17 Aralık 2018 Pazartesi

HAN FOTOĞRAFLARI *



 HAN FOTOĞRAFLARI *

Eskişehir Hanı’na”  dedi, şoföre.
“Anlamadım.”
“Eskişehir Hanı.”
“Yok, öyle bir yer.” Boş gözlerle bakıyordu adam, üstelemedi.
“Heykel’e”, dedi.
Dünkü uzun uçak yolculuğunun yorgunluğu vardı üzerinde. Gece konakladığı otelde  yastık  bir türlü başına uymamış, hiç rahat uyuyamamıştı.  
Az evvel indiği terminal güzeldi ve görkemli. Muntazam peronlar, lüks otobüsler. Sydney’den tek farkı uğultulu yolcu kalabalığı.
Çiçekli göbeği dönüp geniş bulvara yöneldiler. Karşılarında Uludağ süliyeti zirvede karları ve yeşili ile aynen duruyordu; tıpkı elli yıl evvelki gibi. Yalnız yamaçlar yükseklere kadar binalar, damlarla dolmuştu. Tepelerin üzerinde güzelim Eylül bulutları. Güneş, bütün ısısına karşın öğleni geçen bu saatlerde bile, alçalmış, ışıkları yatmıştı.  Filmlerdeki kovboy kasabaları gibi yola paralel tek sıra beton binaların arkasında kalan kavaklar sararmaya başlamış, bazı yaşlı çınarlar alt yapraklarını dökmüştü bile. Bulvarı kaplayan bakımlı çimlerin canlı yeşiline rağmen erken sonbaharın hüznü çökmüştü havaya.  Hani gençlikte aşk duygularını tetikleyen, herkesi şair yapan ama dostların,  akranların birer birer eksildiği, yaşlılıkta rikkat ve karamsarlık kokan hava...  Bir süre sonra yolun iki tarafındaki şık iş merkezleri, show-roomlar yerlerini sıvasız binalara, bol renkli, iri levhalı, tek katlı dükkânlara,  tamirhanelere, hurdacılara bıraktılar. Bir zamanlar yeşil tarlaların, bahçelerin doldurduğu ovayı yırtan yolda kilometreleri hızla kat ediyorlardı. 
Orta yaşları çoktan geçmiş, yukarılara tırmanıyordu. Uzun yıllar yurtdışında yaşamanın derinlere gömdüğü, aşina yüzleri, anılarda yer etmiş objeleri tazeleme özlemi öncelik kazanmıştı emekli yaşamında. Okuduğu bir yazıda “Anılar yaşlıların bastonudur”, diyordu yazar. Şimdi belleğini ayakta tutacak bastonunu arıyordu!   Tarifsiz duygular vardı içinde. Nihayet 50 yıldır görmediği çocukluğunun Bursa’sına, son zamanlarda nerede ise her gece rüyasına giren han avlusuna kavuşacaktı. Babası ile endeksleşen, çocukluk anılarına... Dilini hiç bilmeyen karısı, kırık Türkçeleri ile ancak basit cümlelerini cevaplayabilen,  yabancı ismi taşıyan çocuklarına hiç aktaramadığı, ilk gurbet günlerine... Şimdi paylaşmak arzusu ile dolu olduğu geçmişine...
Son zamanlarda, sanki her gece aynı dekorda sahnelenen bir tiyatro oyunu gibi, hep o han  avlusu vardı rüyalarında.  Koyu renk gölgeli zemininde başıboş dolaşan; azametli horozlar, kaçışan tavuklar. Can sıkıntısıyla onları kovalayıp köşedeki sundurmaya terk edilmiş, sadece paslanıp çürümeye yüz tutmuş demir aksamıyla, sağdan direksiyonlu, burunsuz kamyon enkazının altına sıkıştırışı...
Arnavut kaldırımı döşeli geniş bir avlu, bu avlunun bir köşesinde civarındaki çarşının da gereksinimini karşılayan, altı üstü açık tahta kapılı, keskin kokulu loş,   taş helâlar. Yanında blok taştan yalağı ile dökme demirden, kollu tulumba. Bir öğürüp bir iç çeken iki fazlı melodisi ve suyu kaçtığında üst deliğinden dökülmek için hazır bir maşrapa suyuyla. Avluyu çevreleyen ahşap sundurmalar. Altlarında okları yukarı dikilmiş birkaç at arabası, yaylılar,   elle ittirilen iki tekerli hamal çekçekleri, sabah gelip ikindiden sonra köye hareket edecek olan kaptıkaçtı. Yan yana sıralanmış, önleri açık, basit dükkânlar, at arabası tamir eden sıcak demirci ve nalbant. Yazın taze yonca kışın kurtulmuş ot satan yemci. Kapısı önünde içi çinko kaplı tahta sandıkta, testere tozlarının korumasında buz kalıpları. Han binasına bitişik, konukların at ve eşeklerini gün boyu, bazen geceleri de misafir(!) eden ahır; penceresiz, alçak tavanlı, her zaman keskin gübre kokusu, yazın at sineği ve karasinek yayan bölüm. Ana caddeye bakan iki katlı otel odalarının altında kalan, yüksek tavanı kalın hatıllara taşıtılmış geçitte,   -bildiği tüm hanların olmazsa olmazı- karşılıklı küçük dükkânlarda semerci, mutaf,[1] saraç.  Han kapısı arabaların girişine olanak verecek kadar geniş ve yüksek, çift kanatlı. Caddeye açılan duvardaki köşe taşlarına rağmen araba dingillerinin sivri uçları yılların sürtünmeleri ile tahta kanatlarda derin yaralar açmış.  Geceleri kapanan bu kapının bir kanadında sadece insanların geçişine olanak verecek, “kuzuluk”  denilen dar, alçak ve tepesi mutlaka yarım daire bir kapıcık daha.
O yıl İlkokulu bitirmiş geç başvurdukları için Ortaokula leyli meccanî[2] girememişti. Bir yıl bekleyecekti.  Annesini hiç hatırlamıyordu.  Babası çok düşkündü ona, bir daha evlenmemiş, Pazarcık’ta Dava Vekilliği[3] yapıyordu.  Hep anlattığına göre; Bursa ovasında dedelerinden kalma çok büyük arazileri vardı. Ellerindeki eski yazılı tapulara rağmen devlet bu toprakları 93 Harbi Kafkas göçmenlerine dağıtmıştı. Mutlaka kurtaracaklardı onları... Bu yüzden, yıllardır sık sık Bursa’ya geliyor, beraberinde onu da getiriyordu. Ucuz olduğu için -isimleri otel olsa da- hanlarda konaklıyorlardı.  Babası onu handa bırakıp tapuda, nüfus dairelerinde, mahkemelerde, keşiflerde koşturuyordu gün boyu. Tek başına oyalandığı, gün geçirdiği bu mekânlar çocuk belleğinde siyah beyaz fotoğraf kareleri oluşturmuştu.  Ufak farkların kaybolduğu ortak yanların sentezleri ile oluşmuş fotoğraflar...
Babasının o yıllardaki yaşlarını sürdüğü bu günlerde nostaljik özlemlerle iyice netleşen, kronikleşen resimler:
Caddede, kapının bir tarafında yaz günleri kapısına boncuktan sineklik asılmış, kısıtlı yemeklerin satışa sunulduğu aşevi. Diğer tarafında büyük kahvehane; duvar diplerinde tahta sekiler,  üzerleri mermer, tahta bacaklı kare masalar. Tahta aksamı gerçek rengini kayıp etmiş, bitki saplarından örülmüş, hasır sandalyeler, yine torna bacaklı hasır tabureler. Ortada yaz kış yerinde duran büyük sac soba; üst kısmı kor çıkarılarak mangal görevi görmek üzere özel şekillendirilmiş. Çivit badanalı duvarlarda torna işi makaslı askılıklar,  dünya güzeli Kerîman Hâlis’in,  Yavuz Zırhlısı’nın, Harem-i şerîf’in taş basması resimleri. Çingene sanatçıların cam üzerine ters boyamalı Şahmaran suretleri. Fonda deniz, ardında süslü demir kapının açıldığı çiçekli bahçe ve abartılı fıskiyesi; sert renklerle boyanmış, yağlı boya malikâne ya da kesilmiş karpuz tablosu. Köylülerin hediyesi; buğday başaklarından, üzerlik tanelerinden, süpürge otundan örülmüş, boncuk aksesuarlı süslemeler. Yılların sigara dumanı, sinek pisliği, soba isi ile boz-kahveye dönüşmüş, ahşap hatıllı tavan ve bu tavandan sarkan abajursuz, kirli ampuller.  Karşıda raflarını artık rengi değişmiş uçurtma kâğıtlarının,  kırmızı beyaz seramik çay tabaklarının süslediği çay ocağı.  Yanda avluya ve otele çıkılan tahta merdivene açılan camlı kapının önünde hancının makamı. Eski bir ahşap masa; camının altına eski kâğıt paralar ve vesikalık resimler sıralanmış. Yanında demir para kasası ve üstünde,  içinde gerekli hiçbir şey kalmamış camlı ecza dolabı.  Bitişiğindeki rafa oturtulmuş battal bedenli, kumaş hoparlör muhafazası iyice yıpranmış,  cilası artık matlaşmış ahşap kasalı radyo; dokuz lambalı…  Yıpranmış, yayları deforme olmuş, eski, döner koltuğun yaslandığı duvara çivilenmiş aslan resimli duvar halısı, bitişiğinde ahşap çerçevesine kartpostallar, bayram tebrikleri sıkıştırılmış büyük boy  ayna. Tavanı tutan kalın ahşap direklerde günlük Saatli Maarif veya Ziyad Ebuzziya takvimi; koparılan sayfaları üstteki sivri çiviye geçirilmiş... Eski harflerle Besmele ve Maşallah levhaları... Bir köşede berber koltuğu; önündeki sehpada takımları,  sülük kavanozu, aynası. Yan duvardaki çivide asılı emaye berber leğeni; geniş kenarlığının bir bölümü çene altına, boyuna oturacak şekilde oyulmuş.  Yerde teneke ibrik…
Şehre girilince trafik yoğunlaştı. Yavaşlamanın da etkisiyle bir helecan kapladı içini. Eski bir sevgiliye kavuşma özlemi ile uzayan dakikalar... Hiç bilmediği meydanlardan, caddelerden geçiyorlardı. Nihayet aşina mekânlar belirdi. İşte saat kulesi, Tophane yamaçları, Timurtaş Paşa Türbesi. Karşısındaki alan tekmil yüksek binalara dönüşmüş. Oduncular ve önüne sıralanmış Tatar arabaları yok. Tahtakale’de konakladıkları zamanlar buralara kadar uzanıp dolaşmasına izin vardı. Dokuma tezgâhlarının zemini titreştirerek şakırdadığı ara sokaklardan geçer, Tophane Bahçesine kadar bile gidebilirdi... İyi giyimli, kadınlı erkekli kalabalıkların dolaştığı, kırmızı boyalı Belediye Otobüslerinin durak yaptığı, taksilerin, güzel atlı faytonların geçtiği,  bu caddede kendisini yabancı diyara gelmiş bir seyyah gibi hayâl ederdi. Gördüğü filmlerdeki Avrupa, Amerika böyle yerler olmalıydı. Bir gün gidecekti oralara, babasını da aldırırdı. Ona hiç bir zaman söyleyemese de küçük zihninde tarlaların boş bir hayâl olduğu bilinci gelişmişti, nedense. 
“Burada dur” dedi, şoföre.
 Karşıda bütün güzelliği ile Ulu Cami.  Karşıda sabahları altında amelelerin, gurbetçilerin iş beklemek için toplandığı devasa çınar; hiç değişmemiş.
Yüksek binaların arasından Tahtakale’ye doğru saptı. Şaşırdı, belleğindeki resim yoktu orada. Ne kiremit saçaklı bakkal dükkânları, köşedeki yumurtacı, manavlar, semerci, ne de birbirine benzeyen yüzleri ve kılıkları ile köylü kalabalığı. Yokuşun başına kadar yürüdü. Karşıdaki Aralık Han modern bir iş merkezine dönüşmüş. Bitişiğinde olduğunu sandığı Pekmez Hanı yok. Köşedeki Çerkez Hanı (Çağlayan Garajı) yenilenmiş. Dış cephesi aynen belleğindeki fotoğrafa benziyor ama büyük kahvenin yerinde sıra sıra dükkânlar oluşmuş. Bütün cephe, dükkân duvarları, pencere altları, renkli tabelalarla doldurulmuş. Üst katlarda mermer denizlikli, plastik doğrama pencereli bürolar. Onların da camlarında rengârenk levhalar… O pencereler daha küçüktü, ahşap ve giyotin sürmeli. Tahta denizliğine kollarını dayar, saatlerce dağ köylülerinin getirdiği günlük sebze ve meyvelerin pazarlandığı caddeyi izlerdi. Ellerinde sapı kontrplaktan oyulmuş, kanaviçe işlemeli bez torbalar ya da ip filelerle pazara çıkmış ev hanımları... Naylon henüz yaşamımıza girmemişti, satıcılarda naylon torbalar yoktu. Sabah otobüsle gelirken hayretle izlediği, ekili tarlalar, boş alanlardaki çalıları işgal etmiş rengârenk poşetler...   Hemen karşısındaki kaldırma çömelerek küçük çuvallarında getirdiği ceviz, kestane veya kuru fasulyeyi iki kefeli el terazisi ile tartmaya çalışan kırmızı, tombul yanaklı yaşlı köylü kadınla sık sık çakışırdı bakışları. Sabah ezanlarının ardından farklı cızırtılarla öten kepenk sesleri ile erkenden uyanırdı cadde. Karşıdaki fırından mis gibi ekmek kabuğu kokusu yayılırdı havaya. Siyah bir atın çektiği, sac kaplı, kapalı ekmek arabasına söğüt dalı selelerle taze ekmekler yüklenirdi.    Yaz günleri uzaklardan incir yaprağı kokuları taşırdı rüzgar. Lodoslu günlerde karşıdaki Uludağ yamaçları elini uzatsa hemen değecekmiş gibi yakınlaşırdı. İnsanların erkenden çekildiği, gecenin sessizliğinde Belediye Bahçesi’nden yankılanan müzik duyulurdu. Bazı geceler yakındaki bir yapıdan tahta kepenklerin derinden, tok gürültülerle vuruşu, ya da yattıkları odanın altındaki galvaniz saçağa düşen iri yağmur tanelerinin ritmi odaya dolardı. Bunlara uzaktan köpek havlamaları eşlik eder ve Tophane saatinin tannan vuruşları katılırdı bu otantik senfoniye. O zaman öksüzlüğünü ve yalnızlığını daha çok duyar, sessiz gözyaşları dökerdi. Son zamanların eskiye özleminde, anımsadığı bu gurbet gecelerinden bile buruk biz lezzet alır olmuştu. 
Kışları ısıtılmayan ve gurbet kokan han odaları. Muşamba zeminli, gece boyu her dönüşte gıcırdayan, demir boru karyolalı, basma perdeli… 1950’ li yıllarda keşif edilen DDT ile bit ve pirenin neslinin ciddi surette kuruduğu ama büyük bir vefa(!) ile direnerek, asırlık mekânlarını koruma savaşını sürdüren Tahtakurularının egemenliğindeki han odaları...   Karyolaların menteşe yuvaları ispirto dökülmüş, alevli meşalelerle dağlansa da geceleri bir istilâ ordusu gibi indikleri, bu savaşın kan lekelerini taşıyan duvarlar. Zaman zaman çivit ile badanalanmalarına karşın konaklayanların izlerini taşıyan; sabit kalem ile adlarını, memleketlerini, hastalıklarını belirttikleri yazılar, tarihler, bazen mâniler...
Daha sonraları yatılı okulların ısıtılmamış yatakhanelerinde, ranzasının bitişik olduğu boş duvarlara bakışları odaklanır, dalar,  oralarda çocukluk duvarlarını resimlerdi. Belleğindeki tablo, severek ezberlediği, Faruk Nafiz’in Han Duvarları şiiri ile bire bir çakışırdı.
“(…)Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı.
Fâni bir iz bırakmış, burada yatmışsa kimler,
Aygın baygın mâniler, açık saçık resimler.(…)”
Uzun şiiri, hecelerine vura vura, sessiz tekrarlar çok kere sonuna gelemeden uykunun güçlü kudretine yenik düşerdi...
Kapı kemerindeki ışıklı levhada “Akarsu İş Hanı” yazan ana kapıdan içeri girdi. Avlu çok katlı, modern iş yerlerine dönüşmüş. Ahırın ve bekâr koğuşunun üstündeki ahşap eyvandaki odaların yerine beton asma katlar ve ışıklı dükkânlar sıralanmıştı.  Oralarda o zaman da iş yerleri vardı...
Birinci katın avluya bakan yüzünde, yıpranmış,  tahta korkuluklu, dar bir asma sahanlık. Kapısı ve tek penceresi bu sahanlığa açılan bir sıra oda. Tahta merdiven ve kahveden geçmeyen kadın müşterilerin otele girdikleri camlı kapının yanında Orhanelili Sınıkçı[4]. Oraya çiçekli bir yorgana sarılarak sırtta taşınan,  yaşlı kötürümler ya da kolu bir tülbentle boynuna asılmış sarı benizli çocuklar taşınırdı gün boyu.   Bitişiğinde, ortadaki yuvarlak kütükten tezgâhı başında iki kişinin çalıştığı yemenici. Gün boyu ellerindeki sarı tokmaklarla monoton, meşin dövdükleri ya da dizleri arasına sıkıştırdıkları sayaları iki ellerindeki çift iğne, balmumuyla sıvanmış İngiliz sicimi ile diken baba oğul. Kapı üstüne üzüm salkımı gibi asılmış, tabanları kuru sabun sürülerek parlatılmış yemeni hevenkleri. Çirişle yapıştırılıp kuruması için, karşıdaki korkuluğa dizilmiş meşin yemeniler.    Kapısı penceresi her zaman kapalı, çocuklara Kuran dersi veren Kara Hafız. Uçta Muakkip[5] Muhlis Amcanın odası. Yayları çökmüş, eski deri koltuklarda babasıyla karşılıklı oturup gün boyu anlayamadığı, “1317 tapusunun geldisi...” muhabbetleri. Sıkılınca araları yer yer açılmış, enli tahta zeminli sahanlıkta oturup avluyu seyir ettiği alçak tabure...
Sabah erken saatlerde art arda gelen, küçük boyutlu, çok müşterili kaptıkaçtılar.  Biri Şoförün solunda, dört kişinin sıkıştığı, yine aradaki isterepente denilen katlanabilir, rahatsız oturma düzeniyle dört kişinin oturduğu arka kanepeleri. Arkadan tek ayaklık demir merdivenle çıkılan demir parmaklıklı tepe bagajı. Dağ gibi yığılmış küfeler, sepetler, bohçalar, çuvallar. Bazen ince melemelerle bağıran, yatırılıp bağlanmış oğlaklar, üçü beşi bir arada ayaklarından bağlı, kafaları aşağı sarkmış tavuklar. Sayısız çilek sepetini indirdikten sonra ahıra çekilen atlar, eşekler. Koltuk altlarına kıstırdıkları cüz keseleriyle Hoca’ya gelen oğlan çocukları. Satın aldıkları buz kalıplarını ancak bir paket bağlar gibi dolanmış sicim yardımı ile taşıyabilen aşçı, kahveci çırakları...
Sıcak kokan, sessiz öğlen saatlerinden sonra yine hareket. Kaptıkaçtıya, boş sepetler, yağ tenekeleri ile dönen köylüler. Siyah sayaları ile çöktükleri duvar dibinde tevekkülle erkeklerini bekleyen kadınlar. Bazen köşedeki seyyardan alınmış, külahlı dondurmayı zevkle yalayan çocuklar.   Şehirlerarası otobüsten inmiş, sırtlarında bükülmüş basma yorganlı gurbetçilerin bezgin ve ürkek bakışları. Sadece bu yorganlara bürünerek yekpare kerevetlerde yatacakları alt kat koğuşun avluya açılan kapısına yönelen yorgun adımları...
Ulucami’den ikindi ezanı yükselmeye başladı. Civar camilerin art arda katılımı ile oluşan mistik senfoninin etkisiyle, melankolik duygularının dürtüsü, göğsünden boğazına yükseldi. Sonra da yaş olup göz pınarlarından süzülmeye başladılar.  Şehrin Türk-İslam sentezi yapılaşması, evler, konaklar, aralarına yayılıp onları kucaklayan gümrah yeşil büyük darbe almıştı. Ama kent, fetihten bu yana yarenlik ettiği, Uludağ yamaçlarına yılladır hasretini çektiği bu İlahi musikiyle, haykırıyordu. Bütün değişimlere rağmen, koruduğu  “Müslüman Bursa” kimliğini, ilân edercesine...
Gözyaşlarının teskin edemediği hayal kırıklığı ve ezilmişliğin ayaklarına yansıdığı dalgın adımlarla uzaklaştı oradan. Başka bir mekânda özlemlerini bulabileceği umuduyla yeni bir gayret kazandı. Çarşı içinden geçip Tuz Pazarına yöneldi. Evvelce geçtiği mesafeler kısalmış, caddeler, sokaklar daralmış, ufalmıştı. Her merhalede yeni bir hüsran yeni bir burukluk; yenilmenin, kaybetmenin çöküşü...  Eskiden bildiği hanların hiçbiri kalmamıştı. Büyük Han, İznik Hanı, Yenişehir Hanı, Kütahya Hanı, Hürriyet Hanı; hepsi de çok katlı beton binalara dönüşmüş ya otel ya iş hanı olmuşlar, bazıları buharlaşmıştı. Abolyont Hanı Caddeye bakan dükkânlar dışında terk edilmiş, harabe halde can çekişiyor... Her hedeften ayrılışta yitirilmiş eski bir dostun defin töreninden dönercesine hüzünlendi, gamlandı. Belleğindeki fotoğraflar sarardı yıprandı...
Gelişlerinde hep farklı hanlarda kalırlardı. “Bütün hanlar bizim” derdi, babası. “Biz dilediğimiz yerde kalırız. Oysa köylüler sadece yöresinin adını taşıyan ya da komşu yörenin hanında kalırlar.” Konuşkan adamdı babası ve de bilgili. Daha çok onun konuşup her şeyi uzun uzun anlattığı bir arkadaşlık ilişkisi vardı aralarında.
“Bak, Bursa’nın doğu yakasındaki köy ve kasabalar Yeni yol, Çancılar ve Cumhuriyet caddesinin doğu yakasında, Gemlik ve ova köyleri Pazaryeri ve Cumhuriyet caddesinin batı yakasında, ovanın batı yakası köyleri Zafer meydanı (İtfaiye önü) ve Fevzi çakmak Caddesinde, dağ köy ve kasabaları ise Tahtakale’de ki hanlara inerler. Hancı onları tanır, onlar hancıları. Çoğu aynı köylü ve akrabadır zaten.”
Babası bütün hancıları tanırdı, hepsi ile ahbaptı. Önemli adamlardı hancılar. Köylülerinin dertleri, hastalıkları, davaları ile ilgilenmek, para ve eşyalarını emanette tutmak, adlarına gelen mektupları iletmek, tapu ve noter işlemlerinde şahit, alışverişlerde kefil olmak, garip müşterileri kollamak görevleri ile de yükümlü idiler.  Bedelsiz yapılan bu işler nasıl bir gelenek haline gelmiş ise müşterilerin hemen her gelişte tavuk, yumurta, yağ, peynir ve benzerlerini hediye getirmeleri de gelenekti. Çoğu cahil bu kişiler, belki de okumuşluğuna saygı duyduklarından babasına itibar ederlerdi. Akşam olup hana döndüğünde onların masasına oturur, devamlı anlatırdı. O da bir yandan ikram edilen Uludağ Gazozunu yudumlar, ya da kağıt oynayanların masasına, fincan tabağı içerisine bırakılan [6]lokumlardan yer,   bir yandan han sakinlerini incelerdi. 
Radyodaki Ajans ve arkasından Feridun Fazıl Tülbentçioğlu’nun sunduğu “Tarihten bir yaprak”, ya da dinleyenleri ağlatan Temsil saati dışında devamlı bir uğultu olurdu kahvede.  Gürültülü konuşan, oynadıkları iskambil kâğıtları veya metal domino taşlarını bazen öfke bazen zevkle mermer masaya hızla vuran,  kasketlerini ve bir ayaklarını altlarına koyarak oturmuş, çoğu tıraşsız köylüler. Başka yerde kalıp hemşerileri ile buluşmaya gelmiş gurbetçiler. Panayır ve pazar yerlerini dolaşarak diş ilaçları, romatizma yağları, tıraş bıçakları satan gezginciler. Cambaz ve çadır tiyatrosu trupları, panayır dolaşan halkacılar, kasnakçılar, “Hasan almaz basan alır”cılar.  Soğuk odaları yerine soba etrafını yeğleyen,  okuma azmi ile kasaba ve köylerden gelmiş yoksul talebeler… 
O bunlardan hiçbiri olmayacaktı.  Hele dava vekili hiç. Olmadı da...
Sonunda bezgin ayakları en çok sevdiği, önündeki caddenin en hareketli olduğu Eskişehir Hanına sürükledi. Cadde hemen hiç değişime uğramamıştı. Uzaktan bakınca Han yıpranmış ama ayakta, yerli yerinde duruyordu. Avlu tekmil oto tamirhaneleriyle dolmuştu. Sundurmaların üstüne çıkan asmalar kurumuş, taş duvarlarda yabani incirler boy vermişti.  Kahve burada da dükkânlara dönüşmüştü ama garip dükkânlara.  Odalara çıkan merdiven çökmüş, önü tahta parçaları ile kapatılmıştı. Pencere camları kırılmış, bazılarından uçları tarazlanmış, rengi belirsiz bez perdeler uzanmıştı dışarılara. Dökülen sıva parçalarının atlından Bağdadi çıtaları çıkmıştı yer yer.  Çıkmalar sarkmış, çatı kiremitleri dağılmış,  oluklar yok olmuştu.
“Amiral ciddi bir yara daha aldı!” Önce babasını yitirmişti sonra dostlarını şimdi de hanlarını. Daha fazlasına izin veremezdi. Rüyalarına giren çocukluk anılarının da çökmesine... Kendi çocukları ile hiçbir zaman paylaşamayacağı çocukluk anılarının... Fotoğraflarının parçalanıp dağılmalarına izin veremezdi. Yeni fotoğraf karelerinin eskilerin üzerini kaplamasına hiç izin veremezdi; zamanın ve kadir bilmezliğin, ihmalin, rantın etkisiyle oluşmuş yeni fotoğraflar...  Onun fotoğrafları siyah-beyaz ama net, yıpranmadan kalmalıydı belleğinde. Çocukluğunu yansıtan kokularla, tatlarla, hazlarla...
Bilmiyordu dikildiği kaldırımda, nemli gözlerinin ne zamandır karşı harabeye odaklandığını. Kaçmalıydı buralardan, şu birkaç saatlik süreci hiç yaşanmamış gibi, belleğinden silerek, yok sayarak. Fotoğraflarını yavrusunu bir tehlikeden kollayan ana gibi, bağrına basarak kaçmalıydı... İlk gördüğü taksiye el etti.
“Terminale”, dedi.
“Radyoyu kapatmamı ister miydiniz?” 
Ancak bu soru ile algıladı hafif sesle yayılan müziği. Bir İlahi tesadüf müdür, bilinmez? TRT Türkiye'nin Sesi programından zaman zaman severek dinlediği bir parçayı söylüyordu, tok erkek sesi:
“Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı,
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...” 
                                                                                                                                            
* (Osmangazi Belediyesi  2006 A.H.Tanpınar anısına
   “Geniş Zamanlı Hikayeler”  Kitabından)





[1]At ve keçi Kılından çul, yular ve benzerlerini dokuyan ve satan esnaf.
[2] Parasız yatılı.
[3] Eskiden baro olmayan kasabalarda, mahkemelere girme hakkı olan, hukuk tahsil etmemiş kişiler.
[4] Kırıkçı, çıkıkçı.
[5] Takipçi, iş takip eden



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...