney’den tek farkı uğultulu yolcu kalabalığı.
Çiçekli
göbeği dönüp geniş bulvara yöneldiler. Karşılarında Uludağ süliyeti zirvede
karları ve yeşili ile aynen duruyordu; tıpkı elli yıl evvelki gibi. Yalnız
yamaçlar yükseklere kadar binalar, damlarla dolmuştu. Tepelerin üzerinde güzelim
Eylül bulutları. Güneş, bütün ısısına karşın öğleni geçen bu saatlerde bile,
alçalmış, ışıkları yatmıştı. Filmlerdeki
kovboy kasabaları gibi yola paralel tek sıra beton binaların arkasında kalan
kavaklar sararmaya başlamış, bazı yaşlı çınarlar alt yapraklarını dökmüştü
bile. Bulvarı kaplayan bakımlı çimlerin canlı yeşiline rağmen erken sonbaharın
hüznü çökmüştü havaya. Hani gençlikte
aşk duygularını tetikleyen, herkesi şair yapan ama dostların, akranların birer birer eksildiği, yaşlılıkta
rikkat ve karamsarlık kokan hava... Bir
süre sonra yolun iki tarafındaki şık iş merkezleri, show-roomlar yerlerini
sıvasız binalara, bol renkli, iri levhalı, tek katlı dükkânlara, tamirhanelere, hurdacılara bıraktılar. Bir zamanlar
yeşil tarlaların, bahçelerin doldurduğu ovayı yırtan yolda kilometreleri hızla
kat ediyorlardı.
Orta
yaşları çoktan geçmiş, yukarılara tırmanıyordu. Uzun yıllar yurtdışında
yaşamanın derinlere gömdüğü, aşina yüzleri, anılarda yer etmiş objeleri
tazeleme özlemi öncelik kazanmıştı emekli yaşamında. Okuduğu bir yazıda “Anılar
yaşlıların bastonudur”, diyordu yazar. Şimdi belleğini ayakta tutacak bastonunu
arıyordu! Tarifsiz duygular vardı
içinde. Nihayet 50 yıldır görmediği çocukluğunun Bursa’sına, son zamanlarda
nerede ise her gece rüyasına giren han avlusuna kavuşacaktı. Babası ile
endeksleşen, çocukluk anılarına... Dilini hiç bilmeyen karısı, kırık Türkçeleri
ile ancak basit cümlelerini cevaplayabilen,
yabancı ismi taşıyan çocuklarına hiç aktaramadığı, ilk gurbet
günlerine... Şimdi paylaşmak arzusu ile dolu olduğu geçmişine...
Son
zamanlarda, sanki her gece aynı dekorda sahnelenen bir tiyatro oyunu gibi, hep
o han avlusu vardı rüyalarında. Koyu renk gölgeli zemininde başıboş dolaşan;
azametli horozlar, kaçışan tavuklar. Can sıkıntısıyla onları kovalayıp köşedeki
sundurmaya terk edilmiş, sadece paslanıp çürümeye yüz
tutmuş demir aksamıyla, sağdan direksiyonlu, burunsuz kamyon enkazının altına
sıkıştırışı...
Arnavut kaldırımı döşeli geniş bir avlu, bu
avlunun bir köşesinde civarındaki çarşının da gereksinimini karşılayan, altı
üstü açık tahta kapılı, keskin kokulu loş,
taş helâlar. Yanında blok taştan yalağı ile dökme demirden, kollu
tulumba. Bir öğürüp bir iç çeken iki fazlı melodisi ve suyu kaçtığında üst
deliğinden dökülmek için hazır bir maşrapa suyuyla. Avluyu çevreleyen ahşap
sundurmalar. Altlarında okları yukarı dikilmiş birkaç at arabası,
yaylılar, elle ittirilen iki tekerli
hamal çekçekleri, sabah gelip ikindiden sonra köye hareket edecek olan
kaptıkaçtı. Yan yana sıralanmış, önleri açık, basit dükkânlar, at arabası tamir
eden sıcak demirci ve nalbant. Yazın taze yonca kışın kurtulmuş ot satan yemci.
Kapısı önünde içi çinko kaplı tahta sandıkta, testere tozlarının korumasında
buz kalıpları. Han binasına bitişik, konukların at ve eşeklerini gün boyu,
bazen geceleri de misafir(!) eden ahır; penceresiz, alçak tavanlı, her zaman
keskin gübre kokusu, yazın at sineği ve karasinek yayan bölüm. Ana caddeye
bakan iki katlı otel odalarının altında kalan, yüksek tavanı kalın hatıllara
taşıtılmış geçitte, -bildiği tüm
hanların olmazsa olmazı- karşılıklı küçük dükkânlarda semerci, mutaf,[1] saraç. Han kapısı arabaların girişine olanak verecek
kadar geniş ve yüksek, çift kanatlı. Caddeye açılan duvardaki köşe taşlarına rağmen
araba dingillerinin sivri uçları yılların sürtünmeleri ile tahta kanatlarda
derin yaralar açmış. Geceleri kapanan bu
kapının bir kanadında sadece insanların geçişine olanak verecek, “kuzuluk” denilen dar, alçak ve tepesi mutlaka yarım
daire bir kapıcık daha.
O yıl
İlkokulu bitirmiş geç başvurdukları için Ortaokula leyli meccanî[2]
girememişti. Bir yıl bekleyecekti.
Annesini hiç hatırlamıyordu.
Babası çok düşkündü ona, bir daha evlenmemiş, Pazarcık’ta Dava Vekilliği[3]
yapıyordu. Hep anlattığına göre; Bursa
ovasında dedelerinden kalma çok büyük arazileri vardı. Ellerindeki eski yazılı
tapulara rağmen devlet bu toprakları 93 Harbi Kafkas göçmenlerine dağıtmıştı.
Mutlaka kurtaracaklardı onları... Bu yüzden, yıllardır sık sık Bursa’ya
geliyor, beraberinde onu da getiriyordu. Ucuz olduğu için -isimleri otel olsa
da- hanlarda konaklıyorlardı. Babası onu
handa bırakıp tapuda, nüfus dairelerinde, mahkemelerde, keşiflerde koşturuyordu
gün boyu. Tek başına oyalandığı, gün geçirdiği bu mekânlar çocuk belleğinde siyah
beyaz fotoğraf kareleri oluşturmuştu.
Ufak farkların kaybolduğu ortak yanların sentezleri ile oluşmuş
fotoğraflar...
Babasının
o yıllardaki yaşlarını sürdüğü bu günlerde nostaljik özlemlerle iyice netleşen,
kronikleşen resimler:
Caddede, kapının bir
tarafında yaz günleri kapısına boncuktan sineklik asılmış, kısıtlı yemeklerin
satışa sunulduğu aşevi. Diğer tarafında büyük kahvehane; duvar diplerinde tahta
sekiler, üzerleri mermer, tahta bacaklı
kare masalar. Tahta aksamı gerçek rengini kayıp etmiş, bitki saplarından
örülmüş, hasır sandalyeler, yine torna bacaklı hasır tabureler. Ortada yaz kış
yerinde duran büyük sac soba; üst kısmı kor çıkarılarak mangal görevi görmek
üzere özel şekillendirilmiş. Çivit badanalı duvarlarda torna işi makaslı askılıklar, dünya güzeli Kerîman Hâlis’in, Yavuz Zırhlısı’nın, Harem-i şerîf’in taş
basması resimleri. Çingene sanatçıların cam üzerine ters boyamalı Şahmaran
suretleri. Fonda deniz, ardında süslü demir kapının açıldığı çiçekli bahçe ve
abartılı fıskiyesi; sert renklerle boyanmış, yağlı boya malikâne ya da kesilmiş
karpuz tablosu. Köylülerin hediyesi; buğday başaklarından, üzerlik
tanelerinden, süpürge otundan örülmüş, boncuk aksesuarlı süslemeler. Yılların
sigara dumanı, sinek pisliği, soba isi ile boz-kahveye dönüşmüş, ahşap hatıllı
tavan ve bu tavandan sarkan abajursuz, kirli ampuller. Karşıda raflarını artık rengi değişmiş
uçurtma kâğıtlarının, kırmızı beyaz
seramik çay tabaklarının süslediği çay ocağı.
Yanda avluya ve otele çıkılan tahta merdivene açılan camlı kapının
önünde hancının makamı. Eski bir ahşap masa; camının altına eski kâğıt paralar
ve vesikalık resimler sıralanmış. Yanında demir para kasası ve üstünde, içinde gerekli hiçbir şey kalmamış camlı ecza
dolabı. Bitişiğindeki rafa oturtulmuş
battal bedenli, kumaş hoparlör muhafazası iyice yıpranmış, cilası artık matlaşmış ahşap kasalı radyo;
dokuz lambalı… Yıpranmış, yayları
deforme olmuş, eski, döner koltuğun yaslandığı duvara çivilenmiş aslan resimli
duvar halısı, bitişiğinde ahşap çerçevesine kartpostallar, bayram tebrikleri
sıkıştırılmış büyük boy ayna. Tavanı
tutan kalın ahşap direklerde günlük Saatli Maarif veya Ziyad Ebuzziya takvimi;
koparılan sayfaları üstteki sivri çiviye geçirilmiş... Eski harflerle Besmele
ve Maşallah levhaları... Bir köşede berber koltuğu; önündeki sehpada
takımları, sülük kavanozu, aynası. Yan
duvardaki çivide asılı emaye berber leğeni; geniş kenarlığının bir bölümü çene
altına, boyuna oturacak şekilde oyulmuş.
Yerde teneke ibrik…
Şehre
girilince trafik yoğunlaştı. Yavaşlamanın da etkisiyle bir helecan kapladı
içini. Eski bir sevgiliye kavuşma özlemi ile uzayan dakikalar... Hiç bilmediği
meydanlardan, caddelerden geçiyorlardı. Nihayet aşina mekânlar belirdi. İşte
saat kulesi, Tophane yamaçları, Timurtaş Paşa Türbesi. Karşısındaki alan tekmil
yüksek binalara dönüşmüş. Oduncular ve önüne sıralanmış Tatar arabaları yok.
Tahtakale’de konakladıkları zamanlar buralara kadar uzanıp dolaşmasına izin
vardı. Dokuma tezgâhlarının zemini titreştirerek şakırdadığı ara sokaklardan
geçer, Tophane Bahçesine kadar bile gidebilirdi... İyi giyimli, kadınlı erkekli
kalabalıkların dolaştığı, kırmızı boyalı Belediye Otobüslerinin durak yaptığı,
taksilerin, güzel atlı faytonların geçtiği,
bu caddede kendisini yabancı diyara gelmiş bir seyyah gibi hayâl ederdi.
Gördüğü filmlerdeki Avrupa, Amerika böyle yerler olmalıydı. Bir gün gidecekti
oralara, babasını da aldırırdı. Ona hiç bir zaman söyleyemese de küçük zihninde
tarlaların boş bir hayâl olduğu bilinci gelişmişti, nedense.
“Burada
dur” dedi, şoföre.
Karşıda bütün güzelliği ile Ulu Cami. Karşıda sabahları altında amelelerin,
gurbetçilerin iş beklemek için toplandığı devasa çınar; hiç değişmemiş.
Yüksek
binaların arasından Tahtakale’ye doğru saptı. Şaşırdı, belleğindeki resim yoktu
orada. Ne kiremit saçaklı bakkal dükkânları, köşedeki yumurtacı, manavlar,
semerci, ne de birbirine benzeyen yüzleri ve kılıkları ile köylü kalabalığı.
Yokuşun başına kadar yürüdü. Karşıdaki Aralık Han modern bir iş merkezine
dönüşmüş. Bitişiğinde olduğunu sandığı Pekmez Hanı yok. Köşedeki Çerkez Hanı
(Çağlayan Garajı) yenilenmiş. Dış cephesi aynen belleğindeki fotoğrafa benziyor
ama büyük kahvenin yerinde sıra sıra dükkânlar oluşmuş. Bütün cephe, dükkân
duvarları, pencere altları, renkli tabelalarla doldurulmuş. Üst katlarda mermer
denizlikli, plastik doğrama pencereli bürolar. Onların da camlarında
rengârenk levhalar… O pencereler daha küçüktü, ahşap ve giyotin sürmeli. Tahta denizliğine
kollarını dayar, saatlerce dağ köylülerinin getirdiği günlük sebze ve meyvelerin
pazarlandığı caddeyi izlerdi. Ellerinde sapı kontrplaktan oyulmuş, kanaviçe
işlemeli bez torbalar ya da ip filelerle pazara çıkmış ev hanımları... Naylon
henüz yaşamımıza girmemişti, satıcılarda naylon torbalar yoktu. Sabah otobüsle
gelirken hayretle izlediği, ekili tarlalar, boş alanlardaki çalıları işgal
etmiş rengârenk poşetler... Hemen
karşısındaki kaldırma çömelerek küçük çuvallarında getirdiği ceviz, kestane
veya kuru fasulyeyi iki kefeli el terazisi ile tartmaya çalışan kırmızı, tombul
yanaklı yaşlı köylü kadınla sık sık çakışırdı bakışları. Sabah ezanlarının
ardından farklı cızırtılarla öten kepenk sesleri ile erkenden uyanırdı cadde.
Karşıdaki fırından mis gibi ekmek kabuğu kokusu yayılırdı havaya. Siyah bir
atın çektiği, sac kaplı, kapalı ekmek arabasına söğüt dalı selelerle taze
ekmekler yüklenirdi. Yaz günleri
uzaklardan incir yaprağı kokuları taşırdı rüzgar. Lodoslu günlerde karşıdaki
Uludağ yamaçları elini uzatsa hemen değecekmiş gibi yakınlaşırdı. İnsanların
erkenden çekildiği, gecenin sessizliğinde Belediye Bahçesi’nden yankılanan
müzik duyulurdu. Bazı geceler yakındaki bir yapıdan tahta kepenklerin derinden,
tok gürültülerle vuruşu, ya da yattıkları odanın altındaki galvaniz saçağa
düşen iri yağmur tanelerinin ritmi odaya dolardı. Bunlara uzaktan köpek
havlamaları eşlik eder ve Tophane saatinin tannan vuruşları katılırdı bu
otantik senfoniye. O zaman öksüzlüğünü ve yalnızlığını daha çok duyar, sessiz gözyaşları
dökerdi. Son zamanların eskiye özleminde, anımsadığı bu gurbet gecelerinden
bile buruk biz lezzet alır olmuştu.
Kışları ısıtılmayan ve
gurbet kokan han odaları. Muşamba zeminli, gece boyu her dönüşte gıcırdayan,
demir boru karyolalı, basma perdeli… 1950’ li yıllarda keşif edilen DDT ile bit
ve pirenin neslinin ciddi surette kuruduğu ama büyük bir vefa(!) ile direnerek,
asırlık mekânlarını koruma savaşını sürdüren Tahtakurularının egemenliğindeki
han odaları... Karyolaların menteşe yuvaları
ispirto dökülmüş, alevli meşalelerle dağlansa da geceleri bir istilâ ordusu
gibi indikleri, bu savaşın kan lekelerini taşıyan duvarlar. Zaman zaman çivit
ile badanalanmalarına karşın konaklayanların izlerini taşıyan; sabit kalem ile
adlarını, memleketlerini, hastalıklarını belirttikleri yazılar, tarihler, bazen
mâniler...
Daha sonraları yatılı okulların ısıtılmamış
yatakhanelerinde, ranzasının bitişik olduğu boş duvarlara bakışları odaklanır,
dalar, oralarda çocukluk duvarlarını
resimlerdi. Belleğindeki tablo, severek ezberlediği, Faruk Nafiz’in Han
Duvarları şiiri ile bire bir çakışırdı.
“(…)Yatağımın
yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla
hatlar karışmışlardı.
Fâni bir iz
bırakmış, burada yatmışsa kimler,
Aygın baygın
mâniler, açık saçık resimler.(…)”
Uzun şiiri, hecelerine vura vura, sessiz tekrarlar
çok kere sonuna gelemeden uykunun güçlü kudretine yenik düşerdi...
Kapı kemerindeki ışıklı levhada “Akarsu İş
Hanı” yazan ana kapıdan içeri girdi. Avlu çok katlı, modern iş yerlerine
dönüşmüş. Ahırın ve bekâr koğuşunun üstündeki ahşap eyvandaki odaların yerine
beton asma katlar ve ışıklı dükkânlar sıralanmıştı. Oralarda o zaman da iş yerleri vardı...
Birinci
katın avluya bakan yüzünde, yıpranmış,
tahta korkuluklu, dar bir asma sahanlık. Kapısı ve tek penceresi bu
sahanlığa açılan bir sıra oda. Tahta merdiven ve kahveden geçmeyen kadın
müşterilerin otele girdikleri camlı kapının yanında Orhanelili Sınıkçı[4]. Oraya çiçekli bir
yorgana sarılarak sırtta taşınan, yaşlı
kötürümler ya da kolu bir tülbentle boynuna asılmış sarı benizli çocuklar
taşınırdı gün boyu. Bitişiğinde,
ortadaki yuvarlak kütükten tezgâhı başında iki kişinin çalıştığı yemenici. Gün
boyu ellerindeki sarı tokmaklarla monoton, meşin dövdükleri ya da dizleri
arasına sıkıştırdıkları sayaları iki ellerindeki çift iğne, balmumuyla sıvanmış
İngiliz sicimi ile diken baba oğul. Kapı üstüne üzüm salkımı gibi asılmış, tabanları
kuru sabun sürülerek parlatılmış yemeni hevenkleri. Çirişle yapıştırılıp
kuruması için, karşıdaki korkuluğa dizilmiş meşin yemeniler. Kapısı penceresi her zaman kapalı,
çocuklara Kuran dersi veren Kara Hafız. Uçta Muakkip[5] Muhlis Amcanın odası.
Yayları çökmüş, eski deri koltuklarda babasıyla karşılıklı oturup gün boyu
anlayamadığı, “1317 tapusunun geldisi...” muhabbetleri. Sıkılınca araları yer
yer açılmış, enli tahta zeminli sahanlıkta oturup avluyu seyir ettiği alçak
tabure...
Sabah
erken saatlerde art arda gelen, küçük boyutlu, çok müşterili
kaptıkaçtılar. Biri Şoförün solunda,
dört kişinin sıkıştığı, yine aradaki isterepente denilen katlanabilir, rahatsız
oturma düzeniyle dört kişinin oturduğu arka kanepeleri. Arkadan tek ayaklık
demir merdivenle çıkılan demir parmaklıklı tepe bagajı. Dağ gibi yığılmış
küfeler, sepetler, bohçalar, çuvallar. Bazen ince melemelerle bağıran,
yatırılıp bağlanmış oğlaklar, üçü beşi bir arada ayaklarından bağlı, kafaları
aşağı sarkmış tavuklar. Sayısız çilek sepetini indirdikten sonra ahıra çekilen
atlar, eşekler. Koltuk altlarına kıstırdıkları cüz keseleriyle Hoca’ya gelen
oğlan çocukları. Satın aldıkları buz kalıplarını ancak bir paket bağlar gibi
dolanmış sicim yardımı ile taşıyabilen aşçı, kahveci çırakları...
Sıcak
kokan, sessiz öğlen saatlerinden sonra yine hareket. Kaptıkaçtıya, boş
sepetler, yağ tenekeleri ile dönen köylüler. Siyah sayaları ile çöktükleri
duvar dibinde tevekkülle erkeklerini bekleyen kadınlar. Bazen köşedeki
seyyardan alınmış, külahlı dondurmayı zevkle yalayan çocuklar. Şehirlerarası otobüsten inmiş, sırtlarında
bükülmüş basma yorganlı gurbetçilerin bezgin ve ürkek bakışları. Sadece bu
yorganlara bürünerek yekpare kerevetlerde yatacakları alt kat koğuşun avluya
açılan kapısına yönelen yorgun adımları...
Ulucami’den ikindi ezanı yükselmeye başladı.
Civar camilerin art arda katılımı ile oluşan mistik senfoninin etkisiyle,
melankolik duygularının dürtüsü, göğsünden boğazına yükseldi. Sonra da yaş olup
göz pınarlarından süzülmeye başladılar.
Şehrin Türk-İslam sentezi yapılaşması, evler, konaklar, aralarına
yayılıp onları kucaklayan gümrah yeşil büyük darbe almıştı. Ama kent, fetihten
bu yana yarenlik ettiği, Uludağ yamaçlarına yılladır hasretini çektiği bu İlahi
musikiyle, haykırıyordu. Bütün değişimlere rağmen, koruduğu “Müslüman Bursa” kimliğini, ilân
edercesine...
Gözyaşlarının
teskin edemediği hayal kırıklığı ve ezilmişliğin ayaklarına yansıdığı dalgın
adımlarla uzaklaştı oradan. Başka bir mekânda özlemlerini bulabileceği umuduyla
yeni bir gayret kazandı. Çarşı içinden geçip Tuz Pazarına yöneldi. Evvelce
geçtiği mesafeler kısalmış, caddeler, sokaklar daralmış, ufalmıştı. Her
merhalede yeni bir hüsran yeni bir burukluk; yenilmenin, kaybetmenin
çöküşü... Eskiden bildiği hanların
hiçbiri kalmamıştı. Büyük Han, İznik Hanı, Yenişehir Hanı, Kütahya Hanı,
Hürriyet Hanı; hepsi de çok katlı beton binalara dönüşmüş ya otel ya iş hanı
olmuşlar, bazıları buharlaşmıştı. Abolyont Hanı Caddeye bakan dükkânlar dışında
terk edilmiş, harabe halde can çekişiyor... Her hedeften ayrılışta yitirilmiş
eski bir dostun defin töreninden dönercesine hüzünlendi, gamlandı. Belleğindeki
fotoğraflar sarardı yıprandı...
Gelişlerinde
hep farklı hanlarda kalırlardı. “Bütün hanlar bizim” derdi, babası. “Biz
dilediğimiz yerde kalırız. Oysa köylüler sadece yöresinin adını taşıyan ya da komşu
yörenin hanında kalırlar.” Konuşkan adamdı babası ve de bilgili. Daha çok onun
konuşup her şeyi uzun uzun anlattığı bir arkadaşlık ilişkisi vardı aralarında.
“Bak,
Bursa’nın doğu yakasındaki köy ve kasabalar Yeni yol, Çancılar ve Cumhuriyet
caddesinin doğu yakasında, Gemlik ve ova köyleri Pazaryeri ve Cumhuriyet
caddesinin batı yakasında, ovanın batı yakası köyleri Zafer meydanı (İtfaiye
önü) ve Fevzi çakmak Caddesinde, dağ köy ve kasabaları ise Tahtakale’de ki
hanlara inerler. Hancı onları tanır, onlar hancıları. Çoğu aynı köylü ve
akrabadır zaten.”
Babası
bütün hancıları tanırdı, hepsi ile ahbaptı. Önemli adamlardı hancılar.
Köylülerinin dertleri, hastalıkları, davaları ile ilgilenmek, para ve
eşyalarını emanette tutmak, adlarına gelen mektupları iletmek, tapu ve noter
işlemlerinde şahit, alışverişlerde kefil olmak, garip müşterileri kollamak
görevleri ile de yükümlü idiler.
Bedelsiz yapılan bu işler nasıl bir gelenek haline gelmiş ise
müşterilerin hemen her gelişte tavuk, yumurta, yağ, peynir ve benzerlerini
hediye getirmeleri de gelenekti. Çoğu cahil bu kişiler, belki de okumuşluğuna
saygı duyduklarından babasına itibar ederlerdi. Akşam olup hana döndüğünde
onların masasına oturur, devamlı anlatırdı. O da bir yandan ikram edilen Uludağ
Gazozunu yudumlar, ya da kağıt oynayanların masasına, fincan tabağı içerisine
bırakılan [6]lokumlardan
yer, bir yandan han sakinlerini
incelerdi.
Radyodaki Ajans ve arkasından Feridun Fazıl
Tülbentçioğlu’nun sunduğu “Tarihten bir yaprak”, ya da dinleyenleri ağlatan
Temsil saati dışında devamlı bir uğultu olurdu kahvede. Gürültülü konuşan, oynadıkları iskambil
kâğıtları veya metal domino taşlarını bazen öfke bazen zevkle mermer masaya
hızla vuran, kasketlerini ve bir ayaklarını
altlarına koyarak oturmuş, çoğu tıraşsız köylüler. Başka yerde kalıp hemşerileri
ile buluşmaya gelmiş gurbetçiler. Panayır ve pazar yerlerini dolaşarak diş
ilaçları, romatizma yağları, tıraş bıçakları satan gezginciler. Cambaz ve çadır
tiyatrosu trupları, panayır dolaşan halkacılar, kasnakçılar, “Hasan almaz basan
alır”cılar. Soğuk odaları yerine soba
etrafını yeğleyen, okuma azmi ile kasaba
ve köylerden gelmiş yoksul talebeler…
O bunlardan hiçbiri olmayacaktı. Hele dava vekili hiç. Olmadı da...
Sonunda bezgin ayakları en çok sevdiği,
önündeki caddenin en hareketli olduğu Eskişehir Hanına sürükledi. Cadde hemen
hiç değişime uğramamıştı. Uzaktan bakınca Han yıpranmış ama ayakta, yerli
yerinde duruyordu. Avlu tekmil oto tamirhaneleriyle dolmuştu. Sundurmaların
üstüne çıkan asmalar kurumuş, taş duvarlarda yabani incirler boy vermişti. Kahve burada da dükkânlara dönüşmüştü ama
garip dükkânlara. Odalara çıkan merdiven
çökmüş, önü tahta parçaları ile kapatılmıştı. Pencere camları kırılmış,
bazılarından uçları tarazlanmış, rengi belirsiz bez perdeler uzanmıştı
dışarılara. Dökülen sıva parçalarının atlından Bağdadi çıtaları çıkmıştı yer
yer. Çıkmalar sarkmış, çatı kiremitleri
dağılmış, oluklar yok olmuştu.
“Amiral ciddi bir yara daha aldı!” Önce
babasını yitirmişti sonra dostlarını şimdi de hanlarını. Daha fazlasına izin
veremezdi. Rüyalarına giren çocukluk anılarının da çökmesine... Kendi çocukları
ile hiçbir zaman paylaşamayacağı çocukluk anılarının... Fotoğraflarının
parçalanıp dağılmalarına izin veremezdi. Yeni fotoğraf karelerinin eskilerin
üzerini kaplamasına hiç izin veremezdi; zamanın ve kadir bilmezliğin, ihmalin,
rantın etkisiyle oluşmuş yeni fotoğraflar...
Onun fotoğrafları siyah-beyaz ama net, yıpranmadan kalmalıydı
belleğinde. Çocukluğunu yansıtan kokularla, tatlarla, hazlarla...
Bilmiyordu
dikildiği kaldırımda, nemli gözlerinin ne zamandır karşı harabeye
odaklandığını. Kaçmalıydı buralardan, şu birkaç saatlik süreci hiç yaşanmamış
gibi, belleğinden silerek, yok sayarak. Fotoğraflarını yavrusunu bir tehlikeden
kollayan ana gibi, bağrına basarak kaçmalıydı... İlk gördüğü taksiye el etti.
“Terminale”,
dedi.
“Radyoyu
kapatmamı ister miydiniz?”
Ancak
bu soru ile algıladı hafif sesle yayılan müziği. Bir İlahi tesadüf müdür,
bilinmez? TRT Türkiye'nin Sesi programından zaman zaman severek dinlediği bir
parçayı söylüyordu, tok erkek sesi:
“Gurbetten
gelmişim, yorgunum hancı,
Şuraya
bir yatak ser yavaş yavaş...”
* (Osmangazi
Belediyesi 2006 A.H.Tanpınar anısına
“Geniş Zamanlı Hikayeler” Kitabından)
[1]At ve keçi Kılından çul,
yular ve benzerlerini dokuyan ve satan esnaf.
[2] Parasız yatılı.
[3] Eskiden baro olmayan
kasabalarda, mahkemelere girme hakkı olan, hukuk tahsil etmemiş kişiler.
[4] Kırıkçı, çıkıkçı.
[5] Takipçi, iş takip eden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder