23 Aralık 2018 Pazar

HALI




KOYUN;
O kış çok erken geldi, çok uzun sürdü.  Daha sonbahar rüzgârları yeni bitmişti ki köyün güney yamaçlarını örten kar hızla aşağılara inip zaten çok az olan tarlaları ve meyilli merayı da kapattı ve altı ay boyunca hiç kalkmadı.  Önceleri ince bir tabaka iken bir iki günlük aralarla üst üste biriken, geceleri ayaza çekip bulgurlaşan, öğlen güneşinin bulut ardındaki ısısı ile bile biraz gevşeyip kristalleşen, geceleri yeniden donan, rüzgârlı günlerde bir o yana bir bu yana savrularak yeni tepecikler oluşturan bu kitle metrelerce yükseldi.
Hem Koyun hem Apak kışı çok zor geçirdiler. Apak ve ağabeyi Nuri Çobanoğlu, Salih ağanın dölü yarıya ortakçısı idiler. Şehre yaya bir saat mesafedeki köylerinde toprak kıttı. Köylü geçimini hayvancılıkla sağlar; şehirden birisinin sermaye koyarak satın aldıkları sürüye bütün bir yıl boyu bakar, besler, baharda doğan kuzuların yarısı ağaya yarısı köylüye kalır. Sayıyı bilebilmek için de ağaya ait kuzuların kulakları özel bir aletle delinerek işaretlenirdi.
Apak, ayakkabıları ve külot pantolonunun dar paçaları ıslanmış, ablak kırmızı yüzü soğuktan daha da kızarmış, morarmış burnu, ürkek adımlarla, manifatura mağazasına girdi.  Işıkları söndürülmüş loş dükkânda odun sobasının kuru sıcağı ve mangala çıkarılmış közün kokusu kumaş kokusuna karışıyordu.
“Gene para lâzım Salih ağa” dedi.
“Ot bitti.”
Dört beş aydır her hafta pazarı günü hep aynı dekorda aynı muhavere. Kar kalkmadığından hayvanlar hep ağılda kuru ile besleniyor, tek satıcı Tiryakinin Yusuf efendi her seferinde otun balyasını beş-on kuruş artırıyor, Apak her hafta Ağanın hiç gülmeyen yüzüne, suçlu imişçesine bakıyor, borcu her hafta yükseliyordu. Karısı ve dört çocuğu ile günleri ağılda geçiyor, üç beş günde bir koyun ölüyor, aç kalan kurtlar köye kadar inip ağıllara saldırıyor, çoban köpekleri ile aralarında ciddi muharebeler oluyordu.  
Meşakkatli kışın ardından mayısta kar kalkıp ta altından taze çimenler fışkırdığında Koyun çayıra çıktı ama soğuktan dölmü tutmadı yoksa yaşlandı da kesildi mi o yıl kuzu vermedi?  Zaten doğan kuzularda da telefat çok, tabii süt de az oldu. Ama soğuk kışlar uzun ve gür yün yaparlar, havalar iyice ısındıktan sonra Apak birer birer yatırdı önüne, elinde saç makas, ince karın altı tüylerinden başlayıp bir iki santim yükseklikten kırparak sırtı döndü ve yünleri bir bütün olarak kılıf gibi sıyırıp aldı. Operasyonu sakin bekleyerek sırtındaki yükten kurtulup hafifleyen koyun yeniden sürüye daldı, gelecek yıla kadar tüylerini uzatıp sahibine sunmak üzere.
YAPAĞI;
Kırkım bitince Hacer ve diğer köylü kadınlar Yapağı Yumaya (yıkamak) taşındılar. Köye bir kilometre mesafede Uyuz Hamamı da derler, Dedeli Çermik de, sadece kısacık sazların yetiştiği kıraç bir yer vardır. Yağış mevsimi geçip de toprak kuruyunca üzerini incecik beyaz bir tabaka kaplar, köylü kadınlar bunu çalı süpürge ile süpürüp çuvallara doldurur, bulaşıklarını bununla yıkarlar. Erkekler de eşeğe yükler şehirde sokak sokak dolaşıp tenekesi beş kuruştan satarlar.  Matıf Toprağı diye anılan bu incecik toprak bol soda içerir ve doğal bir temizleyicidir.  Sahanın ortasında kayalardan oluşmuş bir havuz yer alır, buradan kaynayan sıcak su, üzerine buharlar yayarak kayalar arasında oluşturduğu yataktan ince bir dere gibi akıp tren istasyonu yakınında Akar’a katılır. Civarında bir kova boyu yüzlerce küçük, sıcak su çukurları vardır. Çocuklar bu çukurları eşeleyip üzerinde kristalize maden cevherlerinin parıldadığı çakıl taşları çıkarırlar ve şehirde bunlardan pahalı takılar yapıldığına inanırlar.  Havuzun kuzeyinde boyu üç metreye yaklaşan bir yatır bulunur. Her yıl yaz başında köylü kadınlar bu mezarı temizler beyaz badana ile boyar, etrafını süpürürler. Yıllar boyu üzeri sıvana sıvana büyümüş, hece taşsız bu devasa kabirde Uyuz Dede yatar.  İnanışa göre; Allah bu çok sevdiği kulunu sınamak için ona bir cilt hastalığı illet etmiş. Dede, yıllar boyu bu sancılı, akıntılı, kaşıntılı dertten bir gün bile şikâyet etmeden, Eyüp Peygamber sabrı ile inancından hiç sapmamış. Bir gün bir beyaz kuş peydahlanmış önünde, havada üç defa dönüp dedenin önünde durmuş ve Hikmet’i-Hüdâ dile gelip “Gel” demiş, sonra da uçmaya başlamış. Kuş önde dede arkada, günler boyu dağlar aşıp dereler geçmişler. Bu su birikintisine gelince kuş dalıp çıkmış ardından da dede. O anda ne sancısı kalmış ne de vücudundaki iğrenç yaralardan bir iz. Başını kaldırmış ki kuş yok. Bu su ile abdest alıp hemen oracıkta namaza durmuş. Sonra da yürüyüp gitmiş. Bastığı her yerde içi su dolu küçük çukurlar bırakarak. Dede gitmiş de mezarı orada nasıl olmuş bilinmez; bütün çevreden cilt hastalığı olanlar buraya gelir, önce Dede’yi ziyaret eder sonra açıkta yatıp kalkarak birkaç gün banyo alırlar ve şifa bulup ayrılırlar. Türlü mineraller ve bol karbonat ihtiva eden bu suyun akıntısında da köylü kadınlar yapağı yıkarlar
Hacer günlerce yapağı yudu, (yıkadı) köy işlerinden nasırlaşmış el derileri yumuşadı, parmak uçları sıcak suda şişti, parmak izleri derin birer çukura döndüler ama yapağılar yoğrularak, tahta takozlarla dövülerek kayalara çalınarak bir güzel paklandılar, çamurdan, idrardan, çakıldaktan[1] arınıp, ağardılar. Alttan yayıldıkları kayanın üstten kızgın güneşin harareti ile güzelce kurudular ve çuvallara basılıp şehre doğru yola çıktılar.
YÜN;
Yörük Kadir Ağa uzun askerlik yılları bitip de obaya dönünce babadan kalan altınları bozdurdu, dul anası ve kardeşlerini toplayıp şehre göçtü. İstasyon yolunda büyük bir ev yaptırdı yanına da bir develik, keçeciler başında da bir dükkân aldı. Ticarete atıldı. Bütün Yörük boyları yapağılarını ve kıllarını ona getirir, onun develiğinde konaklar, hayvanlarını onun vasıtası ile alır satar oldular. Töreleri gereği Yörüklerin bütün dertlerini o çekti, devlet dairelerinde işlerinde yardımcı oldu, hastaları ile uğraştı ama iyi de para yaptı. Uyanık adamdı, altı kızdan sonra gelen tek oğlu İbrahim’i okuttu, arkadaşlarının “Ağa, çocuğu büyük şehre salma dönmez gayri” demelerine rağmen İzmir’e gönderdi liseyi bitirtti. İbrahim döndü dönmesine de İzmir’de âşık olduğu kızı “isterim” diye de tutturdu. Nasihat, rica, tehdit faydasız... İbrahim kara sevdalı, aldılar kızı. Sevim de diretmedi, geldi küçük şehre ve de uyum sağladı. Önce dışlandı, adına Tango Gelin koydular ama o alçak gönüllüğü sevecenliği ile bütün duvarları yıktı, geçti.  Öyle ki başlangıçta “sütümü haram ederim” diyen Sahure bile gelinini anlata anlata bitiremez oldu.
İbrahim babasından da uyanık çıktı, ne de olsa tahsilli adam ve “şeher görmüş.” Zamanla esprisi kalmayan develiğe ilâveler yaptı, büyüttü,  yün atölyesine çevirdi, halı tezgâhları kurdu, çevrede zaten yaygın olan ev halıcılığını sanayi haline getirdi, yanında onlarca kadın çalıştırır oldu. Develik Fabrika,  kendi Yörük Kadir Ağanın İbraham diye anılırken, Koca Yörüğ’e  de Halıcı İbrahim Beyin Babası denir oldu.
Yapağı İbrahim beyin lânolin kokan depolarına istiflendi, avluda yere çakılı demir tarakların önüne bağdaş kurmuş işçi kadınlar günlerce taradılar, liflerini ayırdılar, elyaf boyunda düzenlediler, elle dönen çıkrıklara tutam tutam sunulup, kıvrıla büküle iplik oldular, çilelendiler.  Çileler tahta askılarda dizi dizi altlarında meşe kütüklerinin yandığı kazanlarda kaynadılar, yıkandılar, durulandılar, askılar günlerce avlu duvarlarında yellendi, güneşlendi renk renk salkımlar gibi sallandılar...
Kuru papatya çiçeğinden sarılar, ceviz yaprağından kahveler, ısırgan otundan yeşiller, palamut kozasından, alizarinden kırmızılar yünün içine işledi, solmaz, ölmez, zengin bir tayf oluşturdular, ikişer kiloluk paketler olup yeniden dizildiler raflara.          
HALI;    


Şehre bir saat mesafedeki Kozlu Viran köyünden Sarı Halil’e Allah bir türlü çocuk vermedi. Ne nefesi kuvvetli hocalar, ne çocuklarını sattıkları yatırlar, ne buharına oturdukları ılıca suları, büyüler, kuvvet macunları, kocakarı ilaçları ne de doktorlar, “Askeriye dokturları” bile fayda etmedi Karısının gözü yaşlı dualarının kabulünden mi yoksa çevrenin “bunu boşa, yeni karı al, üstüne kuma getir” baskılarına kulak asmadığının mükâfatı mı bilinmez 15 sene sonra, umutlar tamamen tükenmişken Allah bir kız evlât bahşetti. Sarı Halil’in tıpkı anasına benzeyen, kırmızı elma yanaklı, karakaşlı, mühür gözlü, ay suratlı bir kız.
Bahar büyüyüp serpildikçe güzelleşti, kara, gür saçları beline kadar uzadı. Babası ile Yörük Kadir Ağa beraber askerlik yapmışlar, yöre tabiri ile “kanlı gömlek arkadaşı.” Onlar köye gelir, bunlar şehre her indikçe evlerine varırlar, Sevim Gelin Bahar’ı pek sever, İbraham Ağası da her gördükçe takılır ona “Kız seni köy yerinde komam, şehir gelini yapıcam.” Bahar bu şakadan utanır, kırmızı yanakları kulaklarına değin bir kat daha kızarır ama hoşlanır da. On beşine vardığında Sevim Ablasına yatıya misafir gitti. Sevim’in çocuklarına ablalık yapan, İzmir’in bir köyünden gelmiş Zeliha Abla var, Bahar’dan birkaç yaş büyük. Sevim Abla; “Zeliha” dedi. “Hamamı yak da önce bir güzel yıkanın, şu üzerindeki köy kokusu gitsin.”  Bahar evde hamam hiç görmemiş, onlar ya ahırda su dökünürler ya da köy hamamında kurna başında yıkanırlar. İbrahim’in evinde ise altı çimento döşeli, duvarları yarıya kadar mozaik kaplı, dört köşe dökme demir sobasının üstünde çinkodan yuvarlak deposu olan ve gövdesindeki musluktan önündeki kurnaya istediğin sıcaklıkta su akıtabildiğin özel hamamları var.
Zeliha elbisesini sıyırdı bir don bir sutyen,  şaşkın bakakaldı Bahar. Böyle kısacık iç donu hiç görmemişti ne anasında, ne yengelerinde ne hamamda.
“Ne bakıyon öyle şaşkın, sen de soyunsana kız.”
Birden utandı dizine kadar inen bol iç çamaşırından. Ya o memeleri örten küçük yelek. Bütün şehir karıları bundan giyermiş, kaç çocuk emzirirse emzirsin sarkmazmış memeleri, Sevim Abla eskilerini Zeliha’ya verirmiş. Bir güzel yıkanıp paklandılar.
İbraham Ağası her gün develiğe götürdü, Baharı. Tezgâh kurmayı öğretti, çözgü çözmeyi, halı dokumayı, sonra da bir tezgâh yaptırdı köye gönderdi. “Bir sanat olsun elinde, ben sana da iş veririm.”
Önce çeyizine bir küçük halı dokudu, Bahar. Kırmızı kenarlı, çiçek motifleri canlı, “”köylü halısı”.  Sonra da bir iki parça İbram Ağasına, kazancını altın yapıp boynuna dizdi.
Afyon’da tüccardan Ömer Efendi iki çift Taban Halısı istedi, Halıcı İbrahim’den Bir çifti kızına, bir çifti oğluna. O da dört ayrı tezgâha dağıttı siparişi, birini de Bahar’a verdi.
İbrahim, usta ile beraber geldi köye, paket paket ipler getirildi, çözgüyü usta kendi eli ile kurdu, deseni sıraladı, ilk sıra örülürken başında durdu,
“Bak” dediler, “dikkatli çalış, bizi mahcup etme, bu Şehir Halısı, öncekilere benzemez, santimde üç düğüm, hem de Gördes Düğümü.”
“Hadi elin kuş olsun, götün taş olsun.”
Bahar aylar boyu her sabah erkenden çöktü tezgâh başına, düğüm düğüm, sıra sıra, motif motif, sabır sabır halı yükselmeye başladı. Halı işi tahammül ister, sabır ister. Dudağında bazen bir türkü, bazen bir mâni, bir hayâl dünyası kurdu kendine bu daracık mekânda.
“İbram ağası şehir gelini yapacaktı onu, böyle şehir halılarının üstünde gezinecek, çocukları topacık elleri ile üzerinde emekleyeceklerdi... İtina ile süpürecekti her sabah halısını... Küçücük donlar giyecekti, düzgün bacaklarına,  “sütleyen[2]” takacaktı, istediği kadar gebe kalsın sarkmayacaktı memeleri, yengelerininki gibi... Bir de bir kız götürürdü köyden, bebeleri ile oynasın... Kız çamaşırlarını görünce şaşırırdı, eski sütleyenlerinden verirdi ona da, sevinsin di garip... Şehirli kadınlar gelecekti evlerine, hiç biri köylü kokmayan, tentene öreceklerdi, ayıp şeyler konuşacaklar, gülüşecekler...  Hamam da olacaktı evlerinde, duvarları yarıya kadar mozaik sıvalı, atacaktı odunları sobasına, kaynar su, içerisi kış günü bile sıcacık... Kocası gelecekti akşam evlerine, kapıda karşılayacak, çocuklar görmeden sarılacaktı, o zaman kasıklarından uyluklarına doğru bir tatlı ürperti yayılacaktı...”.
Hayâl dünyasında yüzü yoktu kocasının. Bütün çabasına karşın bir yüz bulamıyordu ona. Kurgularında sıra kocasına gelince başının yerinde sadece bir gölge oluşuyordu orada, sonra da flulaşıp kopuyordu film.  O zaman daha kuvvetli vuruyordu Kirkit’i[3], atkıyı geçiriyor, varagele’yi[4] geri alıyor, bir düğüm daha, bir daha, bir daha... Sıra yürüdükçe oturduğu tahta üzerinde o da santim santim gidiyordu, bir sağa bir sola. Ağır, kara demir makas fazla uçları kesiyor, kısacık yün parçaları dökülüyordu şalvarına bir renk cümbüşü halinde.   Tezgâh tepesine asılmış yumaklar bitiyor,   çileler çıkrıkta yeniden yumak oluyor. Yeniden düğümler, yeniden bıçak darbeleri, yeniden bir türkü, yeniden hayâl denizi...            
“Gelin almaya taksiler gelecek, çocuklar ellerini sürecekler tozlu kaportanın üstüne izleri kalacak... Kapının önünde babasının elini öpecek, usulen ağlayacak yüzünü örten kırmızı tülbendin ardından... Taksiler korna çalarak art arda yola çıkacaklar, köpekler saracak peşleri sıra...  Köyün çıkışında emmioğlu Hasan bakıp kalacak öyle... Bok gibi... Taksinin tozları ardında kaybolacak.” “Nerede görse ‘seni alacam kız.’ diyor, domuz. Şehirde kötü kadınlara da gidiyormuş, sümsük.”
Öyle oldu ki; hülya her sabah aynı yerden başlayarak günler boyu, aylar boyu Bahar, Halı, Şehir gelini arasında ortak ve  girift bir ideale dönüştü ve miat Halı’nın bitim gününe endekslenip takıldı kaldı.
21 Temmuz 1946 günü her yerde olduğu gibi köyde de seçim vardı.  Muhtar bir gece evvelinden kapı kapı dolaştı “herkes seçime gelecek, gelmeyenin cezası çok büyük.”   Sabah erkenden sandık kurulu geldi, caminin sundurması altına oturdular, masa üstüne defterler kondu iki de küçük torba, birinin üstünde kırmızı altı ok basılı birinde siyah avuç resmi ve DP Candarmalar dizildi, muhtar yanlarında el pençe,  başkan gelenlere soruyor.
“İsmet Paşa’ya mı verecen, Demirkırata mı?” sonra torbadan bir oy pusulası çıkarıyor, bir de zarf;
“İçine koy, sandığa at.”
Bu ilk demokratik (!) seçimi görmeye bütün köy gelmiş. Erkekler avluda, kadınlar atkılarına bürünüp set üstüne dizilmişler, her yaştan çocuk ortalıkta. Yalnız Bahar yok. O bugün bordürün son sırasını dokuyup halıyı bitirecek.
Kırmızı zeminde sarı kontörlü, lacivert, yeşil, geometrik çiçeklere dalgın, dalgın bakarken kapının açıldığını duymadı bile.  Boynunda sıcak nefesi algılayıp döndüğünde çok geç kalmıştı, dibinde emmioğlu Hasan. Elini halı bıçağına attı ama yetişemedi, gözünün üstüne yediği yumrukla sersemledi, dünyası karardı, ardından bir yumruk da kafasına. Hasan gözleri şehvetten fırlamış, yılışık, uzun saçlarını eline doladı, bitişik samanlığa doğru sürüklemeye başladı, hoyratça sıyırdı şalvarını, abandı... Bağırmak istedi Bahar, sesi çıkmadı, hoş çıksa da duyacak kimse kalmamıştı yukarı mahallede.
Bir hafta geceli gündüzlü sadece öğürdü Bahar.  Ne moraran gözündeki acıyı duydu, ne belindeki ağrıyı, ne de kasıklarına vuran sızıyı, hepsi boştu kaybettiklerinin yanında. O hayâl dünyasını yitirmişti, umudunu, geleceğini ve her şeyini…
Araya yaşlılar girdiler, baskı yaptılar Sarı Halil’e “Direnme” dediler. “Kan girer kardeş arasına, babanın kemikleri sızlar, hem bozuk yumurtayı kim alır.” Kimse Bahara bir şey sormadı bile. Kızı nikâhladılar, amca evine gönderdiler, sandığı ve Köy Halısı ile birlikte.  Nikâh olunca dava düşerdi.
Saçak dibi atkılarını usta tamamladı, çözgüyü kesti, yeniden tıraşladı halıyı. Halıcı kadınlar “nazar muskası[5] konmamış” dediler. “Halıya gelmedi nazar, Bahar’a geldi.”
Halı’yı diğer üç kardeşi ile beraber bir çuvala sarmaladılar, Seyri hafif[6] kaydı ile demiryolu ambarına teslim ettiler.
Halı, eşi ile birlikte Ömer Efendinin odasına serildi. Tam on yıl serili kaldı orada, Ömer efendinin ölümünü gördü, Ömer’in doğumunu. Koku aldı çevresinden, koku verdi etrafına...
Evlerin kendine has kokusu olur. Eşyalar değişir, insanlar değişir, yapılar değişir, ev kokusu hiç değişmez ve aşina kişiler hemen tanırlar onu. Canlı cansız içindeki bütün varlıkların yıllar süren molekül alışverişinden hâsıl olmuş bir kişiliktir bu. Kiminde toz kokusu ağır basar, kiminde rutubet, kiminde meyve hatta lağım kokusu ama orijini ne olursa olsun, kutsal bir aidiyet içerirler.
Halı, Bursa’ya yeni eve de bu koku ile birlikte taşındı, tam otuz beş yıl da orada hizmet verdi, düğünlere şahit oldu, doğumlara, mevlitlere, yemeklere. Gün geldi ayakkabılar altında ezildi, gün geldi naftalinlenip dinlenmeye alındı. Arap sabunundan deterjana, ot süpürgeden gırgıra çağ atladı ama en büyük darbeyi ciğerini söküp alan elektrikli süpürgeden yedi. Gene de direndi, güzelliğinden, parlaklığından hiçbir şey yitirmeden.
En son büyükhanımın ölümünü yaşadı halı. Eskiden yaşlılar ölür, yeniler doğar, bir kaç kuşak iç içe yaşardı aynı evde. Şimdi gençler ayrı evler kurar oldukça, yaşlılar yalnız başlarına kalır oldular. Ve ölünce de kapanır oldu evleri. Almaya kalkarsan kıymet, bırak satmayı vermeye kalksan götürecek kimseyi bulamadığın canım eşyalar sorun oldular. Ölenle beraber bütün eşyayı da gömemezsin ki...  Küçük torun “ben burada yaşarım” deyince, ev kapanmaktan kurtuldu. Bir kısım eşya verildi, atıldı, bir kısım eşya temizlenip yerleşti, fakat Halı; eskici paspas fiyatı verince hiçbir gruba katılamadan tek başına kalakaldı ortalıkta.
Bir tesadüf Halı ile Bora yüz yüze geldiler. Bora yaşadığı Amerika’dan yine mal almak için gelmiş. İri gözlerinde küçük camlı metal çerçeveli kara gözlükler, boynunda gümüşten abartılı bir gerdanlık, bileklerinde metal bilezikler, Türkçe ’si hafif hasar görmüş. “İlgilenirim” dedi, alkol kokan sesi ile. “Benim dünyam Halı, kadın ve kedi.” Halıyı yere serdi, çarşı esnafının mütecessis bakışları altında manikürlü parmakları ile mıncıkladı, sıvazladı, kıvırdı buruşturdu.
“Kaba Uşak” dedi. “Altı yüz.”
“Ne altı yüz?” diye sordu Yavuz.
“Altı yüz dolar, arabam otoparkta.”
“Tamam.”
Kalın kraft kâğıtlara sarıldı, bağlandı Halı. Taşıyıcı vurdu sırtına. Bir an buruldu Yavuz. Eski bir dosttan bir aşinadan ayrılmanın sızısını duydu içinde. “Dur, caydım” diyecek oldu, sonra vaz geçti. Her şeyin bir sonu olacaktı nasılsa, bir ilki olduğu gibi. “ Hiçbir şey, hiç kimse sevdikleri ile alıştıkları ile beraber olamaz sonsuza kadar. "Beka sadece Cenab-ı Hak’ka mahsustur.” Halı küçük bir tabut gibi, cemaatsiz, tek kişi sırtında hafif yalpalarla uzaklaştı, buğulu gözler ardında flulaştı, bir ara önünden geçtiği kuyumcu dükkânının şavklı spotları etkisi ile parlar gibi oldu sonra yitti gitti...
TWA’nın kargo uçağı doğu-batı pistinde hızını gittikçe artırdı sonra burnunu havaya dikip hızla yükseldi, iniş takımları mekanik gürültülerle hücrelerine yerleşirken, gece karanlığını ses akımları ile yırtan uçağın ambarındaki Halı yeni ambalajı içeresinde, Yeni Dünya’ya doğru ilerliyordu, yeni evinde yeni kokularla kaynaşmak üzere...
Altında vücut bulduğu topraklarda; Yeşilköy Hava Limanının çakar şimşekli kule ışığı biteviye dönüyordu, yaşamı simgelercesine...  Bir nabız gibi...







[1] Koyun pisliklerinin kuyruk ve bacak arası tüylerine yapışarak oluşturduğu kitle
[2] Sutyen
[3] Kirkit: biten sırayı sıkıştırmak için çözgü aralıklarına hızla vurulan şimşirden veya demirden, saplı bir nevi tarak. 
[4] Varagele: Çözgü ipliklerini birer atlayarak bir öne bir arkaya alan tahta çubuk.
[5] Halı dokunmaya başlanmadan saçak ipleri arasına, doğaçlama ve serbest bir figürle örülen, küçük, üçken parça.
[6]Ambarlarda bekletilmeden acele gönderilen SEYRİ SERİ’nin aksine daha ucuz tarifeli nakliyat şekli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...