KOYUN;
O kış çok erken geldi, çok uzun sürdü. Daha sonbahar rüzgârları yeni bitmişti ki
köyün güney yamaçlarını örten kar hızla aşağılara inip zaten çok az olan
tarlaları ve meyilli merayı da kapattı ve altı ay boyunca hiç kalkmadı. Önceleri ince bir tabaka iken bir iki günlük
aralarla üst üste biriken, geceleri ayaza çekip bulgurlaşan, öğlen güneşinin
bulut ardındaki ısısı ile bile biraz gevşeyip kristalleşen, geceleri yeniden
donan, rüzgârlı günlerde bir o yana bir bu yana savrularak yeni tepecikler
oluşturan bu kitle metrelerce yükseldi.
Hem Koyun hem Apak kışı çok zor geçirdiler.
Apak ve ağabeyi Nuri Çobanoğlu, Salih ağanın dölü yarıya ortakçısı idiler.
Şehre yaya bir saat mesafedeki köylerinde toprak kıttı. Köylü geçimini
hayvancılıkla sağlar; şehirden birisinin sermaye koyarak satın aldıkları sürüye
bütün bir yıl boyu bakar, besler, baharda doğan kuzuların yarısı ağaya yarısı
köylüye kalır. Sayıyı bilebilmek için de ağaya ait kuzuların kulakları özel bir
aletle delinerek işaretlenirdi.
Apak, ayakkabıları ve külot pantolonunun dar
paçaları ıslanmış, ablak kırmızı yüzü soğuktan daha da kızarmış, morarmış
burnu, ürkek adımlarla, manifatura mağazasına girdi. Işıkları söndürülmüş loş dükkânda odun
sobasının kuru sıcağı ve mangala çıkarılmış közün kokusu kumaş kokusuna
karışıyordu.
“Gene para lâzım Salih ağa”
dedi.
“Ot bitti.”
Dört beş aydır her hafta pazarı günü hep aynı
dekorda aynı muhavere. Kar kalkmadığından hayvanlar hep ağılda kuru ile
besleniyor, tek satıcı Tiryakinin Yusuf efendi her seferinde otun balyasını
beş-on kuruş artırıyor, Apak her hafta Ağanın hiç gülmeyen yüzüne, suçlu
imişçesine bakıyor, borcu her hafta yükseliyordu. Karısı ve dört çocuğu ile
günleri ağılda geçiyor, üç beş günde bir koyun ölüyor, aç kalan kurtlar köye
kadar inip ağıllara saldırıyor, çoban köpekleri ile aralarında ciddi
muharebeler oluyordu.
Meşakkatli kışın ardından mayısta kar kalkıp
ta altından taze çimenler fışkırdığında Koyun çayıra çıktı ama soğuktan dölmü
tutmadı yoksa yaşlandı da kesildi mi o yıl kuzu vermedi? Zaten doğan kuzularda da telefat çok, tabii
süt de az oldu. Ama soğuk kışlar uzun ve gür yün yaparlar, havalar iyice
ısındıktan sonra Apak birer birer yatırdı önüne, elinde saç makas, ince karın
altı tüylerinden başlayıp bir iki santim yükseklikten kırparak sırtı döndü ve
yünleri bir bütün olarak kılıf gibi sıyırıp aldı. Operasyonu sakin bekleyerek
sırtındaki yükten kurtulup hafifleyen koyun yeniden sürüye daldı, gelecek yıla
kadar tüylerini uzatıp sahibine sunmak üzere.
YAPAĞI;
Kırkım bitince Hacer ve diğer köylü kadınlar
Yapağı Yumaya (yıkamak) taşındılar. Köye bir kilometre mesafede Uyuz Hamamı da
derler, Dedeli Çermik de, sadece kısacık sazların yetiştiği kıraç bir yer
vardır. Yağış mevsimi geçip de toprak kuruyunca üzerini incecik beyaz bir
tabaka kaplar, köylü kadınlar bunu çalı süpürge ile süpürüp çuvallara doldurur,
bulaşıklarını bununla yıkarlar. Erkekler de eşeğe yükler şehirde sokak sokak
dolaşıp tenekesi beş kuruştan satarlar.
Matıf Toprağı diye anılan bu incecik toprak bol soda içerir ve doğal bir
temizleyicidir. Sahanın ortasında
kayalardan oluşmuş bir havuz yer alır, buradan kaynayan sıcak su, üzerine
buharlar yayarak kayalar arasında oluşturduğu yataktan ince bir dere gibi akıp
tren istasyonu yakınında Akar’a katılır. Civarında bir kova boyu yüzlerce
küçük, sıcak su çukurları vardır. Çocuklar bu çukurları eşeleyip üzerinde
kristalize maden cevherlerinin parıldadığı çakıl taşları çıkarırlar ve şehirde
bunlardan pahalı takılar yapıldığına inanırlar.
Havuzun kuzeyinde boyu üç metreye yaklaşan bir yatır bulunur. Her yıl
yaz başında köylü kadınlar bu mezarı temizler beyaz badana ile boyar, etrafını
süpürürler. Yıllar boyu üzeri sıvana sıvana büyümüş, hece taşsız bu devasa
kabirde Uyuz Dede yatar. İnanışa göre;
Allah bu çok sevdiği kulunu sınamak için ona bir cilt hastalığı illet etmiş.
Dede, yıllar boyu bu sancılı, akıntılı, kaşıntılı dertten bir gün bile şikâyet
etmeden, Eyüp Peygamber sabrı ile inancından hiç sapmamış. Bir gün bir beyaz
kuş peydahlanmış önünde, havada üç defa dönüp dedenin önünde durmuş ve
Hikmet’i-Hüdâ dile gelip “Gel” demiş, sonra da uçmaya başlamış. Kuş önde dede
arkada, günler boyu dağlar aşıp dereler geçmişler. Bu su birikintisine gelince
kuş dalıp çıkmış ardından da dede. O anda ne sancısı kalmış ne de vücudundaki
iğrenç yaralardan bir iz. Başını kaldırmış ki kuş yok. Bu su ile abdest alıp
hemen oracıkta namaza durmuş. Sonra da yürüyüp gitmiş. Bastığı her yerde içi su
dolu küçük çukurlar bırakarak. Dede gitmiş de mezarı orada nasıl olmuş
bilinmez; bütün çevreden cilt hastalığı olanlar buraya gelir, önce Dede’yi
ziyaret eder sonra açıkta yatıp kalkarak birkaç gün banyo alırlar ve şifa bulup
ayrılırlar. Türlü mineraller ve bol karbonat ihtiva eden bu suyun akıntısında
da köylü kadınlar yapağı yıkarlar
Hacer günlerce yapağı yudu, (yıkadı) köy
işlerinden nasırlaşmış el derileri yumuşadı, parmak uçları sıcak suda şişti,
parmak izleri derin birer çukura döndüler ama yapağılar yoğrularak, tahta
takozlarla dövülerek kayalara çalınarak bir güzel paklandılar, çamurdan,
idrardan, çakıldaktan[1] arınıp,
ağardılar. Alttan yayıldıkları kayanın üstten kızgın güneşin harareti ile
güzelce kurudular ve çuvallara basılıp şehre doğru yola çıktılar.
YÜN;
Yörük Kadir Ağa uzun askerlik yılları bitip
de obaya dönünce babadan kalan altınları bozdurdu, dul anası ve kardeşlerini
toplayıp şehre göçtü. İstasyon yolunda büyük bir ev yaptırdı yanına da bir
develik, keçeciler başında da bir dükkân aldı. Ticarete atıldı. Bütün Yörük
boyları yapağılarını ve kıllarını ona getirir, onun develiğinde konaklar,
hayvanlarını onun vasıtası ile alır satar oldular. Töreleri gereği Yörüklerin
bütün dertlerini o çekti, devlet dairelerinde işlerinde yardımcı oldu,
hastaları ile uğraştı ama iyi de para yaptı. Uyanık adamdı, altı kızdan sonra
gelen tek oğlu İbrahim’i okuttu, arkadaşlarının “Ağa, çocuğu büyük şehre salma
dönmez gayri” demelerine rağmen İzmir’e gönderdi liseyi bitirtti. İbrahim döndü
dönmesine de İzmir’de âşık olduğu kızı “isterim” diye de tutturdu. Nasihat,
rica, tehdit faydasız... İbrahim kara sevdalı, aldılar kızı. Sevim de
diretmedi, geldi küçük şehre ve de uyum sağladı. Önce dışlandı, adına Tango
Gelin koydular ama o alçak gönüllüğü sevecenliği ile bütün duvarları yıktı,
geçti. Öyle ki başlangıçta “sütümü haram
ederim” diyen Sahure bile gelinini anlata
anlata bitiremez oldu.
İbrahim babasından da uyanık çıktı, ne de
olsa tahsilli adam ve “şeher görmüş.” Zamanla esprisi kalmayan develiğe
ilâveler yaptı, büyüttü, yün atölyesine
çevirdi, halı tezgâhları kurdu, çevrede zaten yaygın olan ev halıcılığını
sanayi haline getirdi, yanında onlarca kadın çalıştırır oldu. Develik
Fabrika, kendi Yörük Kadir Ağanın
İbraham diye anılırken, Koca Yörüğ’e de
Halıcı İbrahim Beyin Babası denir oldu.
Yapağı İbrahim beyin lânolin kokan depolarına
istiflendi, avluda yere çakılı demir tarakların önüne bağdaş kurmuş işçi
kadınlar günlerce taradılar, liflerini ayırdılar, elyaf boyunda düzenlediler,
elle dönen çıkrıklara tutam tutam sunulup, kıvrıla büküle iplik oldular,
çilelendiler. Çileler tahta askılarda
dizi dizi altlarında meşe kütüklerinin yandığı kazanlarda kaynadılar,
yıkandılar, durulandılar, askılar günlerce avlu duvarlarında yellendi, güneşlendi
renk renk salkımlar gibi sallandılar...
Kuru papatya çiçeğinden sarılar, ceviz
yaprağından kahveler, ısırgan otundan yeşiller, palamut kozasından, alizarinden
kırmızılar yünün içine işledi, solmaz, ölmez, zengin bir tayf oluşturdular,
ikişer kiloluk paketler olup yeniden dizildiler raflara.
HALI;
Şehre bir saat mesafedeki Kozlu Viran
köyünden Sarı Halil’e Allah bir türlü çocuk vermedi. Ne nefesi kuvvetli
hocalar, ne çocuklarını sattıkları yatırlar, ne buharına oturdukları ılıca
suları, büyüler, kuvvet macunları, kocakarı ilaçları ne de doktorlar, “Askeriye
dokturları” bile fayda etmedi Karısının gözü yaşlı dualarının kabulünden mi
yoksa çevrenin “bunu boşa, yeni karı al, üstüne kuma getir” baskılarına kulak
asmadığının mükâfatı mı bilinmez 15 sene sonra, umutlar tamamen tükenmişken
Allah bir kız evlât bahşetti. Sarı Halil’in tıpkı anasına benzeyen, kırmızı
elma yanaklı, karakaşlı, mühür gözlü, ay suratlı bir kız.
Bahar büyüyüp serpildikçe güzelleşti, kara,
gür saçları beline kadar uzadı. Babası ile Yörük Kadir Ağa beraber askerlik
yapmışlar, yöre tabiri ile “kanlı gömlek arkadaşı.” Onlar köye gelir, bunlar
şehre her indikçe evlerine varırlar, Sevim Gelin Bahar’ı pek sever, İbraham
Ağası da her gördükçe takılır ona “Kız seni köy yerinde komam, şehir gelini
yapıcam.” Bahar bu şakadan utanır, kırmızı yanakları kulaklarına değin bir kat
daha kızarır ama hoşlanır da. On beşine vardığında Sevim Ablasına yatıya
misafir gitti. Sevim’in çocuklarına ablalık yapan, İzmir’in bir köyünden gelmiş
Zeliha Abla var, Bahar’dan birkaç yaş büyük. Sevim Abla; “Zeliha” dedi. “Hamamı
yak da önce bir güzel yıkanın, şu üzerindeki köy kokusu gitsin.” Bahar evde hamam hiç görmemiş, onlar ya
ahırda su dökünürler ya da köy hamamında kurna başında yıkanırlar. İbrahim’in
evinde ise altı çimento döşeli, duvarları yarıya kadar mozaik kaplı, dört köşe
dökme demir sobasının üstünde çinkodan yuvarlak deposu olan ve gövdesindeki
musluktan önündeki kurnaya istediğin sıcaklıkta su akıtabildiğin özel hamamları
var.
Zeliha elbisesini sıyırdı bir don bir
sutyen, şaşkın bakakaldı Bahar. Böyle kısacık
iç donu hiç görmemişti ne anasında, ne yengelerinde ne hamamda.
“Ne bakıyon öyle şaşkın, sen de
soyunsana kız.”
Birden utandı dizine kadar inen bol iç
çamaşırından. Ya o memeleri örten küçük yelek. Bütün şehir karıları bundan
giyermiş, kaç çocuk emzirirse emzirsin sarkmazmış memeleri, Sevim Abla
eskilerini Zeliha’ya verirmiş. Bir güzel yıkanıp paklandılar.
İbraham Ağası her gün develiğe götürdü,
Baharı. Tezgâh kurmayı öğretti, çözgü çözmeyi, halı dokumayı, sonra da bir
tezgâh yaptırdı köye gönderdi. “Bir sanat olsun elinde, ben sana da iş
veririm.”
Önce çeyizine bir küçük halı dokudu, Bahar.
Kırmızı kenarlı, çiçek motifleri canlı, “”köylü halısı”. Sonra da bir iki parça İbram Ağasına,
kazancını altın yapıp boynuna dizdi.
Afyon’da tüccardan Ömer Efendi iki çift Taban
Halısı istedi, Halıcı İbrahim’den Bir çifti kızına, bir çifti oğluna. O da dört
ayrı tezgâha dağıttı siparişi, birini de Bahar’a verdi.
İbrahim, usta ile beraber geldi köye, paket
paket ipler getirildi, çözgüyü usta kendi eli ile kurdu, deseni sıraladı, ilk
sıra örülürken başında durdu,
“Bak” dediler, “dikkatli çalış, bizi mahcup
etme, bu Şehir Halısı, öncekilere benzemez, santimde üç düğüm, hem de Gördes
Düğümü.”
“Hadi elin kuş olsun, götün taş
olsun.”
Bahar aylar boyu her sabah erkenden çöktü
tezgâh başına, düğüm düğüm, sıra sıra, motif motif, sabır sabır halı yükselmeye
başladı. Halı işi tahammül ister, sabır ister. Dudağında bazen bir türkü, bazen
bir mâni, bir hayâl dünyası kurdu kendine bu daracık mekânda.
“İbram
ağası şehir gelini yapacaktı onu, böyle şehir halılarının üstünde gezinecek,
çocukları topacık elleri ile üzerinde emekleyeceklerdi... İtina ile süpürecekti
her sabah halısını... Küçücük donlar giyecekti, düzgün bacaklarına, “sütleyen[2]” takacaktı, istediği
kadar gebe kalsın sarkmayacaktı memeleri, yengelerininki gibi... Bir de bir kız
götürürdü köyden, bebeleri ile oynasın... Kız çamaşırlarını görünce şaşırırdı,
eski sütleyenlerinden verirdi ona da, sevinsin di garip... Şehirli kadınlar
gelecekti evlerine, hiç biri köylü kokmayan, tentene öreceklerdi, ayıp şeyler
konuşacaklar, gülüşecekler... Hamam da
olacaktı evlerinde, duvarları yarıya kadar mozaik sıvalı, atacaktı odunları
sobasına, kaynar su, içerisi kış günü bile sıcacık... Kocası gelecekti akşam
evlerine, kapıda karşılayacak, çocuklar görmeden sarılacaktı, o zaman
kasıklarından uyluklarına doğru bir tatlı ürperti yayılacaktı...”.
Hayâl dünyasında yüzü yoktu kocasının. Bütün
çabasına karşın bir yüz bulamıyordu ona. Kurgularında sıra kocasına gelince
başının yerinde sadece bir gölge oluşuyordu orada, sonra da flulaşıp kopuyordu
film. O zaman daha kuvvetli vuruyordu
Kirkit’i[3],
atkıyı geçiriyor, varagele’yi[4]
geri alıyor, bir düğüm daha, bir daha, bir daha... Sıra yürüdükçe oturduğu
tahta üzerinde o da santim santim gidiyordu, bir sağa bir sola. Ağır, kara
demir makas fazla uçları kesiyor, kısacık yün parçaları dökülüyordu şalvarına
bir renk cümbüşü halinde. Tezgâh
tepesine asılmış yumaklar bitiyor,
çileler çıkrıkta yeniden yumak oluyor. Yeniden düğümler, yeniden bıçak
darbeleri, yeniden bir türkü, yeniden hayâl denizi...
“Gelin
almaya taksiler gelecek, çocuklar ellerini sürecekler tozlu kaportanın üstüne
izleri kalacak... Kapının önünde babasının elini öpecek, usulen ağlayacak
yüzünü örten kırmızı tülbendin ardından... Taksiler korna çalarak art arda yola
çıkacaklar, köpekler saracak peşleri sıra...
Köyün çıkışında emmioğlu Hasan bakıp kalacak öyle... Bok gibi...
Taksinin tozları ardında kaybolacak.” “Nerede görse ‘seni alacam kız.’ diyor,
domuz. Şehirde kötü kadınlara da gidiyormuş, sümsük.”
Öyle oldu ki; hülya her sabah aynı yerden
başlayarak günler boyu, aylar boyu Bahar, Halı, Şehir gelini arasında ortak
ve girift bir ideale dönüştü ve miat
Halı’nın bitim gününe endekslenip takıldı kaldı.
21 Temmuz 1946 günü her yerde olduğu gibi
köyde de seçim vardı. Muhtar bir gece
evvelinden kapı kapı dolaştı “herkes seçime gelecek, gelmeyenin cezası çok
büyük.” Sabah erkenden sandık kurulu
geldi, caminin sundurması altına oturdular, masa üstüne defterler kondu iki de
küçük torba, birinin üstünde kırmızı altı ok basılı birinde siyah avuç resmi ve
DP Candarmalar dizildi, muhtar yanlarında el pençe, başkan gelenlere soruyor.
“İsmet Paşa’ya mı verecen, Demirkırata mı?”
sonra torbadan bir oy pusulası çıkarıyor, bir de zarf;
“İçine koy, sandığa at.”
Bu ilk demokratik (!) seçimi görmeye bütün
köy gelmiş. Erkekler avluda, kadınlar atkılarına bürünüp set üstüne
dizilmişler, her yaştan çocuk ortalıkta. Yalnız Bahar yok. O bugün bordürün son
sırasını dokuyup halıyı bitirecek.
Kırmızı zeminde sarı kontörlü, lacivert,
yeşil, geometrik çiçeklere dalgın, dalgın bakarken kapının açıldığını duymadı
bile. Boynunda sıcak nefesi algılayıp
döndüğünde çok geç kalmıştı, dibinde emmioğlu Hasan. Elini halı bıçağına attı
ama yetişemedi, gözünün üstüne yediği yumrukla sersemledi, dünyası karardı,
ardından bir yumruk da kafasına. Hasan gözleri şehvetten fırlamış, yılışık,
uzun saçlarını eline doladı, bitişik samanlığa doğru sürüklemeye başladı,
hoyratça sıyırdı şalvarını, abandı... Bağırmak istedi Bahar, sesi çıkmadı, hoş
çıksa da duyacak kimse kalmamıştı yukarı mahallede.
Bir hafta geceli gündüzlü sadece öğürdü
Bahar. Ne moraran gözündeki acıyı duydu,
ne belindeki ağrıyı, ne de kasıklarına vuran sızıyı, hepsi boştu
kaybettiklerinin yanında. O hayâl dünyasını yitirmişti, umudunu, geleceğini ve
her şeyini…
Araya yaşlılar girdiler, baskı yaptılar Sarı
Halil’e “Direnme” dediler. “Kan girer kardeş arasına, babanın kemikleri sızlar,
hem bozuk yumurtayı kim alır.” Kimse Bahara bir şey sormadı bile. Kızı
nikâhladılar, amca evine gönderdiler, sandığı ve Köy Halısı ile birlikte. Nikâh olunca dava düşerdi.
Saçak dibi atkılarını usta tamamladı, çözgüyü
kesti, yeniden tıraşladı halıyı. Halıcı kadınlar “nazar muskası[5]
konmamış” dediler. “Halıya gelmedi nazar, Bahar’a geldi.”
Halı’yı diğer üç kardeşi ile beraber bir
çuvala sarmaladılar, Seyri hafif[6]
kaydı ile demiryolu ambarına teslim ettiler.
Halı, eşi ile birlikte Ömer Efendinin odasına
serildi. Tam on yıl serili kaldı orada, Ömer efendinin ölümünü gördü, Ömer’in
doğumunu. Koku aldı çevresinden, koku verdi etrafına...
Evlerin kendine has kokusu olur. Eşyalar
değişir, insanlar değişir, yapılar değişir, ev kokusu hiç değişmez ve aşina
kişiler hemen tanırlar onu. Canlı cansız içindeki bütün varlıkların yıllar
süren molekül alışverişinden hâsıl olmuş bir kişiliktir bu. Kiminde toz kokusu
ağır basar, kiminde rutubet, kiminde meyve hatta lağım kokusu ama orijini ne
olursa olsun, kutsal bir aidiyet içerirler.
Halı, Bursa’ya yeni eve de bu koku ile
birlikte taşındı, tam otuz beş yıl da orada hizmet verdi, düğünlere şahit oldu,
doğumlara, mevlitlere, yemeklere. Gün geldi ayakkabılar altında ezildi, gün
geldi naftalinlenip dinlenmeye alındı. Arap sabunundan deterjana, ot süpürgeden
gırgıra çağ atladı ama en büyük darbeyi ciğerini söküp alan elektrikli
süpürgeden yedi. Gene de direndi, güzelliğinden, parlaklığından hiçbir şey
yitirmeden.
En son büyükhanımın ölümünü yaşadı halı.
Eskiden yaşlılar ölür, yeniler doğar, bir kaç kuşak iç içe yaşardı aynı evde.
Şimdi gençler ayrı evler kurar oldukça, yaşlılar yalnız başlarına kalır
oldular. Ve ölünce de kapanır oldu evleri. Almaya kalkarsan kıymet, bırak
satmayı vermeye kalksan götürecek kimseyi bulamadığın canım eşyalar sorun
oldular. Ölenle beraber bütün eşyayı da gömemezsin ki... Küçük torun “ben burada yaşarım” deyince, ev
kapanmaktan kurtuldu. Bir kısım eşya verildi, atıldı, bir kısım eşya temizlenip
yerleşti, fakat Halı; eskici paspas fiyatı verince hiçbir gruba katılamadan tek
başına kalakaldı ortalıkta.
Bir tesadüf Halı ile Bora yüz yüze geldiler.
Bora yaşadığı Amerika’dan yine mal almak için gelmiş. İri gözlerinde küçük
camlı metal çerçeveli kara gözlükler, boynunda gümüşten abartılı bir gerdanlık,
bileklerinde metal bilezikler, Türkçe ’si hafif hasar görmüş. “İlgilenirim”
dedi, alkol kokan sesi ile. “Benim dünyam Halı, kadın ve kedi.” Halıyı yere
serdi, çarşı esnafının mütecessis bakışları altında manikürlü parmakları ile
mıncıkladı, sıvazladı, kıvırdı buruşturdu.
“Kaba Uşak” dedi. “Altı yüz.”
“Ne altı yüz?” diye sordu Yavuz.
“Altı yüz dolar, arabam
otoparkta.”
“Tamam.”
Kalın kraft kâğıtlara sarıldı, bağlandı Halı.
Taşıyıcı vurdu sırtına. Bir an buruldu Yavuz. Eski bir dosttan bir aşinadan
ayrılmanın sızısını duydu içinde. “Dur, caydım” diyecek oldu, sonra vaz geçti.
Her şeyin bir sonu olacaktı nasılsa, bir ilki olduğu gibi. “ Hiçbir şey, hiç
kimse sevdikleri ile alıştıkları ile beraber olamaz sonsuza kadar. "Beka sadece
Cenab-ı Hak’ka mahsustur.” Halı küçük bir tabut gibi, cemaatsiz, tek kişi
sırtında hafif yalpalarla uzaklaştı, buğulu gözler ardında flulaştı, bir ara
önünden geçtiği kuyumcu dükkânının şavklı spotları etkisi ile parlar gibi oldu
sonra yitti gitti...
TWA’nın kargo uçağı doğu-batı pistinde hızını
gittikçe artırdı sonra burnunu havaya dikip hızla yükseldi, iniş takımları
mekanik gürültülerle hücrelerine yerleşirken, gece karanlığını ses akımları ile
yırtan uçağın ambarındaki Halı yeni ambalajı içeresinde, Yeni Dünya’ya doğru
ilerliyordu, yeni evinde yeni kokularla kaynaşmak üzere...
Altında vücut bulduğu topraklarda; Yeşilköy
Hava Limanının çakar şimşekli kule ışığı biteviye dönüyordu, yaşamı
simgelercesine... Bir nabız gibi...
[1] Koyun pisliklerinin kuyruk
ve bacak arası tüylerine yapışarak oluşturduğu kitle
[2] Sutyen
[3] Kirkit: biten sırayı
sıkıştırmak için çözgü aralıklarına hızla vurulan şimşirden veya demirden,
saplı bir nevi tarak.
[4] Varagele: Çözgü
ipliklerini birer atlayarak bir öne bir arkaya alan tahta çubuk.
[5] Halı dokunmaya başlanmadan
saçak ipleri arasına, doğaçlama ve serbest bir figürle örülen, küçük, üçken
parça.
[6]Ambarlarda bekletilmeden
acele gönderilen SEYRİ SERİ’nin aksine daha ucuz tarifeli nakliyat şekli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder